DİYARBAKIR

KUFE’SİDİR

ANADOLU’NUN

"Mazlumiyeti Kufe'yi Andıran Şehir!!!.."

 

Kadri ÇELİK

 

 

Diyarbakır bir ülkedir içimde. Bir kıtadır, bir dünyadır, keşfedilmemiş. Diyarbakır mazlum ve gariptir; halkı mazlum, yeri mazlum, göğü mazlum, havası mazlum, suyu mazlum bir şehir. Karanlık çöktü mü gökyüzüne, bir de korku çöker kalplere. İki korku, iki zulmet yaşanır bu iklimde. Toprağı kerbela'dır bu ülkenin. Mazlumiyeti Kufe'yi andıran şehir! Diyarbakır, Kufe'sidir Anadolu'nun.

Her yerde ibn-i Ziyad korkusu teneffüs edilir. Adeta toprağına korku sinmiştir bu Kufe'nin. Ama bu Kufe, başka Kufe. Bu Kufe'de süngüler konuşur. Bu Kufe'de dipçikler dile gelir. Güneşi bile doğmak istemez içtenlikle. Ay küskün durur bir köşede. Ayakkabısız yaralı-bereli ayaklar, işkencecilere haritasını haykırır bu şehrin. Bu Kufe sonsuz bir şehir, sınırsız bir iklimdir. Bir yavan ekmek yiyenler bilir daracık sokaklarını. Mahşer kadar sıcak bir hava estirir rüzgarlar. Topraklar dağ gibi bir hüzün taşır bağrında. Yetimleri ağlar, gözyaşları dinmez, hep Ali'yi bekler birileri tahta kapılarda. Çocuklar mahalle savaşı ilan ederler taş döşeli sokaklarda. Sıcak bir ekmeğe özlem duyan şehir. Kokulu bir çaya hasret, özlem şehir. Diyarbakır gözyaşıdır, feryattır. Yetim çocuklar, dul kadınlar kimsesizler şehri.

Göbeğinde Yezidler oturur bu şehrin. Şehir iki parçadır adeta. Birileri yavan ekmek yerken sokaklarda, diğer birileri köpekleri için ithal mama sipariş verirler. Birileri parası olmadığı için kovulurken hastanelerden ve itilip kakılırken, diğer birilerinin aya-

 

5

 

 

ğına varır doktorlar. Taşları, toprakları, havası bile farklıdır bu insanların.

 

Yağmur yerine kan yağar şehir üstüne. Sokakları birer bataklıktır mazlum şehrin. Çamura saplanır çorapsız ayaklar. Kuşları acı öter bu şehrin. Fareler cirit atar üstü açık lağımlarda. Otobüsleri Hindistan'ı andırır, acımasızlığı Kerbela'yı bu iklimin. İbn-i Ziyad'ın hükmü geçer burada. Hüseyin başı kesik, Sekine mahzun. Zeyneb sessizdir bu diyarda. Hurmasız Kufe'dir bu şehir. Anneler Kerbela çiçeklerini anımsatır insana. Alnı Kerbela çölü gibi kızgın ve kırışık. Ülkenin haritasıdır alnındaki derin çizgiler. Zeyneb'in hüznünü taşır kalplerinde.

 

Kadınları köledir bu şehrin. Her yıl bir çocuk doğurur Zeyneb. Bir Hüseyin terbiye eder, kurban sunar kana susamış tanrılara. Tanrıları su içmez bu toprakların, kan içer, irin içer. Yemek yemez Ziyad'ları; et yer, ceset yer. Kazanında su kaynar, taş pişer bu evlerin. İlaç görmemiş gözler, irin dolu kulaklar, iltihaplaşmış boğazlar, alınmış bademcikler şehridir Diyarbakır.

 

Çocuklar sevgi görmez, öldürmeyi öğrenir anaokulunda. Yaşamak için öldürmek dersini alırlar hayat medresesinden. Surları öfkedir bu şehrin. İbn-i Ziyad'lara bir başkaldırıyı anımsatır insana. Eflatun'un Medine-i Fazıla'sı bir şehir. Ama faziletleri gözyaşıdır Diyarbakır'ın. Kandır, feryattır, acıdır. Çocukları gülmeyi bilmez, acıyı miras alır babalarından. Dünyanın güzel olmadığını doğarken ağlamaya bağlar taksiler. Çamurlu sular akar su borularından. Aşıdan çok korkar çocuklar. Her vuruşu, masum suratlarına inecek bir tokat bellemiş ya ondan korkar bu çocuklar. Sokaklar ihmalden sakat kalmış çocuklar şenliği. Yanlış iğneler yüzünden sakat gezen çocuklar, burukluğunu yaşar fakirliğin.

 

 

6

 

 

Fanon'un "Yeryüzünün lanetlileri" dediği halk. İbn-i Ziyad'ın Kufe'si bir şehir. Arabaları hıncıyla çizen, camları Öfkeyle kıran ve insanları öfkeyle kiniyle öldüren bir şehrin çocuğuyum ben. Ben böyle bir iklimin öfkesiyim anlayacağın.

Çocuklar daha beşikteyken, ninni dinlerken tanışır polislerle. Eli silahlı askerler, bir öcüdür çağa çiçek taşıyan çocuklara. Çocukları Allah'tan çok polis ve askerden korkutulmuş bu şehrin. Vampir gibidir askerleri, kanını emer bebeklerin. Çocuklar gerçi Kufe'yi bilmez, Kerbela'yı tanımaz; ama aynı kaderi paylaşırlar. Yetim çocuklar ve kimsesiz kadınlar hep Ali'yi bekler dururlar. İbn-i Ziyad ve Yezid polis olmuş, asker olmuş zihinlerde. Anneleri Kürtçe söyler ninnilerini. Kürtçe anadilidir bu çocukların. Çocuklar büyüyünce anlar bu zulmü. Anadilini konuşamaz, yazamaz bu çocuklar. Karşısında hep dipçikler görür, yasaklar belirir. Bu yüzden içine kapanıktır, kötümserdir, karamsardır çocuklar. Annesinden duyduğu şeyleri tekrar beyan edememenin kırgınlığını, hıncını taşır küçücük kalpler.

Sevgiyi tatması, sevgiyle dolması gereken kalpler daha beşikteyken, yerde emeklerken acıyı tadar, kinle dolar. Çocuklar radyo ve televizyon seyreder, ama anlamazlar. Çünkü dili başkadır bu çocukların. Yabancı bir kanal gibi algılar programları. Dilini bilmediği çizgi filimlerle gidermeye çalışır yalnızlığını. Çocuklar büyüyünce gazete okumazlar. Kitaba ilgi göstermezler. Çünkü kendi ülkelerinde kendi ikliminde gazeteler bile yabancı dille konuşur. Gençler yabancı dille yazan bu gazetelere uzaktan bakıp geçerler. Evde annesiyle konuştuğu dilin konuşulduğu bir ülkeyi arar, genç dimağlar.

Bu şehirde çocuklar okulu da sevmez. Çünkü

 

7

 

 

okulu da yabancıdır kendine. Anadilini konuşunca başına yediği sopanın acısını duyar bir ömür bu çocuklar. Artık ne okulu, ne öğretmeni, ne polisi, ne askeri, ne radyoyu, ne televizyonu ne de herhangi bir şeyi severler. Onlar hep acıyla büyür. Çocuklar artık acıyı sevmeye başlar. Acıyla kavrulur körpe kalpler. Sonra da büyüyünce eline silah alır çocuklar. Silahta arar kaybettiklerinî. Başına yediği sopaların acısını silahla çıkarmak ister çocuklar. Yediği yavan ekmeklerin, içtiği kirli suların, tattığı acıların ve gördüğü zorlukların hesabını sormaya başlar. Artık silahlar konuşur o gün. Bütün bir şehir kana bulanır, kuşlar ağıt yakar, köpekler üşüşür ıssız sokaklara. Kelebekler çiçekleri boykot eder, yarasalara ambargo uygular karanlıklar. Bülbüller hüzün okur güllere. Aşk terennüm edilmez, sevgi tadılmaz, dostluk teneffüs edilmez bu şehirde.

Surlar taşlaşmış kalpleri simgeler bu iklimlerde. Ağaçlar acı yemiş verir, hüzün açar. Dicle bir gözyaşıdır, akar kalplere. Dicle hep ağlar, çocuklara teselli verir. Acı dolu kalpleri yıkar, durular. Dicle sevgidir, Dicle tevazudur. Kendine hep üstten, tepeden bakılan sular. Dicle kan ağlar, hüzün çağlar. Araba glaksonları hep acıları seslendirir, fabrikalar ve trenler hep acı sirenler kesilir kulaklarda. Dicle balıkları bile küskündür talihine. Kadıköy, Üsküdar, Karaköy ve Eminönü balıklarını kıskanır dururlar. Tek kelimeyle hüzün şehridir, keder ve gam iklimidir Diyarbakır. Diyarbakır Kufe'dir, Mekke'dir, Medine'dir, Kerbela'dır.

 

 

8

 

 

12 Eylül 1980!

 

Ne kadar acı bir gün be ana! Anaların doğurduğuna, çocukların doğduğuna pişman olduğu bir gün. Ağlama duvarı! İşte böyle bir gündü ana, pencereden dışarıyı seyre koyuldum. Biran önce evine dönebilmenin cehdi içindeki karıncaları andırıyordu insanlar. Gün boyu ağırlaşmış başımı cama yasladım, sessizce. Bir yalnızlık ezgisi tutturmuş zaman, gökyüzündeki yıldızlarla birlikte. Garip bir duygu var içimde şimdi. Dışarıdan gelen sesler, kurşuna dizilen çiçeklerin türküsünü andırıyor zihnimde.

Atlayıp bağrına koşasım geliyor delice. Bugün de kan ağlıyorsun değil mi ana? Sahi sen hep ağlar mısın? Hep neden ağlar anneler? Gayrisi yalan ağlarmış da ondan mı ana? Sen yetiştirdin diye mi seversin gülü be ana. Yine karanlık çöktü her yere. Cehennem'in ayak sesleri geliyor, bir milyar yıl ötelerden. Yağmur da yağmıyor sağanak sağanak. Kuşlarsa hiç ötmüyor cıvıl cıvıl. Sular akmıyor artık şarıl şarıl. İnsanlar uykuya hasret harıl harıl. Kalabalık bir ritim var gönlümde. Ateşsiz yanıyor kalbim, cayır cayır. Buram buram kokmuyor artık toprak. Sırıl sıklam aşklara gelmiyor gecem. İnsan da bir alem be ana. Yalnızlık kaderi. Başı rahim, sonu mezar trajedisi. Kuşları da severim be ana. Bana özgürlüğü getirir. Zulüm altında inlerken yurdum, acılarımı unutturur martılar, ağzımda bir balık çırpınırken, karanlık bir geleceği var pusuda insanlı-

  

9


ğın. Öyküsü bile yazılmayacak. Zira Neron'lar yakacak yarınları. Bugünün kıymetini bil ana. Çocuklar büyüyor, yeşili olmayan bataklıklarda. Bu yüzden yarasaları sevmiyorum be ana. Acımı deşiyor derince. Tabiatta bile zulüm ve adalet savaşı var. Kuzu ile kurdu bilirsin sen değil mi ana? Hayat ne kadar zor, ne kadar acı. Değer mi bunca zulme? Belki sen göremezsin, duyamazsın da ana. Ama o gün yine analar ağlayacak. Analar üzülecek hüzünle. Toprak üstü de mezar olacak yarının nesline. Yağmur diye kan yağacak yeryüzüne. Gül yerine zakkum bitecek bahçelerde. Bülbül ötmeyecek kargaların olduğu yerde. Ama umut emdirir yine, sevgiyle doyurur anneler.

 

Çorak ülkelerde gözyaşlarıyla suvarırlar sararmaya yüz tutan çiçekleri. Çile kaderin değil be ana. Sen kader bellemişsin bilmediğini. Anadolu'dan geniş bağrına, dünyanın güllerini sen ekmedin mi? Babaları kim sever be ana; ana gibi olmadıkça? Sen aşk sunarken çiçeklere, en azından bilinmeli değil mi? Sen için için ağlarken, yağmur yağmalı sessizce. Irmaklar coşkuyla akmalı, çağlayanlar çağlamalı. Yoksa ışıkları da söndürün istemiyorum. Yıldızlar bile yol göstermesin, gitmiyorum. Aydınlık olmasa, insan karanlıkları da sever be ana. Özgürlük olmayınca köleliği sevenler var ülkemde. Ormanları bile yaktılar ağaçsız bir geleceğe özlem duyanlar. Aydınlıkları boğdular, karanlıklara adet edinenler. Çocuklar sahi neden gülmüyor be ana? Onlara da mı söyledin dramımızı? Dumanla mı betimledin karanlık geleceklerini? Hiç mi ışık yok ana zifiri gecelerde? O halde kuşları da çağır be ana. Onlar da mı küskün yoksa güllere? Kurusun ellerin emi ey Yezid. Neden kopardın gülümü? Pis kokular almış

 

 

10

 

 

baksana gülsüz iklimleri. Kirli sulara boğulmuş fersiz yıldızlar.

Ayrılık da bir ateş be ana! Yüreğimi kavuruyor, en soğuk gecelerde. Eline ateş almakmış meğer, çaysız demlenen sulardan içmek.

Balıklar da pişmez artık aşk gemisinde. Neden geldik sorusunu sorma be ana. Nereden gelip, nereye gideceğini gemiler bile unuttu neredeyse. Sevdasız iklimler şimdi ellerinde çiçek taşıyor geleceğe. Ben durgunum yine be ana. Akan sular küskün bana. Uçan kuşlar bile kesti selamını, çöle dönmüş yurduma.

Yine mi ağlıyorsun be ana? En azından gitmesini biliyorsun ya arzuladığımız sonsuzluğa. Bana da bunu sen öğrettin değil mi ana? Kalemler yazmasın istemiyorum acı hikayemizi. Taşımasın geleceğe hatıralar, aydınlık olsun istiyorum yarınlar. Gülmesini unuttum deme be ana. Gonca gül gibi tebessüm et. Uzat dal gibi kollarını. Tut kırık umutlarımdan. Hem sen demez miydin bitecek bu zulüm? Sen haykırmaz mıydın kalk diye zamana. Sen su taşımaz mıydın sararmış yıldızlara. Sen dizmez miydin savrulan incileri. O halde kalk, zamanı selamla. Çağa seslen be ana. Gece yarısı denizler bir başka olur nedense. Martılar bile riayet eder sessizliğe. Balıklar uyur derinliklerde, köprü altındaki kimsesizler sıcacık ekmeği hayal eder. Yalnızlık çökünce, köpüklü bir çayın hasretiyle dolar kalpler. Nice öksüz var bağrında şu garip İstanbul'un. Sana ne kadar benzer değil mi be ana. Az sonra uyanacak dev karıncalar. Yaşamak için yiyecek, yemek için çalışacak yeniden. Hayatın tek ritmi bu mu ki ana? Başka ifadesi yok mu yaşamın? Anlamsız mı tüm sözcükler? Güneş neden doğmuyor?

 

11 

 

Beklemek de acı be ana. Karanlıklar bir çarşaf gibi sarmış insanları. Öz yurdunda garipsin be ana. Ama olsun be ana. Ali'nin bile hakkı yenilmedi mi? Benim hakkım ne ki ana? Hüseyin'in başı kesilmedi mi? Benim başım ne ki be ana? Kurtlar uluyor şehirlerde, sırtlanlar ülkesinin. Vampirler kanını emiyor öksüz sabahların. Martılar bile acı Ötüyor, neşesi yok gecelerin. Çorapsız kalmış saatler, tıktıklamıyor kulağımda. Artık makinalar çay ikram ediyor ana. Çorbayı da kaşıkla vermiyorlar, hakkını helal et be ana. Bayraklar yarıya insin. Matem var kalp ülkemde. Gelincikler koparılmış, tutsağı olmuş sararmışlığın. Ayakta yatan ölüler, beklentisi içinde birilerinin. Neden bekledikleri gelmiyor be ana?

 

12

 

Diyarbakır'da deniz yoktur, ama Dicle var, Dicle bir denizdir, en az bir deniz kadar güzel. Lakin martıları yok bu denizin. Ne zaman bir martı düşlesem sular üstünde, doymak için toprağı kazan Afrikalı çocuğu hatırlarım hep. Bir deniz kadar güzel de ondan Afrikalım. Akıttığı gözyaşlarına liman olur gönül sahilim. Bir balık gibi yüzer içimde. Deniz nasıl sonsuzluk ise ifadesiz, Afrikalı çocuğun öfkesi de deli dalgadır vurur sineme. Bu yüzden denizi seviyorum ya! Sonsuzluk ifadesi her güzel bir güneş gibi ısıtır iklimimi. Balinalar bir ana kadar şefkatliyse de; gemiler yırtınca mavi bağrını, isyanım işitirim azgın suların.

Nemrut kibir kulesini yükseltirken, Yezid'in işret sofraları bir ok olur, akıtır kanını yıldızların. Her zaman karanlıklar olmasın ister, dayanamaz aydınlıklara. Haccac'lara özlem var ülkemizde. Yağmur dolu hikayesi anlayacağın. Sen aldırma Afrikalı çocuğum. Bir de sana ulaştırabilsem denizi, balinalar taşırdı o zaman dertlerini. Balıklar yem olurdu, oltalaşmış bakışlarına. Gemiler öter, sonsuzluğa çağırırdı bitmiş umutlarını. Sarhoş kusmuğu coğrafyamda, en güzel iklime kurulurdu te-bessümün. Umut dolardı işte o zaman, açlıktan kuruyan bağırsakların. Sular dökülürdü, zemzem gibi çatlamış dudaklarından. Ekmeği tutabilir miydi bilmem takatsiz ellerin? Görebilir miydi sanmam fersiz gözlerin, sana uzanan kollarımı? Sana Ali'yi mi anlatsam bilmem? Fatıma'nın balçıktan evini mi göstersem gökdelenler arasında? Ali'nin adalet fer-

 

13

 

 

yadını mı duyursam, sarhoş seslerini bastırarak? Belki de "kurtuldum!" diyen son sözü kurtuluşun. Sen nasıl dayanırsın ki Siffin'e, Nehrevan'a ve Cemel'e. O halde sen de yükselt "kurtuldum" feryadını.

"Ol"amıyorsan "ölmek, kalamıyorsan gitmek. Bir Kerbela kadar sıcak hayat hikayemiz. Doğuncaya kadar güneş, Ömer b. Sa'd hançeri Şimr'e kestirecek Hüseyin'imi. Kerbela'yı duydun mu hiç Afrikalım. En az senin kadar acı. Sen susuzluk çektiysen istemeden, onlar bilerek susadılar senin için. Sakın üzülme yalnızlığına, çünkü sen varisisin Kerbela'nın. Küçük Ali'nin süt emdiğini mi sanıyorsun? Boğazını delmişti de oklar, kanını akıtmıştı kızgın çöllere, ama hep senin için Âfrikalım. Çünkü sen de bir sevdasın, bir ışıksın yeryüzünün. Kerbela'ya su taşıyan kırlangıcısın aşkın. Ah bir başını kaldırıp da bakabilsen Kerbela'ya. O zaman anlam bulur, sona ererdi yalnızlığın. Sen dünya tarihinin en büyük devrimisin. Senin kanın sulamıştır kefensiz çiçekleri. Gelincikler tebessümünden almıştır kızıl rengini; masmavi göğe inat. Senin bir tek saç telini, saraylılara değiştirmezdi Pir'im.

Ama ne olur yılma, zira en büyük ölümdür yılmak. İrade etmişse ezeli dost, sen, hakim olacaksın geleceğe inan. Sen feryadı olacaksın sessizliğin ve sen güneş olacaksın soğuk iklimlere. Sırtında Kaf dağını taşıyan büyük karıncam Afrikalım.

14

 

 

12 Eylül sonrasıydı ana. Karanlık daha yeni çökmüştü. Diyarbakır bir korkuydu, tedirginlikti. Kuşlar bulutlara uçmuştu adeta. Gökyüzü hareketsizdi. Her şey durmuşa benziyordu. İstatistiklere göre 12 Eylül 1980 tarihindeki askeri darbeden sonra tam 240.000 kişi gözaltına alınmıştı ana. Aslında tüm Türkiye kan ağlıyordu. Ziverbey köşkü ve diğer tüm zindanlar yeniden insan iniltileri ve feryatlarıyla doluydu. 12 Mart darbesinden sonra İstanbul'da sıkıyönetim komutanı olan General Faik Türün yoktu ama; onu hiç de aratmayan omuzları kalabalık nice generaller vardı ülkede.

12 Mart darbesinden sonra işkencecilerden hesap soracağını söyleyen CHP, daha sonra işkencecilere af çıkararak Hitler'in yüreğine su serpti adeta. O gün bu gündür Türkiye'de bir hukuk katliamı başladı.

Ama devlet boş duramazdı. Göstermelik de olsa birilerinin kurban edilmesi gerekiyordu. Devlet bunun için de Sedat Caner gibi bazı kuklalarını işkenceyle adam öldürme suçundan yargıladı. Maksat dostlar pazarda görsündü. Tanklar 11. Eylül akşamı başkent Ankara'yı sardı. Gece yârısı olmadan paletler gıcırdadı, motorlar homurdadı. Devlet büyükleri, olup bitenleri anlayamamış ve olanlara bir mana verememişti. İçişleri bakanı Orhan Eren gün boyu gerçeği anlamak istediyse de bir faydası olmadı. Başbakan Demirel tanklar kentin merkezinde mevzilendiğinde PTT, Radyo ve Televizyon kurumu gibi

      15

 

kurumlar ele geçirildiğinde de bir şey anlayamamıştı. Ama şüphesiz ki Washington her şeyden haberdardı ve gelişmeleri anında izliyordu.

Demirel, ordunun yönetime el koyduğunu, Washington dünya kamuoyuna resmi bir açıklama yaptıktan sonra anladı.

 

12 Eylül ortalık ağarırken Demirel evinden alındı.

 

12 Eylül kara bir gündü ana. İşkencelerde 169 kişi öldürüldü. İnsan Hakları Derneği'nin 1987 Haziran başlarında yapılan genel kuruluna sunulan çalışma raporunda, ölümler cinayetler konusunda şöyle deniliyor:

 

"Yedi yıldır insanların işkenceden öldürüldüğü, göz altında kaybolduğu ölüme ve intihara itildiği ya da intihar görünümünün verildiği olaylar yaşanmış ve yaşanmaktadır."

 

12 Mart'ın ünlü savcısı Abdulbaki Tuğ 12 Eylül'de DYP Genel başkan yardımcılığı görevine getirilirken işkencecileri şöyle savunuyordu:

"Polisimiz yakalanan eşkiyayı, soyguncuyu, devlet yıkıcıyı nasıl konuşturacak?" 26 Mart 1972'de dönemin başkanı Nihat Erim de "Biz eşkiyaya eşkîya gibi davranmayız. Biz hukuk devletiyiz." derken 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün 29 Mayıs 1972 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan demecinde şöyle diyordu:

"İşkence denen hareketin ekseriyetle tabana vurulan birkaç sopa ve tokattan ileri gitmediğini gördüm."

Evet tornadan çıkmış ve "Haydar" adını taşıyan özel sopalar konuşuyordu soruşturma odalarında. Tüm vatan Vietnam'a dönmüştü bir anda. Vietnam deyip geçmemek gerekir. Bir milyondan fazla insan işkence gördü. 31.000 kadının ırzına geçildi. 3,000

 

16

 

 

kişinin bağırsaklârı deşilip canlıyken ciğerleri koparılıp teşhir edildi. 4.000 kişi diri diri yakıldı.

46 köyde 20.000 kişi kimyasal silahlarla yaralandı. Evet işkence tarih boyunca dinmedi, yorulmadı ve tükenmedi.

Kulakları çınlasın, tek partili dönemde İstanbul Emniyet Müdürü Ahmed Demir, insanları tabut ebatındaki hücrelere koyarak işkence kamusuna tabutluk kavramını da getirdi.

Enzincan'da görevli askeri savcı Cengiz, işkencecilere beraat kararı veriyordu.

 

Halbuki General Yahya Han yönetimi ABD'den on bin dolarlık işkence aracı almış, ama muhalefetçe kınandığı için sonunda dayanamayarak yıkılmıştı. Ama bizde bütün bu olanlara rağmen hiç bir şey olmuyor, yer yerinden oynamıyordu. Cumhuriyet tarihinde ilk kez 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra işkencecilerden hesap soruldu. DP döneminin işkencecileri yargılanarak mahkum edildi.

12 Mart'ın İstanbul bölgesi sıkıyönetim komutan yardımcısı General Turgut Sunalp 12 Eylül'den sonra Türkiye'nin Ottowa büyükelçiliği göreviyle ödüllendirildi. İşkenceciler hususunda "Bunlar işkence ise işkencedir. Ama zulüm değildir." denildi,

12 Eylül figüranları insan haklarını ihlal hususunda hiç bir şeyden çekinmiyordu ve hatta yaptığı insanlık dışı uygulamaları gizleme gereğini bile duymuyordu. Bir zamanlar cumhurbaşkanı adayı olan Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz eli kelepçeli olarak Ankara'dan Diyarbakır'a uçakla getirildi.

Bir başka Mardin Milletvekili Ahmet Türk, Urfa Milletvekilleri Celal Paydaş, Mustafa Kılıç ve Bucak aşireti reisi Mehmet Bucak Diyarbakır askeri cezaevinde aynı koğuşta yatıyorlardı. Cezaevi so-

 

17

 

rumlusu Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran'ın uyguladığı baskı ve tedhişten az da olsa bunlar da nasibini alıyordu.

Cezaevlerindeki tüm işkencelere hipokrat yeminine bağlı olmayan doktorlar da ortak oluyordu. Adeta işkencecilerin zulmünü Örtüyor, habire gerekçe uyduruyorlardı.

Cezaevlerinde havalandırma avlusundaki kanalizasyon rögarına başını sokmak zorunda bırakılan mahkumların mübtela olduğu her türlü hastalığı "aspirin" ile tedavi eden bu doktorlara Hipokrat ye-mini ne edebilirdi ki? Asker postallarıyla başları ezilen mahkumlar bile "ranzaya çarpmış" raporu-nun altını da imzalamak zorundaydı.

 

Aslında 1929 dünya bunalımından sonra gündeme gelen ve 1950 yılına kadar süren devletçi zihniyetin her uygulaması zora ve baskıya dayanıyor, dikte edilerek pratize ediliyordu. Türkiye'de kapitalizm bile devlet eliyle icat edilmeye çalışıldı. Buna gerekçe olarak da 1929 dünya- bunalımında iflas eden burjuvazi programlarını gösteriyorlardı. Zira kurtuluş savaşı sonrası hakim sınıfları, özellikle İstanbul burjuvazisi, iktisat kongresi'nde ortaya koyduğu programını ülke idarecilerine kabullendirdiği halde, bu bunalımda yenilgiye uğramış, bir çıkmazın içine girmişti. Dolayısıyla kapitalizm bile bu ülkede devletin dayatması ve baskısıyla gündemde tutulmaya çalışıldı. Yani baştan beri bu ülkede her şey zorla yapılmış, dikte edilerek uygulanmıştır.

Batı'daki gibi toplumsal gelişimlerin hiç birisi tarihi gelişim sürecini takip etmemiş doğal rotasını izleyememiştir. Her şey zorla baskıyla, dipçikle yaptırılmış her şey üstten gelen talim ve buyruklarla idare edilmiştir.

 

18

 

Bu ülkede devlet için ve devlet adına her şey caizdir. Osmanlı devleti ve diğer saltanat rejimleri de hep aynı mantığı taşımışlardır. Mülkün bekası için kardeş katlini caiz gören Osmanlı zihniyeti ile hakimiyetin devamı için vatan evladına her türlü zulüm ve işkenceyi reva görenler arasında faz-la bir fark yoktur bence. Aslında burada önem arz eden insanın azamet ve kerameti değil, devletin bekasıdır. Burada devlet insan için değil, insan devlet içindir. Devlet bir ahtapot gibi tüm bireyleri ele geçirmiş, ülkenin tek sesi haline gelmiştir.

Baskıcı ve totaliter devletler Kabil'den bu yana hep aynı zihniyeti taşımıştır. İlahi olmayan bir yetkiyle ilahlığa soyunmuşlardır. Bu yüzden tarih bu totaliter devletlerin çöplüğü halindedir. İnsandaki totaliter eğilimlerin ağır basması hasebiyle, tarih oyunca hükümet eden iktidarlar da hep totaliter ve baskıcı rejimler olmuştur. Bu baskıcı ve totaliter rejim çöplüğünde ilahi hareketler nihai hedefîne ulaşamamış, insan için öngördüğü ilkelerini uygulamaya koyamamıştır, Resulullah (s) bile istediği o nihai hedefine ulaşamadı. Yapmak istediklerinin binde birini yapamadı.

Bu yüzden "Hud suresi beni ihtiyarlattı." dememiş miydi? Çünkü Peygamber yeryüzünde Allah'ın emirleri hakim olsun diye çalışırken, Medine'de bile bir çok olumsuzluklarla iç içeydi. Geceleri gözyaşı, gündüzleri kan ağlıyordu.

Hz. İsa (as) ve Hz. Musa (as) da hep böyle yaşadı. İnsan denilen bu hayvandan daha tehlikeli varlığı "adam" etmeye çalıştılar. Ama gel gör ki bu insan bir türlü adam" olamamıştır. Allah'ın peygamberine, "Rabbimiz" demeye bile yanaşmayan tekebbür abidesi insan, "Rabbin" diyerek Allah'a bile kafa tutan bir tutum içine girmiştir. Dolayısıyla diyoruz ki tarih boyunca

 

19

 

zulüm, zor, baskı devam etmiş ve edecektir de. Ama bilmek gerekir ki Allahu Teala, insana bir gün vaad etmiştir. O gün gelince zulüm sona erecek, her yeri ilahi adalet kaplayacaktır. İnsanoğlu farkında olmasa bile, bu vadin tecelli edeceği günü görebilme arzu ve ümidiyle yaşamaktadır. İnsan bu ümidi taşıdığı sürece o ilahi vaadin tecelli edeceği lahzaları hissedebilir ve geleceğe ümitle bakan bir kalbe sahip olabilir.

Dolayısıyla bilmek gerekir ki yeryüzünde insanın insana tahakkümü olduğu müddetçe zulüm ve işkence de devam edecektir. İlahi olmayan ama "Allah adına" olduğu iddia edilen tahakkümler de bu söz konusu olumsuz tahakkümün bir çeşididir. Yeryüzünde "Allah adına" değil bizzat "Allah"ın hakimiyeti sağlanmadıkça, yani iddiadan öte bir mahiyet taşımasa da birden fazla ilahın varlığı bütün bu olumsuzlukları ortadan kaldıramaz. Bu esas üzere "Allah adına" ortaya konulan hakimiyetler de beşeri hakimiyetler gibi cahiliye hakimiyetidir ve insanoğlunun bu hakimiyet sayesinde kazanacağı bir değeri olmadığı gibi kaybedeceği bir çok değersizlik ve olumsuzlukları da beraberinde taşıyacaktır. Göklerde olduğu gibi yeryüzündeki huzur ve emniyet de ilahları kaldırıp Allah'ı birlemek ile sağlanabilir.

Sahi anne sana Diyarbakır askeri cezaevini anlattım mı? Kalbin dayanır mı anne bütün çektiklerimi dinlemeye? Söyle sen bütün bu sözlere tahammül edebilir misin? İnan gelecek nesillerin bilmesini istemeseydim beraberimde mezara götürürdüm bütün bu sırlarımı. Ama uygun görmedim anne. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olamadım. Hem neden korkayım ki anne? Siyahtan öte renk mi var? Ölümden dönmüş insan ölümden korkar mı?

20

 

 

Ama biliyor musun anne, bu anlatacaklarıma sadece analar değil babalar da dayanamaz. Taşlar bile tahammül edemez. Diyarbakır 5 no'lu Askeri Cezaevi bilirsin değil mi anne? Az mı zulme şahit oldun burada? Bu zindanın bir benzeri var mı dünyada bilemiyorum, ama yeryüzü cehennemi olduğundan hiç kuşkum yok. Bu zindanda ölüm orucunda can verenler vardı anne.

M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek ölüm orucunda can verdiler. Cezaevi iç güvenlik amiri Ali Osman Aydın işkence uzmanıydı. Remzi Aytürk kendini astı, Ahmet Bıyık ise kendini yaktı anne. Necmettin Büyükkaya dayaktan Öldü. Yılmaz Demir de daha sonra dayanamayarak kendini astı.

Orhan Keskin ve Cemal Arat da ölüm orucunda can verdiler. Dahasını da diyeyim mi anne? 1981'den 1985'e kadar cezaevinde ölenleri sayayım mı anne? Ali Erek, Selahattin Kunduz, Abdurrahman Geçen, M. Ali Arslan, Önder Demirok, Mazlum Doğan, Eşref Anyık, Kemal Pir, N. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek, Bedii Tan, Aziz Büyükertaş, İsmet Karak, Yılmaz Demir, Remzi Aytürk, Orhan Keskin, Necmettin Büyükkaya, Cemal Arat, Cemal Kılıç, Ali Sarıbal, Ramazan Yayan, Hüseyin Yüce, İbiş Ural, Kenan Çiftçi, Halil Baturalp ve daha adını duymadığım bir çok insan.

17-18 Mayıs 1982 gecesi 33. koğuşta bulunan Ferhat Kurta, Necmi Önce, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin dördü elele vererek bu zulmü protesto edip kendilerini yaktılar.

Bütün bu baskı ve zulme dayanamayanlar da vardı anne. Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit ve Fehmi Yılmaz ilk itirafçılardandı. Daha sonra Diyarba-

21

 

 

kır'dan Hıdır Akbalık ve Hasan Hüseyin Karakuş da bu itirafçıların arasına katıldı.

Buradaki gardiyanlar da birer zebaniydi anne. İzmarit, mekansız Kazım, Gürzo, Taytıs, Radyo Pele, Kiraz, Azap çiçeği, Kasap, Süzgeç, Mezatçı vb. isimleri vardı bu zebanilerin. İnsan değildi bunlar be anne. İnsan insana bu zulmü reva göremez.

7. Kolordu Komutanı Kemal Yamak marş söyleyen mahkumları mahkeme kapısında izler, zevkten dört köşe olurdu. Zulüm bunların en son silahıydı anne. Bosna-Hersek ve Çeçenistan'da da zulüm en son silahıdır bu zalimlerin. Görüyorsun değil mi anne, tarih kesintisiz tekerrür ediyor. Tüm yeryüzünü zulüm kaplamış, insanlar kan ağlıyor adeta. Kan ve gözyaşının olduğu yerde iki hak olamaz anne. İki batıl olabilir, ama iki Hak olamaz. Hak tektir anne.

Bir Mart gecesiydi değil mi anne? Yine karanlıktı her yer. Analar evlat ve eşlerinin yolunu gözlerken yarasalar uçuşuyordu karanlıklarda. Korkunç yarasalar. Güneş tutulmuş gibiydi sanki. Aniden kapı çalındı. Duyduğum en son kapı sesiydi bu. Bu yüzden hiç unutmam o sesi. Ses değildi o, bombaydı. Gök gürültüsüydü, azaptı. Birden silahlar gördüm başucumda "Ben suçsuzum." dediysem de fayda etmedi. Kimse inanmıyordu. Tam karşımda bir itirafçı "Budur efendim" deyince kaynar sular döküldü başımdan. Yıldızlar söndü gökyüzünde. Ay bile gözükmez oldu gözüme. Ben bir yandan üstümü giyinirken bir yandan da altı üstüne getirilen eve bakıyordum. Zavallı annem. Bana bakan mahzun ve tedirgin gözlerini hiç mi hiç unutamıyorum. Kan çanağına dönmüştü gözlerin.

Sen başına yıkılan dünyanı değil ana, beni düşünüyordun. Biliyorum, bana bunu anlatıyordu maz-

 

22

 

lum bakışların. Çankaya'da şampanyaların patlatıldığı bir gecede benim anam kan ağlıyordu. Bana yediremediği akşam yemeğini düşünüyordu. Demleyip de biricik oğluna içiremediği çaya acıyordu. Kimbilir belki de bir daha görüşemeyecektik değil mi anne? Apar-topar aldılar beni evden o gece karanlığında. Başıma yediğim dipçikler daha da bir kararttı karanlıkları.

Askerler leş yiyen akbabalar gibi, pençeye benzeyen dipçikleriyle kanlar içinde bıraktı beni. İyi ki görmedin beni o halde anne. Sahi orada kimler gördü beni biliyor musun? Evet bir çift göz vardı beni gözlüyordu o karanlık gecede. Damlayan kanlarımın da şahidiydi o. Artık onun da dünyası kararmıştı. O da o gece kan ağlıyordu sessizce. Seviyordu, ama haykıramıyordu. Demek ki haykıracak kadar sevmiyordu. Ama haykıracak kadar sevilmeyen bir sevginin ne değeri var ki anne? Biz de Allah'ı seviyoruz. Âma O'nun için haykırabiliyor muyuz? Onlar kendi sapık davaları için haykırırken bizler kendi haklı davamız için aynı şekilde haykırabiliyor muyuz? Gürlüyoruz sadece. Ama bir türlü yağmıyoruz.

O gece bir askeri arabaya binerek jandarma karakoluna, oradan da merkez polis karakoluna götürülüp alt katta nezarete atıldık. Oradan da alınıp Seyrantepe yakınlarında "gözaltı" dedikleri askeri bir birime götürüldük. Gözlerimiz bağlı olduğundan nereye geldiğimizi tam bilemiyordum. Arabamız askeri bir bölgeye girmişti. Etraftan asker sesleri geliyordu. Bizleri nelerin beklediğini tahmin bile edemiyordum.

Gözlerimizi açtıklarında bir süre ışığa bakamadım. Sonunda gözlerimin kamaşması bitince eli si-lahlı askerlerin kuşatması altında olduğumu gör-

23

 

düm. Evet daha 17 yaşında bir delikanlıydım. Ama tepeden tırnağa silahlı askerleri görünce bir an Çakal Carlos gibi azgın bir terörist muamelesini gördüğümü hissettim. Evet askerlere göre buraya gelen herkes terörist ve eşkıya idi. Dolayısıyla da başının ezilmesi gerekirdi. Askerler beni yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Kurtların eline düşmüş bir kuzu gibi hissettim kendimi. Sahi beni o halde görseydin ne yapardın anne? Bayılır, kendinden geçer miydin? Yoksa zulüm paletlerine alışmış mıydın? Palet seslerinden ürker miydin? Daha sonra yüzden fazla mahkumun bulunduğu bir koğuşa götürüldük. Burada sivil elbiselerimizi çıkarıp, tek tip askeri bir elbise giydik.

Artık Hitler'in, Mussoloni'nin 2. Dünya savaşındaki askeri kampları canlanıyordu gözümde. Günde 5-6 saat havalandırmaya çıkıyor, burada askeri marşlar eşliğinde eğitim yapıyorduk. Kısacası biz de birer asker olmuştuk bu aziz vatana. Ama birilerine göre biz haindik. Hain asker sayılıyorduk. Olsun be anne, sen biliyorsun ya. Bu vatanı ne kadar sevdiğimi sen bilmiyor musun? O halde neden üzülüyorsun? Başkalarının hakkımızda verdiği hükmün değeri ne olabilir ki? Önemli olan insanın kendi hakkında verdiği hükümdür.

Burada kimler yoktu ki anne? Bir zamanlar Cumhurbaşkanı adayı olan Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz ve Şerafettin Elçi gibi ünlülerle bir arada bulunuyorduk. Daha sonra ölüm orucunda ölen Cemal Arat ile de burada tanışmıştık. 90 gün boyunca işkence edildiği halde tek bir şey söylememişti. İşkenceciler "Cemal Arat, yeni bir dünya yarat." diyerek ondan bir şeyler öğ-renmek istiyordu. Elektrik şoku verildiği için hep beyni karıncalanıyor, düşüp bayılıyordu. Nurettin

24

Yılmaz da buradan işkenceye götürülünce altından kalın elbiseler giymişti. Böylece göreceği işkenceye karşı psikolojik bir üstünlük elde etmek istiyordu. Ama nafileydi. Çünkü işkenceciler herkesi soyuyor, çırılçıplak bırakıyorlardı. İşte anne böyle bir ortamda tam iki ay boyunca işkenceye götürüleceğimiz anı bekledik. Sonunda adımız okundu be anne. Hem sevinçliydik hem de tedirgin. Sevinçliydik, çünkü bir bekleyiş ve belirsizlik durumundan kurtulmuştuk. Tedirgindik, çünkü bizleri nelerin beklediğini tahmin bile edemiyorduk. Arkadaşlar da fazla korkmamamız için bizlere olacaklarla ilgili hiç bir şey anlatmıyorlardı. Gidenlerden bazısı geliyor, bazısı da bir daha dönmüyorlardı. Velhasıl bizleri çok kötü şeylerin beklediğini biliyorduk. Ama neydi bu kötü şeyer? Bahçeye çıkar çıkmaz hemen arkadan uzanan bir el, kirli olduğu kokusundan anlaşılan bir gözbağıyla sıkıca gözlerimi kapattı. Artık hiç bir yeri göremiyordum. Bir anda dünyam karardı. İşte o gün gözleri görmeyen insanların acısını hissettim içimden. Artık dünyada gözleri görmeyen bir de bendim. Esen rüzgar bir azabın habercisiydi, işkeneeleri haykırıyordu bana. Kuşlar acı ötüyor, can havliyle kanat çırpıyordu kulaklarımda. Artık ne Güneş'i ve ne de Ay'ı vardı bu dünyanın. Yıldızları da kaymıyordu, karanlıktı her yer. El-yordam az ileride duran bir polis otosuna bindik. Benimle birlikte 7-8 mahkum daha vardı. Yalnız olmadığım halde ürküyordum. İnsan geleceğini bilse içinde yaşadığı ortamdan şüphesiz ki ürkmez. Ürkmek, bilgisizlikten kaynaklanır. Bilen adam neden ürksün ki? Ürkeklik cehaletin getirdiği bir halettir. Arabanın içine uzandık. Az sonra arabamız bilinmeyen bir yöne doğru hareket etti. Bizimle her şey hareket ediyor-

 

25

 

du adeta. Yer, gök, insanlar ve hayvanlar hep benimle hareket halindeydi. Az sonra yine bilemediğim bir yere girdi arabamız. Ama askeri bir birimde olduğumuz kesindi. Çünkü hep asker sesleri geliyordu kulaklarıma. Araba gittikçe yavaşladı ve sonunda durdu. Durdu durmasına da her şeyi de beraberinde durdurdu. Adeta tüm kainat durdu. Saatler bile tık-tıklamıyor akrep-yelkovanlar hareket etmiyordu. Hiç bir hayvan sesi duyulmuyordu etraftan. Adeta tabiat ürkekti. Sahi anne sen olmayınca herşey ana kesildi bana.

Dualarınla herşey ana kesildi bana. Gözyaşını ilettiler açık duran beklentili avuçlarıma. Rüzgarlar artık rahmeti müjdeliyordu kalbime. Rüzgarı kalbim hissediyordu artık. Kulağa küsmüş, kalbe aşık olmuştu rüzgarlar. Süleyman'ın emrine ram rüzgarlar. Hem rahmet ve hem de azap olabilen rüzgarlar. Allah'tan gayri her şey çift yaratılmıştır. Madde ve mana, yaş ve kuru, sıcak ve soğuk, aşk ve kin, göz-yaşı ve taş, kılıç ve kan, gül ve diken... Bir tek Allah'tır yalnız olan. Allah tektir, tek olanı sever. Hakk'tır hak olanı sever.

 

Sonunda arabadan indik. Çıt ses yoktu etrafta. Başka bir gezegene varmış gibiydik.

Kendimi bir an Ay'a çıkmış Astronot sandım. Ürkütücü bir sessîzlik... Ne olacaktı? Artık rüzgar da esmiyordu. Ah bir karıncaların dilinden anlasaydım. Karıncalar söylerdi bana bütün olacakları. Ah Süleyman neredesin? Neden öğretmedin bize karınca dilini? Ama boş ver, iyi ki de öğretmedin. Kürtçe biliyoruz diye neler çektik, bir de karınca dili için neler neler çekecektik kim bilir? "Karınca dili" biliyor diye nice mahkeme eşiklerini aşındıracaktık anlayacağın. Bilmiyor musun, burada Türkçe'den baş-

26

 

ka dil Öğrenmek ve konuşmak yasak. Avrupa'da insanlar bir dil fazla biliyor diye övünürken ve kıvanç duyarken bizler utanırdık korkardık. Kürtçe konuşmak bile haddimiz değilken şimdi bir de karınca dili mi öğrenseydik yani.

Ama ben kararımı vermiştim. İmkanım olsaydı da karınca dilini öğrenmek istemezdim. İstemezdim dîyorum çünkü istemek de suçtur bu ülkede. İşte o gûn çok üzüldüm karıncalarla konuşamadığıma. Ama aslında keşke karınca dilini de bilseydim de dertleşseydim o hayvancağızlarla. Bu dili konuşmaktan ceza yiyen ilk insan da ben olurdum o zaman. Kim bilir belki bir ödül bile alabilirdim. Bu dünyada ödül almak zor mu ki? Hitler bile neredeyse ödül alacak. İnsan katlinde rekor kırmış diye bir de ödül verecekler Hitler'e. Olsundu canım. Ödül olsondu da her neden olurduysa olsundu. Orasını da ben mi düşünmeliydim. Bırakın o kadarını da başkaları düşünsün.

Bir an seni düşündüm be anne. Sahi sen beni neden buralarda doğurdun? Yeryüzü geniş değil miydi, neden hicret etmedin? Hem sahi neden sen Kürtçe den başka dil bilmezsin? Bunlar suç be anne? O halde ben şimdi senin cezanı çekiyorum değil mi anne? O kadar anne var yeryüzünde; başka dilleri konuşur, evlatlarıyla. Kürtçe'nin suç olduğunu bilmiyor muydun sen? Kürtlerin Afrika'ya sürülmek istendiğinden haberin yok muydu senin? Yoktu tabi değil mi anne? Ben seni bilmez miyim? Bilsen hiç doğurur muydun beni? Kim bilir doğurmak istesen de gider horlanmadığın, mahkum edilmediğin itilip kakılmadığın bir yerlere gider orada doğururdun beni değil mi anne? Sen hiç evlatlarına kıyar mıydın? Ninem de bilseydi senin çekeceklerini o da seni

27

doğurmazdı değil mi anne? Ninem de senin gibi merhamet ve sevgi doludur da oradan bilirim seni doğurmayacağını. Böylece Afrika'ya gönderilecek insanda kalmazdı ülkede. Biz de o zaman Türk olurduk, Türkçe konuşurduk alemle. Sahi sen bir Türk'ün dünyaya bedel olduğunu bilmez misin? Sen de ne bilmez kadınmışsın be anne? Ama üzülme anne, ölenle ölünmez ya. Biz değiştirelim bu kaderimizi. Silelim bu alınyazımızı. Unutalım Kürtçe'yi. Unutalım her şeyimizi. Bir anda her şey düzelir o zaman. Cengiz olur atamız. Oğuz olur, Timur olur soyumuz. Bir de Türkçe konuştuk mu her şey biter. Artık kimse gözlerimizi de bağlamaz değil mi anne. Sevdiğim de hep yanımda olur, ürkek gözlerle bakmaz bana gizlice. Ben çözümü buldum be anne.

Böylece biz de medenileşiriz değil mi anne? Kasketleri atar fötür şapkalar geçiririz kafamıza. Siyah çarşafları atar mini etekler giyeriz olur biter. Tütünü bırakır baba, yabancı sigaralar içer kahvelerde. Artık biz de hava atarız değil mi anne. Hem artık seni de kapı dışarı etmezler hastanelerden değil mi anne? Sahi hatırlar mısın Türkçe bilmediğin için hastaneden kapıdışarı edilmiştin de günlerce ağlamış, isyan etmiştin. Bak ben hep hatırlıyorum senin çektiklerini. Ama sen unutmuşa benziyorsun be anne. Unutmasan hiç böyle olur muyduk? Hiç ümmetin yetimi sayılır mıydık? Birileri sırtımızdan yükselirken biz böyle alçalır mıydık?

Birden hayvan sesleriyle irkildim bütün bu düşüncelerimden. Ama bu hayvanlar bildiğimiz hay-vanlar değildi anne. İnsanlıktan dönüp hayvanlaşanlardı bunlar. Yani Darwin bile düşünememişti böylesi varlıkları.

Hayvan insan olabilirdi de insan hayvan olamaz-

28

dı. Böylesi insanlara rastlamak hiç de öyle kolay değil.

Ölümü andıran sessizliği, ölümü aratan sesler bozmuştu. Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Her taraftan saldırıya geçmişlerdi. Gözlerimiz kapalı olduğundan nereden ve kimden darbenin geldiğini de göremiyordum. Bir süre dayak yedikten sonra bir binanın içine girdik hep birlikte. "Herkes soyunsun, üzerinizde hiç bir şey kalmasın." sesiyle kendime geldim. Herkes gibi ben de korku içinde soyunmaya başladım. Niçin soyunmamızı istemişlerdi? Bizlere ne yapacaklardı? Herkes nefesini, soluğunu tutmuş olacakları bekliyordu. İşkencecilerden biri elindeki sopasıyla gelenlerin sünnet olup olmadığını kontrol ediyordu. Sünnet olmayan varsa Ermeni sayılırdı. Ermeniler'e özel işkence uyguluyorlardı.

Oradakilerin hiç birinin Ermeni olamayacağını onlar da biliyorlardı, kaldı ki sünnetli olmamak ile Ermeni olmak arasında da öyle sıkı bir ilişki ve doğal bir gereklilik de yoktur. Bir müslüman çocuğu fakirlikten veya babasının ihmalinden sünnet olmamış olabilirdi. Bunun illa da Ermeni olmasını gerektirecek bir neden ne olabilir ki? Nitekim gelenlerden birisi müslüman çocuğu olduğu halde sünnet olmamıştı. Eyvah sen misin sünnet olmayan! Sonunda bir Ermeni bulmuşlardı kendi akıllarınca. İşkenceciler sözde bir Ermeni görünce bizi unuttular. Anasından emdiği süt burnundan gelinceye kadar o sözde Ermeni gencini dövdüler. Çocuk yediği dayakların şiddetinden bayılınca kendisinden el çekip bize yöneldiler. Akıllarınca müslüman olan bu zebaniler bu defa da müslüman kabul ettiği bizlere işkence yapmaya başladılar.

Kapkaranlık bir odaydı ana. Zifîri karanlık. Göz-

29

lerim kapalı. İki karanlığı bir arada yaşıyordum. "Hazırol" vaziyette bir kanepe üzerine oturmuş ara-da bir yediğimiz tekme tokatlarla yere yıkılıyorduk. Her tokat binlerce yıldızdı gözlerimizde, ağla-mak yasaktı. Feryat yasaktı. Sadece "konuş lan!" sesiyle inliyordu ortalık. Tam üç gün üç gece yatmadım ana. Uzanmadım da. Burada sadece nefes almak serbestti. Herşey yasaktı. Aldığımız nefesler için de tekmeleniyor, tokatlanıyorduk. İşkenceciler işinde uzmandı ana. Bir ara beni alıp dışarı çıkardılar. "Seni şu tepelerden aşağı atacağız. Konuşmazsan seni öldüreceğiz." diyorlardı. İki işkenceci ellerimden tutarak beni bir boşluğa saldılar. Ayaklarım hiç bir yere değmiyordu. Bir yerlere sarkıtıldığım belliydi. Ama gerçekten neresiydi burası bilemiyorum. Konuşacağım bir şey de yoktu. Bana okuduğum Lise'de kimleri tanıdığımı soruyorlardı. Tanıdığım bir sürü arkadaş vardı. Ama onlar örgüt üyesi olan arkadaşlarımı soruyorlardı. Halbuki o zamanlar tüm okullarda yürüyüşler yapılır, sloganlar atılırdı. Yani 12 Eylül'den önce siyasi olaylara karışmayan öğrenci hiç yok gibiydi. Ama bunlardan sadece bazılarını hedef göstermek doğru olamazdı. Bu yüzden ben ölsem bile hiç kimseyi söylememeye kararlıydım. Burada bu topraklarda yaşayan tüm insanlar onlara göre siyasi suçluydu. Çünkü hakkını arıyordu.

Dilini konuşmak, yazmak, görmek ve dinlemek istiyordu. Bunlar ise devlete göre suçtu. Tüm bölge halkı suçluydu devlete göre. PKK gibi kukla ve hain örgütler ise bu zulmü kullanıyor, halkı aldatıyordu. İslam ve halk düşmanı PKK, aslında bölge halkı tarafından da sevilmiyordu. Çünkü dinsiz ve komünist insanlardı bunlar, halk ise müslümandı. Dola-

30

yısıyla da PKK halk arasında tutunamadı. Halkı kandırmak için bir sürü yalanlara aldatmacalara başvurdu. Sahte din adamları PKK bünyesinde yer alarak, halkın dini duygularıyla oynadı ve gözlerini, boyamaya çalıştı. Ama bu oyunların hiç birisi tutmadı. Halk sadece İslami haklarını istiyordu. Dilini ve görüşlerini açıkça söylemek ifade etmek istiyordu. Ama karanlık güçler buna tahammül edemezdi. Onlar yarasalar gibi aydınlıklarda yaşayamaz. Hep gece olsun ister. Haccac b. Yusuf a ve Cengiz'e özenirler. Hülagu kesilirler. Yezid gibi halkına kan kusturmayı severler. Bu kaniçici vampirlerin elinden gelse tüm halkı boğar, nefeslerini tutardı. Hepimize "Afrika'ya" demiyorlar mıydı? Bir arada yaşamamıza bile tahammül edemiyorlardı. Ya Türk olacaktık ya da Afrika'ya gidecektik. Bunun başka bir çözümü yoktu. Vampirler insanların boylarına renklerine dillerine göre kamplara ayırmaya çalışıyordu. Alparslan Türkeş ile Abdullah Öcalan arasında ne fark vardı? Birisi "Kürtler Afrika'ya" derken diğeri de "Türkler dışarı" demiyor muydu? Halbuki biz yıl-lardır bir arada yaşıyoruz. Kardeşçe birlikte aynı kaderi paylaştık.

Ne Türkler ne de Kürtler birbirinden kopmak ayrılmak, parçalanmak istemiyor. Kardeşçe birlik ve beraberlik içinde bir arada yaşamak istiyoruz. Ama dilimizi örfümüzü ve inançlarımızı açıkça ifade etmek istiyoruz. Bu Allah vergisi hakları hiç kimse kısıtlayamaz. Aslında ortada bir takım ırkçılar faşist zihniyetler olmazsa herşey kendiliğinden hallolacak. Bugün İran'daki Kürtler de bu haklarını açıkça ifade edebiliyorlar, kendi dillerini konuşuyor, yazıyor ve dinliyorlar. Kendi dilleriyle okuyup yazıyorlar. Ama müslüman halk hiç bir zaman "diğer müs-

31

lümanlardan ayrılalım." demiyor. Ayrılmayı ve parçalanmayı istemek ırkçılıktır, faşizmdir ve sömürgecilerin emellerine hizmettir. Ayrılmayı ve parçalanmayı istemek insanlığa ihanettir. Ama insanca yaşamak herkesin en doğal hakkıdır. Bu hakkı insana Allah vermiştir. İnsandan bu hakları hiç kimse alamaz ve sınırlayamaz.

Ama işkenceciler hiç bir şeyden anlamıyordu anne. Onlara sadece işkence etmeleri öğretilmişti. Bu ruhsuz robotlar başka bir şey bilmiyor ve bilmek de istemiyorlardı. Onlar için görev her şeyin üstündeydi. Burada tam üç gün kaldık anne. Sonunda bir şey elde edemeyince alıp "gözaltı" dedikleri yere geri getirdiler bizi.

 

Üç gün sonra gözlerimi açınca uzun bir süre ışığa bakamadım. Aynaya bakamıyor kendimi göremiyordum. Ağzım burnum kan içinde kalmıştı. Oldukça susamış ve acıkmıştım. Günlerdir suya ve ekmeğe hasret kalmıştık. Ama bu kabusun bittiğini sanıyorduk. Halbuki ne kadar yanılmıştık. Bunlar daha işin başlangıcı sayılıyordu. Daha göreceğimiz çok şeyler vardı.

Daha sonra savcılığa çıkarıldık ve tutuklandık. Dolayısıyla en kısa bir zamanda adını dışarıda du-yunca ürperdiğimiz Diyarbakır 5 no'lu Askeri cezaevine sevk edilecektik. Artık korkulu bir bekleyiş içine girdik. Bir mahşer hayatı yaşıyorduk artık. Yeniden işkenceler canlandı gözlerimde. Zebani askerler. Okuma-yazması dahi olmayan zebaniler. Tek bildiği sövmek, dövmek ve hakaret etmek olan zebaniler.

Nihayet bekleyiş sona erdi. Adımızı okuyan asker bir an önce eşyalarımızı toplamamızı ve gitmek için hazırlanmamızı istedi. Görmeliydin beni anne. O

32


gün sana sitem etmiştim. Niye doğurdun ki beni? Dünyaya işkence görmek için mi geldik sanki? Ama biliyordum anne, sen böyle olsun ister miydin? Sen oğlunun ayağına diken batsın diler miydin?

"Cenaze Arabası" dedikleri bir arabaya bindirildik. "Yaşayan Ölüler" filmini oynuyor gibiydik. Üstümüze sağlık bir de cenaze arabasına binmiştik. Yaşarken Ölmenin ne olduğunu ilk defa burada yaşadım. Kendimi Spartaküs'e benzetiyordum. Roma imparatorluğuna başkaldıran bir köle edasıyla etrafıma bakınıyordum. Görebildiğim her şey askerdi ve silahtı. Mahkumların en çok tanıdığı ve gördüğü şeydi bunlar. Dışarıdakiler asker ve tank, içeridekiler asker ve silah görürlerdi hep. Sanki dünyadaki tüm günahların sorumlusu bizdik. Bosna-Hersek, Afganistan, Çeçenistan, Uganda... Her yerde bizdik kan akıtan. Bizdik kadın ve çocukları öldüren. Bir an papazlar canlandı gözümde. Günah çıkartmaya gidiyor gibiydik. Apoletli papazlar vaftiz edecekti bizleri. Ağır ağır hareket eden cenaze arabamız bir meçhule doğru ilerliyordu. Ellerimiz arkadan kelepçelenmiş, zincirlere vurulmuştuk. Beynim durmuş gibiydi. Arabanın çelik ve kapalı kasası dilsizliğiyle bana çok şey anlatıyordu. Az sonra araba durdu ve tek sıra halinde arabadan aşağı indik. Kabirden hortlamış bir halimiz vardı. Ne de olsa cenaze arabasından iniyorduk. Anlaşılan bu defa da kefeni yırtmıştık. Kefeni yırtmıştık yırtmasına da kefensiz mi gomülecektik. Zira az sonra yine bir mezara gomüle-cektik. Orada her şey beton ve demirdi. Kan ve gözyaşıydı. Gardiyanlar birer Ömer b. Sa'd idi. Apoletliler Yezid'i anımsatıyordu. Şimr'in hakimiyeti vardı burada. Kufe'ydi burası, Kerbela'ydı. Dökülenler kandı, gözyaşıydı. Ayaklar altında çiğnenilen insa-

33

nın onuruydu, haklarıydı. Kalplerde hep kin vardı. Sevgi sürgün edilmişti buradan. Aşk bir anlam ifade etmiyordu zindan kamusunda. Çığlıklar sevinç çığlıkları değildi. Acıydı, sitemdi. Merhamet izne ayrılmıştı. "Burada Allah yok, peygamber tatile gitmiş" diyordu zebaniler. Duvara çizilmiş resimler zulmün göstergesiydi. Askerler kolumuzdaki zincirleri ve bileklerimizdeki kelepçeleri açtılar. Yeniden az da olsa bir hürriyet rüzgarı esmişti yüreklerimize. Ama çok sürmedi bu sevincimiz. Tek sıra halinde uzun ve karanlık bir salonda, askerin öncülüğünde ilerlemeye başladık. Duvarlara hep korku sinmiş, demir kapılar tedirginliğini ifade ediyordu. Az sonra sağ kapılardan birine girerek dördüncü kata çıktık. Burası cezaevinin hücreleriydi. Hücreleri görünce birden aklıma hayvanat bahçesi geldi. Demir kafesler, adeta kafesinden kaçmış arslanlarının dönüşünü bekliyordu.

Hücrelerin korkunç bir hali vardı. Ortaçağ engizisyon mahkemelerini anımsatıyordu. Duvar dibine dizdiler bizi. Tek tek adımızı ve yaptığımız suçları soruyorlardı. Gardiyanların nefret ettiği tek kelime "ben suçsuzum." kelimesiydi. Zira buraya gelen herkes suçluydu onlara göre. Kaldı ki onlarca tüm Kürtler teröristti, eşkıyaydı. Babaları da Kürtler'in Afrika'ya gidip yaşamasını iste-miyor muydu? O halde suçsuzum demek en büyük suçtu. Ben bunu fark ettiğim için "Ben suçluyum" dedim. Gerçekten de bu sözü çok duymak isteyen gardiyanlar bana ve arkadaşlarıma hiç dokunmadılar. Onlara göre çocuk da olsak merttik. Cesurduk. Ama "biz suçsuzuz" diyenlerin vay haline. Bunlardan biri de Hazro Belediye Başkanı idi. Bu belediye başkanını önce bir yere yatırdılar. Adına "Haydar" dedikleri sopalarla tüm vücudunu iyice bir taradı-

34

 

lar. Zavallı yaşlı adamın feryatları ortalığı çınlatıyordu. Ama Allah'tan gayri kimse duyamazdı bu feryatları. Zira demir kapılar ve beton duvarlar birer engeldi. Beton duvarlar yutuyordu yükselen sesleri. Sesler yankılanmıyordu. Yankısı yoktu duvarların ve demir kapıların. Elindeki "Haydar"larla kurtlarını döken zebaniler küçük dağları ben yarattım edasıyla bizlere demir parmaklı hücrelere attı-lar. Nihayet arslan, kafesine dönmüştü. Demir parmaklıkları görünce insan az sonra kendisini görmeye gelecek olan ziyaretçileri düşünmekten alıkoyamıyordu kendini.

Ama bu ziyaretçiler insan değildi anne. Zebaniy-di, cehennem bekçisiydi. Bunlar Şimr gibi susayan-lara bir damla su bile vermezdi. Daracık hücreye al-tı kişi sığdırılmıştık. Hücremizin bir köşesinde de kapısız bir tuvalet vardı. Hazro Belediye Başkanı olan yaşlı adam soğuktan titremeye başlayınca ben üzerimdeki paltomu çıkarıp ona verdim. Zavallı na-sıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Hücreye süzülen ışıklardan havanın ağardığını ve gündüz olduğunu anlıyorduk. 5. kattaki hücrelerde kalanlar açlık gre-vine girmişlerdi. Bu mahkumlar cezaevindeki işken-celeri protesto etmek için bu yola başvurmuşlardı. Ama nafıleydi. Onlar ölseydi bile kimsenin umurun-da değildi. Bir halkı Afrika'ya sürmek isteyenler bir kaç insanın ölümüyle ilgilenir miydi? Geceleyin mahkumlardan biri fenalaşınca alıp götürdüler. Bir daha da geri gelmedi. Gelenler gitmiyor, gidenlerse gelmiyordu her nedense. Yer gök hep betondu. De-mir ve betondan daha yumuşak bir şey yoktu dün-yamızda. Yerlere serili hiç bir şeyimiz yoktu. Bu so-ğuk kış günlerini betonlar üzerinde geçirmek zorun-daydık. Burada 15 gün kaldım. Bir sabah köpek ses-

35

leriyle uyandım. Bir de ne göreyim kocaman bir kurt kopeği demir parmaklıklann ardından hırlıyor korkunç dişlerini gösteriyordu bize. Adı "Co" olan bu Amerikan kurt köpeği cezaevi sorumlusu işkence uzmanı Esat Oktay Yıldıran'ın köpeğiydi. Oldukça iyi eğitilmişti. Gardiyanların her dediğini harfiyen yapıyor, hata yapan mahkumlara acımasızca saldı-nyordu. İlk defa bir kurt kopeğini bu kadar yakm-dan gorüyordum. Habire havlayıp duruyor bizlerden birşeyler istiyordu adeta. Gerçekten de aşağıdan "Co'ya bir havlu verin de bana getirsin." diyen zeba-ninin sesini işitince hepten dona-kaldım. Ürkek bir halde Co'ya yaklaşarak bavluyu kendisine uıattım. Havluyu kapan bu akıllı köpek hemen aşağı/a inip, onu zebaniye uzattı. Ben bütün bu olanlara bir tür-lü inanamıyordum. Herşey bir filim şeridi gibi gelip geçiyordu gözlerimin Önünden. Herşey bir bayale benziyordu burada. Hayaletler şatosu gibi bir şeydi hücreler. Ama Co'nun havlama sesleri insana bu dünyada gerçek bir şeylerin olduğunu da ifade edi-yordu. Co bir realiteydi. Hayalle gerçek arasında bir ayırım çizgisiydi. En alt kattaki bücreler yarıya ka-dar pis sularla doluydu. Burada isyancı mahkumlar kahyordu. Çmlçıplak'bir vaziyette kışın p soğuğun-da yarıya kadar kanalizasyon sulanyla dolu hücre-lerde yaşayanlar vardı. İnsanlar da mekamkleşmiş, betonlaşmış demirleşmişti adeta. İnsan meğer ne kadar da dayanıkhynıış. Daha sonralan itirafçılar kervanına katılan Hasan Hüseyin Karakuş'u ilk de-fa burada görmüştüm. Bir tek külotuyla betonun üzerine oturmuş bana bakıyordu. Hücresi kanali-zasyon sularıyla doluydu. Kuru bulduğu bir köşede durmuş çaresiz bakışlarıyla etrafına göz atıyordu. Yüzü tanınmayacak derecede yara bere içindeydi.

36

 

Kanlar içinde inliyordu. Cezaevindeki tek suçu gar-diyanlara "komutanım." dememesiydi. Burada tüm gardiyanlara "komutamm" demek gerekiyordu. De-meyenler Hasan'ın akibetine uğruyordu. Ama Ha-san Hüseyin Karakuş direniyordu. Bu insam takdir etmemek mümkün değildi. İnandığı dava uğruna-batıl da olsa- her türlü işkenceye tahammül ediyor-du. Gerçi sonradan o da itirafçıların arasına katıldı. Ama onun niçin itirafçı olduğunu ayrıca tartışraak gerekir. Burada önemli olan bir insanın inandığı da-va uğruna her türlü zorluğa katlanmasıydı. İşken-celere, hakaretlere göğüs germesiydi. Hasan Hüse-yin Karakuş'ta bütün bunları gördüm ben. Yiğidi öl-dür, ama hakkım yeme demişler. Günün birinde ze-

banüerin "Buraya bakın lan......... ! Bize itaat etmeye-

nin sonu neymiş gözlerinizle görün de ibret alın." di-ye bir sesiyle uyandık. Hemen demir parmaklıklara koştuk. 1. Katta bir sürü eli coplu ve sopalı zebani toplanmıştı. Hasan Hüseyin Karakuş'a "soyun lan..." diyorlardı. Karakuş ise "siz soyun, ben soyun-mam." diye diretiyordu. Sonunda gözü dönmüş ze-baniler Karakuş'u bir kayışla ayaklarından duvar-daki bir kancaya astılar. Ne kadar iğrençti bu tablo. Demokrasi ve Özgürlük havarilerine sunuyorum bunları. Sosyete toplantılarında havyar yerken öz-gürlükçü ve aydın geçinenlere takdim ediyorum. So-nunda ellerindeki sopalar ve askeri potinlerle her yerine vurmaya başladılar. Artık ben bakamadım. Tüylerim diken diken olmuştu. Karakuş'un bir an cansız kesildiğini görünce öldüğünü sandım. Ağzm-dan burnundan oluk oluk kanlar dökülüyordu. Tıp-kı kancaya asılan ve parçalanan bir koyunu andırı-yordu. Bu zebaniler de eli bıçaklı insan kasaplarıy-dı. "Yarabbi burada senden başka sesimizi duyan

37

yok, Sen bizleri kurtar." dedim kendi kendime. So-nunda o korkunç hücrelerden koğuşlara dağıldık. Ben 32. koğuşa verildim. 32. Koğuşta yü'zden fazla mahkum vardı. Hepsi de korku doluydu, panik do-luydu. Çaresizlik içindeydiler. Ya bu diyardan göçe-cek ya da bu deveyi güdecektik. Başka çaremiz yok-tu bizim. Bu diyardan gidemeyeceğimize göre deveyi güdecektik. Ama bütün olanlara sabretmenin ve bu deveyi gütmenin de en azmdan deveye hendek at-latmak kadar zor olduğunu da biliyordum.

Evet anne, şimdi anlatacağım cehennem hayatmı tam iki yıl yaşadım. Bu iki yıl boyunca hep Allah'a güvendim. Hep Allah'a dayandım. Gerçi İslam nedir bilmiyorduk, Kur'an nedir alıp bakmış değildik. Ama Allah'a inanıyordum. Allah'a güvenim sonsuz-du. Lakin yaşadığım toplum mustazaf bir toplumdu. "Fakirlik kapıdan girince iman pencereden çıkar." gerçeğinin mazharı bir halkın çocuğuydum ben. Bu toplumda sadece hakkmı almak ve yaşamak için öl-dürmeyi öğrenmiştik. Ama toplumdaki zulüm ve haksızlıkların kaderimiz olmadığmı da çok iyi bili-yordum. Bu zulüm ve sömürünün tek nedeninin ha-kinj sınıf ve bir avuç mutlu azınhğın olduğunu göz-lerimle görmüş, varhğımla hissetmiştim.

 

38

 

Zindanlar çok soğuktu anne. Diyarbakır soğuğun-da içimizi ısıtacak sıcak bir çayımız bile yoktu. Pen-cereden dışanya kaçamak bir göz atarken hep senin güzel kahveni hatırlardım. Lezzetli yemeklerini ha-yal ederdim. İnsanoğlu ne de nankördür. Anasımn kıymetini uzak düşünce anlar. Beton ve demir yı-ğınları arasmda, sopa ve coplar altmda hep anaku-cağı gibi sıcak bir şefkat arar insan. Annesine koş-mak ister. Hergün görüşme yapılsın da annemi gö-reyim der. Doymaz insan annesine. Başım koyduğu dizlerini hatırlar annesinin, saçlannı okşayan elle-rini anımsar. Görüşmelerde onca eziyet işkence ve hakarete rağmen annenin "oğlum" sözünü duymak ister kulaklar. Azaba sabrettirir anne tebessümü. Yaralı gönüllere merhem olur anne gamzesi.

Sahi anne zindanlârda neler yediğimizi hiç söyle-dim mi sana? Seni üzmek istemiyorum anne, ama söylemem gerekiyor. Gelecek nesillere de bunları aktarmakla sorumluyum ben. Bunlar mezara götü-rülen sırlar değildir. Bu sırlarm ifşası gerekir. Ne-den korkayım be anne? Siyahtan Öte renk mi var? Biz ölümden dondük anne. Ölümden dönenler ölü-me diz çökmezler. Ölüm bizden korkmalı. Biz ölümü Öldürenlerin torunlarıyız. Biz Ölüme nleydan oku-yanların evladıyız. Yedi düvel kafire kan kusturan atalann yadigarıyız. Bu vatan bizim, bu ülke bizim. Bu halk bizim halk. Bu topraklar hepimirin toprak-lan. O halde neden biz korkahm ki? Bırak da vata-nını ABD ve Avrupa'ya peşkeş çekenler korksun. Bı-

39

 

rak da halkın almterini ve emeğini bir avuç kapita-liste peşkeş çekenler korksun. Bırak da Beyaz Sa-ray ve AT karşısında titreyenler korksun. Bizim bin canunız olsa Allah ve Allah'm temiz kulları yolunda feda olsun. Biz dünyaya meydan okuyoruz. Biz dün-yaya kafa tutuyoruz. Ama mazlumun, fakirin, kim-sesizlerin, öksüzlerin ve özgürlüğü sevenlerin de dostuyuz. Kula kulluk etmeyenlerin yanındayız. Do-lar ve Mark'a teslim olmayanlann yaranıyız.

Biz hiç bir zaman kafir ve zalimlerle uzlaşmaya-cağız. Zalimlerle banş masasına oturmayacak ve anlaşma yapmayacağız. Ama yeryüzünün varisleri olan mustazaflarla kardeşçe, insanca yaşamak için ne gerekiyorsa yapacağız.

 

 

40

 

Günde 50-60 gramlık bir ekmek ve iki-üç kaşık yemek veriyorlardı anne. Hatta bazen o ekmeği de kesiyor veya ekmek yerine birkaç büsküvi veriyor-lardı. Çorbayla büsküviyi ilk defa burada yedim an-ne. Artık hep yemekleri sıcacık ekmekleri hayal ederdik. Sahi anne bayram için yaptığın o çörekler vardı ya, hep onları özlerdim. Nefis kokan yemekle-rini isterdi canım. Simit -arardı gözlerim. Boğaça ye-diğim pastaneleri hatırlardım hep. Kısacası yeyile-cek her şeyi özlemiştim. İnsanoğlu bunca nimetler içindeyken değerini bilmez. Sıcak bir çorbayı özle-mez. Gevrek bir simidi canı çekmez. Bütün bunlar aklına bile gelmez insamn. Ama anne bu zindanlar bir başkaydı. İnsan herşeyi Özlüyor, cam çekiyordu. Herşey terimden öte bir mana ifade etmiyordu. Her-şeyi hayaldi bu dünyamn. Gerçek olan tek şeyi 50-60 gram bir ekmek ve günboyu 8-10 kaşık yemek. Bunun dışında kalan her şey bir hayaldi. İnsanoğlu burada her şeyi sadece hayal aleminde görebilirdi. Yoksa sofistlerin dediği gibi her şey bir hayal miydi? İnsan da uykudayken gördüğü rüyaları hep gerçek sanır. Uykuda gördükleri rüyalarm hiç birinin ha-yal olduğunu düşünemez. Ama uyanınca herşeyin bir hayal olduğunu görür. Bu yüzden insan rüyada cinsel ilişkiye girince cünub olmaktadır. O esnada herşeyin gerçek olduğuna inanır. "İnsanlar uykuda-dır ölünce ayılır." hadisi de buna mı işaret ediyor-du? Neredeyse artık herşeyin hayal olduğuna inan-

41

 

maya başladık. Güneşi, insanları, herşeyi hayal ale-minde yaşatmaya çalışıyorduk. İnsanlar bu kadar az bir ekmekle nasıl günboyu yaşayabilir ve en azın-dan günde sekiz saat eğitim yapabilirdi? Yapıyordu işte. Nasıl yapıyordu bilemiyorum. Ama yapıyordu. Hem de yıllarca yaptı. Verdikleri .7-8 kaşık yemek de yemek olsa bari. İçi sabun doluydu, sinek doluy-du. Birgün gardiyan tüm koğuşa yüz sinek avlama-mızı emretti. Biz bir yandan sinek avına çıkarken bir yandan da gardiyanm bu sineklere ne yapacağı-nı düşünüyorduk. Ama gardiyanın bu sineklere ne yapacağını anlamakta fazla zorluk çekmedik. Zira az sonra sinekli patates yemeğini yemek zorunda kalmıştık. Yüzlerce sineğin kapladığı bir kaç kaşık yemeği aflyetle yedik. Lokmaları bakmadan ağzımı-za koyuyor ve yiyorduk. Artık açlığa dayanamayan mahkumlar diğer arkadaşlarının ekmeğini çalıyor-du gizlice. Gece kalkıp ekmek çalıyorlardı. Sonunda hergün bir ekmek nöbetçisi tayin etmek zorunda kaldık. Başkaları altınlarını paralannı korumaya alırken, bizler birkaç lokma ekmeğimizin nöbetini tutuyorduk. Birkaç lokma deyip geçmeyin, her şeyi-mizdi bu lokmalar. Bu lokmalarla yaşayabiliyorduk. Yüzlerimizdeki canhlık da bu bir kaç lokma sayesin-de idi. Dolayısıyla her şeyimizdi bu birkaç iokma di-ye küçümsediğimiz lokmalar. Dışarıda insanların birine kırk ekmek düşerken, bizim kırkımıza bir ek-mek düşüyordu. Dolayısıyla hayati bir Önem taşı-maktaydı bu lokmalar. Suyun ab-ı hayatı olduğu gi-bi artık ekmeğin de nan-ı hayatı bu olsaydı gerek. Bu zindanlarda bizi doyuran tek şey soğanlardı. Gardiyanların temizleyip soymak için getirdiği so-ğanları tuzlayıp, çiğ olarak ekmeksiz-yemeksiz yi-yorduk. Acılıklarınm gitmesi için de suya koyuyor,

42

 

tuzluyorduk. Hani İsrailoğullan da Musa'dan soğan istemişlerdi ya, işte biz de hep soğan istiyorduk Al-lah'tan. Belki de Musa'nın kavminden idik. Kimbilir belki Musa'nın kavmi de Kürt'tü. Onlar da aynı bi-zim gibi Allah'tan soğan istiyordu. Soğanla doyan bir topluluk haline gelmiştik. Artık rüyalarımızı hep soğanlar süslüyordu. Soğanlar hayatımızda önemli bir yer tutuyordu. İsrailoğulları'na bıldırcm ve kudret helvası gönderen Allah bizlere de soğan göndermişti. Ne yapalım kime niyet kime kısmet. Büsküvilerin de hayatımızda önemli bir yeri vardı. Çocuklar gibi payımızı alır ve bir köşeye oturup sa-yardık. Daha sonra da bu büsküvilerin kaç tanesini hangi saatlerde yiyeceğimizi programlardık. Sahi anne bazen karpuz kabuğu da yerdik hiç anlattım mı sana? Günün birinde yüzden fazla karpuz getir-diler koğuşa. Sevinmiştim. Karpuzun rengini güzel-liğini gorünce gözlerim yaşardı, Dicle nehri boyunca dikileru karpuzlar canlandı gözümde. 45 derece sı-caklığın altında kumlara gömülü duran karpuzlar, buz gibi soğuk olurdu her nedense. Tatlı ve iri kar-puzlar. Karpuz festivalinde 70 kg ağırlığında dev karpuzları olurdu Diyarbakır'ın.

İşte bir de aylar sonra ilk defa karpuzu görünce dayanamadım. Dicle'yi düşündüm. Sessiz akıntısına takıldı gönlüm. Balık avladığım tatlı sulannı düşle-dim Dicle'nin. Dicle bir gelin kadar utangaç, bir da-mat kadar heyecanlı akar durur. Ama hep akar Dic-le sessiz, ama sürekü. Bir devrimi anımsatır akışı. Bir infılakı hatırlatır coşkusu. Coşkuyla akar Dicle. Hüzünle aşkla akar Dicle. Dicle tarihtir. Dicle des-tandır, okunmamış. Dicle kitaptır, basılmamış. Dic-le aşktır tadılmamış. Dicle müjdedir duyulmamış. Dicle iksirdir içilmemiş.

43

Hemen karpuzlara saldırdık anne. Koyunlara saldıran kurtlar olur ya, biz de aynen öyle karpuzla-ra saldırdık. Bir görmeliydin bizi anne. Küçücük ço-cukları andınyorduk. Her birimiz bir karpuzu ku-caklamış, eve dönüşün sevincini taşıyorduk şimdi. Duygu doluyduk, hüzün doluyduk, hasret doluyduk. Ilk kez tağut nedir, zalim nedir orda hissetmiştik, orda anlamıştık. Zalimlerin zulmünü orda tatmış-tık. Artık Musa'nın ne çektiğini çok iyi biliyorduk. İsa'nın ne yapmak istediğini çok iyi anhyorduk. Mu-hammed'in neden geldiğini çok iyi derkediyorduk. Spartaküs'ün acısını, derdini paylaşıyorduk. Ro-ma'ya kıyam edenler bizdik sanki. Lat'ı, Uzza'yı ve Menat'ı yıkanlar bizdik sanki. Sanki daha dün Ka-disiye'de Kisra'yı yenmiştik. Sanki daha bugün Haç-lılara karşı koymuştuk. Nemrud'un kulesi sanki da-ha yeni yıkılmıştı. Muaviye ve Yezid'in zümrüt sa-rayı. sanki daha yeni yerle bir edilmişti. Saraylar birdi hepsi de zulümdü. Köşkler hep birdi, hepsi de hileydi. Hepsi gözyaşıydı, kandı ateşti. Gül olamaz-dı bu köşklerde. Sevgi yoktu. Aşk yoktu. Zuîüm var-dı, talan vardı, garet vardı, yağma vardı sömürü vardı. Her şeyi hileydi bu köşklerin. Köşkler ve sa-rayların temeli zulümdü. Yezid'in mirasıydı köşkler ve saraylar. Adalet kelimesi silinmişti köşk ve saray kamusundan.

"Karpuzları yemeyin lan........ " diye bir ses çınladı kulaklarımızda. Neydi bu ses? Kimindi bu ses? Ne demek istiyordu bu ses? Durduk ve bekledik korku içinde "Bu karpuzları kabuklarıyla yiyeceksiniz lan tamam mı? Sabah kapıyı açtığımda bir tek kabuk görürsem çöpte ananızı............. Tamam mı lan?" diyen zebani kaynar sular döktü başımıza. İlikleri boşaldı kemiklerimizin. Tükürüğü kurudu ağzımızın.

44

 

 

Atışı yavaşladı nabzımızın. Ama hayal değildi bu, gerçekti. Karpuzları kabuklarıyla yiyecektik. Başka çaremiz yoktu. Herkes birer koyun kesilmişti. Ko-yunlar koğuşu olmuştu koğuşumuz. 32. koğuş koyunlar gibi karpuzu kabuğuyla yedi. Belki de tarihte karpuzu kabuğuyla yiyen ilk insanlardık biz. Belki de tarihe geçecektik bu vesileyle. Kim bilir belki koyunlar da görse kızardı bizlere. Yemeğini yedirmezdi bizlere. Ama koyunlar bile yaşamak istemezdi bu hayatı. Tahammül edemezdi bu işkenceye. Burada her şey tersine işliyordu. Kim bilir koyunlar olsa onlara da et yedirirlerdi belki. Koyunlara et, insanlara karpuz kabuğu yediren zihniyet. Ama yine de ilericiydi bu zihniyet. Gerici olan, çağdışı olan, yok olması gereken bizlerdik.

Evet o gece yüzlerce karpuzu kabuğuyla yedik. Bedava değil tabi, üstelik parasını da aldılar bizden. Parasıyla karpuz kabuğu yemek bizlere nasib olmuştu. Sabah gardiyan kapıyı açtığında çöpler bomboştu. Bir tek kabuk yoktu çöp kutusunda. Karpuz kabuğu mide çöplüklerine doldurulmuştu. Bunu gören gardiyan çok sevinmişti. Yeni bir şey keşfetmenin gururunu taşıyordu zebani. O günden sonra çöpe kabuk atmak da yasaklandı. Gelen her şeyi kabuğuyla yemeye başladık. Öyle ya biz vatan haini idik. Zebaniler ise bu vatanın gerçek sahipleri. Vatansever bir insan vatan hainine hizmet eder miydi? Edemezdi tabi! Dolayısıyla hainlerin çöpünü de dökemezdi. O halde hainler her şeyi kabuğuyla yemeli ve çöpe bir şey atmamalıydı. Toz ve kağıt dışında bir şey olmamalıydı bu çöplerde.

Evet o günden sonra her türlü kabuğu yemeğe başladık. Kabuk yiyen ilginç varlıklar oluverdik. Kabuk yedik her gün, kabukla beslendik. Artık ka-

45

buk yemek hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Kabuksuz bir hayatı düşünemeyenlerimiz vardı artık. Sabah uyanınca ilk etapta gece boyunca bitiremediğimiz kabukları yemeye başlardık. Artık kabuk çöpü haline gelmişti midelerimiz. Kim bilir belki midemiz de isyan ediyordu bu kabuklara, haz-medemiyordu. Ama çare yoktu. Bu deveyi gütmek ve deveye hendeği atlatmak zorundaydık.

Sevgili anneciğim, dünya uzun bir dehlizdi anlayacağın. Bizse içinde mahkum. Ayaklarımızda paranga başımızda Firavun. Hicret Kaf dağıydı incecik belde. Gurbet bir kadehti, zehir içinde. Hayat bir koşuydu burada, hedef peşinde. Ölüm bir noktaydı ana, O'nun elinde. Ama diyordum ana kuşlar gibi özgür olabilirsek, Yakub gibi Yusuf bulabilirsek, elbette azgın Firavunlar Nil'de boğulurdu. Ama önce Musa gibi bir nida duymalıydık. Karanlık bir alemde yaşıyorduk, mevcudatı hor, insani değerler eğreti dekor. Ateşten gömleği giymek gerekiyordu. Asrımızın kırılmaz rekoruydu bu. Evet ana hayat bir yolculuktu adeta ölünceye dek sürecek. Bu yolculuğun tatlısı yalan, acısı gerçekti. Dost diye sarılmıştım nice düşmana. Anladım ki gerçek dost imiş ana. Yıllar sonra derkettiğim nice gerçeği tatlı ninnileriyle söylermiş bana. Yalanla yoğrulmuştu adeta dünya; gündüzü hayal gecesi rüya. En özgür varlık kafesteki kuştu aslında. Yokuş vardı bizlerde onlara inat. En esir varlık içimizdeki kuştu. Bütün kainat kafesti bizlere. Ama bana sabrı öğretmişti suda yüzen bir balık. Dünyanın hiç bitmeyen tek ritmiydi kalabalık. Dua ediyordum kendi kendime Allah'ım ne zor imiş tükenesi şu zindanlar. Hiç olmasa nasib et zindan ellerde kurbet. Hayat bir cehennemdi burada, içinde yaşıyorduk. Ateşin yakıtını kendimiz taşıyor-

46

 

duk. Dünya bir arena, makam savaşı. Geride öksüzler kanlı gözyaşı. Bir film ki yarab aktör kıtlığı, kardeşler savaşır uçurur başı. Gül diye kokladığım nice zakkum ağacı, kalbime ölümden beter acılar döktü. Yalnızlık ormanında ürkek bir ceylan gibiydim. Ama kaderimdi, biliyordum, avlayacaktı beni bir avcı. Bu yirminci yüzyılın akıllısı delilerdi. Şimdi deli kim ise ona akıllı derler. Deliler vitrinlerde arz-ı endam ederken, gerçek akıllılar vitrinleri seyrederler. Ama boşamıştım ben dünyayı. Git diyordum dünyaya, git istemiyorum. Sen sevsen bile artık ben seni asla sevmiyorum. Davamız neydi bizim? Ne sınıftı, ne iktidardı. Adaletti kavgamız. Ne doğuydu ne batı, insanlıktı davamız. Ama bu insanlık neydi? İslam'dı lakin bilemiyorduk. Başka kapıları çalmıştık. Yanlış yollara düşmüştük. Halbuki tarih boyunca nur ve zulmet savaşı asla durmamıştı. Soysuzlar var oldukça soylular susmamıştı. Gel gör ki dünya bir çöldü, insan su arıyordu bu çölde. Bîr serap gö-rünce iksir diye kanıyordu. Halbuki insan kevser'den içmeliydi. Tüm çeşmeler kurumalı, insan Kevser'e ermeliydi. Biliyordum lakin, bütün bu keşmekeşler bir gün sona erecekti. İnsanoğlu o gün yapayalnız hesabını verecekti. O günde ne mal ne de evlat kâr etmeyecek ve bizleri sadece o günün sahibi kurtarabilecekti.

Alemi düşünüyordum ana, yalnızlığına acıyordum yıldızların. Işık da saçsa birlikteliğine, ben garipliğini anımsıyordum eşyanın. Bir yerlerden kopup geldiğini ve bir yerlere dönmekte olduğunu görüyordum. Vatansız gurbet, Leylasız Mecnun olur muydu hiç? Ve her şey bir vatan arıyordu, ifadesiz mutlak Kemal'e aşkın tecellisiydi bu. O'ndan geldik

47

yine O'na dönecektik. Buydu benim ölümsüz bildiğim tek gerçek. Ama gel gör ki karıncanın şuursuz dediği bu varlık, yani insan, galaksiler aşığı sefîl yaratığın son perdesini oynuyordu zindanlarda. Görüşmeler, teneffüsüydü cehennemin. Merhemiydi yaraların. Gerçi o da azaptı, o da işkenceydi. Ama işkenceye tahammül gücü veren bir işkenceydi. Cehennemde yaşamayı kolaylaştıran bir cehennemdi. Çünkü sen vardın ana. Seni görüyordum, seni kokluyordum. Dört zebaninin kuşatması altında seni duyuyordum. Söz değildi konuştuğun, ilaçtı, göz değildi bakıştığın, ümitti, Sana dokunamıyordum ana, dizlerine koyamıyordum başımı. Saçlarımı okşatamıyordum şefkat dolu parmaklarına. Lakin seni görmek yetiyordu bana. Gözlerin her şeyi anlatıyordu gözlerime. Biz de bakışarak anlaşıyorduk. Gerçi insanlar konuşarak anlaşırdı. Ama burada konuşmak yasaktı ana. Konuşmak işkenceydi, azaptı. Sana sarfettiğim her kelimenin cezası neydi biliyor musun anne? Zebaniler arkamda tuttuğum ellerimi sigara ateşiyle yakıyorlardı. Feryad bile edemiyordum. Çünkü seni düşünüyordum. Feryadıma dayanır mıydı o nazenin kalbin. Feryadıma tahammül eder miydi o sevgi dolu gönlün? Ama ben sabretmesini öğrenmiştim ana. Ashab-ı Uhdud misali ateşlere sabrediyorduk anne. Sahi anne ateşten daha acı olaylar yaşadık seninle değil mi? Hatırlıyor musun bir defasında Kürtçe konuştu diye babamı gözlerimin önünde dövmüşlerdi zebaniler. Ve ben eli-kolu bağlı hiç bir şey yapamamıştım. Neredeydi özgürlük ve demokrasi havarileri? Neredeydi döner koltuklarında havyar yiyen göbekli aydınlar? Güney Afrika rejimine saldıran, ama göbeğinin büyüklüğünden burnunun ucunu göremeyen sahte kahramanlar ne-

48

 

den ülkedeki bu cinayetleri ve zulümleri dile getir miyorlardı?

Sen de ağlamıştın değil mi ana. Ben o gün ağlamasını bile beceremedim. Ağlamak da bir sanattır değil mi ana. Sahi ana görüşmeden dönünce başımıza nelerin geldiğini biliyor musun? Nereden bileceksin ki? Romanlarda bile okumuş olamazsın bu dramımızı. Hiç bir yerde duymuş veya görmüş olamazsın hikayemizi. O halde anlatayım da bil anne. Görüşme bitince duvarın dibine dizerlerdi bizi. Bize gönderdiğiniz tüm güzel giyecek ve eşyalarımız talan edilirdi Kufe ordusunca. Paramparça ederlerdi her şeyimizi. Öyle ki bizlere gönderilen elbiselerin her biri 5-6 parça halinde bizlere verilirdi. İtiraz etmek yasaktı. Hakkını aramak yasaktı. Sonra sıraya geçiyor ve uygun adımlarla koğuşa doğru yürüyorduk. Söylediğimiz marşlar ve ayak seslerimizle tüm zindanları titretiyorduk adeta. Zindanlar inim inim inliyordu seslerimizden. Daha sonra verilen komut doğrultusunda sürünmeye başlıyorduk. Sürüngen hayvanlar gibi hiç bir şeye aldırmadan bir an önce koğuşumuza varmak için delice sürünüyorduk. Bir yandan da joplanıyor, sopalar altında inliyorduk. Koğuşun kapısına varınca ayağa kalkıp yine duvarın dibine diziliyorduk. Hepimiz hınç doluyduk, kin doluyduk. Bir an artık gelmesin ailelerimiz diyorduk. Görüşmeye çıkmak istemiyorduk. Ama bu elimizde olmayan bir şeydi. Bu tercihi yapma hakkına sahib değildik. Gardiyanlar asker idiler. Bizim ziyaretçilerimiz gelince askerler rahatsız oluyorlardı, kıskanıyorlardı. Neden size para, yiyecek ve giyecek geliyor da bizlere hiç bir şey gelmiyor diye kızıyorlardı. Askerliğin acısını bizlerden çıkarıyorlardı. Ama bütün bu dayak ve hakaretlere rağmen yine de

49

 

gelmeni isterdim ana. Bana dayanma gücünü verirdi gözlerin, ümit saçardı bakışların. Seninle işkence de güzeldi ana.

Bir hicreti ammsatırdı bakışların. Kafîrlerin yüzüne Yasin'i saçan peygambere uydum ana. Gecenin zifiri karanlığında ayışığı ümitti ana. Hicreti yaşadım ana. İliklerime kadar Hira'yı soludum derince. Lat, Menat, Hubel, Uzzalar arasında hicret de bir başka olur ana. Kör olur gözleri yarasaların, gece de görmez olur ayışığını.

Mehtap kadar güzeldi hicretimiz. İşkenceleri Mekke'yi andıran zulmet diyarı Medine ah Medine! Hicret Medine'ye olur ene. Hicret edilen her yer Medine'dir, kanın olduğu her yer Kerbela, İşkencenin

olduğu her yer Mekke'dir, Kûfe'dir ana.

 

50

 

Sahi anne gül solunca neler geldi diye sordun mu bülbüle. Karaya çıkmış bir balığın ızdırabı içinde kıvranırken çiçekler, hicranı başlamıştı bülbüllerin. Ve kargalar çıkmıştı yeniden sahneye. Körler diyarının şaşı kralları, kimsesizler yurdunun sahipleriydi bunlar. Başka ne desem anne bilemiyorum... Gülün olmadığı yerde uzaklara sürdüler bülbülleri. Bulutların ağlamadığı yağmurların küstüğü ellere. Ve gülün yanıbaşına gömüldü çirkin kargalar, o gün bu gündür ötmedi vecd ile artık bülbüller. Güneş doğmadı aşk ile henüz. Ve yıldızlar göz kırpmayacak uzun bir zaman.

Acı olmuştu artık tüm tatlılıklar. Martılara denizdi ana, bülbüllere gül. Ayrılınca bağrından gülün nazenin Ölümü andırmıştı bu hicran. Ve zifiri karanlıklar kaplamıştı her yeri aniden. El-yordam yaşanıyordu hayat. Ne zaman doğacak yeniden güneş, bülbüller bilebilir ancak. Herne kadar siyah bir renksizlik ritmi başlatmışsa da gündüzler, yeniden bitecek biliyorum o solan gül. Ve öz yurduna dönecek sürgün bülbüller. Kargalar tüm varlığıyla kovulacak gül bahçesinden. Yeniden doğacak güneş ve göz kırpacak sonsuzluğa yıldızlar. Zira bahçıvan solan güllere can katacaktır birgün yeniden. Gül sahibi bahçıvanın müjdesidir bu. Hem nerede görülmüş ki tutulan güneş doğmasın yeniden. Ve solan güller bitmesin, dönmesin göçmen kuşlar, akmasın kuruyan nehirler ve bugün bülbüllerin ilk hicran günüdür. Eğemenliğidir kadınları sağ bırakıp çocukları

51

boğazlayan çağdaş firavuların. Ah anne! Bilemiyorum gerçekten her vuslat için bir firak mı gerekiyor. Lakin birgün bitecek bu hicran biliyorum, inecek o rahmet bekliyorum.

Sahi anne hiç İstanbul'u gördün mü sen? Ne kadar güzel bir görsen! Öyle değil misin güzel İstanbul'um. Kocaman yarim benim. Seni ağlıyor şimdi gözlerim. Sabahları dert ortağım idi denizlerin ve hep seni söylerdi martılar. Oltadaki balıklara bile sen teselliydin. Gece ehrimenleri basınca ruhuma, ana kucağı gibi sevgi dolu bağrına koşardım sularının ve neler necva ederdik seninle neler. Her yerin bir dost idi bana arzuladığım. Masmavi sularına baktıkça göklerin kıskandığını görürdüm adeta. Dostlar ülkesi İstanbul. Biliyorum, Diyarbakır gibi sen de başına gelenlere üzülüyorsun. Hep isyan ederdi denizlerin, dert yakınırdı bana. Olmasa içinde güller, kederden kuruyacağını söylerdin hep. Şimdi ayrıyız ikimiz. Unutamadığım o vuslatın seni aratır durur bana. Ama sende olmayan bir ümit var yanımda. Yegane tesellim o benim. Musa'nın gördüğü ateş! Gerçi sende de olurdu ya yakamozlar. Keşke bütün güzelliğinle, bir de bunların olsaydı diyo-rum. O zaman ancak ölüm ayırırdı beni senden. Ümitsiz de değilim bak. Her ayrılığın bir sonu, her acının bir bitişi olur derler. Güzel İstanbul’um. Esir Ayasofya'na ağla sen. Garip kuşlara ana ol. Yaşadığını sanan sayısızca hortlak var şimdi bağrında. Ama bir gün son bulacak, emin eller alacak seni. Nura açılan bir pencere olacaksın aniden. Her yanın nur dolacak, gemiler yürüyecek karadan. Nice Fatihler doğuracak analar. Ama önce Eba Eyyübiler lazım biliyorum. Biliyor ve bekliyorum. Benim güzel garib ve öksüz İstanbul'um. Diyarbakır ve İstanbul

52

 

 

etle tırnaktır kopmaz birbirinden. Aynı güneş ısıtır içimizi. Aynı tekbirlerle inler camiler. Diyarbakır gül ise İstanbul bülbüldür bana. Hiç bir hain el ayıramaz bülbülü gülden. Sadece bunlar mı? Tüm yeryüzü bizim. Tüm dünya bizim. Bu alem bizim. Allah bizlere yaratmıştır bu alemi. Kutsal emanetin sahibiyiz biz. Yeryüzünün varisiyiz. Yeryüzü genişliğinde atar kalbimiz. Yeryüzü aşkıyla atar nabzımız. Yeryüzü bizim ve biz yeryüzünün varisleriyiz.

Mahkemeleri hatırlıyor musun anne? Nasıl hatırlamazsın ki? İnsan o mahkemeleri hatırlamayacak da neleri hatırlayacak? Engizisyon mahkemelerini andırıyordu mahkemeler. Sabahın erken saatlerinde kalkıp hemen tuvalete gidiyorduk. Susuz bir şekilde elimizdeki kör jiletlerle tıraş olmaya başlıyorduk, İçecek suyumuz bile yoktu. Daha sonra bir-iki lokma kahvaltı yapıp gardiyanın emri üzere koğuştan dışarı çıkıyorduk. Askeri marşlar ve uygun adımlarla cezaevi çıkış kapısına doğru ilerliyorduk. Diğer koğuşlardan gelen mahkumlarla birlikte esas duruşu bozmadan başlarımız önümüzde bekliyorduk. Burada bazen 2-3 saat beklediğimiz olurdu. Artık boynumuz tutuluyor, ayaklarımız keçeleşiyordu. Bir yerimizi kaşımak için bile gardiyanlardan izin almak zorundaydık. Hiç kimse korkudan etrafına bakınamıyordu. Öyle ki insan yanındakinin kim olduğunu bile farkedemiyordu. Daha sonra ellerimizi tek tek arkadan kelepçeliyorlardı. Bazı mahkumlar buradaki saatlerce süren beklemenin işkencesine katlanmak yerine mahkemenin vereceği her türlü hükmü itirazsız kabul etmeyi yeğliyorlardı. Çok zordu be ana, saatlerce ayakta duracak, başını önüne eğecek, çıt sesi çıkarmayacaksın. En küçük bir hareket ve kaşımak için bile gardiyanlardan izin al-

53

mak gerekiyordu. İnsanın boynu kireçleniyor ayakları hiçbir şeyi hissetmez hale geliyordu. Ellerimiz tek tek arkadan kelepçelendikten sonra da on kişilik bir grup halinde zincirlere vuruluyorduk. Zincirlere vurulunca ortaçağı hatırlardım hep. Az sonra engizisyon mahkemelerine çıkacakmışım gibi bir duygu içindeydim. Hakimleri birer Katolik papaz gibi gorürdüm. Zincirlere vurulmuş bir mahkumiyetin artık kitaplarda kalmadığını günümüzde de yaşandığını anlıyordum. Daha sonra adeta sürüne sürüne panzerlere bindirilirdik. Zincirler ve panzerler Ro-ma imparatorlarının arenasını anımsatıyordu insana. Ne yapmıştık bizler? Bunca işkence ve zulme müstahak mıydık? Bir suçumuz varsa cezamız böyle mi olmalıydı? Bu memleketin başındaki mutlu azınlıkların hiç mi suçu yoktu?

Kürt kelimesini duymaya bile tahammülü olmayanların hiç mi sorumluluğu yoktu? Yok olur muydu ana. Elbette vardı. Ama seleksiyon kanununun hakim olduğu bir toplumda onlara dokunmak olmazdı. Yaşamak için güçlü olmak gerekirdi. Güçlü olanlar yaşayabilirdi. Zayıfların yaşama hakkı yoktu. Tüm suçlar zayıflarındı. Tüm günahlar zayıf bırakılmışlarındı. Zayıf kalmakla en büyük günahı işlemişlerdi bunlar.

Daha sonra "cenaze arabası"nın kapısı kapanınca ağır ağır mahkemeye doğru ilerliyordu. Şoför arada bir fren tutarak eli kelepçeli ve zincirli mahkumların üst-üste düşmesine neden oluyordu. Gardiyanlar daracık arabanın içini daha da bir daraltarak sarsıntı esnasında kendine dokunan mahkumları komaya sokuyorlardı. Bu nedenle zindan içinde zindan hayatını yaşıyorduk. Daha sonra mahkeme ka-pısında duran arabadan iniyor ve tek sıra halinde

54

 

 

mahkeme salonuna giriyorduk. Salona girerken etrafına bakmak ve biriyle konuşmak yasaktı. Ellerimiz kelepçeli ve zincirli bir halde ailelerimizin gözleri önünden iki büklüm bir halde geçip nezaret denilen bir odaya giriyorduk. Mahkeme salonunda bekleyen yakınlarımızın kimler olduğunu dahi göremiyorduk. Her şey yasaktı bu mahkemelerde. Türk ulusu adına adalet dağıttığını iddia eden mahkeme-lerde her şey yasaktı. Konuşmak yasak, bakmak yasak, yemek-içmek yasak, hareket etmek yasak, elini kolunu sallamak yasak, bir yerini kaşımak yâsak... Sadece nefes almak serbestti bu mahkemelerde. Nefes almak bile izne bağlıydı. En azından sessiz nefes alacaktık. Öksürmek, hapşırmak aksırmak ve esnemek yasaktı.

En küçük bir fısıltı yapanların elini jopların başındaki demir halkayla delik deşik ediyor, kanlar içinde bırakıyorlardı. Bu nezarette başlar önde, kıpırdamadan buz gibi betonlar üzerinde 2-3 saate yakın bir zaman oturuyorduk. Daha sonra sırayla adı okunan ayağa kalkıyor ve duruşma salonuna doğru götürülüyordu. Bazen oturmaktan ayaklan uyuşan mahkumlar ayağa kalkınca yere yıkılıyorlardı. Bir süre ayakta duramıyorlardı. Duruşma salonuna giren tüm mahkumlar esas duruşta adını künyesini söylüyor ve hakimlere "Emret komutanım." diyerek salondaki yerini alıyordu. Ailelerimiz arkamızda bir yerlere oturuyordu. Başlarımız önümüzde olduğundan kimlerin geldiğini göremiyorduk. Başımızda duran zebaniler her türlü hareketimizi kontrol ediyordu. En küçük bir aksilik yapan mahkum orada uyarılıyor, cezaevine dönerken de şiddetli bir şekilde ce-zalandırılıyordu. Mahkemede devlet ve rejim hakkında tek laf edenleri cezaevinde jiletlerle kesiyor

55

ve kesik yerlerine tuz konuluyordu. Bu olay bizim 32. koğuşta bizzat yaşandı. Mahkumun birisi mahkemede "cezaevinde işkence var." dediği için çırılçıplak soyuldu, sopalarla dövüldü. Jiletlenen bedenine tuz konuldu. Kısacası bu cezaevinde her türlü vahşet yaşanıyordu. İnsanlık yoktu burada. Merhamet izne gitmiş, acıma hissi körleşmişti. Gardiyanlar birer taş kesilmişti kaskatı. Mahkemeler sona erince yine ellerimiz kelepçeleniyor ve zincirlere vuruluyordu. O gün en mutlu olanımız, tahliye olanlar ile cezası kesinleşen mahkumlardı. Zira cezası kesinleşen mahkumlar da en azından bu cezaevinden kurtulacak ve ülkenin dört bir yanında açılan E-Tipi cezaevlerine nakledilecekti. Bu kısmi özgürlük bile mahkumlara bayram havası estiriyordu. öyle ki diğer mahkumlar bu on-onbeş yıllık hapse mahkum edilmiş kimseleri kıskanıyor, onların yerinde olmak istiyordu. Hatta bazı mahkumlar sırf bu cehennem hayatından kurtulmak için otuz yıllık hükme razı olduklarını izhar ediyorlardı. Mahkeme günleri bir başka azaptı ana. Tam on defa mahkemeye çıkarıldım. Yani bütün bu işkenceleri ben on defa tattım. Sonunda onbirinci duruşmada ceza alınca hiç üzülmedim. Aksine bu işkence dolu cehennemden kurtulduğum için mutluydum. Mahkemesi kesinleşen mahkumlar artık bir misafîr gibiydi. Ama yine de bir-iki ay bu cehennem hayatını yaşıyordu. Nakil için gerekli emrin gelmesi 2-3 ay sürüyordu. Ama yine de bir ümit taşıyordu bu mahkumlar. İşkenceler ne kadar kötü de 'olsa 2-3 ay sonra kurtulacaktı. Onlar kurtulacaktı ama ya geride kalanlar. Onlar bu cehennem hayatım yaşamaya devam edeceklerdi. Onlar da tahliye edilecekleri veya hüküm giyecekleri günün beklentisi içindeydiler, Ama kolay de-

56

 

ğildi bu. Bu cehennemi yaşamaktansa hayvan olmaya özenenler bile vardı. Kimisi dışarıda gördüğü ineğin yerinde olmak istiyordu. Ne de olsa inek özgürdü. Karnını doyuruyor, suyunu içiyor ve rahat bir şekilde uyuyordu. Hayvanlara verilen bu haklara bile sahib değildik. Karnımız aç, dudaklarımız susuz ve gözlerimiz uykusuzdu. Hayvanlar bile bizden daha iyi bir hayat yaşıyorlardı. "Domuzlar Çift-liği" romanını yazan belki de o romanı bizler için yazmıştı. Çünkü hayvanlara bile özlem duyanlar vardı içimizde. Bu hayatı yaşamaktansa hayvan olmayı isteyenler vardı zindanlarda. Kim bilir hayvanlara yerimizi hayatımızı değiştirmeyi teklif etseydik hayvanlar bile kabul etmezdi bizim yaşadığımız hayatı. İnekler bile razı olmazdı bu yaşama. Mahkeme salonlarında basın mensupları da dilsizdi. Kamera-ları, flaşları objektifleri işlemiyordu. Süngüler vardı çünkü. Joplar duruyordu karşılarında. Demokles'in kılıcı duruyordu başlarında. Önemli olan da zor anlarda konuşmak değil miydi? O gün neredeydi özgürlük havarileri? Habire demokrasi çığlıkları atanlar o gün neredeydi? O gün toplumun sayısız aydınları devekuşu misali başını kumlara gömmüştü. Hiç bir feryadı duymuyor, zulmü hissetmiyor, olanları görmüyordu. Çünkü o gün joplar, süngüler ve dipçikler günüydü. O gün Kerbelaydı. Sa'd'ın zafer çığlıkları yükseliyordu her taraftan. Şimr'in galibiyet kılıcı parlıyordu her tarafta. Yetimler ise Ali'yi bekliyordu Kufe'nin daracık sokaklarında. İşret meclislerindeki sarhoş kusmukları ve çılgın naraları işkence altındaki insanların feryadını bastırıyordu. Feryat yasaktı çünkü. Gözyaşı kurumalı, kan ak-mamalıydı damarlardan. Demokrasi ve özgürlük

57

vardı ama Sa'd'ın izin verdiği kadarıyla. Yaşamak serbestti, ama Şimr'in kalleş kılıcı tecviz ettiği oranda.

Sahi Fatıma'nın mezarı nerede ana? Neden Fatıma'nın "hüzünler evi"nden eserler var da mezarından yok ana? Fatıma'nın balçıktan evini herkes bilir de mezarını bilmezler ana. Aşk mektebinde mezar yoktur ondan mı ana? Mezar gömülüdür aşk ikliminde. Fatıma'nın yok mezarı ama, her yerde ziyaret edilir ana. Çünkü mekanı yoktur aşkın. Sevginin sınırı yoktur ana. Mezarsızlık sitemdir, kindir ana. Bilinmezlik korkudur ana, paniktir. Bilinmez mezar ürpertir zulmü ana; Zorbaların iliğini boşaltır kemiklerinden. Tarihin siyah tahtasına yazdırır insanı.

Varlık ve yokluk meselesi ana. Birine hayır, diğerine şerr demişler. Şerr yoktur alemde ana. Varlıkta şerr arar örümcek kafalılar. Allah'a isnad ederler şerri. Güneşte karanlık arar, aklını ekmek peynirle yiyenler. Varlık baştan sona hayırdır ana. Zaten şerr dediğin nedir be ana? Hayır yokluğu. Varlık hayırsa ana varlıkta yokluk ne arar? Hayırda şerr ne gezer? Ama anlamaz ve kötüsü anlamak da istemez birileri.

 

58

 

Sen hiç bit gördün mü ana? Görmüşsündür sanırım. Çünkü bit yoksulluktur. Bit zulmün göstergesidir. Bit yokluk ifade eder. Bit sessiz bir mazlumiyet ifadesidir. Alnındaki çizgilerdir bit, yoksul annelerin. Ama benim kadar görmüş olamazsın anne. Biz herşeyimizle bitlendik. Yerler yataklar elbiseler hep bit doluydu. Her şeyimiz bitlenmiş, bitsiz bir şeyimiz kalmamış gibiydi. Artık sevmeye başlamıştık bitleri. Bitler hayatımızın bir parçası olmuştu ve bitsiz bir hayat düşünemiyorduk artık. Sahi anne bitle ilgili ilginç bir hatıram da var bilmek ister miydin? Anlatayım da bil anne. Bil neler çektiğimizi. Sadece sen mi, herkes bilsin, tüm dünya bilsin. Bilinsin de ibret alınsın, dersler çıkarılsın bütün bu olanlardan. Sigara yasaktı ana. Artık sigarayı sadece rüyalarımızda görüyorduk. Hep sigara tütüyordu gözlerimizde. Mahkumlar koridorlarda bulduğu izmaritleri kapmak için akla hayale gelmeyen seneryolar yazıyor, oyunlar oynuyordu. Bazıları tahta parçalarını ufalıyor, kağıda sarıp içiyordu. Küçük kağıt parçalarını tütün gibi sarıp içiyordu. Gardiyanların M. Akif in Çanakkale şiirini ezberleyenlere dört paket sigara vereceğini duyunca o uzun şiiri bir hafta içinde ezberlemiş, yüksek sesle okumuş ve koğuşta ikinci gelmiştim. Buna karşılık da dört paket sigara kazanmıştım. Ama bu sigaradan kimseye vermemem istenmişti. Tiryaki arkadaşlarım pervane gibi etrafımda uçuşuyorlardı. Bir yudum sigara içmek için başımın etini yiyorlardı. Ama kıyamıyor-

59

dum sonunda ne pahasına olursa olsun onlara da veriyordum. Böylece bir ay boyunca cebinde bir paket sigarayla gezen ender bir mahkum haline gelmiştim. Bir ay sonra, son sigaramı da yakınca, yeniden sigarasız kalmıştım. Ama Allah'a şükür bu defa da bitler vesile oldu. Nasıl mı? Anlatayım anne. Koğuşta bitler çoğalınca gardiyanlar bir çözüm aramaya başladılar, İlaçlamanın hiçbir faydası yoktu. Çünkü yıkanacak suyumuz yoktu. Namaz kılanlar hep teyemmüm ile namaz kılarlardı. Sabah kalkınca hemen teyemmüm ederlerdi. İçecek suyumuz bile yoktu. İki yıl boyunca bir defa olsun sıcak su görmedim. Bir defasında güya bizleri yıkanmak için cezaevinin hamamına götürmüşlerdi. Ama hamamda sıcak su diye birşey yoktu. Ama en azından su vardı. Soğuk da olsa su bulmuştuk. Kışın o soğuğunda soğuk falan demeden hemen yıkanmaya başladık. Ama tam sabunlanmıştık ki gardiyanlar hemen sıraya geçmemizi söylemişlerdi. Başımız sabunlu olduğu halde hamamdan çıkıp koğuşlara döndük. Evet anne, iki yıl boyunca bir defa hamama gitmiş, ama yıkanamamıştık. Boy abdestlerini bile bir ibrik dolusu buz gibi soğuk sularla alıyorduk. Su olduğunda ise herkese üç öğün birer bardak su verilirdi. Namaz kılanlar için de su olduğunda birer bardak su verilirdi. Su altından değerliydi burada. Günde sekiz saat askeri eğitim yaptığımız için de çok susuzluk çekiyorduk. Adeta Kerbela'ydı burası. Her yer Kerbela değil miydi? Hergün aşura değil miydi? Bir ara üç-dört gün suyumuz gelmedi. Ortalıkta bir damla suyumuz kalmamıştı. Mahkumlar tuvalette de kağıt kullanıyordu. Bu arada ishal gibi bir takım rahatsızlıklar da ortaya çıkınca her yer kokmaya başladı. Artık yaşayacak gücümüz kalmamıştı. İna-

60

 

nır mısınız anne, bir ara yatınca rüyamda hep suları, nehirleri görmüştüm. Elbiselerimizi yıkayacak bir suyumuz da yoktu. Arada bir su gelince dört-beş gönüllü arkadaş tüm koğuşun elbiselerini sırasıyla bir leğenin içine koyup ıslatıyor ve çıkarıp sahiplerine veriyordu. Böylece de elbiseler yıkanmış oluyordu. Halbuki elbiseler böylelikle daha da bir kirleniyor, bitleniyordu. Çünkü temizliğe fazla riayet etmeyen bazı kimselerin elbiseleriyle bir arada yıkanan elbiseler daha da kirleniyor, temizlenmiyordu. Ama en azından psikolojik açıdan rahatlıyorduk. En azından elbiselerimizin yıkandığını sanıyorduk. Gerçek acıydı burada, Yalan kötüydü, ama güzeldi. Kötü bir güzeldi yalan. Nice doğru vardır ki suçsuz bir insanın katline neden olur da, bir çok yalanlar vardır ki suçsuz insanların canını kurtarır. Artık cezaevinde yaşam koşulları gittikçe kötüleşiyordu. Sağlık koşulları bozulmaya yüz tutmuş, her yeri kirlilik ve pislik kaplamıştı. Suyun olmadığı yerde temizlik düşünülebilir miydi? İçme suyu olmayan insanlar neyle temizlenebilirdi?

Salih adında bir arkadaş hayvanların dahi içemeyeceği kirli ve necis suları içmişti. Çok geçmeden tüberküloz ve verem gibi bir takım hastalıklar baş gösterdi. Gencecik mahkumlar kan kusmaya ve günden güne solmaya, bitmeye başladılar. Cezaevi yöneticileri buna karşılık hiçbir şey yapmıyordu. Veremli mahkumlara, götürdükleri askeri hastanelerde bile işkence ediyor kısacası tedavi için hiçbir şey yapmıyorlardı. Gardiyanlar bu arada bitler için bir çözüm buldular. Tüm mahkumlara "20 bit getirene bir sigara verilecek." diye ilan edildi. Böylece koğuşu-muzda bir bit avına çıkıldı. Artık en şanslımız, en çok bite sahip olanımızdı. Bitler birden bire değer

61

kazanmıştı gözlerimizde. Daha düne kadar "bitli" diye horladığımız ve küçümsediğimiz bazı kimseler birden birer sevilir insanlar olarak çıktı karşımıza. 20 biti bulamayan mahkumlar biti çok mahkumlara müracaat edip onlardan ödünç olarak bit alıyordu. 20 bit bulanlar ise büyük bir sevinçle bu bitleri koğuşun başkanına teslim ediyor ve mükafat olarak da bir sigara alıyorlardı. Mahkumların artık bir işi de bit avlamak olmuştu. Gözler artık hep bit arıyordu. Böylece bitleri de sevmiştik anne. Yıllarca gerçi sıcak bir çay içemedik, sıcak sularla yıkanamadık ve hepsinden de kötüsü doyasıya güzel bir su içemedik, ama sigara içmek için hep bir bahane bulmuştuk. Susuz kalıyorduk, aç yatıyorduk; ama sigarasız kalmıyorduk. Bir vesileyle sigara elde ediyorduk.

Cezaevi yöneticileri Yezid gibi suyumuzu kesiyordu. Bizleri susuz bırakarak işkence ediyordu. Susuzluk da bir işkenceydi ana. O zaman insan Kerbela'yı hatırlıyor ister istemez. Aşura'yı anımsıyor. Susuz şehit edilen Hüseyin'i ve çektiği sıkıntıları anlamaya başlıyor. Tabii ki öte yandan Yezid'i, Sa'd'ı ve Şimr'i de tanıyor. Adeta tarih tekerrür etmektedir. Her şey yeniden tecelli etmekte, yepyeni renklerle tahakkuk etmektedir.

Sesimizi duyuyor muydun anne? Hüdhüd haber veriyor muydu sana başımıza gelenleri? Süleyman'a konuşan Hüdhüd sana da konuşuyor muydu? Süleyman ve ordusunu "şuursuz" diye tavsif eden karınca sana acılarımızı aktarıyor muydu? Çünkü hepsi şahitti bize yapılan zulümlere. Hepsi biliyordu başımıza gelenleri. Yer de şahitti buna gök de. Gökler inliyordu sesimizden. Yerler titriyordu sert adımları-mızdan. On yılda onbeş milyon genç yaratan bir ırkın esiriydik. Komandoyduk, askerdik, yılmazdık,

62

 

gözüpektik. Her Türk asker doğardı anasından bizlerse esir. Yıldırımlar yaratan bir ırkın esiri. Bu ülkede başka ırk yoktu. Aslında bunlara bakarsan dünyada Türk'ten başka bir ırk yoktu. Herkes Türk'tü dünyada. Bu dünyada Türk'ten başkasına yer yoktu. Hitler de varsa yoksa "Alman" diyordu. Mussoloni ise "İtalyan" diyordu. Stalin "Slav" diye feryad ediyordu. Dünyayı bunlar bölmüşlerdi kendi aralarında.

Elliden fazla marşı günde sekiz saat süren askeri bir eğitim esnasında boğazlarımız yırtılırcasına söylüyorduk. Her yerde feryatlarımız yankılanıyordu. Bağırıyorduk, bağırmak zorundaydık. Marşları ezberlemeyenler korkunç bir işkence görüyor ve ölüm kokan hücrelere atılıyordu. Kemal Pir gibi PKK mi-litanları bile aylarca direndiği halde sonunda kulaklarımızı sağır edercesine istiklal marşını okumuş, teslim olmuştu. Direnişin hiç bir faydası yoktu. Onlar göz kırpmadan öldürmek üzere programlanmışlardı. Bu zebaniler için adam öldürmek bir karıncayı ezmekten daha kolaydı. Biz öldürünce terörist, onlar öldürünce vatansever oluyordu. Her şey onların elindeydi. Biz ölümü göze almışsak onlar Öldürmeyi çoktan göze almışlardı. Biz ölmekten korkmuyorsak, onlar öldürmekten asla korkmuyorlardı.

Bize ölüm onlaraysa öldürmek kalıyordu. Kurtla kuzu savaşıydı bu. Kurtla kuzu bir arada yaşayamazdı. Kuzu kurdu da öldüremezdi. O halde kuzunun kaderi ölmek, kurdun kaderi ise öldürmekti. Bir-iki lokma ekmek ve bir-iki bardak su ile günde sekiz saat eğitim yapıyorduk. Askerdik. Asker yorulmazdı, asker acıkmazdı, asker susamazdı, asker yatmazdı. Açlık ve yorgunluktan bayılanlar oluyordu. Dünyanın neresinde görülmüştü bu zulüm, Hit-

63

 

ler bile kendi halkına bu zulmü reva görmemişti. Hitler diğer ülke vatandaşlarına savaş açmıştı. Yabancıları öldürüyordu. Hitler'in esir kamplarında bile böyle bir zulüm ve işkence yoktu. Hitler'in adı çıkmıştı sadece. Eğitim esnasında en küçük bir yanlışlık yapılacak olursa tüm koğuşu dayaktan geçiri-yorlardı. Sayım yapılırken de durum aynıydı. Sayım yapılırken veya eğitim esnasında tek bir mahkumun yapacağı hata yüzünden tüm koğuşu dayaktan geçiriyorlardı. Dayak için bahane arıyorlardı. Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran'ın "Co" adındaki eğitimli kurt köpeği sayım veya eğitim esnasında yapılan en küçük bir hatayı farkediyor ve havlayarak gardiyanlara bildiriyorlardı. Bu yüzden ateş gibi kızgın beton üzerinde çırılçıplak bir şekilde süründürülüyor, acımasızca joplanıyorduk. "Co" en büyük casusuydu yüzbaşının. Gün gittikçe cezaevi koşulları kötüleşiyor, dayanılmaz bir hale geliyordu. Gardiyanlar an be an acımasızlaşıyor, insani duygularını yitiriyordu. Artık hata yapan bir çok mahkuma jopla tecavüz etmeye başladılar. Bu mahkumlar mahkemede sözkonusu jopla tecavüz olaylarını söyledilerse de engizisyon mahkemelerince ilgilenilmedi, gereği düşünülmedi. Çünkü onlara göre bizler birer Galile idik. Yakılmalı, yok edilmeliydik. Hiç bir hak ve hukukumuz yoktu. İtiraz dahi etmemeliydik, Hayvanlar mesabesinde muamele görüyorduk. Bu yüzden olacak ki bazı geceler gardiyanların emriyle sabahlara kadar çeşitli hayvanların taklidini yapıyorduk. Yüzlerce mahkum hep birden yüksek bir sesle sabahlara kadar koro halinde havlıyor, meliyor, kişniyor, miyavlıyor, anırıyor, ötüyor, uluyor ve hırıldıyorduk. Onlara göre insan değildik biz. Türk olmadığımıza   göre   insan   değildik.   Ne   mutlu

64

 

 

Türk'üm diyene diyorlardı. Kürtçe konuşuyorduk, o halde Afrika'ya gitmeliydik. Hastanelerden, okullardan tüm devlet dairelerinden sürülüyorduk. Zavallı bir mahkum içeride tek bir kelime Kürtçe konuştuğu için korkunç işkencelere maruz kalmıştı. İnsan olmadığımıza göre hasta da olmamalıydık. Hasta-lanmak yasaktı burada. Ayakta duracak hali olmayan mahkumlar bile sayım esnasında ayağa kalkmak zorundaydı. Ayakta duramayanlar nevresimlerle ranzaya bağlanıyordu. Çenesi kırılan, kafası yarılan insanlar bir tek aspirinle tedavi ediliyordu. Gardiyanlar tarafından bir yeri kırılan mahkumlar ellerine zorla sıkıştırılan "Ranzaya çarptım" yazılı tutanağın altını imzalamak zorundaydı. İmzalamayaların bir başka yeri de kırılıyordu. Geceleri yatağından kalkmak yasaktı. Sıkışanlar sabaha kadar yatağında kıvranmak ve sabretmek zorundaydı. Altını ıslatanların başı sabahleyin kanalizasyon rögarına sokuluyordu. Zavallı mahkum başından pislikler dökülür bir halde akşam sayımına kadar öylece beklemek zorundaydı. Tam bir vahşetti ana. Bunları anlatmak olmuyor ana, yaşamak lazım, duymak azım. Lafızlar manayı tümüyle aktaramıyor, kelimeler acıları hissettiremiyor, madde manayı yansıtmıyor.

 

65

 

Bütün bu işkencelere dayanmak zordu. Her yiğidin harcı değildi sabretmek. Bir müddet sonra mahkumlar bir bir dökülmeye başladı. "İtirafçılar" diye bir grup türedi cezaevinde. Bir zamanların militanları, gözü pek sempatizanları çözülmeye başladı. Kalbinde Allah inancı ve ebediyet aşkı olmayan insanlar biran boşlukta buldular kendilerini. Şabin Dönmez, Yıldırım Merkit, Fehmi Yılmaz, Hıdır Ak-balık ve Hasan Hüseyin Karakuş gibi bazı mahkumlar itirafçı kesildiler. Tüm bildiklerini bülbül gibi öttüler. Mahkemelerdeki iddianameler iptal edildi, yepyeni iddianameler yazıldı. Artık cezaevinin alt katında yeni işkence odaları hizmete girdi. Tüm mahkumlar korkulu bir beklenti içine girdi. Kapı her açıldığında kalp atışları hızlanıyor, renkler atıyor nefesler tıkanıyordu. Bu defa kimi götürecekler diye bekliyorduk.

Bir zamanlar askerlere "komutanım" dahi demeyen Hasan Hüseyin Karakuş gibi militanlar şimdi itirafçı kesilmiş, bülbül gibi ötüyordu. Bu PKK militanlarını baskı ve zor karşısında ayakta tutabilecek bir tek manevi güç yoktu. Öldükten sonra bir hayatın varlığını inkar edenler ve yaşamı bu dünyaya hasredenler gerçek manada bir kahraman olamazlar. Cesur bir şekilde sonuna kadar direnemezler. İnsan işkence altında manevi ve doğaüstü bir güce sığınmak ister. Bunu tüm benliğinde hisseder. Bazıları bu gücü yanlış yerde bulduğunu sanır da sabredebilir. Ama insanın fıtratı yanlışlık yapmaz veya

66

 

en azından çok az yanılır. Maddi ve bu dünyaya özgü fani duygular insanın sonsuzluk ihtiyacını gideremez. İnsan fıtratı gereği noksan şeylerden nefret eder, kaçar. İnsan mutlak Kemal'e aşıktır. Hayatı boyunca mutlak Kemali arar durur. Mutlak bulmadığı hiç bir kemal'e ısınmaz. Ama yanılabilir, mutlak sandığı bir Kemal'e takılıp kalabilir. Ama fıtratın bu takıntısı geçicidir ve de oldukça ender görülen bir olaydır. Özellikle de insan zor şartlar altında kalınca olağanüstü bir güçle mutlak Kemal'i aramaya koyulur. Nakıs Kemal'leri farkeder, hemen terke-der. İlk insandan günümüze nakıs bir kemalle yetinen ve mutlak Kemal'i istemeyen bir tek insan ortaya çıkmamıştır. Hatta sadece mutlak Kemal'i tespit noktasında olmuştur. Cezaevinin kötü koşulları karşısında çözülen ve kendini bir an kocaman bir boşluk ve manasızhk içinde bulan bu PKK militanları da bu iddiamızın en açık delilidir.

 

 

67

 

Hayatım boyunca mazlumların yoksulların kimsesizlerin yanında oldum. Zalimleri hiç mi hiç sevmedim ana. Zalimleri Allah da sevmez. Hiç bir zaman zalimlere yaranmadım, boyun eğmedim. Cismen esir oldum ama, ruhen hep özgür yaşadım. Hiç bir görüşü zorla kabul etmedim. Hep güzeli hakkı aradım. Hakkı bulmada yanıldım, ama aradım. İlk etapta bulamadım, ama hep bulmaya çalıştım. Hata yaptım ama, hep doğruyu sevdim. Hatalarımda diretmedim. Hakk nerede olursa olsun alıp kaldırdım. Bütün bunları niye anlatıyorum biliyor musun anne? Bilemezsin tabiî. Nereden bileceksin ki? Günün birinde yorgunluktan yatağıma uzanmış uyuyordum. Gardiyan gelir de görür korkusuyla ayakkabımı bile çıkarmamıştım. Bir rüya görüyordum anne. Bir nur, bir ışık doluydu gördüklerim. Aniden uyandım ve nedenini bilmeden kapıya doğru koştum. Halbuki normalde koşmamam gerekiyordu. Bilakis saklanmalı ve kapıdan uzaklaşmalıydım. Gardiyan kapıyı kapamak üzereydi. Aniden gözleri bana ilişince durdu. "Kaç yaşındasın lan?" deyince hemen "17 yaşındayım komutanım." diye cevap verdim. Gardiyan niye yaşımı sormuştu bilemiyordum. O anda neden kapıya doğru koştuğuma da bir anlam verememiştim. Gardiyan hemen eşyalarımı toplamamı ve 31. koğuşa gideceğimi söyledi. 31. koğuş da neydi? O zamanlar "çocuk koğuşu" diye bilinen 31. koğuşa neden götürülüyorduk? Hepsinden de önemlisi bu intikal olayı bir mükafat mıydı, yoksa bir ce-

68

 

za mıydı? İçinde yaşadığımız cehennem hayatından daha kötü bir hayat olabilir miydi? Halimize şükrettirecek bir durum düşünülebilir miydi? Ben bir yandan bu soruların cevabını zihnimde bulmaya çalışırken bir yandan da eşyalarımı topluyordum. Daha sonra da bir yıla yakın aynı kaderi paylaştığımız insanlarla tek tek vedalaşmaya başladım. Herkesin gözlerinde bir belirginsizlik vardı. Hiç kimse durumu değerlendiremiyordu. Sevinmek mi gerekirdi ağlamak mı bilen yoktu. Ama gidiyorduk işte. Arkadaşlardan ayrılmak çok zordu. Alışmıştık birbirimize. Ne de olsa aylarca aynı yemeği yemiş, aynı suyu içmiştik. Aynı dayağın, hakaretlerin işkencenin tadına bakmıştık. Aynı gün ağlamış aynı gün gülmüştük. Burada hiç kimsenin birbirinden üstünlüğü yoktu. Aç isek hepimiz açtık, susuz isek hepimiz susuzduk. Yemeklerimiz, içtiklerimiz, elbiselerimiz hep birdi. Fakir ve zengin diye bir ayırım yoktu. Belediye başkanı zatlarla çöpçüler aynı kaderi paylaşıyordu burada. Herkes bir-iki lokma ekmek yiyor, bir-iki bardak su içiyor ve günde sekiz saat aralıksız eğitim yapıyordu. Hatta yaşlı ve genç diye bir ayırım da yapmıyorlardı. Burada herkes askerdi, herkes Türk'tü. Tek dil Türkçe'ydi. Hatta sınırı geçti diye yakalanıp getirilen İran uyruklu mahkumlar bile Türk olmak zorundaydı. Türkiye dışında bir ülke olamazdı. Varsa yoksa Türkiye'ydi ve de Türklerdi. Türkiye Türkler'indi. Koğuştaki mahkumlarla vedalaşırken gözlerim yaşardı, boğazım düğümlendi. Az sonra kapı açılınca dışarı çıktım. Artık 32. koğuşu geride bırakmıştım. Acılar, işkenceler, hakaretler ve sövgü dolu bir yıl artık geride kalmıştı. Şimdi yeni bir koğuşa gidiyordum. Beni neler bekliyordu bile-miyordum. "Hava korsanları" diye bilinen mahkum-

69

lar da bu koğuştaydı, Kimdi bu hava korsanları? 'Yılmaz Yalçıner, Ömer Yorulmaz, Hasan Güneşer ve Mekki Yassıkaya. Cezaevindeki mahkumların çoğu solcuydu. Ama bu mahkumlar şeriatçıydı. İslami bir düşünceye sahiplerdi. 12 Eylülden sonra başarısız bir uçak kaçırma eylemini yapmış, yakalanıp buraya getirilmişlerdi.

Bu koğuş şeriatçı korsanların elindeydi. Bu korsanlar bize nasıl davranacaktı? Zindan içinde zindan mı edeceklerdi hayatımızı? Hepsinden önemlisi bu korsanlar işkencecilerle işbirliği içindeler mi yoksa onlar da bizimle aynı kaderi mi paylaşıyordu? Anlamakta fazla zorluk çekmedik. Bu korsanlar kesinlikle bizlere namaz kılmamız için baskı yapmadılar. Namaz kılıp kılmamakta özgür olduğumuzu ifade ettiler. Yüzden fazla genç çocuklar burada bir araya gelmiştik. Cezaevi işkencecisi Yüzbaşı Yıldıran bizim burada ıslah olacağımızı sanıyordu. Ona göre namaz kılan bir müslüman zalim de olsa devletine bağlı olur. O halde ıslahımız için ilk önce namazı kılıp, müslüman olmalıydık. Ben zaten Allab'a inanan ve müslüman bir ailenin çocuğuydum. Biz toplumda var olan zulme karşı koyuyorduk, haksızlığa itiraz ediyorduk. O zamanlar İslam'ı gerçek manasıyla bilen kaç insan vardı Türkiye'de? Zulme karş koyan tek ses, solculardı. Sağcılar zaten devlet uşaklığını yapan kimselerdi. Onlar varolan zulmün de nedeniydi bir anlamda. İslam'ı bilen yoktu toplumda. Nitekim bu yüzden bir çok cami hocası da solcuların safına katılmıştı. Bunların çoğu İslamın ne olduğunu bile bilmezlerdi. İslam'ın sadece bir takım kuru ibadetlerden ibaret olduğunu sanıyorlardı. İlk kez İslam'ın siyasi düşünceleriyle burada tanışmıştım. İslam'ın da mazlumların hakkını savundu

70

 

ğunu ve insanların eşitliğine taraftar olduğunu burada öğrenmiştim. Özellikle de denildiği gibi bu korsanların işkencecilerle işbirliği içinde olmadığını görünce çok sevinmiştim.

Çok geçmeden ben de namaz kılmaya başladım. Artık İslam'a ayrı bir gözle bakıyordum. Artık İslam sadece camilere mahkum bir din değildi. İslam zalimlerle uzlaşmayı reddeden mazlumları savunan bir dindi. İslam Kürt-Türk gibi ırkçı bir ayırıma da karşıydı. İslam tüm insanların eşit olduğunu, aynı valideynin çocukları olduğunu ifade ediyordu. Bu İslami yola kendi inancım ve irademle girdim. Hiç bir baskı ve zorlama söz konusu değildi. Dinde zorlama yoktu. Artık dinin halkların afyonu olmadığını öğrenmiştim. İslam bir afyon değildi. İslam'ı halkların bir afyonu haline getiren Belamlar vardı. Bizler bu Belamlar'ın maskesini düşürüp, oyunlarını bozmalıydık. Kısa bir müddet sonra oradaki genç mahkumların hemen hemen hepsi namaz kılmaya başladı. Tabii ki burada namaz kılanlarm hepsi samimi olamazdı. Bazıları çevre baskısı ve psikolojisi içinde riyakar bir tutum içine girerek abdestsiz namaz kılmaya başlamışlardı. Ama kesinlikle hiç kimseye namaz kılması için baskı yapılmamıştı. Bu konuda söylenenlerin çoğu yalan ve büyük bir iftiradan ibarettir. Artık yepyeni bir dünyam olmuştu. Bir anda eşyaya bakışım değişmişti. Bir başka anlam kazanmıştı dünya gözümde. Bütün açlık, susuzluk, eğitim ve işkenceye rağmen geceleri sabahlara kadar loş bir ışık altında kitap okumaya başladım.

Kim bilir anne bu yeni oğlunu o durumda görseydin gözlerine inanmazdın. Diyarbakır'ın püsküllü belası oğlun, uslu bir çocuk olmuştu bir anda. Artık gece-gündüz kitap okuyordu oğlun. Yıllarca kaybettik-

71

lerini elde etmeye, eksiklerini gidermeye çahşıyordu. Boşa harcayacak bir vaktim yoktu benim. Bir ay gibi kısa bir zamanda Elmalı'nın tefsirini okumuştum. Sevincimden uçar gibiydim. İçim içime sığmıyordu. Her gün yeni bir şeyler öğreniyordum. Gün boyunca öğrenemediklerimi de gece boyunca düşünüyordum. Artık rüyalarım bile bir başka olmuş, renklenmişti. Günde beş vakit namaz kılmak bizi pasif kılmadığı gibi daha da bir azimli kılmış, zalimlere olan kinimizi öfkemizi bilemişti. Artık Hakk'ı tanıyordum ya, haklıyı da tanımış oldum. Haklı ile haksızı, zalim ile mazlumu daha da iyi teşhis ettim. Bu "hava korsanlan" diye bilinen müslümanlar doğru yolu seçmem için hiç bir baskıda bulunmadıkları gibi bu yolu seçtikten sonra da hiç bir özel muamelede bulunmadılar. Hatta namaz kılmayanlar üzerinde bir baskı oluşmasın diye onlara özel muamele ediliyor, iyi davranılıyordu. Su, ekmek, tuvalet vb. tüm ihtiyaçlarını gidermek noktasında namaz kılmayanlara bir öncelik hakkı veriliyordu. Bu arada işkenceci yüzbaşı Yıldıran da kendi aklınca bizim namaz kılmamıza çok seviniyor, zevkten dört koşe oluyordu. Yüzbaşıya göre namaz kılmak onun aradığı manada ıslah olmanın bir göstergesiydi. Bu yüzden yüzbaşı Yıldıran namaz kılmamız için gerekli her şeyi veriyordu bizlere. Burada oldukça rahat idik. Gerçi biz de aç yatıyor, susuz kalıyor ve eğitim yapıyorduk. Arada bir dayak da yiyorduk. Ama bunlar önceki koğuşumuza oranla oldukça az ve hafifti. Bunları kıyas etmek bile mümkün değildi. Burada ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Yüzbaşı bizim namaz kılmamıza sevinirken bizler daha da bir mücadele etmek gerektiğine inanıyor, zalimlerden uzak durulmasının iktiza ettiğini görüyorduk.

72

 

Eski mücadele azmimiz daha da bir güçlenmiş, bilenmişti. Yüzbaşı Yıldıran yine de kendine teselli arıyordu. Mecburen okuduğumuz inkılab tarihi ve söylediğimiz marşlar karşısında adeta kendinden geçiyordu. Cezaevinde doğan bir çocuğun kulağına okunan ezan sesini, bir zafer olarak algılıyordu. Ama varsın öyle algılasındı. Varsın öyle anlasındı. Biz birbirimizi tanıyorduk ya. Yüzbaşı'nın bizi nasıl tanıdığının hiç bir anlam ve değeri yoktu. Yaşamak zorundaydık. İnsani hiç bir değere riayet edilmediği bu iklimde insani onurumuzu ayakta tutmak, bu ce-hennemin canlı şahitleri olarak kalmak zorundaydık. Bu cehennemden en az darbe ile kurtulmanın yollarını denemeliydik. İnsanlığın olmadığı yerde kuramsal değerleri önemsemek akıl işi olamazdı. Varsın bizi kendi anladığı manada ıslah olmuş sansınlardı, bizi psikolojik hasta algılasınlardı. Bütün bunların ne değeri vardı ki? İnsanlıkları olmayan varlıklar arasında bu insani değerlerin ne manası olabilirdi?

Nitekim bu zahiri halimize aldanan bazı mahkumlarda bizi işbirlikçi, baskıya teslim olanlar diye biliyordu. Halbuki biz aklın tatil edildiği ortamda akılla hareket ediyorduk. Kemal Pir bile güya o kadar direndi de ne oldu? Sonunda çıkıp tüm mahkumların gözleri önünde istiklal marşını okuyarak teslimiyetini ilan etmedi mi? Aldanan biz değildik. Cezaevi idaresiydi. Namaz kılıyoruz diye işbirlikçi mi olmuştuk? Rejimin anladığı manada ıslah mı olmuştuk? Lübnan Hizbullahileri Amerika için ne kadar tehlikeliyse bizler de aslında rejim için o kadar tehlikeliydik. Ama cezaevi idaresi yanılıyordu. İslam'ın siyasi ve içtimai hiç bir ilkesinin olmadığını sandıkları için bizim de artık siyasi ve içtimai hiç

73

bir etkinliğe katılmayacağımızı ve birer kuzu haline geldiğimizi sanıyordu. Varsın öyle sansındı. Ne önemi vardı? Önemlî olan bu cehennemden sağ kurtul-mak ve cinayetleri ifşa etmekti. Kerbela'da mantığın kalmadığı noktada İmam Zeyn'ül Abidin ne yapmıştı? Aklın olmadığı iklimlerde kuramsal değerleri diretmenin hiç bir anlamı yoktur. İmam Zeyn'ül Abidin Kerbela olayından sonra işte böylesi bir iklimde ilk önce insani ve akli değerleri ikame etmeye çalıştı. Bu değerler ikame edilmedikçe hiç bir şey yapılamazdı.

Bazı cahiller de korsanların rejim yanlısı, Atatürkçü olduklarnıı yazmış, ifade etmişlerdi. Hatta bu müslümanların casus ve ajan olduğunu iddia edenler bile vardı. Halbuki onların tek suçu aklın olmadığı iklimde akli değerleri ikame etmekti. İnsanlığın olmadığı domuzlar çiftliğinde insani değerleri ihya etmekti. Bunlar ise bir insanın casus ve ajan olmasını gerektirmezdi. Bu da bir metot idi. Şartlara göre mücadele etmek aklın gereğidir. Sürekli devrim ilkesi takip edilemez. Bazen İmam Hüseyin (A) gibi Yezid'e kıyam edecek bazen de İmam Seccad (A) gibi dua ve gözyaşlarıyla insan terbiye edeceksin. Bu hava korsanları da orada, o kötü şartlarda kıyamın hiç bir faydasının olmadığını görünce, insan terbiye etmeye koyulmuştu. Küçük cihad okulunu tatil ederek büyük cihad okulunu açmışlardı. Onların tek gayesi gerçek manada bir insan terbiye etmekti. Şu anda onların terbiye ettiği onlarca insan hak bildiği yolda yürümeyi sürdürmektedir. Hiç birisi de rejimle işbirliği içinde değildir. Hepsi de zulme haksızlığa karşı amansız mücadelesini sürdürmektedir. Eğer bu hava korsanları işbirlikçi, Atatürkçü ve ajan olsalardı herhalde onların terbiye et-

74

tiği insanlar da aynı yolda yürür, aynı şekilde hareket ederlerdi. Dolayısıyla bu hususta söylenenlerin hiç birisi doğru değildir. Birer spekülasyondur, iftiradır. Aynı zamanda da sahibinin cehaletini ve yüzeyselliğini gösteren bir iftiradır.

Artık bambaşka bir insan olmuştum. Her şey başka bir anlam taşıyordu gözlerimde. Solcular cezaevinde komün bir hayat yaşıyordu. Gelen eşya ve paraların tümüne koğuşun baş militanları el koyuyorlardı. Özel mülkiyet ilga edilmişti. Ama bu mülkiyeti elinde tutanların bir çoğu haksız bir takım ta-sarruflarda ve şahsi harcamalarda bulunuyordu. Aslında kömünizm ilk defa bu zindanlarda iflas etmişti. Özel mülkiyeti ve tasarrufları ilga edilen mahkumlar yapılan bu su-i istifadelere müdahale de edemiyordu. En küçük bir itiraz burjuvazi eğilimleri taşımakla suçlanmaya ve toplumdan dışlanmaya yetiyordu. Ama bizler burada islami esaslar üzere bir Beytülmal oluşturmuştuk. Parası gelen mahkumlar bu beytülmale belirli miktarda bir ödeme yapıyordu. Her türlü harcamalar bu beytülmalden yapılıyordu. Bunun yanısıra bir de infak müessesesini ihya etmiştik. Maddi durumu iyi olan mahkumlar fakir mahkumlara beytülmalin yanısıra bir de infakta bulunuyordu. 31. koğuştaki tüm mahkumlarda bir kardeşlik ve fedakarlık ruhu hakimdi. Burada adaletten de öte ikram ve ihsan felsefesi hakimdi. Herkes hakkından feragat etmeye ve müslüman kardeşine ikram etmeye çalışıyordu. Örnek bir islam toplumu inşa etmiştik. Kitapta okuduğumuz ilk İslam toplumunu, şartlar elverdiği oranda uygulamaya geçirmek, pratize etmek istiyorduk. Bu hususta ne ka-dar başarılıydık, Allah bilir. Ama herkes bu ilkeleri ikame etmenin cehdi içindeydi. Boş zamanlarımızda

75

ilmi ve fikri alış-verişlerde bulunuyorduk. Hava korsanları islami ükelere ters düşen bazı marşları söylemek yerine mehter marşını söyletmeye çalışıyorlardı. Sabahtan akşama kadar cezaevi tekbirlerimizle inliyordu. Duyanlar Osmanlı akıncılarının akımına uğradığını sanırdı. Madem marş söyleyecektik o halde şirk kokan harbiye marşı yerine mehter marşını söylemek daha iyi değil miydi? Ayrıca mehter marşı bu rejimin marşı değildi. Bu rejimin imzasını taşımıyordu.

Gerçek bir asr-i saadet havası esiyordu 31. koğuşta. Cezaevinden tahliye olanlar çıkar çıkmaz bu islami atmosferi dışarıya taşımaya çalışıyordu. İnandığı ve yaşadığı ilkeleri dışarıda da yaşamaya koyuluyordu. Bu kardeşlerimizin dışarıda başlattığı tebliğ ve davet çalışmalarını duyunca bizim de göğsümüz kabarıyor, bununla iftihar ediyorduk.

Bu cezaevini bir Medrese-i Yusufiye haline getirmiştik. İlim ve amel derslerini alıyorduk burada. Hava korsanlarının o günkü samimiyetleri, yakınlıkları ve fedakarlıkları, kendilerini gören herkesi derinden etkiliyordu. Özellikle de Ömer Yorulmaz bu hususta örnek bir insandı. Diğer mahkumlar yıkanamıyor diye yıkanma imkanı olduğu halde yıkanmıyordu. Onlar da elinde imkan olmasına rağ-men sıradan bir mahkum gibi yaşıyordu. Bu sadelikleri ve fedakarlıkları insanı derinden etkiliyor ve kendine cezbediyordu. Bu 31. koğuşta da bir yıl kaldım. Yani tarihte bir eşinin olmadığını iddia ettiğim bu cehennem hayatını tam iki yıl yaşamıştım. Sonunda dört yıl hapis cezasına çarptırıldım ve Malatya E-Tipi cezaevine nakledilmem öngorüldü. Bir daha arkadaşlarımla vedalaştım 32. koğuştan ayrılırken taşıdığım duyguları yeniden yaşadım. Arkadaş-

76

 

lar bir misafıri uğurlar gibi bizi de ikramla uğurladılar. Biz bu cehennem hayatından kurtulmuştuk. Ama binlerce insan bu hayatı yaşamaya devam edi-yordu. Birileri cehennem hayatı yaşarken bizim rahat bir hayat yaşamamız mümkün müydü? Bir sabah adımız okununca hemen eşyalarımızı toplayıp arkadaşlarla vedalaştık ve koğuştan ayrıldık. Bu cehennemden kurtulmuştuk. Zebanilerin elinden kurtulmayı becermiştik. Artık her şeye son bir gözle ba-kıyordum. Gerçi tahliye olmuyordum, serbest bırakılmıyordum ve başka bir cezaevine gidiyordum. Ama bu cehennemden kurtuluş bir nevi tahliye idi. İnsana serbest bırakılma ve özgürlük sevincini yaşatıyordu. Adeta özgürlüğümüze kavuşmuştuk. İki yılın ardından ilk defa bir ekmek yüzü görecektik. İlk defa sıcak bir çay içecektik. İlk defa sıcak bir suyla yıkanacak, doyasıya sabunlanacaktık. İlk defa keyif içinde bir sigara yakacaktık. Doyasıya yiyecek, kanasıya içecektik, adeta yeniden dünyaya gelmiş gibiydik. İlk kez doyasıya güneşlenecek, yıldızları seyredecektik. İlk kez toprak görecek, saksılarda da olsa bir bitki yüzü görecektik. Her şeyi ama her şeyi yeniden görecek, yaşayacak ve tadacaktık. Her şeyden önemlisi artık hiç kimseye "komutanım" demeyecek sövülmeyecek, hakaret edilmeyecek, horlanmayacak ve dövülmeyecektik. Gardiyanlar ikişer kişiler halinde ellerimizi kelepçeledikten sonra hep birlikte bu cehenneme elveda ettik. Elveda cehennem, elveda zebaniler. Bir daha ne zaman gorüşecektik bilemiyordum. Ama bütün bu olanların hesabını soracaktık biliyordum. Bir gün mutlaka ama mutlaka hesabını soracaktık bu günlerin.

Ama anne, bu gardiyanlar da ilk başta öyle kötü insanlar değildi. Hayvani ruhlan şuurlu bir takım

77

hareketlerin menşei haline gelince bir takım halleri ortaya çıkmış ve amellerin tekrarıyla da bu halleri melekeleşmişti. Yeryüzündeki zalimlerin hiç birisi anasından zalim doğmuş değillerdi. Kötü fiillerin tekrarı sebebiyle kötü halleri melekeleşmiş ve varlıklarının ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Buna bizzat kendim şahit oldum. Yeni gelen askerlerden birisi ilk önce tokat vurmasını bile beceremezken, çok geçmeden cezaevinin en işkenceci gardiyanlarından biri olmuştu. İlkönce bir karıncayı incitmekten dahi sakınanlar bir süre sonra canavar kesiliyor, insan öldürecek kadar korkunç bir duruma geliyordu. Burada gardiyanlar işkence etmek zorundaydı. İşkence etmeyi kabul etmeyen askerler hemen takibe alınıyor, hakkında soruşturma açılıyordu. "Gurzo" gibi bazı askerler ise solcu oldukları halde mahkumları devlete düşman tutabilmek için bilinçli bir şekilde işkence ediyordu. Velhasıl felsefesi ne olursa olsun burada olan herkes işkence etmek zorundaydı. İşkence etmeyen askerleri işkence Demokles’in kılıcı gibi tehdit ediyordu.

Cezaevi işkencecileri yeni gelen askerlere tüm mahkumların birer cani, vatan haini ve cinayetkar olduğunu telkin ediyorlardı. Bütün bu olumsuz propogandanın etkisinde kalan gardiyanlar vatana hizmet aşkıyla eli kolu bağlı insanlara işkence ediyordu.

Onlara göre ailelerimiz de bizim gibi teröristlerin ziyaretine geldikleri için suçluydu. Onlar da bir anlamda teröre destek oluyordu. Onlar anne-baba sev-gisinin ne olduğunu bilemeyecek derecede zavallılaştırılmışlardı. Bu yüzden ziyarete gelen ailelere de zulmediyorlardı. Askerler genç kızlara laf atıyor, yaşlı anne-babalara kötü laflar ediyordu. Evlatlarını

78

 

gözleri önünde dövüyor, hakaretler yağdırıyordu. Bu insanların bildiği tek şey komutanına itaatti. Onlar için ne yapmak gerektikleri önemliydi. Neyi niçin yapmaları gerektiği kendilerini hiç ilgilendirmiyordu bile. Cezaevi işkencecisi Yüzbaşı Yıldıran kanun tanımıyordu. Onun için tek kanun vardı, kanunsuzluk... Mahkemelerin tahliye ettiği yaşlı bir mahkumu tam altı ay boyunca Türkçe bilmiyor diye hapislerde tutabilecek kadar kanunsuz bir insandı Yüzbaşı Yıldıran. Yüzbaşı Yıldıran'a göre Kürt olmak suçtu. "Kürdüm" demek suçtu. Türkçe bilmemek suçtu. Hatta İranlı ve Suriyeli olmak bile suçtu. Yeryüzündeki herkes Türk olmak zorundaydı. Karısının yanında yolda giderken dahi Türklük marşları okuyan ve İstiklal marşını dinlerken gözyaşı döken Yüzbaşı için psikologlar ne diyor bilemiyorum, ama bana göre normal bir insan değildi. Türk kelimesi bir ilah gibiydi kısık gözlerinde. Cezaevindeki mahkumların sivil elbiselerini giymesine bile tahammül edememişti. Tüm mahkumlar cezaevinde tek tip bir elbise giyiyordu. Bu elbiseyi giymek istemeyenler, yapılan korkunç işkenceler karşısında teslim olmuş, hemen Yüzbaşının öngördüğü elbiseyi giymek zorunda kalmıştı. Yüzbaşı bütün bu işkenceyi kadınlara da uyguluyordu. Bir çok zavallı kadın karnı burnunda hamile bir halde bu zindanlarda işkence görüyordu. Onlar da aynı açlık ve susuzluk içinde günde sekiz saat eğitim yapıyordu. Bir çok kadının tek suçu kocalarının terör olaylarına bulaşmasıydı. Evde kocasını bulamayan emniyet güçleri evdeki kadın çocuk ve yaşlıları alıp zindanlara atmışlardı. Dünyanın hiç bir yerinde bir suçlunun yerine bir başkası cezalandırılmaz. Ama burası Türkiye idi. Türkiye'de

79

 

herşey normaldir. Olmayacak şey yoktur bu ülkede. Dünyanın hiç bir yerinde görülmeyen olaylar yaşanır bu iklimde.

Cezaevindeki kötü koşullara rağmen oruç tutardık. Ama gardiyanlar oruç tutmamıza bile tahammül edemezlerdi. Yüzbaşı Yıldıran cezaevinin kötü şartları içinde oruç tutmanın caiz olmadığını bir müftü edasıyla ilan etmişti. Gardiyanlar oruç tutan yaşlı mahkumlara kat kat işkence ediyordu. Gardiyanlara göre bu şartlarda oruç tutanlar işkenceye davetiye çıkarıyordu. Güçlü ve dayanıklı olduklarını izhar etmiş oluyorlardı. O halde işkence edilmeli daha ağır bir eğitime tabi tutulmalıydılar. Kurdun mantığıydı bu. Suyu bulandıran kuzu idi ve haklı olan ise hep kurtlar. Cezaevinde yapılan genel aramalar da tam bir rezaletti anne. Her şeye aç kurtlar gibi saldırıyor, yırtıyor, parçalıyor, altını üstüne getiriyorlardı. Ortalık ana-baba gününe dönüyordu. Mahşerdi bu, kıyametti. Onlar yıkmak, yırtmak vurmak kısacası tüm olumsuzluklardan zevk alıyordu. Yüzbaşının emriyle yapılan genel aramalar ve gece baskınları da psikolojik bir işkenceydi. Arama sonrası tüm koğuş seferber oluyor, kırık dökükleri topluyor, yırtık sökükleri dikiyorduk. Geceleri bile rahat uyuyamıyorduk. Her an bir arama veya gece baskını korkusuyla uyuyorduk. Halbuki bu zindanlarda bulabilecekleri gizli bir şeyimiz olabilir miydi? Traş için kullandığımız jiletleri bile denetim ve kontrol altında veriyorlardı. İşkenceciler toplu intihar olayından korkuyorlardı. Gerçekten de birçok mahkum en küçük bir imkan bulduğunda intihara teşebbüs ediyordu. Bileklerini kesenler, kendini yakanlar ve kravatıyla kendini asanların haddi hesabı

80

 

bilinmiyordu. Ama bütün bunlara rağmen işkenceciler yine de işkenceye devam ettiler. Onlar başta öldürmek için programlanmışlardı. Ölüm onlar için hiç de öyle yabancı ve garip bir hadise değildi. İşkenceciler hiç bir duygu taşımıyorlardı. Onlar için duygu hiç bir mana ifade etmiyordu. Duygusallık aptallıktı onlara göre, zayıflıktı. Acımak güçsüzlerin, zayıfların hasletiydi. Ağlamak yoktu, gözyaşları kurumalıydı. Sevda yoktu, sevgi yoktu. İnsanlık onuru hiç bir değer taşımıyordu. Birer robot idi gardiyanlar. Öldürmek üzere programlanmış birer robot. Acıma duygusu ve merhamet nedir bümeyen birer robot.

 

81

 ***

Sahi bana vatan sevgisini hep sen aşılardın değil mi anne? Bu vatan bizim derdin. Bu vatan hepimizin derdin. Yeryüzü bizim, bu alem bizim derdin. Allah tüm yeryüzünü mustazaflara miras bırakacak ve yeryüzüne bir gün mustazaflar hakim olacaktır. Ama vatan hainleri bunları bilmez ki anne! Vatanı oldu olalı bölmeye çalışmışlardır bir takım hainler. Sahi Osmanlı'yı bilirsin değil mi anne? Vatan hainleri İslam'a pamuk ipliğiyle bağlı Osmanlı İmparatorluğuna bile tahammül edememişlerdi. Kocaman yarim İstanbul'u İngiltere Fransa ve Rusya paylaşmak istiyordu. Ruslar ta o zamandan beri Ayasofya'ya göz dikmişti anne. Sonunda vatan hainleri ittihatçılar İstanbul'u boşaltma kararını bile vermişlerdi. Bu hainler yüzünden bir zamanlar dünyanın tek güçlü imparatorluğu olan Osmanlı hükümeti Balkanlar üzerinden Almanya'dan yardım bekler hale gelmişti. Mağrur kafirler 18 Mart günü inanç duvarına çarpınca cin çarpmışa döndüler anne. Halbuki Deniz Bakanı Churchill 15 Mart günü son derece mağrur bir ifadeyle zaferin kendilerinin kazanacağını söylüyordu. Onlar 250 kiloluk mermileri sırtlayarak kafirleri bozguna uğratan Edremitli Koca Seyyid'i nereden bilsindi ki anne? İman nedir bilmez bu kafirler. İşte bu iman seddine çarpan kafırler Çanakkale'yi geçemediler. Ama bugün bu iman yok bizde anne. Artık kafirler köşklere kuruldular. Geçilmedik bir boğaz kalmadı bizde. Boğazlarımızı da elde ettiler haram lokmalarla. Midelerimize kadar

82

 

sızdı kafirler. Çanakkale zaferinin gerçek kahramanları olan Cevad ve Selahaddin Adil Paşa'yı kimseler tanımıyor artık. Ortalığı sahte kahramanlar doldurmuş anne. Bir de bu sahte kahramanları öven dalkavuklar, Atatürk'ün Samsun'a çıkışını Peygamber'in miraca çıkışına benzeten Behçet Kemal Çağlar konuşuyordu artık. Kur'an harfleri yerine Latin harfleri kondu anne. Amerikan mandacıları daha o zamanlar da vardı anne. Halide Edip bunun en açık örneğiydi. Bunlara göre kurtuluşumuz Amerikan mandasına girmemizdeydi. Halbuki 1924 Anayasasının 2. maddesinde Türkiye devletinin dini din-i İslam'dır" deniliyordu anne. Hem müslümanlık hem de ecnebi mandasına girmemiz isteniyordu. Olacak şey miydi anne? Türkiye'de ilk komünist partisi de Atatürk'ün emriyle kurulmuştu. Hatta Yeşil Ordu'nun kontrolünün Ethem Bey'e geçtiğini görünce Ekim 1920 başlarında Yeşil Ordu'yu lağvettiren de Atatürk'ün bizzat kendisiydi. Her şey kendi ellerindeydi. İstediğini kuruyor istediğini de lağvediyorlardı. Hatta İsmet Paşa "Çekilin" emrini verirken Yunan da çekilmişken bunun adına "İnönü zaferi" denildi.Atatürk Fransa'dan gelen Kontes adlı madama "Benim için diktatör diyorlar, evet ben diktatörüm. Ama kalpleri kazanarak diktatör oldum." demişti. Kalpleri kazanan bir diktatör! İlk demokrasi Şehidi Ali Şükrü'nün tek suçu neydi bilir misin anne? Atatürk'e muhalefet. Muhalefet o zamandan beri yasaktır bu ülkede. Darağaçlarında sallandırılır muhalifler. Hani ya ihtilafı rahmetti bu ümmetin? Kim hain, kim kahraman buna kim karar vermeli anne? İngilizlere göre Nehru bir haindi. Ama Hindistanlılar onu bir kahraman bilir. Bir zamanlar hain ilan edilen Refii Cevat Ulunay daha sonra iade-i

83

 

itibar'a kavuşarak kahraman ilan edildi.

Atatürk'ü Samsun'a yollayanı daha sonra yurt dışına yolladılar anne. Bir zamanlar hain ilan edilen 150'likler daha sonra affedildi. Ama kiminin ölüsü kiminin de canlı cenazesi affa uğramıştı. Dönüş 150'liklerden çok azına nasib oldu. Bir çoklarının hem gidişi hem de dönüşü hüzün doluydu.

Bir anda ülke masonların eline geçti anne. Dökülen kanların üzerine içki içtiler, şampanya patlattılar. Tunalı Hilmi, Ali Şükrü'den içki isteyince bir güzel dayak yemişti. Keşke her içki isteyene dayak atılsaydı değil mi anne? Öylece içkiye harcanan bunca paralar Rum ve Yahudilerin cebine inmez, İslam düşmanları sevinmezdi. Ama olmadı anne. Ali Şükrü bey de Topal Osman Ağa tarafından öldürüldü. Topal Osman Atatürk'ün muhafızıydı. Yakub Kadri Karaosmanoğlu'nun Allah'a, Behcet Kemal Çağlar'ın ise Peygamber'e benzettiği Atatürk'ün muhafızı! Atatürk havadan bakanlıklar dağıtıyordu. Bakanları halk değil, Atatürk seçiyordu. Daha sonra bu adaylar da Atatürk'ü cumhurbaşkanı seçmişti. Yunus Nadi gibi jakobenler de tek partiyi övüyor, başarılarını dile getiriyordu. Köylü ve çiftçiler bir anda bakan diye meclise girmişlerdi. Ama bu köylü ve çiftçilerin meclise alışamayanları bir müddet sonra kaçmaya başlamıştı. Aslında Atatürk'ün en pratik usulü resme bakarak bakan tayin etmekti. Mustafa Eken bir gece evine dayanan jandarmaların ne istediklerini öğrenince kim bilir kendisi de şaşırmıştı. Jandarmalar "Bakan oldun, seni götüreceğiz." diyorlardı. Böyle atamalı bakanlardan Hasan Ali Yücel tek partinin milli eğitim bakanlığını yaptı. Bu atamalı bakan verilen emirler üzere dinsiz bir nesil yetiştirmek için elinden geleni yaptı. Atatürk bir

84

 

bardak ayranını içtiği Kazan Köylü Satı Kadını bile bakan tayin edecek kadar cömertti. İşte bu atamalı mebuslar tarafından Mart 1935 yılında Atatürk 4. defa Cumhurbaşkanı seçildi. Bu 5. devre bakanları Cuma tatilini de Pazara aldı. O zamanlar dine söven mukaddesatla alay eden herkes ödüllendiriliyordu. "Ka'be Arab'ın olsun, bize Çankaya yeter" diyen Kemaleddin Kamu tam üç devre, dine ve ilahi değerlere saldıran Reşat Nuri Gültekin ise tam sekiz yıllığına-bakan tayin edilmişti. Ne yazık ki bu atamalı bakanların çoğu seçildikleri illerini bile tanımıyorlardı. 1946 seçimlerinde CHP'nin devlet imkanlarıyla DP'li vatandaşlara yaptığı zulüm ve işkenceleri anlatmak için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Ül-kede engizisyon mahkemeleri kurulmuştu. Bu zalimleri savunan avukatlar da CHP'liydi. 1923 yılında başlayarak dört yılda bir yapılan tek parti seçimleri 1946'daki erken seçimle son buldu. 12 Eylül dönemi de işte bu tek partili dönemin bir devamıydı anne. Atatürk'ün emriyle kurulan İş Bankası'nın sermayesi de Hint Hilafet Komitesinin hilafet için gönderdiği paralardı. O zamanlar Atatürk tek tek camileri gezerdi anne.

1925 yılında çıkarılan takrir-i sükun Kanunu ile kurulan istiklal mahkemeleri ortaçağ engizisyon mahkemelerini andırıyordu. İstiklal mahkemesi üyesi Kılıç Ali 1938'e kadar yüzlerce suçsuz insanın idam hükmünü vermişti. Nihayet bu engizisyon mahkemeleri de 4 Mayıs 1949 günü Adnan Adıvar ile Cihat Baban'ın ortaklaşa yaptıkları bir teklif sonucunda TBMM'ce lağvedildi. Böylece 1920 Eylül ayı içinde İnönü'nün TBMM'de verdiği tekliften sonra kurulan yedi istiklal mahkemesi ile 1925'de ikinci defa kurulan istiklal mahkemesinin korkulu göl-

85

gesi de ortadan kalkmış oldu.

Türkiye halkının "Atatürk'ün bir kılı için yüz bin darağacı dikerim" diyen Ali Saip Ursavaş gibilerinden çekmediği kalmamıştır. Bunlar Musul'u da 500 bin sterline satmışlardı. Dilimizi alfabemizi de değiştirdiler ana. Böylece İslam kültürünün kökünü kazımak istiyorlardı. Mecid Paşa ve Rıfat Bey bu alfabe değişikliğini savunanların başında geliyordu. Namık Kemal ise harfleri değiştirmenin müslümanlığı kaldırmak olduğunu söyleyerek karşı çıkıyordu.

Asıl ismi Conatontine Borzecki olan Polonya asıllı Mustafa Celaleddin Paşa da latin harflerini savunuyordu. Kazım Karabekir Paşa da harf değişikliğini ecnebilerin telkin ettiğini belirterek "İslam aleminde Türkler Hristiyan oldular' diye propoganda yapacaklar." diyordu. Hüseyin Cahid ise yegane kurtuluşun latin harflerini kabul etmekte olduğunu söylüyordu. Avni Başman gibi bazıları ise her iki alfabenin rekabet etmesi gerektiğini savunuyordu. Lenin bile harf devrimini yapmamışken Atatürk'ün biran önce harf devrimini gerçekleştirmek istemesi ol-dukça ilginçtir. Latin harflerine "Türk Alfabesi" tabirini ise İnönü keşfetmişti. Artık Falih Rıfkı gibilerin tüm çabası Arapça'nın kökünü kazımaktı. Kanuna göre Latin harflerini kullanamayanlar hapse atılacaktı. Halbuki Atatürk bile harf devriminden sonra eski yazıyı kullanmaya devam etmişti. Eski yazıyla yazanlar işten atıldı. Eski eserlerden bazısı yakıldı bazısı da Bulgarlar'a satıldı!

Kısacası geçmişe ait her şeyi yok etmek istiyorlardı. Halbuki 12 Eylül figüranı Kenan Evren bile Arap harfleriyle not tuttuğunu itiraf etmekteydi. Yahya Kemal'in "Kökü mazide olan atiyim." dediği bir nesli ortadan kaldırmak ve eyyamcı bir nesil yetiştirmek

86

 

isteyenler bunları düşünemezdi elbette. Onlar için önemli olan tek şey efendilerinin kendilerinden ne istediğiydi.

Ali Fethi gibiler artık açıkça "İslamlığı kabul ettiğimiz için böyle kaldık. Bunun için İslam kalmayacağız." diyordu. İsmet Paşa Lozan'da İngilizlere gizli bir anlaşma ile hilafetin kaldırılacağını söylemişti. İslam'a karşı savaş açan CHP kadroları birçok camileri yıkmış, birçok camileri de başka işlerde kullanmak için satışa çıkarmıştı. Bu zihniyetin devamı olan 12 Eylül idaresi de Ayasofya'daki ezanı susturdu. Tek Parti döneminde Sirkeci'deki vezir cami yakılmış, arsası satılmış ve yerine içkili bir gazino yapılmıştı. CHP, camileri haraç-mezat satarak CHP binası ve depo yaptı.

......

 

Atatürk'ün çok beğendiği Abdullah Cevdet Fransız materyalist yazar Gustave Le Bon'un "melezleşme teorisi"ni tatbik ederek ülkeye "damızlık erkek" getirtme fikrini savunuyordu.

Cumhuriyet gazetesinin başyazarı Nadir Nadi'nin babası Yunus Nadi "Yaşasın İttihad-i İslam" diye bağıran bin bir suratın biriydi. Medrese tahsilli olan Yunus Nadi işrette de baş köşeyi kimseye bırakmıyordu. Aynı zamanda Atatürk'ün de bilgisi dahilinde kurulan TKP'ye girmiş biriydi. Nitekim Tevfik Rüştü de Yunus Nadi ile birlikte TKP'yi kurarak

87

başına kızıl kalpağı geçirmişti. Halk istiklal mücadelesi verirken Yunus Nadi, Bekir Sami ve Yusuf Kemal sabahlara kadar içki içiyor ve kumar oynuyordu.

Yahya Kemal de "tek parti-tek şef' döneminde meddah olduysa da Rıza Nur'un ikazından sonra istifa edip uzlete çekildi.

Türkçe ezandan sonra Türkçe Kur'an okutmak için teşebbüse geçen Atatürk Dolmabahçe'de saz takımı eşliğinde Kur'an'ın mealini okumuştu.

Türkçe Kur'an, ezan ve hutbe planının ilk tatbik edildiği yer Yerebatan Camisiydi. Böylece Ayasofya'da 481 yıl okunan ezanı 1934 yılında susturdular. Ayasofya'da okunan ezan ve hırka-i saadette okunan Kur'an 12 Eylül'de yeniden susturuldu.

CHP'nin altı oku "Atatürk ilkeleri" diye yutturuldu. 13 yıllık cumhuriyet idaresinde tam 27 yerde isyan gerçekleşmişti. Bunlardan bazısı şunlardır:

12-28 Eylül 1924'de Nasturi ayaklanması. 13 Şu-bat-31 Mayıs 1925'de Şeyh Said hadisesi. 9-12 Ağustos 1925'de Raçkotan ve Raman Tedib Harekatı. 1925-1937'de Sason isyanları. 16 Mayıs-17 Haziran 1926'da 1. Ağrı isyanı. 7 Ekim-30 Kasım 1926'da Koçuşağı isyanı. 26 Mayıs-25 Ağustos 1927'de Mutki isyanı. 13-20 Eylül 1927'de 2. Ağrı Harekatı. 7 Ekim-17 Kasım 1927'de Bicar Tenkil Harekatı. 22 Mayıs-3 Ağustos 1929'da Asi Resul isyanı. 14-27 Eylül 1929'da Tendürük Harekatı, 26 Mayıs-9 Haziran 1930'da Savur Tenkil Harekatı. 20 Haziran-Eylül 1930'da Zeylan isyanı. 16 Temmuz 10-Ekim 1930'da Oramar isyanı. 7-14 Eylül 1930'da 3. Ağrı Harekatı. 8 Ekim-4 Kasım 1930'da Pülümür Harekatı. 1937-1938 Tunceli (Dersim) Tedib Harekatı...

Bütün bu isyanlar her defasmda kan ve gözyaşıy-

88

 

la bastırıldı, Binlerce insan sürgün edildi. Dersim'de halka korkunç işkence ve zulümler reva görüldü. Halkı sindirmek için hemen silah ve bomba kullanıldı. Birçok kıyımlar "Kürt" halkını "Türk" yapmak içindi. Atatürk de "Ne mutlu Türküm diyene" dememiş miydi? O halde zorla da olsa bu mutluluk sağ-lanmalıydı. Bu sürgün olaylarında binlerce insan telef oldu. Dersim'e gönderilen Orgeneral Kazım Orbay harekat esnasında kan ateş ve dumanla çevrilmiş etrafını dürbünle seyrediyordu.

Dersim'de bir Kürt kellesi getirene bir paket sigara veriyordu subaylar. Askerler çılgınca kadınları genç kızları çocukları bir camide toplamış ve hepsini çatır çatır yakmışlardı.

Çanakkale Mületvekili Bedii Enüstün "Atatürk'le ilgili bir kitabı Kur'an'dan daha üstün tutmayan dindar bir vatandaş beş sene cezalanabilir." diyerek Atatürk aleyhinde işlenen suçlarla ilgili Kanun teklifinin vehametini dile getiriyordu.

Bugün demokrasi denince mangalda kül bırakmayan Bülent Ecevit 27 Mayıs 1960 ihtilali için "Bu bir ihtilal değildir." diyerek ahkam kesiyor ve ihtilalcilere övgüler yağdırıyordu.

 

Bugün ekranlarda demokrasi dersleri veren Çetin Altan 27 Mayıs ihtilali için bakın ne diyordu:

"Şayet sizlere haysiyetsiz demişsek özür dileriz."

Bugün demokrasi ve özgürlük havarisi kesilen Aziz Nesin millet iradesinin katledildiği 27 Mayıs ihtilali için "Onlara acımayalım." diye öğüt veriyordu.

Bugün köşkünde viski yudumlarken bir yandan da özgürlük romanları yazan Yaşar Kemal, "Bütün zincirlere paydos" diyerek ihtilale alkış tutuyordu.

Bugün demokrasi havarisi kesilen Oktay Akbal

89

da 27 Mayıs ihtilali karşısında kendinden geçerek "Elbirliğiyle devrimci medeni bir ülke yaratacağız." diyerek millet iradesinin enkazı üzerinde devrimci bir ülke kurmanın planlarını yapıyordu.

Prof. Dr. İlhan Akın, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, Vecihi Ünal, Tahsin Öztin, Müşerref Hekimoğlu, Nadir Nadi ve daha nice demokrasi paçacıları o gün milletin iradesini çiğneyen 27 Mayıs ihtilaline şapka çıkarıyor, ayakta alkışlıyorlardı. Eyyamcı aydınlarımız tarih boyunca hiç değişmemişlerdir. Bugün de durum aynıdır. İstiklal mahkemelerini öven Aziz Nesin, sanatçılara iyi davranmıyor diye bugünkü rejime karşı çıkışlar yapabilmektedir.

Şimdi de hep birlikte Türkeş'in ihtilale gerekçe gösterdiği şu ibretli sözlerine kulak verelim. Türkeş bu ihtilalin gerekliliği için "son zamanlarda Anadolu'yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü? Türk camiinde Türkçe Kur'an okunur, Arapça değil." diyerek İslam düşmanlığını bir nebze de olsa ortaya koyuyordu.

Oktay Ekşi de ihtilalcilerin iltifatına mazhar olanlardan biriydi. 1960 ihtilalinde bir avuç subayın tavrı astığı astık, kestiği kestik hale gelmişken Yahudi dönmesi Abdi İpekçi "Bu ihtilal değildir." diyordu.

 

Çetin Altan'ın şeytandan ilham alan kaleminden kan damlıyordu.

 

Aziz Nesin "kuyruklar" dediği "Demokrat Parti'ye oy veren herkesin içeri atılmasını istiyordu. Ama Nesin kazdığı kuyuya kendi düştü ve defalarca vatana ihanet suçundan muhakeme edildi.

Vecihi Ünal, Nezihe Araz ve Ahmet Emin Yalman gibi özgürlük havarileri bu kanlı ihtilali öve

90

 

öve bitiremiyor, göklere çıkarıyorlardı.

Yahudi asıllı gazeteci Sami Kohen de ihtilali şiddetle alkışlıyordu. Milliyet yazarı Refı Cevat Ulunay, Hasan Pulur, Atilla İlhan, Ali Ulvi ve Altan Erbulak da ihtilalin el-etek öpücülerindendi.

Tercüman gazetesinin yazarı Kadircan Kaflı da ihtilale çanak tutan yazarlardan biriydi.

Necati Cumali gibi marksist kalem ile Haldun Taner gibi sağcı kalemlerin tümü ihtilali ayakta alkışlamışlardı.

Gürsel Paşa "Çocuklar bana bir ada bulun. Bütün yobazları bu adaya toplayacağım." diyordu.

Evet Mahir Kaynak'ın da dediği gibi gerçekten 12 Mart ve 12 Eylül ihtilalleri dış kaynaklı bir ihtilaldi.

Bütün bunları niye naklettim biliyor musun anne? Tarih tekerrürden ibarettir gerçeğini göstermek istedim sana. 12 Eylül ihtilali de 27 Mayıs ihtilalinin bir devamıydı. Dersim katliamı yeniden tahakkuk etti. Tüm ülke işkence altındaki insanların feryadıyla inliyordu. E-Tipi cezaevleri yaşlılar, kadınlar ve çocuklarla dolup taşıyordu. Aydınlarımız da hep aynı şeyi yaptılar. Hakim sınıfın yanında yer almış, halkın feryatlarına kulak tıkamıştı. İhtilalciler hep ihtilal yapmış, ama onları hep aydınlar yüceltmiş, göklere çıkarmıştır. Olan yine halka oluyor, ihtilallerin faturası halka çıkartılıyordu.

 

91

 ***

Yine soğuk bir gündü ana. İki yıl cehennem hayatını yaşadığım zindanlardan kurtulmuş jandarma konvoyu eşliğinde Malatya E-Tipi cezaevine doğru yola çıkmıştık. Her şey bir hayal gibiydi ana. Başka bir gezegene inmişe benziyorduk. Her şey yabancıydı burada. İki yıl boyunca ilk defa gördüğümüz sayısız şey vardı etrafımızda. Bizi Malatya'ya götüren jandarmalar o bir kaç saat gördükleri yeryüzü cehenneminde nasıl yaşadığımızı ve nasıl sağ kalabildiğimizi sorup duruyordu. Gördüklerine bir türlü inanamıyorlardı. Hayal miydi, rüya mıydı bir karara vara-mıyorlardı.

Acıktığımızı bildikleri için şehrin çıkışında konvoyu durdurup bizlere yiyecek bir şeyler ve bir kaç paket sigara aldılar. İki yıl sonra çarşı ekmeğini ilk kez görüyorduk. Herkesin boğazı düğümlenmiş, gözleri dolmuştu. Herkes sessizce, için için ağlıyordu. Hiç kimse ekmeğe elini uzatamadı. Kanlar damarlarda donmuş gibiydi. Yer-gök isyan ediyordu halimize. Kimse birbirinin yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Bir müddet sonra gözyaşlarını silen bir mahkum utancını yenip ekmeğe uzandı. "Haydi arkadaşlar siz de yeyin!" deyince dayanamadık. Herkes bir parça ekmek ve peynir alarak yemeğe başladı. Midelerimiz bayram ediyordu. Yıllardır sıcak bir ekmek ve peynir tatmamıştı. Neredeyse ekmek peyniri unutmuş gibiydik. Karnımızı doyurduktan sonra bir de sigara yaktık derince. Sigara dumanı aylardır gözlerimizde tütüp duruyordu. Nihayet siga-

92

 

raya da kavuşmuştuk. Cehennemden cennete mi götürülüyorduk? Malatya E-Tipi cezaevinde her şey vardı ana. Yemek, sıcak çay, su, ekmek ve sigara... Her şey vardı bu cezaevinde. Her şeyden önemlisi işkence yoktu, hakaret yoktu. Korku içinde değildik gün boyunca. Burada açık görüş de vardı. İlk kez burada öpmüştüm elini değil mi ana. Dakikalarca tek kelime edemeden ağlaşmıştık bakışarak. Bana getirdiğin çöreklerini tatmıştım burada. Burada da tam iki yıl boyunca ne komünist ne faşist olmamanın gururuyla yaşamaya çalıştım. Müslümanca yaşamak çok zordu elbette. Avucunda ateş tutmaya eşti müslümanca yaşamak.

İki yıl sonra Malatya E-Tipi cezaevinden de tahliye oldum. Tam dört yıl sonra ilk defa yürüyordum sokaklarda. İnsanlar bir garipti, yabancısıydım her şeyin. Her an bir hata yapacağım korkusuyla adım atıyor, daima bir ürkeklik içinde bulunuyordum. Malatya E-Tipi cezaevinde de sayısız insan gördüm. Ali'nin adaleti yerine Muaviye'nin siyasetini tercih eden hocaları dinledim. Kendini Hindistan E-Tipi cezaevinde sananlar vardı burada. "Hz. İsa" olduğunu ilan edenler de işin cabasıydı doğrusu. Hücreler arasında postacılık işlevini kediler yapıyordu cezaevinde.

Dışarısı pek farklı değildi anne. İnsanlar hep aynıydı. Adem'den günümüze insanlar hep aynı olmuştu. İnsan hep nankördü, kötülüğe meyyaldi nedense. Bir an hapisten çıktığıma pişman olmuştum inanır mısın anne. Betonlar daha sıcaktı birçok insandan. Demirler sertti ama sadıktı, doğruydu. Yalan ve hilesi yoktu karavanaların. Paraya tapmıyordu burda insanlar. Başını kaşıyacak vakti vardı in-sanların. Ama dışarıda bunların hiç birisi yoktu

93

ana. Paraya tapan nice insanlar vardı dışarıda. Aslında dışarısı da zindandı insanlara. Burada insanlar daha büyük bir cezaevinde yaşıyordu farklıca. Zindanlar farklıydı anlayacağın. Kardeşlik mezara gömülmüştü çoktandır. Asr-ı saadet kitaplarda kalmıştı artık. Peygamber'e bile dil uzatır olmuştu birileri. Sahabilerin tümü birer ilahtı bazılarının gözünde. Ali yine yalnızdı. Fatıma'nm topraktan evinin kapısını çalan yoktu. Ebu Zer Rebeze'den dönmemişti hala. Selman Siffin'de şehidi olmuştu adaletin. Hasan hilesine kanmıştı Muaviye'nin. Hüseyin Kerbela yolundaydı henüz. Yeni Yezidler çıkmıştı toplumda. Şimr'ler, Sadlar'ın kapıkuluydu yine. Diyarbakır Kufe'siydi Anadolu'nun. Ali'ye lanet ediliyordu peygamber minberinden. Emeviler kanına susamıştı Haşimoğullarının. PKK Şam ordusuydu aramızda ve Apo bir Haccac'dı bu Kufe'de. Her yer Kerbela’ydı ana müslümana. Müslümanlar kan ve gözyaşını miras almıştı Kerbela devriminden. Haindi ana Kufe halkı. Hüseyin'in kesik başını mızraklara geçirdiler ana. Daha önce başına Kur'an geçirilen mızraklar. Hüseyin'in kesik başı ve Kur'an...

Suud ordusu Haccac kesilmişti ana. Mancınıkla Ka'be'yi taşa tutmuştu haramiler. Bosna'da Zeyneb ağlıyordu yine. Yetim Sekine'nin gözyaşını silen bile yoktu be ana. Seccad taşıdı bu devrimi nesillere. Kerbela'da iki ordu vardı ana. Şehid ve şahit. Hüseyin Şehid'i oldu Kerbela'nın, Seccad şahidi. Şahidi olmayan şehidin mesajını kim taşırdı karanfîllere. Mumunu söndürürlerdi şahidi olmayan şehitlerin, ışık saçamazdı geleceğe. Aydınlatamazdı şehid karanlıkları.

İsrailoğulları yine Musa'dan bir put istiyordu Tih çolünde ana. Onlar ilah değil, put arıyorlardı Çan-

94

 

kaya'da. Putları miraca çıkmıştı bu putperestlerin. Lat, Menat, Hubel ve Uzza'lar için panayırlar düzenleniyordu Kerbela'da. Zeynep, Kaf dağı ağırlığında bir mesaj taşıyordu yorgunluktan düşük omuzlarında. Ama Zeynep oturarak kılardı güçsüzlükten teheccüd namazını.

Cemel çığlıkları yükseliyordu uzaklardan. Nehrevan'da çiçeklerin tümü solmuştu ana. Kanla sulanmıştı bu susuz çiçekler. Eline meal alan çağdaş Hariciler "Bize Allah'ın kitabı yeter." diyordu akıllarınca. Harun Reşid'e "Emir'ül Müminin" diyenler var Kufe'de. Ah yıkılası yanası kahrolası, Kufe! Seni kurtlar yılanlar alsın emi! Mugire b. Şube'nin hileleri tükenmez be anne. Kuzu'yu veren Muaviye, çalansa Ali'ydi bu iklimin. Saltanat adını duyunca Kur'an'ı oka tutanların elindeydi güç. Haccac'ın ayağına biat etmişti birileri zillet içinde. Nereye gitseydim ana, ne yapsaydım? Yine içeri mi girseydim? Büyük zindanı almadı aklım. Dayanamadı içim.

Güneş'e hicret ettim ana. Güneş sıcaktı, güneş samimiydi. Hile bankaları iflas etmişti bu iklimde. Asr-ı saadet tabloları çizilmişti gönüllere. Güneş islam'dı, güneş Kur'an'dı, güneş yaşayan dindi. Ama yıldızlar da vardı ana. Sönük yıldızlar. Kayan yıldızlar. Kuyruksuz yıldızlar. Ama yıldızdı ana. Güneş olmayınca yıldızlar yol gösterirdi bildiğim. Ama sönük olmamalıydı yıldızlar. Sönük yıldızlarm vereceği bir şey olamazdı bana. Sönük yıldızlara ışık taşıdım kucağımda. Isıtmak, aydınlatmak tekrar hayata döndürmek istedim bu sönük yıldızları. Ama olmadı ana. Aydınlanmadı bu sönük yıldızlar. İki ışık aldım bu sönük yıldızlardan, onları yaşatmak istedim başka yıldızlarda. Birer ışıktı, birer ümitti bu parçacıklar. Yıllarca ekmeği oldum, suyu oldum, kucağı oldum.

95

Sığınağı oîdum, bahçesi oldum bu güllerin. Ama ışıldamadı bir daha sönük yıldızlar. Karanlıklara gömüldü her şey. Güneş teselliydi ana. Güneş ısıtırdı üşüyen iliklerimizi. Güneş kuruturdu akan gözyaşlarımızı. Güneş bir ümitti, bir gelecekti gözlerimizde. Güneş varken Ay'ın sözü edilmez tabi. Ama Güneş olmayınca Ay'a bakar insanlar. Artık Ay teselli verir oldu Güneş'in ayrılığından yanan kalplerimize.

Her şey güzeldi, bir başka anlam taşıyordu hayat Güneş ikliminde. Şehid ve şahit vardı aramızda. Cafer sabah gitmişti, şahitti bütün olanlara, şehid de oldu. Hem şehidi ve hem de şahidi oldu Güneş'in. On dört asırdır ilk kez zuhur etmişti Güneş. Ay ve yıldızlarla yetinmeye alışmıştı insanlar. Ama Güneş de söndü ana, yok oldu. Güneş'in de bir kaderi, eceli vardı tabii ki. Eceli gelen hiç bir şey ertelenemez. Ama olsun ana, Güneş olmasa Ay var bu iklimde. İnsanlara Ay da yeter zifiri karanlıklarda. En azından Ay'ın değeri bilinmeli Güneş'siz bir dünyada yaşayanlarca.

Hicret ne güzeldi ana; bir kurtuluştu, bir doğuştu Güneş iklimine. On dört asırdır doğmamıştı bu Güneş. Nazlı Güneş! Yetimlerin, mustazafların kimse-sizlerin Güneş'i. Yeryüzünün gerçek varislerinin Güneş'i.

Zindan ne zordur ana. Sana nasıl anlatsam. Hüzün dolu bir deniz. Her saati işkence. İnsan ruhuna zindan olan bu madde alemi bir başka zindan olur, örer her yanını. Yalnız hiç kaldın mı ana? Nerede kalacaksın ki? Ama ben kaldım ana. Aylarca tek başıma kaldım beton hücrelerde. İnsanlara kapalı Allah'a açık hücreler. Güneş ışınları bir ümit ışığı gibi doğardı gözlerime. Gündüz mü 'gece mi olduğunu o soylerdi bana. Ağlayan gözlerimi o kuruturdu şes-

96

 

sizce. İsyanımı o taşırdı dağlara. Dualarımı o taşırdı arşa. Arş içime kuruluydu ana. Melekler Kerbela'dan beri görmemişti gökleri. Kerbela'yı Kalubela'ya tercih etmişti gazab melekleri. Artık yalnız değildi Kerbela varisleri. Kan ve gözyaşı taşırdı kurumuş damarlara ve fersiz gözlere ağlamak ve kanını dökmek için. Akmalıydı mutlaka bir şeyler. Sular akınca temizlerdi pislikleri. Durgun sular kirlenir, temizleyemez olumsuzlukları.

Güneş bir devrimdi ana. Şehitler ve şahitler devrimi. Şehitler başka aleme taşırken, şahitler bu aleme yaymaya çalışır mesajı. Şahit Şehid'in bir devamıdır. Şehid herşeyini şahide emanet bırakır gider. Şehid kurtulur, şahidin çilesi daha yeni başlar ana. Şehidin "kurtuldum" feryadı, şahidin dertlerini depreştirir. Şehid kahramanca direnir, hakaret görmez. Esaret görmez. Ama şahit bütün bunlara sabretmek zorundadır. Şehit Kerbela'da kalır, şahit Kufe ve Şam sokaklarında gezdirilir. Şehit Yezid'e tahammül edemez. Şahit Yezid'e sabreder. Ama bu sabrı da isyandır şahidin. Sabır kandır, kılıçtır. Şehidin kanı silahtır, şahidin sabrı. Şehit kan döker şahit gözyaşı. Şehit sevinir, şahit ağlar. Gözyaşıyla terbiye eder şehitleri. Şahit, şehid terbiye eder. Şehid sağ kalmasını arzular şahidin. Şehid çocuklarıyla vedalaşır gider. Şahid çocukları korumak zorundadır. Şehid görmez kızının küpesini kulağından çekip alan düşmanlarını. Şahid kanını siler küpesi çekip alınmış kulağın.

Hayat devrimdir ana. Devrimle yaşar her şey. Her şey hareket halindedir. Değişir durur alem. Allah da faaldır, her gün bir başka iştedir. Uyuklamaz, uyku tutmaz O'nu. Tilkiler düzen kurar Allah da onların bu düzenini bozar. Tilkiler ve Kurtlar dolmuş

97

her yer. Kuzular sessiz meler Kerbela'da. Sığırlar otlamaz Tih Çölünde. Tur dağına çıkmış Musa. Hüseyn Kerbela'da lika etti, Musa Sina'da. Hüseyin Kerbela'da fenaya erdi Musa Sina'da. Kardeştir o halde Kerbela ve Sina. Kerbela varisidir Sina'nın. Samiri Sina devrimini kemirdi, Yezid Kerbela'yı. Samiri buzağıya taptırdı, Yezid dinara. Samiri gazabına uğradı Musa'nın. Yezid'e ise "Emir'el Müminin" dedi devekuşları. Çağdaş Yezidlere laf söyletmeyenler var ana. Başında olanları arşa yükseltir domuzlar. Domuzlar çiftliğini kuranlar var kalbine. Minberde timsah gözyaşı döken bel'amlar el-eteğini öper, öptürür Yezidlerin. İlahları Yezid'dir bu Bel'amlann. Belam Musa'ya, Şureyh Hüseyin'e ihanet etti anne. Bel'am Sina faresiydi, Şureyh Kerbela.

Zindanlarda deniz yoktu ana. Gözyaşlarımız bir deniz olurdu gece karanlığında. Yeryüzü bütün ge-nişliğiyle daralmıştı, içine sığmaz olmuştuk alemin. Yıldızlar göz kırpmıyordu ana. Yıldızlı bir gökyüzünü gören yoktu bu iklimde. Herşeyi ekrandan seyrederdik. Dünyamız ekrandı bizim. Sular, kuşlar, yıldızlar, rüzgarlar hep ekrandı. Karı, yağmuru sıcağı soğuğu yoktur zindanların, Elektriği kesiktir. Suları akmaz sobası yanmaz hücrelerin. Hücreleri sen ısıtacaksın, lambasını sen yakacaksın, sularını sen akıtacaksın. Herşeyi sen olacaksın hücrelerin. Kalemin mürekkebi mi bitti kanınla yazacaksın. Silgi mi lazım, gözyaşlarınla sileceksin.

Fareler dosttur hücrelerde. Derdini fareler anlar mahkumların. Lokmasını fareyle paylaşır hücredekiler. Zulüm yoktur, ihanet yoktur demir parmakların gerisinde. Fareler avlanılmayacağını gayet iyi bilir. Dostluk kurar yalnız mahkumlarla. Postacıları

98

 

kedidir hücrelerin. Boynuna asılan mesajları bir başka hücreye taşır kediler. Mahkumların en sadık dostudur fareler ve kediler. Fare ve kedi bile dost olur hücrelerde. Farelerin şefaatçisi olur mahkumlar. Kediler de şefaatini kabul eder, dokunmaz farelere. Dost olur fareler ve kediler. Dışarıda insanlar anlaşamazken hücrelerde dostça yaşar fareler ve kediler.

Kuşların sesi bile duyulmaz demir kafeslerde. Kuşları sevmez mahkumlar. İnsanlar kafesteki kuşları sever, halini sorar, bakarlar. Ama kuşlar halini sormaz mahkumların. Aç mı tok mu sormaz kuşlar. Uğramaz bile hücrelere. Kimbilir belki de intikamını almaktadır kendini kafese tıkan insanlardan. Biz miydik demem, kurular arasında yaşlar da yanar tabii.

Sen bu serçelere bakma anne. Bir zamanlar kartaldı serçe gördüklerin. Devrimdi, heyecandı, hareketti, değişimdi; şimdi durgun, bitkin solgun ve sabit gördüklerin. Nice abiler vardı ana. Yürüyünce, yer titrerdi adımlarından. Gülünce çiçekler açardı güneşli tebessümünden. Kızınca yerle yeksan olurdu-ulu dağlar. Gök gürledi sanırdın feryadından. Havada uçanlar vardı ana, şimdi yere çakıldı. Güneş'e görmeden aşık olanlar vardı, düşman oldu. Amerikan emperyalizmine nice karşı olanlar vardı şimdi dolara vuruldu ana. Nice kürsülerden nutuk atanlar, Şureyh kesildi birden bire. Pir'im derdi ana, arif billah kimseler yaşlandıkça gençleşir, hafifleşir dinamikleşir. Bizlerde tam tersi oldu ana. Yaşlandıkça ağırlaştık, yere çakıldık adeta. Güneş'in adına neler yapılmadı ana bu ülkede. Güneş'e düşman ettiler yüzbinleri. Devekuşuna çevirdiler

99

kartalları. Artık kartalımız yok ana. Devekuşu kesildik haberimiz yok. Güneş'i Dolar'a sattılar, Mark'a sattılar Allah'dan korkmadan. Tüyü yolunmuş kuşa çevirdiler Güneş'i.

Zindanlar soğuktur ana. İnsanlar hep sıcak bir kucak arar. Sıcak bir tebessüm ister etrafından. Bir çocuk sesi duymasın mahkumlar, elleri ayaklarına dolaşır heyecandan. Çocuk inceliktir, yumuşaktır ana. Demirler ve betonlar herşeyi duygusallaştırır. Yemyeşil bir maydanoz göz yaşartır burada. Saksılarında soğan yetişir zindanların. Gözler beton ve demirler arasında bir avuç toprak arar masumane.,

Güneş'te kan vardı ana. Yezid'in füzeleri iniyordu şehrin üstüne. Her yer kandı, kol bacak uçuşuyordu dört bir tarafa. Onlarca şehid veren analar Güneş'le teselli bulurdu. Güneş'le tedavi ederdi gönül arasını. Güneş'te herkes dilini konuşurdu serbestçe. Herkes istediği gibi konuşur, insanca giyinir, kuşanır, gezinirdi. Güneş'ten döndüm ana. Kapkaranlık bir gezegendeyim şimdi.

Ama bir daha Güneş doğacak diyorum. Güneş'siz kalamaz alem. Güneş hayattır ana. Hayat Güneş'le yaşanır. O gün tüm karanlıklar aydınlanacak, tüm olumsuzluklar sona erecek. Domuzlar çiftliği kapanacak, insanca yaşayacak herkes. Yeryüzüne mustazaflar hakim olacaktır. Kafîrler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır. Bekleyin, biz de bekliyoruz.

100

 

 

Sahi ana dünyanın en garib insanı kimdir sence? Oğlun mu, değil be ana. Beterin beteri var derler, garibin de garibi var ana. Bana sorarsan dünyanın en garib insanı Ali'dir ana. Ali her şeyiyle gariptir. Ali'nin babası Ebu Talib garib, annesi Fatıma binti Esed garib, kayınbabası ve kuzeni Muhammed (saa) garib, eşi Fatıma garib, oğlu Hasan ve Hüseyin garib, doğduğu yer Ka'be garib, şehid olduğu yer Kufe garib, şehadet mahalli mihrab garib... Ali her şeyiyle gariptir ana. Ali bir semboldür ana. Tüm güzeiliklerin sembolü. Bu yüzden çok severim Ramazan'ı. Çünkü Ali Ramazan'da kurtuldu ana. Receb ile Ramazan Kadir gecesinde zifafa girdi ana. Receb sevinciyle, Ramazan hüznüyle erdi bu birlikteliğe. Merhab'ı tanır ımsın ana. Merhab denince kalpler titrerdi korkudan. Yürekler oynardı yerinden; ama Ali korkmadı, savaştı ve Hayber'de yere serdi kafiri. Hayber kalesini de Ali kaldırdı kahramanca yerinden. Gadir nedir bilir misin ana? Kadir'de öldürüldü gerçi Ali, ama asıl Gadir'de yedi ihanet hançerini. Asıl Gadir'di Ali'yi öldüren gece. Asıl Gadir'di her yeri kaplayan hüzün. Gadir güneşiydi söndürülen. Gadir yıldızıydı kaydırılan. Gadir ile Kadir bu yüzden anlaşır be ana. Mekke çok insan görmüş, ama böylesine şahid olmamıştır. Peygamber onu kucağına oturtur, göğsüne dayar ve yemeği çiğneyerek ağzına koyardı.

Hasan ve Hüseyin'i vardı Ali'nin, Bir de Zeyneb ve Ümmü Gülsüm'ü. Fatıma yetimdi ana. Daha 6

101

yaşındayken kaybetti annesi Hatice'yi Hatice Hacer'iydi Fatıma'nın. Fatıma İsmail'i Hacer'in.

Ama bilinç doluydu Fatıma. Yeryüzündeki tüm zalim ve tağutlara karşı kin doluydu, hınç doluydu Fatıma. Fatıma da gariptir, Hasan da gariptir ana. Hasan da Ramazan'da doğmuştu. Babası Ramazan'da şehid olurken, kendisi de Ramazan'da doğmuştu bu fani dünyaya. Hasan'a da oyun oynadı kurtlar. Kufe casuslarıyla doluydu kurtlar, Muaviye bir kurttu ana. Hakem adlı tilki, kurtların parasına kanmıştı. Hasan'ı da dinarlara sattılar ana. Sonunda Cude zehir döktü sütüne, sefer ayı kan oldu ana. Hasan şiradi de Baki'de gariptir ana. Garipler hanedanı. Hüseyin'i sorma ana. Kan ağlıyor içim. Hüseyin de Şaban'da doğdu bu fani dünyaya. Yezid "Emir'el Mü'minin" olunca Hüseyin fatihasını okumuştu İslam'ın. Kafire cennet mümine zindan olmuştu alem.

Zeyn'ül Abidin de bir başka gariptir ana. Hişam b. Abdülmelik şehit etti bu Kerbela şahidini. Zeyn'ül Abidin hem şahitti, hem de şehid oldu ana. Baki'de garipliğini anımsatır mezarı.

Muhammed Bakır da bir başka garib.. Onu da Hişam katletti ana. Zalimler görmek istemez güneşi, koklamak istemez gülü. Zulüm çirkeftir ana, leştir. Akbabalar leşten anlar ana. Garipliğine Baki şahittir Bakır'ın.

Cafer-i Sadık bir başka garibidir bu hanedanın. 15 yaşında Seccad'ın, 35 yaşında babası Bakır'ın şehadetine şahid olmuştu Sadık. İki şehadet ve bir tanık. Sadık'a da Mansur tahammül edemedi ana. Baki de anlatır garipliğini.

Musa Kazım da bir başka garibidir bu hanedanın. Yıllarca zindanda kaldı ana. Zindanlar anladı

102

 

 

onu. Sonunda onu da Harun Reşid şehid etti acımasızca. Garib bir şehid yatar Kazımeyn'de.

İmam Rıza'yı duydun sen değil mi ana? Ceylan'ın kefîli. Meşhed garibi. Me'mun şehid etti Rıza'yı. Zenginler Ka'be'ye gider ana, garipler Rıza'ya.

Muhammed Taki de bir başka gariptir söyleyemediğim. Onu da Mu'tasım şehid etti ana. Kazımeyn garipliğine şahittir bu şehidin.

Ali Naki'yi ise Mu'tez şehid etti Saffak'ın emriyle. Samerra'da gömdüler şehidimi. Samerra vatan oldu garibime.

Hasan Askeri'yi ise Mu'temed şehid etti ana Samerra'da. Samerra vatandır gariplere.

 

 

103

 

Nergis'i tanır mısın be ana. Anasıdır Güneş'imin.
Güneş'in de anası var bilir misin sen? İsa'nın Mer-
yem'i olur da, Güneş'in anası olmaz mı? Yakub'un
Yusuf u olur da, Fatıma'nın Yusuf u olmaz mı? Bir
gün elbet Yusuf u döner gelir Fatıma'nın. Huzur ge-
tirir Mısır'a.                            -'

Tarih tekerrür ediyor her zaman. Muaviye öldü de bitti mi sanırsın. Muğire b. Şu'be tarihte mi kaldı? Kur'an'ı mızraklara geçirenlerin nesli mi tükendi? Kuzu'yu Muaviye'ye, hırsızlığını Ali'ye isnad edenler bugün yok mu? Ali'nin adaletini bırakıp Muaviye'nin siyasetine sarılanlar bugün yaşamıyor mu?

İbn-i Ziyad'ı yok mudur bu Kufe'nin. Şimr'i tarihe mi gömüldü bu lanetli ağacın? Hüseyin'i, Zeyneb'i yok mudur bu kervanın?

O halde her yer Kerbela'dır ana, her gün Aşura. Bütün zalimler Yezid'dir ana, Ubeydullah'tır, Şimr'dir, Ömer b. Sa'd'dır. Bütün mazlumlar Hüseyin'dir, Seccad'dır. Her yer kandır ana. Toprak su görmez iklimimizde.

Beni sakın yanlış sanmayın dostlar, ben Hüseyin aşığıyım. Mezhebim aşktır benim. Şehir'e kapıdan girerim ben. Sarayları sevmem bilin, fatıma'nın balçıktan evine "konuk olurum. Sultanlara düşmanım ben. Adliye saraylarım yok benim, Kufe'de camilerde görülür davam.

Hüseyin'e ağlamayan gözler kurusun! Ali'ye ağla-

104

 

mayan gözler kör olsun. Hüdhüd haber vermez artık Belkıs'tan. Süleyman'ın tahtına sihir kitabı koymuş şeytanlar. Musa'sı likaya gitmiş bu kavmin. Samiriler buzağıyı ilahlaştırmış Musa'sız kavme. Habil'i Kabil'i aratan şehir.

Gemisine binilmez burda Nuh'un. Cudi'ye oturacağına inanılmaz geminin. Nemrud'u sayısızdır bu kavmin. İbrahim'i ateşe atar bu Nemrud'lar.

Bel'amlar dolu ülke. Samirileri hakim şehir. Yoksulların kanını emer Karunlar. Halkım yoksuldur. Halkım açtır, halkım çıplaktır. İşi yoktur, gücü yoktur, ümidi yoktur, fabrikası yoktur halkımın.

Evleri mezarını anımsatır fîravunların. Suları çamuru andırır Mısır'ın.

**

105

 

 

Rahmet iner mi böyle ana? Diyarbakır'a yağmur yağmalı sağanak sağanak, Tüm kirlilikleri temizlenmeli garip şehrin. Fabrikalar kurulmalı dört bir yana. Çocuklar işsiz kalmamalı sokak başlarında. Elleri buz tutmamalı sokaklarda misket oynayan minicik yavruların.

Arabasını çizmemeli birilerinin varlığına kin ve öfke dolu kalpler. Ne kurt olmalı birileri, ne de kuzu olması istenmeli birilerinden. Hayatları boyunca bir defa olsun muz yiyememiş çocuklar var ülkemde. Kivi nedir bilmeyen çocuklar dolu taş döşeli sokaklar.

Kadınların aç karınları gece evlerine dönecek eşlerinin eline bakar kapı eşiğinde. Babanın getirdiği meyveleri yıkamadan paylaşır çocuklar. Yediklerini yer, yiyemediklerini kucaklarına alır da öyle yatarlar.

Çocuklar okul okumaz genelde. Okuyanlar da gelir gelmez okuldan, boya sandığına sarılır kahvehaneleri dolaşır bir bir. Elleri kalem tutması gereken çocuklar, ayakkabı boyar durmadan. Sıcacık yuvasında ders çalışması gereken minikler, akşam bir-iki ekmek alabilmenin mücadelisini verir yılmadan.

Kızları utangaçtır ülkemin. Bir kırlangıcı andırır caddeden geçişleri. Gelinciği anımsatır tebessümü. Boynuna Kur'an'nını asmış kur'an kursuna giden kızlarla doludur sokaklar. Açtır halkım, ama Kur'an okur. Açtır halkım, ama camileri terketmez. Açtır

106

 

halkım, ama Allah'ı sever. Açtır, oruç tutar, açtır yardım eder.

Keşke kadınları köle olmasaydı ülkemin. Zeyneb olsaydı, haykırsaydı yüzüne Yezid'in. Teslim olmasaydı zulme. Kadınları esir bir halk hiç bir zaman kurtuluşa eremez. Önce kadınlar kurtulmalı. Kadınların kucağından miraca yükselir erkekler. Erkek kadının dizi altından miraca çıkar. Cennet de kadınların ayakları altında.

Diyarbakır'a çekirge yağar ana, deprem olur gece geç vakitlerde. Karanlık çöktü mü it dolar sokakları. Güçlüler yaşar bu şehirde. Mazlum ve kimsesizler hep Ali'yi bekler ana. Musa'yı gözetler, İsa'nın geleceğine inanır. Geceleri hayaletler şatosunu andırır bu şehrin.

Sahi ana Abdurrahim'i anlattım mı sana? Remzi'yi tanır mısın? Veysiler, İsmetler, Yusuflar, Adnanlar kim bilir misin? Karanlık bir gecede yağışını andırırdı, yağmurların.

Kartal idiler ana uçmayan, yağmur idiler yağmayan. Şimdi çalışıyorlar durmadan. Gündüzleri çalışır, geceleri düşünürler ana. Gündüzleri düşünmek yasaklanmış ülkemde. Gemileri kartal şehir.

İnsanlar hep çalışır ana. Çalışmak için yaratılmışlar. Düşünmek miras kalmaz kimseye. Kitaplarını raflar okur bu şehrin. "Düşünen hayvan" değil bu insan. Artık tarifi de değişti beşerin. "Çalışan hayvan." Çalışmak için yer, yemek için çalışır insanlarımız.

Davalar ölmüş ana, ideolojiler iflas etmiş. Kimsenin umrunda değil idealler. Dolar olmuş her şey, Mark olmuş hükümran. Herkes Dolar ve Mark'ı kadar konuşur bu iklimde. Kürklere yedirilir yemekler.

107

Doların yok mu ana, allame olsan ne yazar. Sözleri cebe indekslidir bu ülkenin. Cebi delikleri, yok metelikleri görmek istemez kimse. Yüzünü şeytan görsün derler adama. Patronları kitap yazdırır memleketin. Her gün bir patron düşündürür köşe yazarlarım. Kitaplar sipariş verilir ona.

**

 

108

 

Ne olur gidelim bu diyardan ana. Sevmiyorum bu iklimi. Alışamadım, alışmak istemiyorum dönme dolap hayata. Bir ülke arıyorum ana, insanları bilmez Dolar'ı. Mark nedir duymamıştır insanları. İnsanları insanca yaşar bu Özlem şehrin. Yoksulu görünce uykusu kaçsın zenginlerin. Sönük mumu kalmasın kimsenin.

Ali nerde be ana? Neden gelmez kurtarmaz birilerini? Muaviye'nin maskesi çoktan düştü be ana. Artık mızrağın ucuna takmıyorlar Kur'an'ı. Kaldırıp kaldırıp öpüyorlar ana. Artık İbrabim'i yakmıyor Nemrudlar, bakıyorlar. Artık buzağısı yok Samirilerin. Samiriler'i, Basriler olmuş ümmetin. Yeni Şureyhler çıkmış Erzurum'da. Başına yıkılsın Erzurum çağdaş Şureyhlerin. -

Ağlama diyorsun be ana. Nasıl ağlamam der misin bana? Sekine babasını arıyor Kerbela'da. Küçük Ali Dersim'i anlatıyor bana. Bir Zeyneb var teselli. Seccad'ı hasta ümmetin. Kerbela'dan Şam'a nefret taşır bu kervan. Şam'ı oldum olası sevmem be ana. Şam hiledir, Şam desisedir, Şam hep oyundur.

Ka'be de gariptir ana. Harameyn haramilerin elinde şimdi. Peygamberi garip şehir Medine. Medine mazlumdur ana. Medine fazilet şehridir Diyarbakır nasıl Kufe'yse ana, Medine de odur bana.

Sahi ana iki defa gördüm o bilinmezi. İki defa yollarına erdirdi Kemal'im. Tih çölünde iki defa gördüm ateşi. Ateş'i Musa gitti almaya. Ağaç değildi

109

konuşan, Kızıldeniz değildi yarılan.

Neden ağlıyorsun ana? Sokaklarda yalınayak gezen çocuklara mı üzülürsün sen? Elmalı şeker alamayan parasız yavruları mı düşünürsün? Pişmaniye de alamaz sokaklarımın külotsuz çocukları. Karpuzları iridir Diyarbakır'ın. Dilim taşır evlere minicik eller. Parkları yoktur serçelerin. Bir tek kargayı tanıyan insanların kaderine terkedilmiş şehir.

Yemekleri acıdır şehrin. Suları kirli, havası kirli belde. Kanserli yaşlılara ümit veremez doktorlar. Hastaları hep Ankara'ya taşır uçaklar. İmza dahi atmasını bilmez nineler. Dedeler emekli olmadan güneşler duvar diplerinde.

Sokaklarımda acı var ana, taşları feryad eder. Ekmek parası dilenir üçdört yavrulu dullar. Memleketi üç-beş insan yağmalar ana. Devlet malı deniz olmuş kendine kerizliği yakıştıramayanlara. Temizlik kalmamış kalplerde. Üç-beş vurguncuya peşkeş çektirilmiş ülkem. Ülkemi satışa çıkarmış vurguncular panayırlarda. Lat'lar tecessüm ettirilmiş dört bir yanda, "Babana olan buğzumuzdan yapıyoruz" diye bir feryat geliyor kulaklarıma Kerbela'dan.

Semih beni döndüremedi ana davamdan. Samiler'e parmak ısırttı inancım. Hasanlar dışarıya erteledi hesaplaşmayı. M. Emin hep tehdid edip dururdu ana. Beni öldürmek için sıraya geçmesi gerektiğini söylerdim hep. Kürkçüler'e deldirmedim postumu.

Kurtlar yapmadı bu taksimi ülkeme. Bir kişiye tam kırk koyun, kırk kişiye bir koyun ana.

Dava adamlarını ilk kez Malatya'da öldürdü cezaevi müdürleri. Merkezi yayınla sabahlara kadar seks filmleri seyrettirirdi Siirtli cezaevi müdürü-

110

 

müz. Sağcı ve solcu mahkumlar ifsad oldu ana. Artık karavanayı almaya adam kalmadı ayakta. Tüm mahkumlar geceleri porno filmleri seyrediyor, gündüzleri de hep yatıyordu ana. Artık yemek isteyen de yoktu. Ömer abi yemeğe uyandırırdı leş gibi yatan mahkumları.

Ülkeme de aynı oyunu oynadı kurtlar. Ülkemin gençlerini karnı aç ifsad etti birileri. Uçkurundan başkasını düşünmez oldu Asım'ın nesli. Selahaddin-i Eyyubi'ler destan oldu kaldı kitaplarda. Fatihlerin ilhamı kesildi gönüllerden.

 

111

 

Dava adamları kalmadı ana. Fedakarlık Rebeze'ye sürüldü ülkemde. Coğrafyam kana bulandı Domuzlar çiftliği kuruldu dört bir yana. Vatan, millet Sakarya mitolojikleşti zihinlerde.

Gel bu dünyayı yıkalım ana. Zulüm dolu dünyayı Zalimlere mezar olsun dünya. Yeni bir dünya kuralım pırıl pırıl. Herkes inandığını söylesin, ama birilerine hakaret olmasın. Herkes istediğini giysin ama| başkalarını ifsad etmesin. Herkes istediğini içsin ama başkalarına kötü örnek olmasın. Cezaevlerinde bir tek düşünür kalmasın, düşünceler kurtulsun zindandan. Polisleri olmayan, askerleri olmayan bir dünya kuralım hep beraber, Polisimiz vicdanımız olsun. Vicdan ve insaf askerleri gözetlesin bizleri. Hapishaneler olmasın ana. Dışlansın mahkum edilmcsi gerekenler. Ebu Zer'ler sürülmesin Rebeze'ye, ama Mervanlar da gelmesin Rebeze'den. Zenginden hesap sorsun Ali. Beytülmalde kalmasın emanet. Fakir ve yetim kalmasın ülkemde. Dullar kampı olmasın yeryüzünde. İşkence kalmasın dayak olmasın hiç bir yerde. Sevgiyle halledilsin ihtilaflar. Fedakarlıkla bitsin hak-hukuk talepleri.

Gel bir dünya kuralım ana. Sokaklarda külotsuz çocuk kalmasın karlı havada. Misket oynamasın donmuş elleri yavruların. Boya sandığını taşımasın incecik beller. Hamalları olmasın coğrafyamın. Kadınları ezilmesin. Ali olsun, Zeyneb olsun, Hüseyin olsun herkes. En azından onlara benzesin insanlar.

Gel yıkalım bu dünyayı ana. Yeni bir dünya ku-

112

 

ralım yeniden. Kadınları satılmasın parayla. Çocukları köle olmasın efendilere. Elmalı şeker alamayan çocuk kalmasın sokaklarda. Dönme dolaplara binsin kelebekler. Pişmaniye yesin küçük serçeler.

Gel yıkalım bu dünyayı ana. Yepyeni bir dünya kuralım yarasalara, devekuşlarına inat. İçki içmesin insanlar, zina etmesin birileri. Eroin, kokain görmesin gözler. Hiç kimse hükmetmesin, kanun koymasın arzusundan. Allah'a teslim olsun tüm alem. Allah'tan gayri hakim olmasın birileri. Kur'an'dan başka anayasası olmasın ülkemin. İslam'dan başka dini olmasın insanlığın. Ama aşkla, sevgiyle ana. Zorbalık olmasın ülkemde. Saraylar inşa edilmesin din adına. Saltanatlar kurulmasın, Allah'ın gölgesi olduğunu iddia etmesin sahte tanrılar. Fatıma'nın topraktan evine kurulsun Ali'nin makamına oturanlar. Allah'ın evinde görülsün davalar.

Terör olmasın bu dünyamda. Kan olmasın, günah olmasın hiç bir yerde.

Güneş'le Ay gibi olsun herkes. Nuru çok olanlar aydınlatsın az nurluları. Güçlü olanlar ezmesin güçsüzleri. Sürgün ve hapis olmasın fikirlere. Kilitler vurulmasın fîkirlere. Demokles'in kılıcı indirilsin başlardan.

Engizisyon mahkemeleri ilga edilsin her yerde. Sofîstler el çeksin safsatalardan. Sezar'la İsa ikilemi kalksın ortadan. Galile'ler beraat etsin mezarlardan. Spartaküslere isyan edecek birileri kalmasın ülkemde. Kel Aliler bir daha kurmasın istiklal mahkemelerini.

Hayal deme bunlara be ana. İnsan, isterse yapamayacağı şey yoktur dünyada. Ben bu dünya özle-

113

miyle yaşıyorum, bu dünya hasretiyle yanıyorum. Bir dünya istiyorum ana, hiç kimse ırkı, rengi ve dili sebebiyle hor görülmesin.

Hiç kimse Türk-Kürd, Laz-Çerkez, Fars-Arab ayrımını yapmasın. "Ne mutlu Türküm diyene" demesin kimse. İnsanlığını mutluluk saysın insanlar, Varlıklarına şükretsin beşer.

Silah kalmasın yeryüzünde. Korku kalmasın gönüllerde. Kin ve düşmanlık silinsin kalplerden. Hırsızlık, vurgunculuk silinsin kamuslardan.

Benim dünyam bu ana. Ben bu dünyayı arıyorum. Ben bu dünya için çalışıyorum. Fitne kalmasın istiyorum yeryüzünde. Fesat olmasın hiçbir yerde. Güllük gülistanlık olsun alem.

Diyarbakır'ı deme be ana. Ne zaman umutlansam hep bana Diyarbakır'ı anlatır bakışların. Izdırabı, karamsarlığı ifade eder alnımdaki derin çizgiler.

Diyarbakır'ın kaderi hiç değişmedi; ama bu değişmeyecek demek değildir ana. Bütün anlatmak istediklerin kaderi değildir Diyarbakır'ın. Herşey değişecek ergeç, herşey yerli yerine oturacak birgün. 0 gün Diyarbakır da kurtulacak ana. Yeryüzü temizlenecek fitneden. Kirli suları kurulmayacak çeşmelerin. Yeter ki buna inanalım ana.

 

114

 

 

Bosna'yı düşün ana. Çeçenistan'ı anımsa. Bir biz değiliz çilesini çeken bu dünyanın. Bir biz değiliz varisi yeryüzünün. Bosna'da, Çeçenistan'da akan kan da bizim be ana. Afrika da bizim diyorum sana.

Şehrimin çocukları da sever, aşkı tanır. Gelinlik giyer kızlarımız.

Tebessümü acı da olsa hüznü geçicidir gelinciklerin. Dicle kadar saf yürekli insanları var coğrafyamın. Peynirini nineler yapar, sütünü bacılar sağar şehrimin.

Tavukları altın yumurtlar Diyarbakır'ın. Ekspresle gidilmez bu diyardan, yolları kandır. Kapıları açık tutulmaz, haini vardır.

Sırrı söylenmez, ifşasından korkulur. Akrepleri zehir saçar, öldürür insanı. Bülbülleri epeydir küskündür, uğramaz gülistana.

Afganistan'a bak da haline şükret ana. Yıllarca Allah adına cihad ettiğini iddia ettiler sonunda ne oldu ana.

Nefîsler ilah oldu birden bire. Moskof kafirine ölüm kusan silahlarını birbirine çevirdi zavalılar. Ülkeyi kan gölüne çevirdi sefîhler. Milyonlarca şehidin kanına ihanet etti birileri. Şampanya patlattı kafirlere halleri. Yüreklerimizi dağladı dökülen kanlar. İçimizi kararttı atılan kurşunlar.

Neticede Kufe oldu Afganistan. Kan oldu, ihanet edildi Cemalettin'in yurduna. Ne geldiyse başımıza onların da getirdiler başına.

Diyorum ya ana, oyunlar hep aynı, tarih tekerrür

115

 

ediyor sürekli. Bu yüzdendir ana, nerede bir zulüm görsem Yezid canlanır gözümde.

Nerede bir sinsilik duysam Ebu Süfyan, oyun duysam Muaviye, desise duysam Mugire b. Şu'be, cehalet duysam Musa El-Eşari, soysuzluk görsem Yezid, kan içicilik görsem Hind, vahşilik duysam Şimr, uşak görsem İbn-i Ziyad, şereften yoksun duysam Ömer b. Sa'd, din satıcılığı duysam Şureyh, uyduruculuk duysam Ebu Hureyre gelir aklıma.

Samiri tarihte mi kaldı sanki. Samiri'ye taş çıkartan nice çağdaş Samiriler var aramızda.

Sen boşver ana, bir "mehir" yap da şu kaynayan gönlüme bir serinlik insin. Ekmeğimi tandırda pişir ana. Sütümü de ısıt emi.

Sen bu deli gönlümün dediklerine bakma ana. Ben dayanamam zulme. Boyun eğemem baskıya. Bir mazlum görsem yerde, sana ne be adam demem kaldırırım Akif gibi.

Sular, ey sular. Neden her şeyi yıkarsımz da tarihi yıkayamazsınız? Çok mu kirli tarihimiz? Neden suskunsun öyle?

Ey Dicle konuşsana, susmak yakışır mı sana? Surlar gibi dikilsene başıma, haykırsana haykırmak istediklerini. Süngüden mi korkuyorsun, ateşten mi ürküyorsun? Sana ki işlemez bunlar. Süngüler batmaz sana, ateş ki yakmaz seni. O halde neden susuyorsun?

Kimbilir ana, belki bunları yazıyorum diye de zindanlara atarlar beni, kelepçe vururlar kalemime, mahkum ederler düşüncemi. Varsın etsinler ana etmek istediklerini.

Ben korkmuyorum artık. Diyarbakırlı küçük çocuklar anlar beni. Beni yamalı pantolon giyen çocuklar sevsin yeter.

116

 

Bayramlarda yenilik görmeyen gözler arasın yeter. Eşi içki ve zina çukurunda çırpınan kimsesiz kadınlar bilsin yeter. Okula gidemeyen küçük kızlar tanısın yeter.

Ey zalimler açın zindanları ben geldim. Kırın kalemi, kurun idam sehpalarını. Bin canım olsun alın Allah yolunda. Bin canım olsun alın mustaz'aflar uğruna. Ninemin bir tek saç teline değişmem hepinizi. Beş para etmez ciğerleriniz. Karıncalar kemirsin sizleri, yılanlar soksun gözlerinize. Akrepler dolsun kulaklarınıza.

***

117

 

 

Bir Musa gerek ana, bir Musa. İsrailoğulları'nı andırır kavmim. Çocukları Öldürülen kadınları esir bir kavim. Firavun daha doğmadan öldürecek Musa'yı. Ama bilmez ki gafil Musa'yı sarayda büyütür Allah. Kızıldeniz yarılmalı ana. Tih çölüne varmalı ayaklar. Musa çölde gördü ateşi. Çobandı Musa! Çoban büyüktür ana. İki dil bilir, iki hal anlar bizden Ateş görmeden Musa olmaz ana, ateşe girmeden İbrahim olmaz ana. Musa için bir de Harun olmalı ana. Muhammed için Ali olmalı ana. Çünkü nankördür insan, fırsat kollar birileri. Samiriler çıkar bir yerlerden. Yeni ilahlar türer kızgın Tih çölünde. Musa kızar ana, dayanamaz Samiriler'e. Kızıldeniz yarılmalı ana. Yarılmadıkça Kızıldeniz, boğulmaz Firavunlar. Çocuklar kıyamete dek boğazlanır, kadınlar esir edilir yurdumda. Musa olmak lazım ana.

İnsanlık kurtulacaksa inin başıma ey kılıçlar, Allah razı olacaksa yağın üstüme ey oklar, zulüm bitecekse boşalın başıma ey silahlar...

Zindanlar korkutmasın seni ana. Medrese olur Yusufa. Yeter ki Yusuf olalım ana. Züleyha da alı-koyamaz Yusuf u yolundan. Kuyuda olsan bulur çıkarırlar seni. Satsalar "beş para etmez bu" diyenler, Mısır'a hakim görürler ergeç seni.

Hüdhüd'e kulak asma ana, Güneş'e tapmıyor artık birileri. Burçlar var, falına baktırıyorlar genç kızların. Kurşun döktürüyorlar evde kalmışlara ana.

118

 

Ey doktorlar bir şey bilmez misiniz? Çaresi, devası yok mudur halkımın? Kurtuluş reçetesini neden yazmaz'doktorlar? Yoksa size de mi söylemiyorlar ab-ı hayatı? Size de mi göstermiyorlar yol ayrımını?

Soğuklar başladı ana. Evinde yakacağı olmayan aileler var ülkemde. Sıcak bir yuvaya hasret kuşlar var coğrafyamda. Battaniye altında titreyen cılız tenli çocukları tanır mısın ana? İki zeytinle bir ekmeği bitirenleri bilir misin ana? Neden ekmek çok yeriz bildin mi şimdi? Ekmeği yavandır halkımın. Ekmeğe salça sürer de yer çocuklar. Yamalı elbiseleri salça lekelidir yavruların. Çocuklar misket oynar, zar atar, yazı-tura dener çıkmaz sokaklarda. Kahvelerde boyacılık yapar, sakız satar dahîler.

Neden dahîleri azdır bu kavmin şimdi öğrendin mi? Neden okumaz insanlar şimdi bildin mi? Neden konuşmasını bilmez babam şimdi anladın mı? Çocuklar neden okula gitmez sordun mu?

Bir bina yükselirse ana temelinde gözyaşı vardır mazlumların. Bir taş yükselirse, feryadı yankılanır gariplerin. Bina zulümdür ana, saray hiledir, köşk desise. Ali gelse de yıksa şu gökdelenleri. Fatıma'nın balçıktan evi kurulsa gönüllere. Kapıları Şam icad etti ana. Kuzuları Şam çaldırttı ana.

Yavan ekmeğe şükreder halkım. Mercimek, hıyar, sarmısak istemez Musa'dan. Kadınları fırın da istemez birilerinden. Un fabrikaları çalışmaz şehrimde. Analar elle öğütür buğdayı, tandırda pişirir ekmeğini. Karanlıklar çöktü mü, yolunu gözler kınalı koyunların.

Kuzular meleşince ateşi yakardı ninem. Süt verirdi otlaktan dönen koyunlar. Sahibine hakkını verirdi böylece. Ülkemde nankör yoktur ana. Herkes taktir eder hakkı. Bu yüzden sevmez Muaviye'yi-

119

 

 

Yezid'i anınca kusması gelirdi ninemin. Ali'yi okurdu bana hep mısır patlattığı geceler. Düldül'den bahsederdi ana. Düldül de neydi ana?

Diyarbakır'a deniz gelmedi ana. Getiremediler denizi Dicle'yi götürenler, Dicle'yi talan etti haramiler, Karpuzu haramdır ana. Çalıntıdır Dicle.

Kahveler şehridir Diyarbakır. Kahve içilmez, zehir içilir dumanlı odalarda. Söz edilmez, gözler bakışır ifadesiz. Kışları hoyrattır Diyarbakır'ın, yazları Afrika'yı andırır. Hep bir ikilem yaşar toprağım. Hep bir savaşı taşır bağrında. Gülleri dikenli bahçeler.

 

120

 

Ölümden faniler korkar ana. Ölümsüzlüğe ermek gerek. Ateşi yakmakla tehdid edenlerin, aklına gülerler be ana. Ölmüş eşeğe bıçak çeken kahramanları var sürgün toprakların. Haccac ne arar bu iklimde? Cengiz'i sevenleri Hitler alsın emi? Hülagu kadar bir taş düşsün başlarına.

Ağlama be ana, sana ne oldu? Dicle mi sandın kendini. Gözyaşların kurumadı mı senin? Gözlerine perde inmedi mi ninemin?

Diyarbakır anlatılmaz ana, yaşanır. Nakledilmez ana, görülür. Gülleri acı kokar bu toprağın. Suları acıdır Dicle'nin. Bu acı, biber acısı değil ana, Hacer acısı. Zemzem tutkusu. İsmail'e zemzemi Dicle verdi ana. Dicle zemzem sundu Hacer'e. Hacer de cömertti ana, İsmaili sundu Rabbine. Hacer buzdolabı istemedi İbrahim'den. Ev taleb etmedi kimsesizler yurdunda. Zemzem aradı ana, Dicle yetişti feryadına. Zemzem Dicle'ydi ana. Acıyla yoğrulan sular Dicle'dir ana. Çocuğuma da Dicle desinler ana. Eşim Dicle olsun benim.

Yıldızları sönük şehir, güneşi tutuk. Yağmur yağıyor ana. Şimşekler çakıyor, gözlerimi alıyor benim. Yıldırımları kurşunu andırır bu iklimin. Kuzuları kurt, koyunları sırtlan ülke. Telefonu görmemiştir çocuklar. Video nedir bilmez genç  kızlar nemayı hayal bile etmez ninem.

Sıcacık ekmekleri kapıda kapışır şen-şakrak ço

 

 

121

 

cuklar. Oyuncak bilmez, sopadan atlara biner yavrular. Saati havadan anlardı dedem. Bakışları hüzünlü şehir. Başını önüne eğen utangaç belde. Birçok çocukları yuvada büyür şehrimin. Ana görmez, baba duymaz yavrular. Kendilerine bebek alacak kimseleri olmayan kız çocukları, kalemlerine elbise giydirirler hüzünle. Herşeyi sessizdir Diyarbakır'ın. Kuşları Ötmez, gökleri gürlemez şehir.

Arabaları vapuru andırır, acı acı öter uzunca. Çocuklar bisiklet alamaz, kiralar bu şehirde. Bit pazarlarında nur görmez nursuzlar. Ortaokul öğrencileri boykot eder, uçak kaçırır bu şehrin. Nedendir bilinmez bunların hiç biri bilinmez veya en azından bilinmek istemez.

Sessizliği boz be ana, bir sustun pir sustun hani. Ne zaman konuşacaksın? Ne olur mezara götürme hiç bir şeyi. Mezar yokluktur ana. Dök içindeki sessiz kurtları, İfşa et Yezidleri. Fatıma minbere çıktı ana. Zeyneb halka hitab etti. Seccad ifşa etti sırlarını.

Metrosu yoktur Diyarbakır'ın. Yeraltında her şeyi yağmalanmış şehrin. Haccac kan ister ana, verir halkım. Haccac'dan korkar ninem. Zebaniler gelir hesap sorar ana. İkili bir ateş yakar iliklerimizi. Haccac dağa sürer ana, zebaniler şehire. İki sürgün yaşarız biz bu iklimde. İki zindan olur yüreklerimizde. Herşeyi sefil şehir.

Kuşların kanadı kırık olur bu iklimde, uçamaz. Dalı kırık olur güllerin, kokmaz. Yılan-çıyan dolu ülke.

Nicedir aşk yaşanmaz ülkemde. Sevmez birbirlerini gençler. Mecazi aşkı tatmaz iklimler. Yıldızlar göz kırpmaz Bosna'daki çocuklara. Çeçenistan'a gü

122

 

neş doğmaz çoktandır.

Afganistan'ın yarası derin ana. Kanlara hiyanet eden bir ülke iflah olmaz. Kanları satan şehir sükun bulmaz.

Bosna'da gördüm ana seni ağlarken. Kucağında bir çocuk vardı gözleri yaşlı. Sesi sevmez ana çocuklar. Feryattan ürker, ağlamaktan sararır yıldızlar.

Bosna'da açsın ana, çıplak kalmış omuzların. Kahpe kurşunlara hedef olmuş göğsün. Vatan sağolsun

 

 ana. Yarınlar bizimdir ana, elbet bizimdir. Gün doğmuş, gün batmış merak etme, ana, ebed bizimdir. Günlere takılıp kalma ana. Sonsuzluğa aç kollarını. Bomba olsun feryadın it sürülerine. Alnın açıktır feryad et, iblis'in ordusuna.

 

 

123

 

Güneş'e göçelim ana, yer yok diyor şoför bey. Ayakta kalamazsın, oturman gerek. Kuşlara yem aldın mı ana? Küçük Ali su ister kurumuş dudaklarına. Boğazından kanlar akıyor, ok yemiş belli. Otobüs bekliyorum ana, beni bu dünyadan götürecek. Halhalına takıldı gözlerim bir küçük kızın.

Sigara da içmiyorum artık ana. Kokulu bir çay demle de içelim ana. Hapishane çekilmez gayri.

Diyarbakır sahi neden surlarla çevrilidir ana? Surlar sırlar doludur ana. Dilini bilmek lazım surların. Surlar korkutuyor beni ana, ürkütüyor.

Gelinler de korkar Dicle'den. Damatların içkili nefesini andırır köpükleri. Buradan giden akıncı ne zaman dönecek yurduna?

Taşların dili var ana. Ama taşlaşmış kalpler bülmez anlamaz ifadesini.

Çalışmak lazım ana. Boşuna çalışmıyor Abdurrahim. Boşuna didinmiyor Yalçıner. Boşuna kilometrelerce yol kat etmiyor Ömer. Ama Abdurrahim kur-nazdır ana, bilir işini. Yedi değil, yetmiş katlı gökdelenden atsan ayakları üstüne düşer uyanık. Keşke halkım da hep böyle kurnaz olsaydı ana. Tilkilere kaptırmasaydı peynirini. Suyunu bulandırdı diye yem olmasaydı kurtlara.

Yarasalar neden yaramaz ana. Bir yarasalar ne olur şu testisi kırık acımıza! Bir çare olsalar ne olur tahtası eksik ızdıraplara.

Baykuş deyip geçme ana. Kuş dedirtmez, önce

124

 

 

"bay" dedirtir insana. Keşke halkım da saygı öğretebilseydi saygısızlara.

"İnekten çok korkarım" demiş İbn-i Sina. neden korkarmış bilir misin ana? "Boynuzu var aklı yok" dermiş İbn-i Sina. Aklı olmayan boynuzlular ülkesinde boynuzsuz bir ineğin hakkı verilmez, alınır ana.

Büyük balık, küçük balığı yer ana. Tabiatın kanunu bu. O halde yem olmamak için ya büyüyeceksin, ya da küçülteceksin ana. Büyümek gerek. Büyüdükçe küçültmek gerek. Zaten Abdurrahim de hep bunun için didinir durur. Yem olmamak için büyümek gerek. Ama büyürken de yememek gerek birilerini. Yoksa aynı küçükler büyür, büyükleri küçültür ana.

Sesim kısıldı ana, soluğum çıkmıyor artık. "Yardım eden yok mu?" feryadımı duydu tüm şehir. Duymamak için hacca gidenler Haccac'a biat eder bir gece vakti. Sonra ayak Öptürürler insana. Tren kalkıyor dostlar, duyduk duymadık demeyin. Ya insanca yaşamak ya da insanca ölmek gerek. Üçüncü bir tercihi yoktur asil hayatın.

 

125