Yabancı Bir Adada

TAĞUT

(Roman)

 

Yazan: Mahmut Hekimi

Çeviren: Mücteba Müslümpur

Tarama & Tashih : Feride DEMİR

eKitap: www.IslamKutuphanesi.com


TEŞEKKÜR

 

Bu kitabı tarayıp, tashih edip kütüphanemize kazandıran Feride DEMİR kardeşimizden Allah ve Masumlar (as) razı olsun.

 

Bu kitabı, İmam Hüseyin (as)'ın Kalbi olan, O'na canını seve seve veren,

Kardeşi Ebul Fazl Abbas'a (as)

İthaf Ediyoruz

 

Lütfen dualarınızda bizleri unutmayın.

 

 

 Yabancı Bir Adada TAĞUT

Yazan. Mahmud Hekimi

Çeviren: Mücteba Müslümpur

Yayınlayan. İslimi Tebliğ Teşkilatı

           Uluslararası İlişkiler Bölümü

Baskı: Spehr Matbaası

Tiraj: 5000

      Hicri 1409-Miladi 1989

 


                   TAKDİM

Bismillahirrahmanirrahim

İnsanlar kendi fikir ve düşüncelerini açıklamak için uygun ve yararlı gördüğü çeşitli vesilelerden yararlanırlar. Bu vesileler arasında çeşitli kollarıyla sanatın oldukça önemli bir yeri vardır. Sanat içeri­sinde de "edebiyat" insanın kendi inanç ve düşünce­lerini başkalarına ulaştırmada yetkin bir role sahipdir. Allah-u Teâlâ da Kur'an-ı Kerim'de "Onlara en güzel şekilde mukabelede bulun" diye buyurmuştur, öyleyse biz müslümanlar en güzel din olan İslâmı tebliğ etmede mümkün olan en güzel ve meşru im­kanlardan yararlanmalı ve bunlardan hakkıyla isti­fade etmeliyiz. Bir romanın tercümesi olan eliniz­deki bu kitabın mezkur gaye doğrultusunda bir hizmet olmasını temenni ediyoruz.

Kitabın muhtevası ile ilgili bir açıklamaya yer vermeyi lüzumlu görmemekle birlikte kitabın ismini teşkil eden "tağut" kelimesi hakkında kısa bir açık­lamayı uygun gördük. Arapçada haddini aşmak, taş­kınlık etmek anlamına gelen "tuğvan" kökünden alınmış bir kelime olan "tağut"u Ragıb-i İsfahan!, Müfredat adlı eserinde şöyle açıklamıştır: "Tağut, 'Kullu ma'budin min dunillah' Yani, 'Allah'tan baş­ka perestiş ve ibadet edilen herhangi bir şey...' ister insan olsun ister hayvan, ister cin olsun ister melek, ister canlı olsun ister cansız, Allah'dan, Allah'ın hük­mettiği kanun ve hükümlerden başka bir şeyle hük­meden ve insanları da buna itaate çağıran her kes tağ uttur."

Bütün dünyada tağut hakimiyetinin sona ere­ceği ve her yere İslâm ile Kur'an'ın hakim olacağı günün ümidiyle...

İslâmi Tebliğ Teşkilatı Uluslararası İlişkiler Bölümü

 

                          GiRiŞ

Saat beş'i yirmi dakika geçe, bindiğimiz uçak Cakarta Hava Alanı'nından havalandı. Bir kaç daki­ka sonra bulutlar arasında bu şehre veda ediyorduk. Uçağın bütün yolcuları gibi ilk önce bizde, sadece dışarıyı seyre koyulmuştuk. Daha sonra herkes, ken­di işiyle meşgul olmaya başladı. Ekseri yolcular, kendi koltuklarının yanma okunması için bırakılan, günlük gazeteleri gözden geçiriyor, mütalaa ediyor­lardı.

Bu uçakta Hüseyin'den başka, kimseyi tanımı­yordum. İkimiz de Cakarta'da teşkil edilen "İslâm Konferansı"na katılan delegelerden idik. Hüseyin, konferanstan sonra bana, Cakarta'daki önemli bazı yerleri görmek için bir kaç gün daha kalmamızı söy­lemiş, ben de kabul etmiştim. Biz, Endonezya'yı en son terk eden konferans delegeleri idik. Hüseyin Tanzanya'daki Şia müslümanlarının temsilcisi idi. Ben de bu konferansta, Nijerya'lı müslümanları tem­sil ediyordum. Her ikimiz de önce birlikte Kahire'ye gitmeyi oradan da kendi ülkelerimize dönmeyi ka­rarlaştırmıştık. Hüseyin oldukça derin bir düşünceye dalmıştı.

Ben bu sıkıcı sessizliği bozarak, 'Çok düşünceli gözüküyorsun. Konferansın sonucundan memnun ol­mamış gibi bir halin var" diye sordum.

Üzgün bir halde başını sallayarak dediki: "Razı mı! Şunu söyleyebilirim ki, bu konferansta söz alan konuşmacıların, bazı doğru ve gerçek meseleleri dile getirdiğine inanıyorum. Hususen de Gana temsilci­sinin; o zavallı Filistin halkının dertlerinden dem vu­rurken, bir ara o kadar galeyana gelmişti ki, masaya vurduğu bir yumruk ile masadaki su bardağının yere düşüp kırılmasına sebep oldu. Ama buna rağmen, sende biliyorsun ki, eli boş dönüyoruz; hiç bir şeyi halledemeden. Bu sizce de öyle, değil mi,"

— Çok ümitsizsin Hüseyin! Sen bu konferans sonunda yayınlanan genelgenin çok güzel bir şekilde tanzim edildiğine ve bütün müslümanların sorunları­na değindiğine, inanmıyor musun? Bütün dünya müslümanlarını bir araya getirebilmek, aralarındaki yersiz ve manasız ihtilafları kaldırabilmek, ciddi bir dayanışma ve sözbirliği meydana getirebilmek için yayınlandı bu genelge.

Hüseyin dedi ki: "Evet, doğrudur. Fakat 28 maddelik bir genelge ile sorunların hemencecik, kendiliğinden ortadan kalkacağına nasıl inanabiliyor­sun? Bence biz asıl konferansı, ilk önce kendi sami­miyet ve İslâmi kardeşlik anlayışımızda yapmalıy­dık. Üstelik hiç bir gerekli fiili işlemin yapılmadığını da biliyorsun. Aziz dostum! üstelik sende biliyorsun ki bu konferansa delege gönderen bir çok ülke dev­letleri, aslında bizatihi Emperyalizmin bölgede uşak­lığını yapmaktalar. Bu ülkelerin, İslam adı altında, bu konferansa delege göndermeleri aslında fuzuli bir teşrifattan başka bir şey değildir!.

Hüseyin bu arada duraklayarak konuşmasını sürdürdü. "Bana kalırsa "Eritre Kurtuluş Cephesi" adına konferansa katılan temsilcinin sözleri, sarf edilen sözlerin en güzel ve en çekici olanıydı. Sözleri, daha da kulaklarımda çınlamaktadır. Bu toprak par­çası üzerinde Etiyopya güçlerince işlenen cinayetle­ri, zavallı savunmasız halkın başlarına ve evlerine dö­külen Napalm bombalarını, insanlık dışı işkence ve bombardımanları, nasıl da işler acısı bir şekilde tas­vir etmişti. Ne yazık ki, sen o günkü celesede hazır değildin. Bu temsilcinin nasıl feryat ettiğini bilemez­sin. O diyordu ki. "En acı olanı da bence şudur: İslâm toplumlarındaki yeni nesiller, Eritre diye bir toprak parçasından habersiz oldukları gibi, Eritre mücahidlerinin niçin savaştıklarından ve ne istedik­lerinden de haberdar değillerdir."

Ayrıca, "Emperyalizmin, bir ülkeyi sömürgesi durumuna getirebilmesinin tek yolunun, sadece o ülkeye kendi kültür ve medeniyetini adapte edip, yerli halkı kendi özünden, öz benliğinden ayırmak" olduğuna da işaret ederek ilginç bir noktaya temas etmişti.

"Emperyalist güçler, yerli halka kendi kültür ve medeniyetlerini adapte etmek ve onları kendi dilleri yerine Avrupa dillerinin mütehassısı kılmakla, yeni yetişen genç nesiller arasında "kültürel değişik­liği" ve ''anlaşım bunalımı "nı meydana getirmek istediklerini'' söyledi.

Görüldüğü gibi ne yazık ki, bir takım aydın dü­şünceli insanlarımız da, kendi istilah ve terimlerini terketmiş, ithal malı, batı tarzlı düşüncelerin tesirin­de zavallılaşmıştır.

19. yüzyılda İtalya'da vuku bulan özgürlük sa­vaşlarının bir bir ismini ve mahiyetini biliyorda, An­gola, Gine ve Mozambik'te müslümanların ne gibi şartlar altında yaşadığının, onlara nasıl yardım ede­bileceğinin derdinde bile değil."

Hüseyin sözlerini bitirince bir süre konuşmadan öylece kaldık. Anladım ki, artık konuşmaya niyeti yok. Yolun ortasında duran hostese işaret ederek yanıma çağırdım. Genç adam gayet edebâne bir şe­kilde yanıma gelerek, tatlı bir dille sordu: "Bir emri­niz mi var efendim?"

— Evet, bir bardak su rica edecektim.

Genç adam hemen uçağın kantin bölümüne doğru giderek, az sonra üzerinde bir bardak su bu­lunan küçük bir tepsiyle geri geldi. Tam yanıma var­mıştı ki, uçak korkunç bir gürlemeyle sarsıldı. Genç adamın elinin üzerindeki tepside tuttuğu su bardağı, yere düşerek kırıldı. Hostes, sarsıntının sebebini öğrenebilmek için süratle, pilot kabinine daldı.

Hüseyin, soğukkanlı bir halde dedi ki, "Yanıl­mıyorsam uçakta büyük bir teknik arıza meydana geldi. Ben şimdiye kadar onlarca defa uçakla seya­hat ettim de böyle bir hadiseyle karşılaşmadım."

Tam bu esnada hostes pilot kabininden çıka­rak, vahşetengiz ve titrek bir sesle şöyle dedi:"Aziz dostlarım! Sizlere üzülerek söylemek zorundayım ki, uçakta büyük bir teknik arıza meydana gelmiştir."

Hostes sözlerini bitirince sustu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Sanırsın ki o bir ölüydü artık. Bu esnada yolculardan biri dedi ki: "Güzel de, şimdi ne yap­mamız lazım. Elimizden ne gelir?" Hostes hüzün içinde cevap verdi: "Herkes kendi canını kurtarmak için acele etmelidir. Uçak neredeyse düşmek üzere. Çok geçmeden hepimiz denizi boylayacağız. Hatta bir dakikanızı bile boşa harcamayın. Herkes birer paraşüt ile, sırası geldikçe kendini uçaktan aşağı at­sın. Uçaktan atladıktan sonra da 10'a kadar sayınız, bilahare vakit kaybetmeden paraşütlerinizi açın; sa­kın daha önceden açmaya teşebbüs etmeyin."

Hüseyin bana dönerek dedi ki, "Uçaktan atla­mak için acele davranmalıyız. Allah bilir bizleri daha neler bekliyor.' Nereye ineceğiz, belli değil! Elbette eğer paraşütlerimizi açabilmeyi başarabilirsek! Bu yükseklikteki hava basıncı o kadar şiddetlidir ki, ba­şarabileceğimizi sanmıyorum."

Ben sözlerini tasdik ettim ve dedim ki, "İkimiz arka arkaya uçaktan atlarsak daha iyi olur. Şayet böylece bakarsın, ikimizde aynı yere ineriz."

Hüseyin sözlerimi kabul etti. O sırada yolcu­lar vahşet içinde hostes ve kaptanların yardımıyla, paraşütlerini atlamaya hazır hale getirdiler. Hostes bir kaç defa anons ederek, yolculardan hafif olmala­rı için, yanlarına birşey almamalarını rica etti. Bazı yolcular korkularından ağlamaya başladılar. Bir kı­sım yolcularda donmuş bir ceset gibi hareketsiz öylece durup kalmışlardı. Uçağın memurları birkaç kez daha anons ederek, yolculardan yanlarına birşey almamalarını rica etmelerine rağmen, ben acele ola­rak çantamdan Kur'an-ı Kerim ve Nehc'ül-Belaga'yı çıkararak gömleğimin içine yerleştirdim. Elbetteki, o zaman beni ne gibi ilginç olayların beklediğinin farkında bile değildim. Bu iki kitabın bir cemiyeti nasıl İslah edebileceğini ve insanlar üzerindeki tesi­rini, hakkıyla tasavvur edemiyordum. Birkaç dakika sonra uçağın kapısı açılınca, şaşkın yolcular sıra ha­line dizilerek, sırası geldikçe uçaktan aşağıya atla­maya başladılar. Hayatımın en heyecanlı anlarını ya­şıyordum.

Önündeki yolcular tek tek atlayınca, sıra bana geldi. Son anda başımı çevirip, bir kez daha Hüse­yin'e baktım. O soğukkanlı bir halde, kıpırdanan du­daklarıyla dua ediyordu. Korktuğumun farkına va­rınca beni ileriye doğru iterek şöyle dedi, "Niçin korkuyorsun ki? Biz, müslümanların saadeti ve İslâm' in terakkisi için buralara geldik. Allah hiç bir zaman kendi dinine yardım edenleri yalnız bırakmayacak­tır." Bu arada uçağın memurlarından birkaçı elle­rimden tutup çekerek beni hızla uçaktan aşağıya attılar. Uçaktan atlar atlamaz, hemen 10'a kadar say­maya başladım. Ardından da paraşütümü açarak ya­vaş yavaş boşluğa doğru inmeye başladım.

Rüzgar hakikaten de, çok şiddetli esiyordu. Hayatımda ilk defa paraşütle atladığımdan dolayı kendimi sanki az sonra ölümün kucağına düşecek biri gibi hissediyordum. Yavaş yavaş aşağıya doğ­ru inmeye devam ediyordum. Fakat içimdeki korku hala da dinmiş değildi. Zira, nereye ineceğimi bile­miyordum. Sonra, acaba yere sağ salim inmeyi başa­rabilecek miydim? Zira şimdiye kadar bir defa bile olsun, bu işin tecrübesini yaşamış değildim.

Bu esnada Hindistan ile Çin savaşı esnasında, fransız lejyonlarından biri olarak görev alan bir as­kerin macerası aklıma geldi. Bu lejyon, savaş cephe­lerine yardıma koşmak için, tıpkı benim gibi bir pa­raşütle uçaktan aşağı atlamıştı. Fakat kendisi para­şütle atlamada oldukça tecrübeliydi. Buna rağmen uçağın kaptanları iniş yerini tespitte büyük bir hata etmişlerdi. Zavallı asker, "cüzzam hastalığı"nın re­vaçta olduğu bir bölgeye inmişti. Ben bu askerin macerasını, Nijerya'da ingilizce olarak basılan bir dergide okumuştum ve zavallı asker de sonunda cüz­zam hastalığına yakalanmıştı. Şu anda ise o kor­kunç maceranın bir benzeri de beni bekliyordu. Ben de sahilden uzak bir denizin ortasına düşüp boğulabilirdim. O sıralarda tek ümit ve tesellim, şüphesiz ki Allah idi. Bir insan çok zor şartlar al­tında kalmadan, bu ümid ve teselliyi hakkıyla id­rak edemez. "Kalpler, ancak Allah'ı zikretmekle yatışır" ayetinin manasını, ilk defa hakkıyla değerlendirebiliyordum. O kadar korkunç dakikalar ya­şıyordum ki, geçen zamanın farkında bile değildim. Uçaktan atladığımızdan bu yana ne kadar bir za­man geçmişti bilemiyorum. Aşağıya doğru indikçe, bir takım karaltılar görmeye başlamıştım. Denize inme ihtimalim büyüktü. Lakin hamdolsun ki aşağı­ya doğru indikçe, denizden ve denizin o korkunç dalgalarından bir eser göremiyordum. O yükseklikte rüzgar o kadar şiddetli esiyordu ki, kolumdaki saat bile sallanıp duruyordu. Fakat buna aldırdığım yok­tu. Aşağıya doğru indikçe altımda yavaş yavaş bü­yük bir orman belirmeye başladı. Bir kaç dakika sonra da ayaklarım ormandaki ağaç dallarına temas etti. Fakat o kadar şiddetli bir rüzgar esiyordu ki, habire bir o yana, bir bu yana gidip geliyordum. Acemiliğimden olsa gerek, bir türlü yere inmeyi başaramıyordum. Ağaç dalları yüzümün cildini, kor­kunç bir şekilde çizmişti. Bir türlü kendimi kontrol edemiyordum.

O sırada ağacın dallarından birine sıkıca yapış­tım. Hızla kendimi paraşütten kurtarmaya çalıştım. Tam o esnada korkunç bir hızla esen rüzgar, beni yeniden havalandırarak büyük bir ağacın gövdesine yapıştırdı, korkunç bir feryat ile kendimden geçip bayıldım.

 

YABANCI BİR ADADA

Kaç saat baygın bir halde kaldığımı bilemiyo­rum Fakat gözlerimi açtığımda, kendimi küçük bir köy odasında buldum. Etrafımda yüzlerinden Japon oldukları sanılan üç kişi durmuş, birşeyler konuşu­yorlardı. Dilleri bana yabancıydı. İçlerinden biri gözlerimi açtığımı fark edince hemen yanıma sokula­rak soru olduğu anlaşılan bir takım şeyleri tekrar­layıp durdu. Ben ise anlamadığımı ifade edebilmek için, başımı menfi anlamda birkaç kez sallayıp dur­dum. Benden bir şey anlamayınca da kenara çekil­diler.

Bilahare, üçü birden gözlerini kapıya diktiler. Hallerinden, birini bekledikleri anlaşılıyordu. Bu sı­rada ayağımda korkunç bir ağrının varlığını hisset­tim. Görünüşe bakılırsa, kırılmışa benziyordu.

Bu esnada üç adam kendi aralarında bir takım işaretlerle konuşup duruyorlardı. O kadar zayıf idilerki, sanırsın hayatları boyunca bu insanlar bir defa bile olsun tok olmuş değillerdi. Elbiseleri de olduk­ça eskiydi. Bunların büyük bir fakirlik içinde yaşa­dıkları her hallerinden anlaşılıyordu. Az sonra oda­nın küçük kapısı açılarak elinde küçük bir çanta bulunan, zayıf ve kısa boylu genç bir adam içeri girdi. Diğer üç zayıf adam hürmeten, hemen ayağı kalktılar. Genç adam başını sallayarak onlara teşek­kür ettikten sonra, gözlerini benim üzerine dikti. Ve ingilizce olarak şöyle dedi, "Yanılmıyorsam siz Afri­kalısınız, değil mi bayım?"

"Evet, lakin suallerinizi sormadan önce beni bu korkunç dertten kurtarmanızı rica ediyorum Ya-nılmıyorsam kırılmış olması gerek."dedim.

          Adam biraz ileri doğru çıkarak dedi ki, "Ben doktor değilim amma elimden geldiğince size yar­dımcı olmaya çalışacağım." Bilahare çantasından eskimiş bir stetoskop (doktor kulaklığı) çıkarıp ku­laklarına geçirdi ve sakin bir halde dedi ki, "Ben tam bir yıl boyunca bir ingiliz veterinerinin yanında çalıştım" O kadar gururlu bir hava ile bu sözleri sarf etmişti ki, kendimi gülmekten alamadım. Şimdi de bir veteriner yardımcısı, beni tedavi etmek için çalı­şıyordu. Genç adam bilahare yanıma sokulup elini göğsüme dayadı. Gömleğimin düğmelerini açınca içinde sakladığım iki kitabı görür görmez hemen eli­ni geri çekti. Ve benden şüphe eder bir insan haline geldi. Daha önce de dediğim gibi, uçaktan atlama­dan önce Kur'an-ı Kerim ve Nehc'ül-Belaga'yı göm­leğimin içine yerleştirmiştim. Genç adam yeniden yanıma yaklaştı. Süratli bir şekilde ellerini gömleği­min içine sokup sakladığım iki kitabı hızla dışarı çekti. Kitapları kenara bırakıp beni tedavi edeceğini sanıyordum. Aksine, geri geri çekilerek kitaplardan birinin sayfalarını çevirip, incelemeye başladı. Bir­kaç dakika sonra da vahşet içinde feryat etti, "Kur­an!"

Bilahare anlamadığım dilden, diğerlerine bir-şeyler anlatıp durdu. Ne dediğini anlayamadım: Fa­kat ilginç bir şeyler söylemiş olsa gerek ki, diğer üç zayıf adam da bu sözleri duyar duymaz, vahşete düştüler. Şaşkın şaşkın yanımdan çekilmeye baş­ladılar. Genç adam kulaklarını çıkararak odanın bir kenarına attı. Odanın duvarına sırtını dayayarak korkudan faltaşı gibi açılmış gözleriyle bana bakı­yordu.

Şaşırmış bir ifadeyle sordum, "Niçin bu kadar şaşırdınız?  O kitaplardan biri Kur’an, diğeriyse Nehc'ül-Belaga'dır."

Genç adam sözümü kesti. "Biliyorum, zaten onlar da bu iki kitap yüzünden köyümüze gelerek, iki genç arkadaşı alıp götürdüler. Tam bir yıldır ki onlardan bir haber alamadık. Ben şaşkın bir ifadey­le sordum, "Çok ilginç bir şey bu! Oysa bu kitabın okunması ve bulundurulması, tüm dünyada serbest­tir."

Genç adam titrek bir sesle dedi ki, "Bu adada da on yıl öncesine kadar serbestti. Fakat o zamana kadar kimse bu kitapların manasını, ne demek iste­diğini bilmiyordu. Hatta halk arasında öyle yaymış­lardı ki, Kim Kur'an-ı Kerim'in manasını öğrenmeye çalışırsa, onun için okuma sevabı yoktur. Bundan 10 yıl kadar önce bir takım gençler Kur'an-ı Kerim' in manasım, ne demek istediğini anlamak ve amel etmek için Arapça öğrenmeye karar verdiler. İşte o günden sonra da, adada Kur'an-ı Kerim'lerin top­latılıp, yasaklanması hadisesi başladı."

'Bu adanın yöneticisi kim?" diye sordum. Genç adam kendine çeki-düzen verdikten sonra yük­sek bir sesle bağırarak- "Cakoma! Bizim saadet ve güzel yaşamayı kendisine borçlu olduğumuz büyük

komutan" dedi.

Ardından da, genç adamla birlikte diğer üç kişi secdeye kapandılar. Anlamadığım bir takım şeyler deyip duruyorlardı. O kadar şaşırmıştım ki, ayağı­mın ağrısını bile unutmuştum. Genç adam ve diğer üç kişi dualarını bitirdikten sonra secdeden başlarını kaldırıp ayağa kalktılar. Kenara çekilerek kendi aralarında konuşmaya başladılar. Adamların böylesi korkunç bir hale düşmelerinden, durumun hayli va­him olduğu anlaşılıyordu.

Diğer üç adam dışarıya çıkarak, beni genç adamla yalnız bıraktılar. Onlar gittikten sonra adam bana doğru yaklaşarak dedi ki, "Senin buraya gel­men, bizim için çok kötü oldu. Zira yanında bu­lundurduğun bu iki kitap "Büyük Cakoma" tarafın­dan yasaklanmış kitaplardır. Eğer seni bu kitaplarla beraber bu evde görürlerse, evin sahibi "Asatu"yu hemen tutuklayacaklardır. Ben hayret içinde dedim ki, "Niçin? Onun hiç bir suçu yokki?

Genç  adam  sözümü tasdik etti ve dedi ki, "Evet, zira o sadece insani görevi bildiğinden dolayı sizi yaralı olarak bulduğu yerden alıp, buraya getir­di. Elbette bu bir suç olamaz. Fakat bunu "Büyük Cakoma"nın adamları anlamazlar. Onlar için "şüphe etmek" kafidir. Başka bir delile ihtiyaç duymazlar, "şüphe" onlar için en büyük kanıttır." Ben bu söz­leri duyunca, oldukça rahatsız oldum. Genç adama bakarak dedim ki, "Sizde oldukça rahatsız görünü­yorsunuz." Genç adam korku ve telaşını gizlemeden dedi ki, "Evet bayım, hemde çok korkuyorum! Zira bende, buraya sizi tedavi etmeye geldim. Cakomanın adamları bunu duyarlarsa, inanın bana da hiç bir zaman merhamet etmezler. Zindanda o kadar işkence ediyorlar ki, insan onların her dediğini kabul­lenmek ve hazırladıkları ifadelerin altını imzalamak zorunda kalıyor."

Genç adam bilahare yanıma sokularak dedi ki: "Onlarca, bu evin sahibi olan "Asatu"nun, diğer büyük bir suçu daha var! Günün birinde mahkumlar­dan birisi zindandan firar ederek köyümüze geldi. Oldukça hasta ve yaralıydı. Saatlerce kapı kapı, köy halkından yardım isteyip durdu. "Asatu"dan başka da kendisine yardım eden olmadı. Onu da sizin gibi alıp, evine getirdi. Firari olan mahkum da şu yanı­nızdaki odada yatıyor.  "Ebu Zer" adlı bir müslü-mandır. Zavallıya o kadar işkence etmişlerdi ki, göz­lerinden birini de kaybetmiş. Asatu, kendisini ol­dukça seviyor. Kolundan birini de zindanda kırmış­lar. Durumu, her ne yaptıysak bir türlü düzelmiyor. Yaraları da müthiş kokuyordu. Asatu hergün bu ya­ralarını yıkayıp merhem sürüyor. Buna rağmen bir türlü iyileşmedi. Biz onun bir an önce iyileşip bura­dan gitmesini bekliyorken, karşımıza şimdi de siz çıktınız! Eğer Cakoma'nın adamları ikinizden, hele bilhassa o iki kitaptan haberdar olurlarsa, inanın bu köyü, acımadan altını üstüne getirirler."

 

KÜÇÜK ADAMIZIN DRAMATİK BİR GEÇMİŞİ VAR

 

Genç adam takriben bir saat boyunca sürdür­düğü adanın durumuyla ilgili sözlerini bitirince, dışa­rı çıktı. Az sonra da zayıf bir köylünün yardımıyla adaya, bir sedye ile geri döndü. Sedyede inleyen bir yaralı yatıyordu. Hemen anladım ki, bu zayıf adam da Asatu'dan başkası değildi. Sedye üzerindeki inle­yen yaralı ise Ebu Zer'in kendisiydi. Ebu Zer'in sedyesini de benimkinin yanına yerleştirdiler. Mesihi olduğunu sonradan anladığım genç adam dedi ki, "Asatu, bununda sizinle beraber kalmasını istedi. Ben şu anda başka bir köye gidiyorum. Sizin için bir doktor bulmaya çalışacağım. Zira ben birşeyler yapabileceğini sanmıyorum."

Ben ve Ebu Zer odada yalnız kaldık. Zavallı­nın yüzünde, korkunç yanık izleri vardı. Az sonra anladım ki, bu genç, yüksek tahsilli ve oldukça da aydın biriydi. İngilizce'yi de mükemmel biliyordu. Kendisine başımdan geçenleri kısaca anlattıktan sonra dedim ki, "Ben, doğrusunu istersen, bu adam­ların "Cakoma" sözünü duyar duymaz vahşete düş­melerinin, secdelere kapanmalarının sebebini daha da bilmiş, anlamış değilim. Çok şaşırdım doğrusu!"

Ebu Zer inler bir halde dedi ki, "Bunun sebe­bini bilebilmen için herşeyden önce, bu ada halkının tarihini ve yaşantısını iyice bilmen lazım. O zaman benim yaralı bir halde şu anda niçin burada olduğu­mun sebebini de öğrenmiş olacaksın.

Bizim adamız, dünyanın en küçük adalarından biridir. O kadar küçüktür ki, harita da bu adayı, yüzlerce Güneydoğu Asya ülkeleri arasında ufacık bir noktayla bile göstermek mümkün değil. Bu ada­nın çok az bir cemiyeti olmasına rağmen, oldukça ibretli ve dramatik bir tarihi vardır.

15. yüzyılda bu ada halkının hepsi hindu dini­ne mensup idiler.(l) Daha sonraları bu ada halkı İslâm'ın  tebligat ve kanunlarıyla müşerref olunca da bütün varlığıyla bu dini sarıldılar. Zira bu din, Hinduizmin tersine sınıf anlayışını reddederek, in­sanın insana kulluğunu ortadan kaldırıyor, insanın insanı sömürmesine, onun sırtından yükselmesine karşı acımasız bir savaş açıyordu. Bu özellikler de, zaten halkımızın arzuladığı, susadığı prensiplerdi. Uzun bir müddet yöre halkı, İslâm'ın emirleri doğ­rultusunda çok mesut bir hayat yaşadılar. Her şey, kardeşlik, beraberlik ve adalet çerçevesinde halledi­liyordu. İnsanın şeref ve hürriyetinin korunması da İslâm'ın emirleri gereğince itinayla gözetilmiş, her türlü tecavüz ve saldırıdan emin bir hale getirilmişti. Hiç kimse bir diğerinin emeğini sömüremediği gibi, bugün olduğu  şekliyle yüz binlerce insan açlık ve yoksulluktan inlerken, gölgesinde bile oturulmaya izin verilmeyen sarayların inşa edilmesi de vâki de­ğildi. İnsanlar o kadar toplumsal fikir ve şuurla ye­tişmişlerdi ki, hiç kimse bir insanın diğer bir insana tecavüz etmesine izin vermiyordu. Bu yoldan sapa­rak insanların hakkına tecavüze yeltenen, kim olursa olsun, müsamaha edilmeden gereken cezaya çarptı­rılıyordu. Onun için öyle gelişigüzel herkes böyle bir tecavüze yeltenmeye cesaret bile edemiyordu.

Fakat sonunda meydana gelen bir facia, tüm halkın yaşantısını altını üstüne getirdi. Ne idi bu facia? Bu facia, Avrupalı sömürgecilerin "baharat ti­careti" adı altında, adamıza hücum etmeleriydi.

Adamıza ilk önce gelenler, Portekiz sömürgecileriy­di. Portekizliler devamlı olarak halkı İslâm'dan ayı­rıp Hıristiyanlaştırmak için çalışıp durdular. Sonra da İngilizler geldi. Onlar da "baharat ticareti" adı altında buralara kadar gelerek, halkın yeraltı ve yer­üstü kaynaklarını talan edip durdular.

Daha sonraları da Hollandalılar geldiler. Hollan­da sömürgeciliği, diğer sömürülerin en merhametsizi ve hayasızı olduğu gibi, aynı zamanda da en uzun olanıydı. İlk dönemlerde yerli halk, Hollanda sömür­gecilerine karşı bütün güçleriyle direndiler. Bu du­rumda hiç bir müslüman, sömürgecilerle savaşmak yerine rahat bir hayat için, evinde oturmayı, İslâm'a ve müslümanlara hiyanet etmeyi aklından bile geçirmiyordu.

Hollanda gemileri, ticaret adı altında adaya yaklaşınca, yerli halk var olan tüm güç ve olanakla­rıyla bu "davetsiz misafirler "e karşı koymak için se­ferber olmuşlardı. Müslümanlar, saldırıları sonunda Hollandalılara ağır kayıplar verdirdiler. Malaka kör­fezinde, Hollanda ticaret gemilerine saldırdılar. Bu zalim sömürgeci güçler, kendi namus ve haysiyeti için, öz vatanını ve topraklarını kahramanca savunan müslümanlara "Deniz korsanları" adını verdi. Elleri­ne geçirdikleri esir müslümanları işkence ederek, bi­rer birer öldürdüler. Fakat buna rağmen müslümanlar savaştan, hakkını savunmaktan geri kalmadılar.

Hollanda sömürgecileri, savaşla bu işi hallede­meyeceklerini anlayınca, müslümanlar arasına "ayrı­lık tohumu" ektiler. Böylece bu haince planı uygulamaya koyuldular. "Birbirine düşürmek" oyunu o kadar başarılı sahnelendi ki, kısa bir süre sonra müs­lümanlar, sayısız fırka ve grupçuklara ayrıldılar ve birbirlerinin canına düştüler. O zamanda Hollanda sömürgecileri "BARIŞ GÜCÜ" adı altında adamıza ayak basma imkanını buldular. Tüm iktisadi merkez­leri ellerine geçirdiler. 17. yüzyılda adada tam mana­sıyla hakim duruma geçtiler."

Bu esnada Ebu Zer susarak, gözlerini tavana dikti. Ayağımdaki ağrı da oldukça azalmıştı. "Ne olur dostum, devanı et! Seni bu hale niçin getirdik­lerini hakkıyla bilmek istiyorum" dedim. Ebuzer üzgün bir sesle devam etti: "Sabret Selman, herşeyi anlatacağım. Hollandalılar 300 yıl boyunca sömür­gelerini acımasızca devam ettirdiler. Bu uzun zaman boyunca zavallı halk, sömürgecilerin kurnaz oyunla­rıyla yavaş yavaş kendinden geçip, derin bir uykuya daldılar.

Zavallı halk, ölümle eş anlamlı bir sessizlikte, mutlu olabilmenin yollarını aramaya koyulmuştu. Oysa bu, akıntıya kürek çekmek gibi boş ve manasız bir çırpınmaydı.

Halk, "Azınlık" ve "Çoğunluk" diye iki belir­gin kısma ayrıldı. Azınlık olan kısım, emperyalist güçlerle işbirliği etmekten, onlarla düşüp kalkmak­tan çekinmiyordu. Kendi refah ve rahatı için kendi öz halkını, bu zalim ve talancı güçlere peşkeş çek­mekten utanmıyorlardı.

Neticede de halk, mahrumiyete, köleliğe, boş ve manasız bir zillet hayatını yaşamaya zorlandı.

İkinci dünya savaşı, bir bakımdan 300 yıllık Hollan­da sömürü sarayının yıkılışını hızlandırdı. 1942 yı­lında Japonya, bölgedeki Hollanda hakimiyetini yı­karak, bölgenin idaresini kendi ellerine aldı. Fakat hepimizin bildiği gibi Japonya'nın bu zaferide çok uzun sürmedi. Bütün dünyada hatırı sayılır bir güç olma yolunda hızla ilerleyen Japonya, sonunda bu savaştan yenik çıktı. Bu savaşın akibeti, aynı za­manda Endonezya Adalar Topluluğu'nda hürriyet ve istiklal rüzgârının esmesini de beraberinde getir­di. Bizim isimsiz ve küçük adamız dışındaki diğer tüm adalar zahiren de olsa, kendi hürriyetlerini elde ettiler.

Cakoma, Japonya tarafından adanın idaresi için gönderilen Japonyalı bir komutandır. Japonya güç ve kudretini elden vermiş ve bölgedeki sultası sona ermiş olmasına rağmen, bu adam bizim adayı terketmedi ve öylece kalakaldı. Oldukça küçük ve az cemiyetli olan bu adanın yerli halkı, bir çok de­ğişik fikir ve inanç sahibidirler. Cakoma'da bu fikir ve inanç farklılığından çok güzel bir şekilde istifa­de etmektedir."

Bu esnada sözünü keserek kendisine sordum: "Meğer halk müslüman değil mi?"

Ebuzer cevap verdi: "Halkın çoğunluğu müslümandır. Fakat buraya gelen Japon ve Çinlilerin ekserisi değişik fikir ve inanca sahiptirler. Halkın bir kısmını da Hıristiyanlar teşkil ediyor."

"O zaman diyebiliriz ki, bu adada her din ve mezhebin mensupları mevcut."

Ebuzer sözümü doğruladı ve dedi ki: "Evet, durum takriben dediğiniz gibidir ve bu hal, tağutun kendi güç ve kudretini devam ettirmesine de yardımcı olmaktadır."

Ben hayretle sordum. "Tağut? Maksadım kim?" Ebuzer dedi ki: "Kastım Cakoma'dır. Tağutta olması gereken bütün vasıflar kendisinde mevcuttur. O halkı kandırdığı gibi sahtekar ve soyguncunun bi­ridir de. Adamızı bir fesat yuvası haline getirdi. Bun­lar, Kur'an'in, tağutu tanıtırken kullandığı vasıflar­dan sadece bir kaçıdır. (2) Tağut kendisini, ailesini ve çanakyalayıcı bir avuç dalkavuktan başka hiç kimseyi düşünmüyor. Kendisi ve bağlıları dışında tüm halk fakirlik ve yoksulluk içinde çırpınıp du­ruyor. Bu adanın köylerinde uğursuz bir açlık göl­gesi dışında hiçbir şey göremezsiniz. Tağut kültü­rüyle yetişen bir çok kadın, imansızlık veya yok­sulluk sebebiyle kendi namusunu satmaktadır. Fe­sat, halkın ruhi derinliklerine kadar indi. Hepsi de fesad ve ahlaksızlığın onları ne hale getirdiğinin far­kındalar. Ama buna rağmen hiç kimse itiraz edebil­me cesaretinde değil. Hepsi ister istemez onu öv­mek, methetmek zorundadır. Tağutun yaptığı işleri büyük göstermek, adı anılınca saygıdan dolayı diz çökmek, onun adalet ve insan haklarından(!) dem vurup boğaz yırtmak bunların en büyük görevleridir.

Bu adada herkes bir diğerinden korkmaktadır. Öyle ki, babanın bile oğluna itimadı ve güveni yok­tur.

Tağut, bütün sesleri sinelerde boğmuştur. Cakoma’nın adamlarının tek işi, halkın birlik ve bera­berliğini sağlayacak her yolun önünü almak, onları en küçük fırka ve grupçuklara ayırarak birini diğeri aleyhine düşman kılmaktır. Sen bu fasit ve habis adamın bizim başımıza neler getirdiğini bilemez­sin."

Ben sözünü keserek dedim ki: "Yoksa onun adamları mı sana işkence ederek bu hale getirdiler?"

Ebuzer yüzünü çevirdi ve dedi ki: "Evet! Ama hamdolsun ki sonunda ellerinden kaçıp kurtulmayı başardım ve buraya geldim. Asla pişman da değilim. Aksine peygamberlerin yoluna ayak koyduğum, o yolda çalıştığım için mutluyum da. O peygamberler de zamanın tağutlarıyla savaşmış, onların her türlü işkence ve zulmü karşısında sabretmişlerdi."

Sordum. "Ne zamandan beri bu yolda çalışı­yor, çaba harcıyorsun?"

Şöyle cevap verdi: "Bir İslâm aliminin, İslâm-m tebligatı ve Kur'an-ı Kerim'in talimi için buraya geldiği günden beri. O, bir takım aydın ve saf gönüllü gençleri etrafına toplayarak: "Ben sizleri kurtarmak için geldim" dedi. Bazı gençler ilk önceleri ona inan­madılar. Hatta ona: "Sen gel de bu boş iddiandan vazgeç" dediler. Zira onun hiç bir askeri gücü ve kudreti yoktu. Fakat o yemin ederek diyordu ki: 'Eğer siz benim dediklerimi can kulağıyla dinler ve gerekenleri yaparsanız, o kadar büyük bir silaha sahip olacaksınız ki. en büyük şeytani güçler bile

önünüzde diz çökmek zorunda kalacaktır. Buna ina­nın!"

Gençler bu kudretin ne olduğunu sorunca da, feryat ederek "Kur'an okuyunuz, Kur'an okuyunuz, Kur'an okuyunuz! dedi. Kur'an'ın manasını anlama­ya çalışınız, halk kitlelerinizi Kur'an'ın manasıyla tanıştırınız. O zaman Kur'an'daki her bir ayetin en büyük kayaları bile nasıl çatlattığını, yerle bir etti­ğini göreceksiniz.

Gerçeği sorarsan biz de ilk önce onun sözlerine inanmamıştık. 300 yıllık Hollanda sömürgeciliğinin hemen akabinde, halkın dimağlarına sızan Cakoma’nın   10  yıllık  zulüm  sultasının  ardından milletçe uyanmanın,    karanlıklardan    aydınlığa    çıkmanın mümkün olabileceğini idrak bile edemiyorduk. Üste­lik görüyorduk ki, ekseri müslümanların evinde Kur-an-ı Kerim vardı ve hergün de okunmasına rağmen onların  toplumsal hayatında, ruhi dünyasında hiç bir değişiklik olmuş değildi. Şimdi de bu kitab na­sıl olurda yıllarca sömürülmüş, zulmedilmiş bir hal­kı kurtarabilir, onu eski özgürlüğüne kavuşturabilir-di. O bizden Kur'an'ı anlamamızı istemişti. Bizde o günden sonra başladık Kur'an'ı okumaya. Kur'an-ın manasını da bilebilmek için, ilk önce Arapça'yı öğrendik.  Bilahare  hocamızın  rahberliğinde, Kur-an'ın   tefsirini   öğrenmeye   koyulduk.   İçimizdeki bazı arkadaşlarımız tıpkı bir engele çarpıp eriyen kurşun gibi, bir kaç ayeti hakkıyla kavrayınca he­men kan ve kıyam meydanına koştular ve şehadete erdiler.   Tıpkı  maşukunu  görünce  kendisini ateşe atan aşık-i şeyda gibi bazı şuurlu kardeşlerimizde kendi kurtuluşları için hemen cihad meydanına koştular. İşte, biz de bu sönmüş ateşin büyük gücü­nü ancak o zaman fark edebildik."

Ben bu esnada heyecandan yüksek bir sesle dedim ki, "Aferin Ebuzer! Şu anda Cakoma'nın Kur'an-ı Kerim'i niçin taplatıp yasakladığının sebe­bini anladım. Genç adamın, bende Kur'an-ı Kerimi görünce dehşete düşmesinin sebebide buydu demek."

Ebu Zer başını sallayıp: "Evet, daha birkaç yıl önce Kur'an'a saygı duyan bu sahtekar, şimdi de onun toplatılmasına karar verdi. Çünkü oda anladı ki Kur'an, değil kendisinin zalimane sultasını, sü­per şeytani güçleri bile dize getirecek bir güce sahip­tir. Eğer halk bunu okur ve anlarsa şüphesiz ki, bu kendisinin sonu olacaktır. Bundan dolayı da şu anda hangi evde bu kitabı görürlerse, büyük cezalara çarp­tırıyorlar. Kesinlikle acımıyorlar." Bu arada dışarı­dan bir takım sesler duyulunca Ebuzer sözünü kes­mek zorunda kaldı. Az sonra odanın kapısı açılınca evin sahibi Asatu, mesihi olan genç adam ve beni tedavi için getirdikleri şişman, kısa boylu biriyle hep beraber içeri girdiler. Şişman adam içeri girer girmez beni ve Ebuzer'i gözden geçirmeye başladı. Bilahare bana doğru yaklaştı. Acelesi olduğu her ha­linden belliydi. Hemen ayağımı muayene edip diğer­lerine yabancı olduğum dilden berşeyler deyip durdu. Mesihi genç, benim şaşkın şaşkın baktığı­mı görünce gülerek dedi ki: "Bay Yankçu eski bir Çinli doktordur. Kendi mesleğinde mahir bir kim­sedir. Kendileri buyuruyorlar ki, ayağınızda önemli bir sakatlık yok, sadece yerine oturtulmalı. Biraz dayanıklı olmanız lazım."

Ben hiç bir şey demedim. Yankçu yavaş yavaş yanıma yaklaşarak ağrıyan ayaklarımdan tutup ani­den, hızla ileriye doğru çekti. O kadar korkunç bir ağrıya duçar olmuştum ki, feryat ederek kendim­den geçtim. Uzun bir süre baygın yattım| Gözlerimi açınca Asatu'yu başucumda gördüm. Kendilerine mahsus bir kaşık ile ağzıma yemek veriyordu. Ebu­zer de yanımdaydı. Kendi yatağına uzanmış, bana bakıyordu. Uyandığımı görünce de gülümseyerek. "Selman Bey, ayağınız nasıl, iyi mi?" diye sordu.

— Çok iyi. Fazla ağrı hissetmiyorum. Yanılmı­yorsam ayağım tam yerine oturdu, dedim.

Asatu halimin iyi olduğunu görünce tebessüm ederek yanımdan ayrıldı. Ebuzer dedi ki: "Takri­ben üç saat bir süredir baygın kaldınız. Bir kaç gün sonra da inşaallah tamamen iyileşirsiniz. Fakat ben gerek kendim, gerekse sizin açınızdan oldukça endi­şeliyim."

Hayretle sordum "Endişeli mi? Niçin?" Dedi ki, "İnsan bir tağut toplumunda hiç kimseden emanda olamıyor. Zira sizi tedavi eden doktor Cakoma'nın adamlarına durumu ihbar edeceğinden korkuyorum. Eğer bizim buradaki varlığınızdan Cakoma'nın adamları haberdar olurlarsa zavallı feda­kar ve insan dostu Asatu'yu öldürmekten asla çekin­mezler. "Onların kamusunda af diye birşey yoktur."

Zira ben kaçak bir mahkumum, sen ise iki yasak ki­tabı yanında bulunduruyorsun."

Bu arada Asatu elindeki yemek tabağını yata­ğımın yanına bırakarak dışarı çıktı. Bende müthiş bir açlık vardı. Hemen tabağı elime alıp yemeye baş­ladım. Sonra dedim ki: "Fazla endişelenmene gerek yok dostum, sen bu adanın tarihinden, genç müslümanların tağutla mücadelesinden bahsediyordun; ben bunları dinlemeyi çok seviyorum, ne olur de­vam et."

Ebuzer bir ah çekerek devam etti: "Evet, biz Arapçayı öğrendikten sonra Kur'an'ı alıp önümüze koyduk. Dikkatli bir şekilde bu ilahi kitabı mütalaa etmeye başladık. Okurken sanki başka alemlere gö­çüyorduk ve görüyorduk ki, tüm peygamberler istis­nasız olarak, insanın şerefi, haysiyeti ve tabii bir hakkı olan özgürlüğü için tağutlarla amansız bir sa­vaşa girişmişler ve hepside ilginç ve değişik metot­larla tağutla savaşmış, onların mahrum halka yükle­dikleri ağır yükleri parçalamaya ve halkın sırtından indirmeye çalışmışlardı.

Hz. Musa (a.s.) nın, zamanın tağutu, yani Fira­vun ile giriştiği mücadele beni ençok etkileyeni idi. Sonra, Allah'ın, bilhassa Hz. Musa (a.s.) nın mücade­lesini bu kadar önemle vurgulamasının anlamını da böylece kavramış oldum. Kur'an'ın herşeyden önce önemle üzerinde durduğu mesele, emanetin ehline verilmesi hadisesidir. Kur'an, insanın emanetten su-i istifade etmesine bile asla izin vermiyor. Buda açıktır ki, hiç bir emanet, hükümet ve içtimai idare mekanizması kadar bir öneme sahip değildir. Halk içtimai ve toplumsal sorunlarını ve önemli işlerini bir grup insana ısmarlarken, aslında herşeyini onlara ısmarlıyor demektir.(3) Şimdi de herhangi bir kita­bımızı ehil olmayan ellere emanet ettiğimizi düşüne­lim. Ehil olmayan, bu emaneti en fazla ya yırtacak yada bize geri dönderecektir. Fakat birde halkın kendi siyasi ve toplumsal idare dizginlerini bir avuç ehil olmayan sınıfa havale ettiklerini düşünelim veya bu hakkı zorla ele geçiren zalim bir diktatörü göz önüne getirin: Bunlar halkı şüphesiz zillete, kahredici bir yokluğa sürükler.

Sende biliyorsun ki, tağut toplumunda bütün dalkavuk ve alçak kimseler devlet tarafından destek­lenerek, devlet aleyhinde olabilmesi muhtemel her sözü daha boğazdayken sindirmeye çalışırlar. İşte biz bu zor şartlarda Allah'ın inayetiyle Tağut'a karşı acımasız bir savaş başlattık. İlk önce Cakoma'yı kendi silahlarından tecrit etmeye çalıştık."

Bu arada Ebuzer susunca sordum: "Ne dedin, "silahlarından tecrit" etmek mi? Meğer sizin gücü­nüz ne kaçlar idi?"

Ebuzer dedi ki-. "Silahlardan tecritten maksa­dım askeri bir tecrit değil söz konusu olan. Maksa­dım, tağutun halk arasındaki sahte dayanakları ile hakikatini değiştirdiği bazı gerçeklerdir. Zaten ta­ğut bu hileleri ile toplumdan güç alıp ayakta dur­maktadır. En alçak insanlar "kahraman" olarak tanı­tılıyor, yaltakçılar "asilzade"; sarhoşlar, alçaklar, fahişeler, şereften nasibi olmayanlar ise "şerif" diye çağrılıyor. Tağut, siyasi ve nizami gücü ile ayakta duramayacağını anladığı zamanlar halkın bu en bü­yük gücünden, hakikatleri böyle tersyüz ederek fay­dalanmaktadır.

Halkın asıl kahramanları ise en kötü şartlarda, işkence altında hayat sürdürmektedir. Halk adil ol­mayan bir güçle bile olsa sırtını yere getiren herkesi kahraman diye tanıtıyor. Bu yüzden de onlar "Asil­zade", "şerif" ve "kahraman" diye anılıyorlar. Bun­ların hepsi, tağutun halkı onunla kolayca uyuttuğu oyunlardır. Toplumda dini faktörlerde etkin bir hal­de ise o zaman da bu faktörleri etkinlikten düşüre­bilmek için sahtekar din adamları yetiştirmeye ve bu vesileyle dini yozlaştırmaya koyulurlar.

Düşünülenin aksine, sahtekar diyanet işleri temsilcilerinin gerçek yüzünü halka gösterebilmek, o kadarda kolay bir hadise değildir. Hz. Ali (s.a.) nin bu konuya önemle parmak basması da konunun önemini daha iyi algılatmaktadır. Hz. Ali (s.a.) bu­yuruyor ki. "Sizler haktan ayrılanı tanımadığınız müddetçe hakkı da tanıyamazsınız. Kur'an'daki ah­de vefa göstermeyenleri tanımadığınız müddetçe de Kur'an'daki ahde vefa etmiş olmazsınız. Aynı za­manda Kur'an'dan ayrılanları tanımadığınız müd­detçe de Kur'an'a sarılmış olmazsınız."

Sahtekar Diyanet İşleri Temsilcileri'ni tanımak, şuurlu ve aydın her müslümana vaciptir. Zira dini de­ğiştirenler, tersyüz gösterenler bu alçaklardır. Bu sa­tılmışlarla savaşmak, müslümanların en zaruri ve önemli vazifeleridir.

Bizim gençler de, Kur'an'ın önderliğinde, he­men bu satılmış sınıfı halka tanıtmaya başladılar. Bi­zim adadaki bu uşak ruhlu "din satıcıları"nın teşki­lat başkanı "Zübeyr" adında biriydi. Bunlar, Cakoma'nın İslâm'ı aşikar bir halde takmadığının, hatta Kur'an'a bile hakaret ettiğinin farkında olduğu hal­de onu 'Dinin hamisi" olarak halka ilan ediyorlardı. Zübeyr denen "uşaklar teşkilatı" mümessili, müslüman ve mahrum halkın tağuta karşı savaşmak ve kı­yam etmek emellerini boşa çıkarmak için elinden geleni yapıyordu.

Halkın, Allah'ın ayetlerini okuyup anlamaları­na engel olmaları için daima ayetlerin anlaşılmazlığından, kolayca anlaşılır olmadığından dem vuru­yorlardı. Hatta Kur'an'ın müslümanlara, tağut ve za­limlerle savaşmak lazım olduğunu, onlarla, yeryü­zünden yok olana kadar savaşı sürdürmeleri gerekti­ğini anlatan ayetleri bile tevil etmekten utanmadı­lar. Oysaki bu devletin bizzat kendisi zalim ve fasık bir idareydi.

Kur'an-ı Kerim in ayetlerini öyle bir tefsir edi­yorlardı ki, asıl manasıyla uzaktan veya yakından bir ilgisi yoktu. Zübeyr'in bu alçakça ihanetlerinin yanı-sıra bir de "İslâmi Neşriye" adlı bir tebligat kuruluş­ları vardı. Bütün yayınlarında bir tek kelime olsun, zalimle savaşmak, zulmü ortadan kaldırmak, yoksul ve mahrumların hakkını, talancı ve çapulculardan alarak sahibine iade etmek ve adaleti icra etmek diye bir şeyden eser yoktu. Onlar sadece gıybetin kötülükleri, iyilik ve muhabbetin güzelliği ile uğraşıyor­lardı.

Zübeyr, tağutun idaresinde, zikre değer bir role sahipti. Günün birinde ben ve Ammar adlı bir müslüman, sonunda Zübeyr ile bir mülakat yapmayı karar­laştırdık. Ammar Kur'an aşığı bir müslümandı. İs­lâm'ın en ufak bir saptırılmasına dayanamaz, hemen sinirlenirdi. Bundan dolayı bu mülakatta ilk önce benim konuşacağımı kararlaştırdık. Zübeyr bizi çok sıcak bir şekilde karşıladı. Hatta dedi ki, "İşittim ki sizler Kur'an'ın manasını mütalaa etmeyi kararlaştır­mışsınız. Allah, siz gençleri İslâm ve müslümanlar için hıfzetsin. Bizler artık ne de olsa ihtiyarladık. Sıra siz gençlerde artık." Az sonra ben meseleyi ko­nuşmaya başladım. Kendisine Kur'an'dan deliler ile ispat ettim ki, tağutun bir toplumdaki mevcudiyeti­nin en bariz özellikleri: Fakirlik, fesat, dinsizlik ve zulümdür. Bir İslâm aliminin bu tağutla işbirliği yapması, onun arzusuna göre İslâmı şekillendirmesi, İslâm'a ve İslâm Peygamberi (s.a.a.) ne en büyük ihanettir. Bu da halkın ve aydınlarımızın dinden, Allah yolundan dönmelerine, delalete girmelerine sebep olmaktadır. Zübeyr beni dikkatlice dinliyor­du. Bilahare kendisinin Cakoma ile işbirliği ettiğini inkar etti. Arkadaşım Ammar bu arada artık kendini tutamayarak ileri atıldı: "Siz tağut ile işbirliği etti­ğinizi inkar mı ediyorsunuz. Bu büyük bir küstahlık­tır. Ben kendi kulaklarımla, sizin tağut'a dua ettiği­nizi duydum. Halk'tan, Allah'ın böyle adil ve mer­hametli bir sultanı (!) kendilerine nasib ettiği için gece gündüz O'na şükretmesi gerektiğini söylediniz. Ve bunu, hadise ile hiç bir alakası olmayan ayetleri tevil ederek de teyid ettiniz. Halk da maalesef bu de­diklerinize kanmaktadır."

Zübeyr bu sözler karşısında kaşlarını çatmış ve asabileşmiş olmasına rağmen, soğukkanlı olabilmek için oldukça çaba harcıyordu. Dedi ki: "Sizler çok aşırı gidiyorsunuz çocuklar! Ben de sizin çağlarday­ken oldukça heyecanlıydım. Herkesi suçlayıp durur­dum. Çok karamsar biriydim. Ama artık gerçekleri-de kabul etmemiz lazım. Bu şekilde hiç bir yere va­rılmaz.

Ammar yumruklarını sıkmış bir halde dedi ki. "Çok tatlı dillisiniz Zübeyr Bey! Birde kalkmış bize gerçeklerden bahsediyor sunuz? Peki o halde bırakında gerçekleri söyleyelim. Sahtekar azınlık, düz­mece oyunlarla sizin yaptığınız gibi, halka aldatarak, onların malını, inancını ve varlığını sömürmektedir. Ekseri kadınlar, toplumda fesadın yaygınlaşması se­bebiyle kendi namusunu satmaktadır. Birçok erkek­ler de hırsızlık, fesat, hatta kendini satmaktan bile utanmamaktadır. Meğer zat-ı alileriniz (!) ilaçsız ve çaresizlikten ölen binlerce hastanın gerçeğinden ha­bersiz midirler? Meğer bir avuç para babalarının yük­selttikleri erişilmez o sarayları görmüyor musunuz? Bu saraylarda düzenlenen işret meclislerinden yük­selen kahkahalarını duymuyor musunuz? Para baba­larının bu faşist ve diktatör idarenin ayakta kalabil­mesi için ne kadar çaba harcadıklarının farkında de­ğil misiniz? Meğer hiç Kur'an okumadınız mı? Oysa Allah, bakın Nisa Suresi 60. ayette ne buyuruyor: "Görmez misin, sana indirilene de, senden önce indi­rilenlere de inandıklarını sananlar tağut mahkeme­sinde yargılanmalarını dilerler. Halbuki onu inkar et­meleri emredilmişti onlara. Şeytan onları tamamıyla saptırmak, doğru yoldan pek uzak bırakmak ister."

Ammar gözlerini Zübeyr'e dikerek sustu. İhti­yar adam sinirden tir tir titremesine rağmen yine de kendisini kontrol etmesini çok iyi beceriyordu. Bir müddet suskun durduktan sonra dedi ki: "Şu elle­rime iyi bak oğlum; hepsi müsavi midirler? Benimle niçin böyle konuşuyorsunuz? Toplumun hepsinin eşit olması gerektiğini nasıl söyleyebilirsiniz? Top­lumda sermayedar ile yoksulun olması zaruridir. Bu toplumsal ve tabii bir kanundur. Biz bu gidişatı de-ğiştiremeyiz. Bunları bir yana bırak, gel sana yaptı­ğım çalışmaların istatistiklerini, semerelerini göste­reyim. Kaç tane Budai'yi müslüman yaptığımı sana ispatlayayım.''

Ammar yumruklarını sıkmış bir halde ayağa kalkıp yüksek sesle bağırmaya başladı: "Sus! O gün­ler artık geride kaldı. Bizleri bu sözleriniz ile uyut­tuğunuz günler geçti artık. Biz artık Kur'an okuyo­ruz ve biliyoruz ki, yoksulluk ve fakirlik, değiştiril­mesi mümkün olmayan tabii bir kanun değildir, kaderse asla. Bütün peygamberler yoksul ve mustaz'af­ları zor sahibi zalimlerin, kapitalistlerin, kan içicile­rin elinden kurtarmaya, onlara insanca bir hayat sunmaya geldiler.

Allah'ın laneti, mustaz'af ve mazlumiyetin bü­yük suçunu, müstekbir ve talancıların omuzlarından alıp, Allah'a ve kadere yükleyenlerin üzerine olsun! Sen istatistik! sonuçlardan bana kaç tane cahil buda iyi müslüman yaptığını mı göstermek istiyorsun! Onu bırak, gel ben sana bu adanın zalimane toplum­sal yapısı neticesinde binlerce açlıktan, ilaçsızlıktan ölen hastaların halini göstereyim. Ne kadar insan iş­sizdir, kaç bin işçi acımasızca işlerinden kovuldu, kaç kadın yoksulluk ve açlıktan dolayı fahişe oldu, kaç tane çocuk yiyecek bulamadığından annesinin kucağında can verdi, kaç tane mahrum insan tahkir edilip dövüldü veya kırbaçlar altında inledi, hepsin­den de önemlisi, kahredici yoksulluk ve açlıktan do­layı kadere isyan ederek kaç kişi dinden döndü: Gel sana bunların istatistiklerini değil, gerçeğini, bizzat kendisini göstereyim?"

Ammar sözlerine biraz ara vererek Zübeyr'e doğru yaklaştı ve dedi ki: "Bizim o yalan sözlerine aldandığımız günler artık çok gerilerde kaldı. Artık biz, Allah ve resulü'nün sevgilisi olan Hz. Ali'nin, tarihin derinliklerinden yankılanarak gelen sesini işitiyoruz. İnsan onun bu mertçe haykırışı karşısın­da nasıl olurda köşeye çekilip, sizin bu yalan dolu sözlerinize kulak asabilir? O, bakın ne buyuruyor: "Taneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin olsun ki, eğer halk bana yardım için kıyam etmemiş olsaydı -ki o zaman hüccet tamamlanmamış olacak­tı- birde her ulema ve ilim adamlarının, Allah'a, maz­lumların ve yoksulların hakkını zalim ve talancılardan alacağına dair verilmiş o sözü olmasaydı, hilafeti asla kabul etmeyecektim."

Zübeyr Ammar'ın dediklerini dinledikten sonra dikkatlerimizi başka bir yana çekmeye çalıştı.) Bila­hare, Ammar'dan çenesini boşuna yormamasını is­teyerek, hemen birlikte evden ayrıldık. Yarı yolda yavaşça Ammar'a dedim ki: "Zübeyr'le konuşunca kendini kontrol edebilseydin daha iyi olmaz mıydı? Bana kalırsa hiçte makul bir iş yapmadık. Nede olsa, o yaşlı bir adamdı. Onunla daha uygun bir dille ko­nuşmamız gerekirdi. Ammar sözlerimi işitince dur­du ve dedi ki. "Ebuzer! Ben bazen acı gerçekleri çe­kinmeden söylediğim zaman, her nedense en aydın olanımız bile senin gibi bir "muhafazakar" olarak karşıma çıkıyor. Yersiz ve mantıksız laflarla tağutun dostlarına haklılık payı çıkarmaya çalışıyor. Sende biliyorsun ki, İslâm'ın adalet ve hürriyet için zalim­lerin  üzerine  çevirmiş  olduğu  silahlar, her insanı kendi deryasına çekebilecek kadar ilginç ve gerçek­çidir. Sende biliyorsun ki Afrika'nın uyanmış millet­leri arasındaki ekseri aydın ve mütefekkirler, gerçek­leri görünce hemen İslâm'ın saflarına geçtiler. Niçin bizim gençlerimiz de onlar gibi, İslâm yerine başka cephelere koşsunlar! Bana kalırsa bu sahtekar din satıcılarıyla anlaşma zemini aramak bile, aslında İs­lâm'ın ruhuna ihanettir

Kaldı ki İslâm, tarih boyunca mazlum ve mah­rum halkların özgürlük ve hürriyet savaşlarında yer alan destansı kıyamların bayraktarlığını yapmıştır. Halkımız ise bu zulüm ve mahrumiyete karşı sessiz kalan "şeytan"ın, "rahman" olduğunu sanıyor. Halk bir yandan adadaki zavallı insanların açlık ve yoksukluktan inlediğini, öbür yandan da müsrifane ve hayvani bir hayat sürdüren bu azınlık zalim sınıfı görünce, bu kez "İslâmı temsil makamında olanlara çeviriyor yüzünü. Onların "dilsiz şeytan" olmaları bir yana, fiilen bu zalim ve müstekbirlere destek bile olduğunu görünce, İslâmi olan her şeyden kaçıyor. İslâmi olan tüm renklerden soyunuyor. Binaenaleyh ben bu bel'amlarla anlaşma zemini aramanın, pey­gamberlerin metoduna ihanet olduğuna inanıyo­rum."

Ammar sözlerini bitirince sustu ve bende ken­disini tasdik ederek onun bu şuur ve uyanıklığını takdir ettim.

Günler su gibi gelip geçtikçe Ebu Zer bana her-gün biraz daha, İslâmi mücadelelerinden ve duçar oldukları çilelerden anlatıp duruyordu. Kur'an'ın ışığında uzun yıllar ilk önce halk arasında düzenli ve başarılı bir kültür çalışmasına ağırlık vermişlerdi. Belli bir düzeyde hep beraber biraz mesafe kat edince de başlamışlar Allah yolunda cihad etmeye. O, zalim ve müstekbirlere karşı başlattıkları Hüseyni Kıyam'larım anlatırken şöyle diyordu: "Evet Selman, bu dönemde bizi çok büyük çileler bekliyordu. Ama kendi hak ve özgürlüğümüz için tüm bunlara katlanmalıydık. Zira adadaki mahrum ve mustaz'af­ların kurtuluşuna kadar silahları elden bırakmamaya yemin etmiştik. Ve bu kutsal yolda her zorluğa da göğüs germek zorundaydık. Bizim tağutla olan îslâmi savaşımızda, Kur'an'ın ışığından bir adım bile olsun ayrılmamaya oldukça çaba gösteriyorduk. Bu yolda bütün iftiralara, işkencelere, alay edilme ve zorluklara  sabrettik. Zira Allah-u Teâlâ Kur'am-ı Kerim'de peygamberlerinin ve tevhide inanan mah­rum halkların zalim ve müstekbirlerin pençesinden kurtuluşu için başlattıkları savaşta her türlü çile ve eziyetlere sabrettiklerini bildiriyordu. O'na "şair" dediler(4), 3 yıl gibi uzun bir süre toplumsal ve ikti­sadi ambargo uyguladılar. İnsanlık düşmanı müstekbirler, tarihin putkıran İbrahim'ini büyük bir ateşe attılar. Akılları sıra, Allah'ın nurunu sündürebileceklerini sanıyorlardı. Böylece sahte ilahlarını hoşnut etmiş olacaklardı.(5) Zalim ve müstekbirler sadece Islam Peygamberi'ni  değil hakeza İbrahim,  Lut, Şuayb ve Musa gibi peygamberleri de inkar edip onlara karşı zulmet ve irtica bayrağım çektiler.(6)

Bizde bu peygamberlerin yolunda olduğumuza göre, bu tağut ve zalimler bizim yaşamamıza nasıl olurda izin verebilirlerdi? Günlerin birinde gece yarısı, ben ve Ammar, Büyük ve önemli bir eylemi tam uygulamaya koymak üzereydik ki, polis uşaklarının eline düştük. Her ikimizide yakaladılar. Bir arabaya bindirip, yabancısı olduğumuz bir yere götürdüler. Arabaya biner binmez gözlerimizi kapattılar. Araba ile biraz yol aldıktan sonra aniden, Ammar'ın ferya­dını işittim. Anladığım kadarıyla başına şiddetli bir darbe vurmuşlardı. Zira sesi oldukça can yakıcıydı. Ben feryad ederek sordum:

— Ammar ne oldu?

Ammar cevap vermiyordu. Ve ben de bir kaç dakika sonra, başımdan aynı şekilde korkunç bir darbe yiyince bayıldım. Artık gerisini hatırlamıyo­rum.  Ayıldığımda da kendimi adanın en korkunç zindanlarından birinde buldum. Bizi ilk önce "soruş­turma odası" adını verdikleri bir odaya götürdüler. Odada benden başka beş altı tane de herhallerinden sapık oldukları anlaşılan gençler vardı. Odaya daha girer girmez etrafımı sarıp, bana sövüp saymaya baş­ladılar. O kadar hayasızca laflar söylüyorlardı ki nak­letmekten bile utanıyorum. Sonraları iffetsiz bir ka­dının çocuğu olduğunu anladığım birisi beni "ha­ramzade" diye çağırıyordu. Bir defasında da alçak­ça suratıma işemişti. Onlar, daha benden bir şeyler istemiş değillerdi.  Sadece beni ruhsal olarak çökertmek istiyorlardı. Nefsinin esiri edip, soruş­turmaya hazır bir hale getirmek istiyorlardı. Ve çok iyi biliyordum ki, en ufak bir karşı koyu-şum bile bana çok kötüye mal olacaktı. Bu utanmaz ve şerefsiz hayvanlar bana ellerinden geleni yapmaktan çekinmeyeceklerdi.   Fakat sonunda artık sabredemedim. İçlerinden birini tutarak kenara çek­tim.  Suratına indirdiğim ağır darbenin tesirinden biraz sendeledikten sonra yere düşüp ağlamaya baş­ladı. Bu yaptığım, onlar için beklenir bir şey değil­di.  Bir kaç dakika bana öylece bakıp durduktan sonra hep beraber üzerime çullandılar. Sonrada kan revan içinde beni yerden sürükleyerek, başka bir odaya götürdüler.  Bu odaya girince karşımda Ammar'ı gördüm. O'da benim gibi kanlar içinde yaralı idi. Elleri zincirlerle bağlanıp duvara kelepçelenmişti. Beni odaya getiren gardiyan, benimde ellerimi zincirledikten sonra Ammar gibi duvardaki halkalardan birine bağladı. O kadar dayanılmaz acı­lar hissediyordum ki, konuşacak halim yoktu. Ammar'ın durumu da hiç iyi değildi. Sessiz sessiz inleyip duruyordu. Bir kaç dakikalık bir sessizlik­ten sonra sordum: "Ammar, biz şu anda nerede­yiz?" Cesur ve yiğit kardeşim cevap verdi: "Biz mi, savaş meydanlarında. Ve bizim savaşımız, diğer meydan savaşlarından en üstün olanıdır. Savaş mey­danlarında bir asker yanında bir ordu ile düşmana karşı savaşmaktadır. Düşmanları hiç bir şeye sahip olmasalar bile, bir şerefleri vardır. Biz ise öyle bir düşmanla karşı karşıyayız ki, para ve şehvetten baş­ka bildikleri ve düşündükleri bir şey yok. Çünkü bunlar iradesiz birer oyuncak gibidirler. Ruhları köleleşmiş bunların. Efendileri ne buyurursa, harfiyyen yerine getiriyorlar. Bir kaç dakika sonra "Şantu" adında birisi buraya damlayacaktır. Kendi­si her şeyiyle bir hayvandan farksızdır. Mahkumları itirafa zorlamak için, insanlık dışı her türlü işkence­ye başvurmaktan çekinmez. Genellikle de hep sar­hoştur."

Ammar susunca gözlerimle odayı baştan sona iyice bir taramaya başladım. Az ilerdeki masanın üzerinde bir sürü kan damlaları vardı. Korkudan do­nup kalmıştım. Ammar bu arada yeniden konuşma­sını sürdürdü: "Burada yalnızca biz vanz. Tek umudumuz ise Allah'tır. Ağzımızdan müslüman kardeş­lerimizin canını yakacak hiç bir kelime çıkmamalı­dır. Tehditler, kırbaç ve ruhsal baskılarla bizim bil­diklerimizi söylememizi istiyorlar. O zaman onlarıda ele geçirip ortadan yok edeceklerdir. Bunların gaye­lerine erişebilmesi için kullandıkları çeşitlilik arze-den bir çok korkunç metodları vardır. Hollanda sö­mürgecilerinin de özgürlük savaşçılarına karşı kul­landıkları değişik hainane metodları vardı. Ebuzer, olanlardan sakın ümitsizliğe kapılma! Müslümanlar tarih boyunca tevhid ve özgürlük bayrağını, müstekbirlerin kalbinde ve dünyanın her yerinde dalgalandırabilmek için bizimkinden çok daha kötü günler yaşadılar.

Mekke'nin zengin ve mürteci ekabirlerinin, her türlü zulüm ve işkencesine kahramanca dayandılar. Asla davalarından dönmediler. Beni ümeyye ile Beni Abbas m korkunç zindanlarında, işkence altında bi­le, özgürlük ve insanlık savaşımı veren müslümanlar, tarihin en büyük sahtekar güçlerini bile dize getirdi­ler. Bizde aynı onlar gibi zamanın Beni Ümeyyesi'ne Kıyam etmişiz. Halkın canı, malı ve şerefiyle oyna­yan Yezidi Sultanlara, isyan bayrağını açmışız." Bu esnada aniden zindanın kapısı açılınca Ammar konuşmasını yarıda bırakmak zorunda kaldı.

Odaya uzun boylu, çirkin endamlı bir yabani girdi. Elinde de büyük bir şişe şarap vardı. Yürürken hafif aksıyordu. Ammar'ı baştan aşağı gözleriyle süzdükten sonra masanın arka tarafına oturdu. Elin­deki şarap şişesini de masanın üzerine bıraktı. Bir kaç dakikalık sükunetten sonra yabani dedi ki: "Ço­cuklar, benim adım "Şantu" dur. Adımı önceden de duymuşsunuz sanırım. Ben bu adanın en yiğit ve cesur savaşçılarını bile burada bülbül gibi konuştur­muş bir adamım Bu adada beni tanımayan yoktur. Benim vücudum da "merhamet" diye bir şeye rastlayamazsınız. Adil ve marhametli Cakoma(!)nın ha­tırı için yapamayacağım fedakarlık ve iş yoktur." Bu arada şarap şişesinin ağzını açarak şarabını yudumladı. Elinin tersiyle ağzını silerken bir yandan da konuşmasına devam etti: "Ben, zaten iğrenç bir adamım. Doğrusunu isterseniz, ben normal bir insan değilim. Bende çok iyi biliyorum ki, aklı başında bir adam benim yaptıklarımı kabullenemez."

Bu arada yabani kendisine çeki düzen verip gözlerini odanın bir noktasına diktikten sonra şöyle dedi, "Kendi geçmişimi hatırlamak, bana bile kor­kunç geliyor." Bir kaç dakika sonra da gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bir daha şarap yudumla­dıktan sonra titrek bir sesle devam etti. "Bu lanet olası şarap, benim yuvamı yıktı. Beni bu günlere o getirdi. Doğrusunu sorarsanız, ben kendi babamı bi­le tanımıyorum. Yani, haramzade bir insanım ben. Hayatım, utanç verici iğrençliklerle dolu. Şimdiye kadar Cakoma'dan dört defa "Kahramanlık Madal­yası" almışımdır. Fakat ne yazık ki, gerçekte zerre kadar kahramanlık, şeref ve mertlik duygusuna sa­hip değilim." Bu esnada Şantu, ayağa kalkarak oda­nın içinde gezinmeye başladı. Sesi oldukça titrek çıkıyordu. Boğazı hüzünden düğümlenmişti. Kalan şarabını da başına çektikten sonra yüksek sesle ba­ğırarak konuşmasını sürdürdü. "Annem de benim gibi sarhoşun biriydi. Ekseri geceler, eve sarhoş dö­nerdi. Hergün birisiyle gönül eğlendiriyordu. Daha da, çocukken oyun esnasında arkadaşlarımın bana "piç" diye seslenmeleri aklımdan çıkmış değil. Okulda herkes beni parmakla gösteriyordu. Bense, bu kelimeden iğreniyordum. Bu yüzden de, günün birinde annemi kendi ellerimle boğdum. Konuşma­larımdan sakın üzülmeyin ha çocuklar! İğrenç bir insan olduğumu Zaten önceden söylemiştim. Anne­mi öldürmek, hakkımdı benim. Çünkü beni bu hale kendisi getirmişti."

Şantu ansızın durarak bize doğru ilerledi. Korkunç bir halde titriyordu, yeniden başladı ba­ğırmaya: "İtiraf ediniz! Arkadaşlarınızın adını söy­leyiniz. Ben hiç kimseye merhamet etmem. Ben adil ve merhametli kahraman Cakoma'yı Çok seviyorum. Onun düşmanlarıyla da savaşırım. Hatta bir kaç kişi itiraf etmekte direndikleri için şuracıkta kendi elle­rimle öldürdüm." Biraz ara verdikten sonra devam etti. "Haramzade, sarhoş, annesini kendi elleriyle öldürmüş bir insandan başka bir şey beklemeyin." Ve sonra yumruklarını sıkmış bir halde deli gibi ba­ğırdı. "Yaşasın büyük Cakoma! Hurra!.."

Bu akıldan mahrum yabaninin feryatları esna­sında, ellerimdeki zinciri duvardaki halkalara bağla­yan anahtarın açık bırakılmış olduğunu farkettim. Neredeyse sevinçten deli olacaktım. Fakat bu yaba­ninin farketmemesi için oldukça dikkatli davranmak zorundaydım. Dostum Ammar, bu arada dedi ki. "Dinlemek istemiyoruz. Eğer bizlerden bir şeyler beklemek hülyasında isen, yanılıyorsun." Şantu Ammar'ın bu sözlerinden sonra, zindanda gök gürül­tüsü gibi yankılanan kahkahalar atmaca başladı. Alaylı bir tavırla dedi ki: "Oldukça cesur birine ben-ziyorsun çocuk!" ve hemen masanın gözünü açıp, içinden bir kağıtla bir de kalem çıkararak şarap iç­mekten değişen boğuk sesiyle şöyle devam etti: "Sen daha çocuksun, sadece bu odanın içinde, ilk önceleri senin gibi direnen kaç insanı konuşturdum, sana okuyayım da gör: Asahito, 30 yaşında ve sol­cuların beyin adamlarından biridir. Ama ancak 20 gün dayanabildi. Sonra da başladı bülbül gibi ötme­ye. Al sana bir diğeri; İlyas, 42 yaşında, oda ancak 30 gün dayanabildi. Sonra da başladı ötmeye. Bütün bildiklerini ve tanıdıklarını bir bir söyledi." Ammar bağırarak dedi ki: "Yeter artık iğrenç sahtekar! Ben zaten her zaman, sarhoş insandan tiksinmişimdir. Şimdi de senin sesini bile işitmek istemiyorum. Şantu kalem ve kağıdını masaya bırakarak bağır­maya başladı: "İtiraf et! Söyle, sizinle kimler işbir­liği ediyordu? Duydum ki, kitapta basıyormuşsunuz?" Ammar cevap verdi. "Asla! Asla dostlarımızın adını öğrenemeyeceksin! Evet, birçok işler yaptık. Evlere, Nehc'ül-Belaga ve Kur'an-ı Kerim bastırıp birer birer dağıtıyorduk. Cakoma da, zaten bu iki kitaptan korkuyor. Zira eğer halk, bu iki kitabın manasını bir kavrayabilse, zalim ve talancıların üze­rine gök gürültüsü gibi gürleyecektir." Bu esnada oldukça korkunç bir sahne meydana geldi. Şantu elin­deki şarap şişesini yukarı kaldırarak hızla masaya vurup parçaladı. Şişenin yarısı, iğrenç yabaninin elinde kaldı. Kırık ve keskin uçlu şarap şişesini Ammar'a doğru yaklaştırarak bağırdı. "Şantu, şim­di sana bu sözlerinin cezasını ödetecektir" Ve sürat­le mukavemetsiz ve zincirlerle bağlı mazlum dostu­mun yanına doğru ilerledi. Şantu Ammar'a yakla­şınca, ilk önce kınk şişe parçasını Ammar'ın gırtla­ğına götürdü ve dedi ki: "Eğer bildiklerini bir bir söyler, tanıdıklarını gösterir ve yaptıklarından pişman olduğunu söylersen canını bağışlarım. Aksi halde seni korkunç bir ölüm bekliyor. Anladın mı acemi çaylak?"

Ammar sinirden dişlerini sıkmış bir halde dedi ki: "Sizinle işbirliği mi? Hangi şerefli insan, sizinle işbirliğine yanaşır?" Sonra da ağzında biriktirdiği tükürüğünü, yiğitçe yabani domuzun yüzüne savur­du. Şantu kendi etrafında kudurmuş köpekler gibi birkaç kez döndükten sonra, elindeki kırık şişe parçası ile zavallı dostumu, merhametsiz bir şekilde yaraladı ve yiğit dostumun yarasından, kanlar akma­ya başladı. Buna rağmen ondan, en ufak bir ses bile çıkmadı. Ben sinir ve öfkeden o kadar rahatsız ol­muştum ki, birkaç dakika boyunca gözlerim hiç bir yeri görmez oldu. önceleri, elim duvara bağlı olma­dığından, hemen süratle domuzun üzerine çullanmayı aklımdan geçirdim. Fakat sonra anladım ki, bu iş aceleyle olmayacak. Bu esnada Ammar, yere damlayan kan damlalarına bakarak: "Ey köleler! Ey köleler, gelin görün, bu kanım, sizin özgürlük ve kurtuluşunuz için akıyor." diye feryat etmeye başladı.

Şantu, uğursuz bir baykuş gibi öterek dedi ki. "Neler söylüyorsun bre cahil! Meğer bu adada köle­lik mi var, özgürlük savaşı olsun?" Ammar cevaben dediki: "Evet! Evet, her ikiside var. Zavallı iradesiz halk, Cakoma'nın emir kulu haline getirilmiş. Her şey onun faydasına olduğu müddetçe yapılıyor veya konuşuluyor. Bu halk, hatta Roma İmparatorluğu­nun kan içici asillerince köleleştirilen insanlardan daha beter köleleştirilmiştir. Lakin farkında değil­ler.  Zira  şimdiki  köleler,  kendi el  ve ayaklarını, bizzat   kendileri   zincire   vurmaktadırlar.   Bunların ruhları da köleleşmiş artık. Birde utanmadan, zil­let içinde yaşamayı kendilerine şeref sayıyorlar. Me­ğer Hz. Ali (a.s) nın: "Zillet içinde yaşamak sizin için ölümdür. Şerefli ve alnı açık olarak ölmek ise sizin için hayattır" sözünü hiç duymadınız mı?" Bu esnada Ammar'ın o güzel sestonu değişerek çok ya­vaş bir sesle. "Ey evinde ilacı olmayan hastalar, gelin görün ki, bu kanım sizler için dökülüyor! Satılmış uşaklar, dalkavuklar ve rüşvet fareleri, senin o ölüm­süz kuvveti eline geçirebilmen için bir an olsun öz­gür olmana tahammül edemezler. Ey soğuktan titre­yerek sadece bir iş bulmak için bir o yana bir bu yana koşup duran işsiz kardeşim, Ey hakları elin­den alınmış mahrumlar neredesiniz? Nerelere kay-boldunuz? Ben bu kanayan bedenimin verdiği acıya sabrediyorum. Zira sizin ruhunuzun üzerine çöken kahredici yara, daha da acılı ve öldürücüdür. Ey mah­rum ve fakirlerin çocukları, sizin nede korkunç dert­leriniz var. Bu bedenimi sizin yolunuzda feda bile et­sem azdır. Zira "yaşayan bir ölü"den başka bir şey değilim ben. Buna rağmen ben, yaşamayı seviyo­rum. Hayatın sahip olduğu herşey güzeldir, deniz gü­zeldir, ormanlar güzeldir. Altın gibi parlayan o ufuk­lar güzeldir. Nişanlımın çehresinde beliren tebessüm güzeldir. Yıldızlar güzeldir. Evet yaşamak güzeldir. Elbette ki insan, bu tür güzelliklerin farkında olabi­lirse, hayasız ve zalim olmazsa, yüz binlerce mahrum insan, yokluk ve zillet içinde yaşamazsa.."

Şerefli ve aydın bir insan için, rezil ve iğrenç insanların "kahraman" ve "asilzade" diye takdim edilmesinden daha üzüntü verici hadise ne olabilir ki? Oysa aslında gerçek kahramanlar, işkence altın­da can veriyorlar.

Şantu, aksak aksak, odanın içinde gezinmeye başladı. Kendini kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Alaycı bir tavırla Ammar'ın sözlerini taklit ederek şöyle dedi: "Mahrum insanlar, izzet, şeref, adalet, kahramanlık..." ve devam etti. "Bunlar ne biçim sözlerdir ki, senin kafana koymuşlar... Senin bu söy­leri konuşman yerine, şimdi en güzel bir hayatı ya­şaman gerekirdi." Bu sırada Ammar'ın bedenine korkunç bir darbe daha indirerek, vahşi bir şekilde, Ammar'ın o körpe bedenini bir kez daha yaraladı. Benim hayret dolu bakışlarını karşısında, kahraman dostum Ammar, bu ikinci yarasına rağmen "ah "sesi bile çıkarmadan konuşmasını sürdürdü: "Ey insanın özgürlük ve şeref bayrağını dalgalandıran peygam­berler! Ey peygamberler yolunda, durmadan çalı­şan Tevhid Ordusu! Sizler, kendi kanınızla ilim ve irfan ağacını suladınız, şahid olun ki, benim kanım da tevhid uğrunda akıyor...

Ey Spartaküs'ün önderliğinde zalim Roma İm­paratorluğu'nun kan içici asillerine, insanlık ve öz­gürlük bayrağıyla isyan eden köleler! Sizler, çekin­meden Sezar'ın kanlı ve cellat kılıcı altında can ver­diniz, ama zillet ve köleliği asla kabul etmediniz. Şa­hit olun ki, bende burada, kurtuluş bayrağını elime alarak sizin gibi kıyam ediyorum. Siz ey Bedir'in aslanları! Ey Hayber savaşındaki tevhid erleri, Ey Kerbela şehidleri! Yaralı olan bana ve şu yabani cellata iyi bakın.  Şahid olun ki, ben zillet içinde yaşamayı asla kabul etmedim. Mahrumiyet ve yok­sulluk  sahnesi   karşısında,  asla seyirci  kalmadım. Zavallı  ve   kimsesiz  yetimlere,  sadece -bakıp acı­makla yetinmedim. Kendi oğlunu tevhid yolunda yetiştiren annelere, gencecik nişanlısını bu zulüm "zindanlarında, şehid veren bacılara, kahramanların şerefine ve şehidlerin kanına andolsun ki, sonunda aydınlıklar, karanlıklara üstün gelecektir. Karanlık­lar, her zaman aydınlıklara tabidir. Yeryüzünde öz­gürlük savaşı verenlere ve mahrumiyet ve fakirlik için çalışanlara andolsun ki, ben hiç bir zaman bu mücadeleden el çekmeyeceğim. Buradan kurtulsam bile, yine savaş cephelerine döneceğim. Ta ki, tağut yok olana kadar..."

Şantu başladı gülmeye. Kahkahaları o kadar iğ­renç ve tiksindiriciydi ki, artık tahammül edilecek bir yanı kalmamıştı. Ellerimdeki zincirlerle yavaş yavaş duvardan bir miktar uzaklaşınca, ani bir hare­ketle yabani domuzun üstüne çullandım. Ellerimde­ki zinciri yabaninin boynuna geçirip, var gücümle sıkmaya başladım. Bu durum, bana bile çok tuhaf geliyordu. Bir türlü olanlara akıl erdiremiyordum. İlk önceleri Ammar da olanlara inanamamıştı. Fakat gerçekleri fark edince, yüksek sesle bağırmaya baş­ladı. "Zincirleri var gücünle sık. Sarhoş adamdan sa­kın korkma!. Sana hiç karşı koyamaz. O da tağutun köpeklerinden biridir. Kur'an bunlar hakkında bu­yuruyor ki. "Müslümanlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenlerse tağut yolunda... Sizler şeytanın dost­larıyla savaşın. Onların hilesi faydasız, kudretleri ise zayıftır."

Ammar'ın sözleri, beni oldukça güçlü kılmıştı. Bende korku diye bir şey bırakmadı. Bende ya­bani domuzu gebertinceye kadar zincirleri var gü­cümle sıktım. Ta ki yüzünde boğulma emmareleri belirginleşmeye başladı. Zaten birkaç dakika sonra da o habis ruhunu teslim edip geberdi. Boynundaki zincirleri çözüp, iğrenç bedenini yere savurdum. O esnada, muzaffer olmanın büyük heyecanını kalbim­de taşıyordum. Öyle ki bizleri o andan itibaren bek­lemesi muhtemel tüm tehlike ve endişeler, aklıma bile gelmiyordu. Oysa korkunç zindan kapısının açılarak birilerinin içeri girip, olanları görmesi ihti­mali her an mevcuttu. Allah bilir ya, bizleri bu halde görseydiler ne yaparlardı. Artık bütün kahraman ve yiğitlerin intikamını Şantu'nun şahsında, almış gibi hissediyordum kendimi...

Bütün dertli anaların intikamını gözleri yolda babalarını bekleyen çocukların intikamını, gencecik dul kadınların intikamını Ammar, sevinçten yarala­rının acısını bile unutmuştu. Ona baktığım zaman, tebessüm ederek dedi ki. "Ebuzer, biran önce bura­dan uzaklaşmamız lazım." "Nasıl kaçabiliriz ki? Be­nim ellerim zincirle bağlı seninki ise duvara bağlan­mış" dedim.

Şansa bak ki, gardiyanlar ellerimi zincirledik­ten sonra, duvara bağlamayı, aceleden unutmuşlar­dı. Ammar biraz düşündükten sonra dedi ki: "Ben bahse girerim ki, anahtarlar Şantu'nun cebindedir. Zira duyduğuma göre, sır vermeyen kahramanlara, bu cani köpek kırbaç vurarak ve saatlerce sırtlarına binerek işkence ediyormuş. Böyle bir adamın, zin­danın anahtarlarını da yanında taşıyor olması lazım. Çabuk ceplerini yokla..."

Ben hemen yabaninin ceplerini araştırmaya koyuldum ve gerçekten de anahtarlar adamın cebin-deymiş. O kadar sevinmiştim ki, artık dünya umu­rumda bile değildi. Bir kaç dakika sonra, ikimizde zincirlerden kurtulduk. Dostum o kadar yaralı idi ki, eğer onu tutmakta az daha gecikseydim, yere yıkı­lacaktı. Yarası fazla kanamıyordu lakin çehresinden çok acı çektiği hemen belli oluyordu. O benim, ha­line üzüldüğünü görünce dedi ki: "Benim için bu ka­dar üzülme. Buradan bir an önce kaçmamız artık bizim için şer'i bir vazifedir. En önemli işimiz bu binadan çıkıp, biran önce dikenli tellere ulaşmamızdır. Boşa vakit harcamamalıyız." Ammar'ı omuzla­rıma dayayarak zindanın kapısına doğru yola çık­tı. Çok şükür ki, kapı da açıktı. Kapıdan çıkınca uzun ve dar bir koridora girdik. Etrafta hiç bir nö­betçi gözükmüyordu. Bu bizi oldukça şaşırtmıştı. Bu koridordan yürüdükten sonra, çıkış kapısından da çıkarak artık tamamen zindandan kurtulmuş ol­duk. Hava tamamen kararmıştı. Rüzgâr tatlı tatlı esiyordu. Korku ve endişe içinde olmamıza rağmen o korkunç; zindandan kurtulduğumuz hasebiyle, bizde meydana gelen mutluluğu izah etmek müm­kün değildi. O sırada giriş kapısının önünde, bir nö­betçinin durduğunu farkettim. Fakat o kadar uyku­luydu ki, bizi farketmesine imkan yoktu. Zindandan biraz daha uzaklaştıktan sonra Ammar yavaş bir ses­le kulağına dedi ki: "Asıl zor mesele tel örgülerden geçmekte şimdi; sakın unutma ki, kulelerdeki nö­betçiler, kaç dakikada bir, projektörlerle tel örgüleri, baştan sona tarayarak gözden geçiriyorlar. Onlar, zindandan biç kimsenin dışarı çıkmadığından, emin olmak istiyorlar. O sırada hemen yere uzanmalıyız Ki, onlara, görünmeyelim. Talihe bak ki, biz tellere yaklaşıncaya kadar projektörler bir kez olsun yan­madı. Bu arada Ammar dedi ki: "Gece devriye gezen nöbetçilerin, buraya her an damlamaları mümkün­dür. Yanlarında bulundurdukları kurt köpekleri, kaç yüz metre Öteden bile mahkumların kokusunu al­maktadır. Üstelik o kadarda korkunçturlar ki, bir kaç dakika içinde zavallı mahkum kaçakları, param­parça edip kenara bırakıyorlar." Ammar'ın bu söz­lerini duyunda, tüylerim diken diken oldu. "O za­man ne yapmamız gerek?" diye sordum.   "Beni he­men yere bıkarıp, tel örgülerden bir kişinin kolayca geçebileceği şekilde bir yol aç. Ben, hemen senin ardından gelirim ve rica ediyorum, herhangi bir bek­lenmedik hadise zuhur ederse, beni bırakıp kendi ba­şının çaresine bak" dedi. Onun yaralı ve zayıf bede­nini yere yatırırken dedim ki. "Bu işi asla yapa­mam!" Bilahare tel örgülerin yanına doğru sürünerek ilerlemeye başladım. Tam bu sırada az uzaktan git­tikçe yaklaşan köpek sesleri duyuluyordu. Anlaşılı­yordu ki, gece devriye nöbetçileri yakınlarımızda bir yerde idiler. Hemen vakit kaybetmeden tel örgülerin altından açtığım  bir kişinin rahatça geçebileceği yoldan sürünerek, öbür tarafa geçtim. Benim ardım­dan da Ammar, o kanlı bedeniyle, tel örgülerden ge­çerek zindandan artık tamamen kurtulmuş olduk. Onu yine omuzlanma yaslamak istedim, fakat o redederek dedi ki: "Ben kendim yürüyebilirim. Beni omuzlaman gerekmez. Çabul ol! Köpek sesleri ol­dukça yaklaşıyor." İkimiz beraber hızlı bir şekilde o korkunç zindandan uzaklaştık. Birkaç dakika son­ra dikkat ettim ki, Ammar ayakları üzerinde dur­makta zorluk çekiyor. Yavaşça sordum: "Yanılmı­yorsam, halin yine kötüleşti galiba?" Yiğit dostum dedi ki: "Yok, yok! Eğer dikkat edersen, sende yü­rümekte oldukça zorluk çekiyorsun. Biz git gide bataklık bir bölgeye doğru ilerlemekteyiz. Şimdi   nöbetçilerin niçin tel örgüleri beklemediklerinin sebebini de anladım. Zira oradan kaçmayı başarması­na rağmen ekseri mahkumlar, bu bataklıkta can ve­riyorlar. Bir bakıma "Bir zindandan öbür zindana" gibi birşey bu..."

Ben ise o zamana kadar sevincimden, içinde bulunduğumuz korkunç şartları bile unutmuştum. Fakat baktım ki, Ammar doğru söylüyor. Ayakları­mızın altı çamur idi ve biz adım adım, korkunç bir bataklığa doğru ilerliyorduk. Ortalık da gittikçe ay­dınlanıyordu. O sırada biz sadece kendi etrafımızı görebiliyorduk. Ammar yavaş adımlarla ilerlerken, bir yandan da dedi ki: "Bataklık, yanılmıyorsam faz­la büyük değil. Eğer biraz dikkatli olursak, sağ salim kurtuluruz. Elinden geldiğince tepe ve otların üzeri­ne basmaya çalış." Ayağımı bir tepenin üzerine bı­raktıktan sonra dinlenerek dedim ki: "Ammar, şu gökyüzüne bir baksana, şu nur ve aydınlık, nasıl da karanlığı bastırıyor, ona galebe çalıyor."

Ammar gülümseyerek dedi ki: "Evet Ebuzer, çok güzel bir manzara. Ümid ederim ki, yüz binlerce mustaz'af ve mahrum insanın kaderi de, şu gökyüzü gibi olsun. Şu anda halimiz o kadar karanlıktır ki, sanıyorsun o hiç bir zaman aydınlık olmayacak. Tüm güç ve kudret, zalim Cakoma'nın elinde. Her yere korku, vahşet hakimdir. Cakoma kendi devle­tini, halka "İslâm Devleti" maskesi altında yuttur­maya çalışıyor. Etrafındaki dalkavuk uşaklar, onun tağut olmadığını ispatlamak için hergün yeni bir kelime, yeni bir oyun peşindeler. Her yerde ondan bahsediliyor. Adaletinden, merhametli ve özgür­lük sever bir insan dostu olduğundan, geceleri yoksul ve mahrumlar için döktüğü göz yaşlarımdan dem vu­ruluyor. Aydın bir insan, bu kelime ve kavramlar kargaşalığında; delilerin melek, günahkarların mut­taki, zalimlerin adil diye anıldığını veya savunul­duğunu görünce hakikat güneşinin doğacağını asla kabullenemiyor ve sanıyor ki bu zulüm, böylece sü­rüp gidecek. Ama hakikat asla bu değildir. Allah'ın yeryüzündeki sünneti bize bunun aksini gösteriyor. Ne zaman ki, müstekbir ve zalimlerin, mahrum ve mustaz'af yığınlarını baskı ve zulüm altında inletti­ğini, bilmukabil bu faşist ve diktatör güçler etrafındaki haman ve bel'anılarında övgü ve sitayişleri­nin çoğaldığını gördüğün zaman, bu zulüm sara­yının temeli çatırdıyor demektir. Güneşin doğuşu yakın sayılır.  Onların zafer çığlıkları, aslında za­yıf ve güçsüz bir insanın, titreyen iniltileridir ve bü­tün kelimeler, birgün gerçek manasına kavuşacaktır. Şeytanlar şeytan, melekler melek, şehidler ise şehid olacaktır. Ada Cakoma ve adamlarının şerrinden kurtulacak..." Bu esnada aniden Ammar'ın sözleri kesiliverdi. Ayakları çamura saplanmıştı. Bir türlü, dışarı çıkamıyordu. Ammar, ayaklarını ne kadar dı­şarı çıkarmak istediysede, muvaffak olamadı ve git­tikçe yavaş yavaş, aşağıya doğru kayıyordu. Ben dehşet içinde dedim ki: "Çabuk ellerini bana doğru uzat." Ammar: "Hayır, hayır! Sakın bana yaklaş­ma. Sende içine düşübilirsin." Deli gibi bağırmaya başladım: "Benden burada böylece kalıp, senin ölümünü seyretmemi mi istiyorsun? Ah, Ammar! Ben sensiz yaşayamam, ne olur, uzat ellerini! Eğer seni kurtaramazsam, bırak, bende seninle beraber öle­yim." Ammar gittikçe aşağıya doğru kayıyordu. Yüksek sesle dedi ki: "Çocukça konuşmayı bırak Ebuzer! Uzanıp benim elimi tutacağına, ellerini seni bekleyen yüz binlerce mahrum insana uzat. Onları kurtar. Onları, cehaletten, hurafelerden ve tembel­likten kurtar. '

Bu yiğit dostumu, göz göre göre, ölüme terke-demezdim. Dehşet içinde, birilerinden yardım iste­mek için koşmaya başladım. Koşarken de bir yan­dan feryat ediyordum: "Yardım edin, yardım edin!"

Tıpkı Ammar gibi bataklığa saplanabileceğim, aklıma bile gelmiyordu. Habire kaçıyordum. Gittik­çe daha hızlı koşmaya başladım. Fakat aslına bakar­sanız, beni bataklığa batmaktan, bizzat bu hızlı koşuşum kurtarmıştı. Zira yavaş yavaş yürümenin, koşmaya oranla tehlikesi daha fazladır. Bir müddet koştuktan sonra yavaş yavaş bataklık bölgesinden tamamen kurtulmayı başardım. Dar bir ormanlık caddeden geçerken, ilerde gözüme bir kaç ev ilişti. Evlerden de açıkça anlaşılıyorduk!, şehire epeyce yaklaşmıştım. Yüksek sesle bağırarak, yardım iste­dim. Az illerde toplanan üç-dört genç, benim bu halimi görünce hemen yanıma yaklaştılar. Bu genç­leri görünce o kadar sevinmiştim ki, sanırsın tüm dünyanın nimetleri bana verilmişti. İçlerinden biri dedi ki: "Niçin feryat ediyorsun? Elimizden birşey gelir mi?" Ağır bir şekilde hasta ve yorgun olduğum halde, nefes nefese dedim ki. "Dostumun biri, şu ilerilerde bir yerde bataklığa saplandı. Şu anda ne­redeyse tamamen batmak üzere. Benimle gelirseniz, onu   kurtarabiliriz.   Onun  yardıma  ihtiyacı  var." Genç adamlar sözlerimi işitince omuz silkerek de­diler ki: "Yani demek istiyorsunuz ki, tüm işimizi gücümüzü bırakıpta seninle mi gelelim!" Yalvarır­casına dedim ki: "Evet, dostum ölüm   tehlikesiyle karşı karşıya; sizler yanılmıyorsam   müslümansınız  da. Siz de biliyorsunuz ki, Peygamberimiz (s.a.a.):  "Bir insan feryad ederek yardım istediği taktirde ona yardıma koşmayanlar müslüman de­ğillerdir" buyuruyor."

Genç adamlar, sözlerim bitince başladılar kah­kahalarla gülmeye. İçlerinden biri dedi ki: "Kardeş, biz seninle gelemeyiz. Biz bir futbol müsabakası için bilet almışız.  Eğer seninle gelirsek, kesinlikle bu maçı kaçırırız." Ben artık hiç birşey demedim. Hat­ta ayıplamadım bile. Başka birilerini bulabilmek için onlardan ayrılıp koşmaya  başladım. Biraz koşmuş­tum ki, ilerde şehire doğru inen iki adam gördüm. Soluk soluğa hızla yanlarına varınca, yalvararak de­dim ki: "Allah rızası için, bana yardım edin! Arka­daşım bir bataklığa saplandı şu anda acele davranmazsak, onu kaybedeceğiz." Adamlardan birisi deh­şet içinde irkilerek dedi ki: "Bataklığa mı saplan­mış? Yanılmıyorsam, o askeri kışlanın yanındaki ba­taklığı söylüyorsun! Yok kardeş! Biz bunu yapama­yız. Eğer başka bir yerde olsaydı, kesinlikte gelirdik. Ama orası için mümkün değil." Bilahare diğeri de-

diki: "Hem yanılmıyorsam dediğiniz o arkadaşınız firari bir mahkum olması lazım."

Ben şaşkın bir halde dedim ki: "Kısas ve fesat olmaksızın bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldür­müş gibidir. Ve bir insanın canını kurtaran, bütün insanlığı kurtarmış gibidir." Kuran'ın hatırı için, insanlık şerefi için benimle gelin. Arkadaşımı kurta­ralım. Arkadaşım sizin kurtuluşunuz için, çocukla­rınız için, namus ve şerefiniz için kendini o tehli­kelere attı, işkenceler gördü. Şimdi de, siz ona yar­dıma koşun." Adamlar sözlerimi işitince, sapsan kesildiler. İçlerinden biri tir tir titriyordu. Rica ede­rek dedi ki: "Bayım, yalvarırım bizi bu işe bulaştır­mayın. Bizim yakamızı bırakın. Bizim zaten oldukça başımız belada. Bilahare birisi, cüzzamlı bir hastadan kaçar gibi, başladı kaçmaya. Baktım diğeri de kaç­maya çalışıyor. Hemen yakasından tutarak dedimki: "Sen mutlaka benimle gelmelisin." Adam çocuk gibi ağlamaya başladı: Yalvarırım, bana merhamet edin! Bırakınız gideyim... İnanın dostunuzun kurtuluşu için dua edeceğim. Ben çoluk çocuk sahibiyim. Bana acıyın, ne olur!"

Bilahare yakasını bırakınca, özgürlüğüne kavuş­muş bir kuş gibi uçup gitti. Artık yardım bulmaktan ümidimi kestim. Hiç olmazsa son bir kez daha göre­bilmek için, hızla Ammar'ın yanına döndüm. Onu yalnız bırakmak istemiyordum. Yanına vardığımda göğsüne kadar çamura saplanmıştı. Sağ elinde güzel bir beyaz gül vardı. Şu bataklıklarda yetişen güller­den. Kendisiyle beraber batmaması için, elleriyle başının üzerinde tutmuştu. Beni görünce gülümseyerek dedi ki. "Rica ediyorum fazla yaklaşma. Bataklık, senide kendine çekebilir. Ama geri döndüğün iyi oldu. Ne kadar sevindim, bilemezsin... Ümit ederim ki, şu hediyemi nişanlıma eriştirirsin." Sonra elin­deki gülü bana doğru fırlattı. Ben hemen uzanarak, gülü havada tuttum. Ammar tebessüm ederek dedi ki. "Ümit ederim ki şu mesajımı da kendisine iletir­sin. Ona de ki: Ben onu son nefesine kadar, her za­man sevdim. Onun aşkı, kalbimin ta derinliklerinde yer etmişti. Ama daha büyük bir aşk, beni bu savaş meydanlarına çekti. Mazlum ve mustaz'afları, sö­mürü, yoksulluk ve açlıktan kurtarma aşkı. Özgür­lük ve kurtuluş aşkı Kur'an'ı elime aldığım zaman, bu ezilmiş, sömürülmüş halkların kurtuluşunu ifade eden ayetler, içimde korkunç inkılaplar meydana getiriyordu. Hele birde sapsarı kesilmiş o ilaçsız has­taları görünce, o yoksulları, elbisesiz çıplak ayaklı çocukları, köpek yuvasına benzeyen küçücük kulü­beleri... Zulüm ve baskı altında inleyen o işçileri, çıplak işsizleri, yalın ayak çocukları... Ki bunların hepside, neredeyse göklere erişecek o büyük zulüm ve sömürü saraylarının tam karşısında bir manzara sergiliyordu. Beni neredeyse deli edecekti. Ben, o zulüm ve sömürü saraylarından, kulaklarımı tırmala­yan ve Yezid'in işret meclislerinden yükselen o iğ­renç kahkahalara nasıl sabredebilirdim?"

Ammar bu esnada, ta boğazına kadar dibe batmıştı. Ve son olarak başladı, Kur'an'dan şu güzel ayeti okumaya. "Ey inananlar, size ne oldu ki, Allah yolunda, mustaz'aflar, zavallı erkek, kadın ve çocuk­lar için savaşmıyorsunuz? Onlar ki, esaret altında şöyle diyorlar: Allah'ım bizi bu müstekbir ve zalim­lerin diyarından kurtar. Ve bize kendi katından bir yardımcı gönder."

Az sonra artık, Ammar'm sesi kesilerek dibe battı. Dostum artık görünmez olmuştu. En iyi ve mert arkadaşımı kaybetmiştim. Deli gibi, batışının ardından meydana gelen çukura bakıyordum. Kaç kez ardından atlayıp, ölmeyi düşündüm. Ama yapa­madım. Keder ve acizlik içinde oturup, başımı el­lerimin arasına alarak, başladım ağlamaya... Epey bir müddet sonra arkamda bir takım köpek sesleri işitince kendime geldim. Etrafım gardiyan ve kö­peklerle sarılmıştı. Köpekler ileriye doğru fırlayıp, beni parçalamak için tepinip duruyorlardı. Ama nö­betçi gardiyan, iplerini tutmuş, var gücüyle onları geriye çekiyordu."

Bu arada, Ebu Zer sustu. Geçmiş hatıralarını anmak onu o kadar dertli kılmıştı ki, artık bir tek laf edecek halde değildi. Başını yanık elleri arasında tutarak ağlamaya başladı. O kadar şiddetli ağlıyor­du ki, bütün vücudu tirtir titriyordu. Sessizce dedim ki: "Sakin ol Ebu Zer! böyle bir kahramanın ardın­dan ağlamak doğru değil."

Ebu Zer başını kaldırarak dedi ki: "Sen Ammar'ın nasıl biri olduğunu bilemezsin Selman! O gerçek bir müslüman, imanlı ve takvalı bir mü'mindi. Günün birinde, caddelerin birinde yürüyorken, bir adamın ölüsüyse karşılaştık. Zavallı, soğuktan don­muştu. Ammar adamın yanına yaklaşarak buz tutmuş ellerini yanaklarına yapıştırıp, başladı ağlama­ya. Bir yandan da şöyle mırıldanıyordu: "Ey biçare ve mahrum dostum! Beni bağışla! Biliyorum, kendi­min de senin ölümünden mesul olduğumu, çok iyi biliyorum." O gerçekten şuurlu ve aydın bir müslümandı."

Dedim ki. "Ammar'ın bataklığa batmasından sonra, senin durumun ne oldu?"

"Beni ikinci defa tutuklayıp zindana götürdü­ler. Oldukça yıprandığımdan, birkaç gün beni yo­ğun bir tedavi altına aldılar. Zindandaki doktor, he­men hemen her gün yanıma geliyordu. Beni kendisi­ne çekebilmek için elinden gelen yapmacık iltifat­ların tümüne tevessül ediyordu. Fakat sorduğu soru­lardan,    onun bir casus olduğunu anlamakta fazla gecikmedim. O benim dilimin altından birşeyler al­maya çalışıyordu. Bir ara, dayanamayıp dedim ki: "Sen bir doktorsun. Tıbbi meslek şerefin, sana böy­le değersiz sıradan insanların kulu kölesi olmana na­sıl izin verebiliyor? Buradaki en büyük vazifen, za­vallı mahkumları tedavi etmek olmasına rağmen, onlardan bir şeyler duyup ihbar etmekle uğraşman hiçte mesleğine yakışır bir iş olamaz." Asıl niyetini anladığımı görünce dert yanarak dedi ki: "Sus, ko­nuşma artık! Seninle bir işim yok benim... Beni bu iş için zorladılar. Eğer kabul etmeseydim, beni işimden edeceklerdi. Üstelik, şayet kabul etmesey­dim bile, bir diğerini yerime göndereceklerdi. Allah biliyor ki, önce ben de bu işe razı olmadım. Benim bu işte hiç bir suçum ve günahım yok." Yüksek bir sesle dedim ki: "Nasılda böyle zelilâne bir şekilde, kendini kandırabiliyorsun. Çekinmeden rezil ve ha­yasız bir işe bulaşmışsın, şimdide kalkmış günah çıkarıyorsun, bu büyük bir küstahlıktır. Doktor Bey, onlar seni bu işe zorlamadılar. Değil seni, onlar hiç kimseyi bu işe zorlayamazlar. Bunlar, fazla mal ve makam elde etme arzusunun, sana yüklediği zillet yüküdür. Sen ve senin gibiler, bu arzusundan vazgeç­mediği sürece de, bu zillet çukurunda yaşamaya mahkumdurlar. Sen bu yaldızlı sözlerinle, sana isyan eden o vicdan ve fıtratını yatıştırmayı düşünüyor­sun. Burada olup bitenleri, zati alileriniz herkesten daha çok biliyor sanırım. Burada iman, takva, fazi­let ve şuur dolu gencecik masum insanların akibetinin, başlarına nelerin geldiğinin yabancısı değilsiniz herhalde? Buna rağmen oturmuş neler yapıyorsu­nuz!"

Sözlerimi keserek dedi ki: "Yalvarırım yeter ar­tık, sus! Artık benim seninle bir işim yok. Ben sen­den hiç bir zaman, bir şeyler öğrenmeye çalışma­dım. Ben biçarenin, şerefsizin biriyim. Benim gör­düklerimi, inanın eğer bir hayvan görseydi, isyan ederdi. Fakat ben her zaman iyi bir adam olmaya çalıştım. Doğrudur, ben kendi yalanlarıyla kendini teselli etmeye çalışan delinin biriyim. Bir tıbbiyeli­nin vazifesi, insanlık yolunda hizmet olmalıdır. Oysa ben, insanları, kurd'un eline vermekteyim" Ve söz­lerini bitirince, deli gibi kapıya koşarak çıkıp gitti. Birkaç gün sonrada, yerine yeni bir doktor tayin edildi. İlk önce, izine ayrıldığını söylemişlerdi. Fa­kat sonradan anlaşıldı ki, zavallı deli olmuştu."

Ebu Zer, geriye kalan maceralarını ise bir başka zaman anlatmak üzere sözlerine ara verdi. Bende ar­tık o anlatmadığı sürece kendisine sormamayı kararlaştırdım. Zira oldukça hasta ve yorgun idi. Üstelik o korkunç hatıralarını hatırlamak, üzerinde, Allah korusun ters etkide yapabilirdi. Böylece aradan gün­ler gelip geçti. Gittikçe yavaş yavaş bana yabancı olan dillerine de aşina olmaya başlamıştım. Ebu Zer de bu konuda bana oldukça yardım ediyordu. Peyun adlı mesihi olan genç, hergün düzenli olarak, bizlere dışarıdaki durumu rapor ediyordu. Diyordu ki: "Halk kendi geleceği ve hayatı hakkında düşün­meye, soru sormaya başladığı zaman Cakoma ve adamları çok mahirane hilelerle, dikkatlerini başka yerlere çekiyor. Halkı öyle şeylerle oyalıyorlar ki, hatta bir dakika olsun, halkın gerçeklerle yüzyüze gelmesini istemiyorlar. Heryerde hayasız artislerin, sanatçı ve dansözlerin hayatı, sevdikleri ve nefret ettikleri konular konuşuluyor. Halk artık sadece bunlarla ilgilenir oldu. Kendi mazlumiyet ve yoksul­luğunu aklına bile getirmiyor. Her yerde Kur'an ve Nehc'ül Belaga aramaları aralıksız sürdürülüyor." Bir gün kendisine dedim ki: "Peyun, sizin Kur'an-ı Ke­rim hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilirmiyim acaba?" Soğukkanlı bir halde omuzlarını silkerek dedi ki: "Kur'an hakkında belirli ve tutarlı bir fik­rim yok. Zira incelemiş değilim. Hem elimde incil varken başka kitaplar okumayı da istemiyorum. Bi­zim kitabımız, sevgi ve dostluk kitabıdır. İncili bir insana verdiğin zaman, o insanda sadece sevgi ve dostluk meydana getiriyor. Oysa bir insan Kur'an-ı Kerim'i okuduğu taktirde bir an bile yerinde dura­mıyor. Hemen inkılaplar peşinde koşuyor. İnsanın hayatında sükunet ve rahatlık diye bir şey bırakmı­yor. Kısastan bahsediyor. Kısacası, ben bu kitabı sevmiyorum. Bir hayat ki onda kısas, yani intikam yok: Hayat, yani aşk, yani muhabbet. Yani süku­net... Kin ve öfke ile yaşamak olur mu?" Peyun, o kadar sıcak konuşuyordu ki, sanırsın yıllardır Kur-an-ı Kerim aleyhinde. konuşamamanın yükü vardı omuzlarında. Kendisi için, bundan daha iyi bir fırsat da bulunamazdı. Saatlerce, bir güzel içini döktü, durdu."

Bu arada dedim ki: "Senin mal ve canına kast etse dahi bir insanı sevebilirmisin? "Evet. Hz. İsa diyor ki. 'Yanağının birine bir tokat vuran kimseye, diğer yanağını çevir." Hemen ardından kendisine beklemediği bir soru daha sordum. "Peki, siyasi iş­lerle uğraşmak, sence iyi bir şey mi?"

"Hayır! Havari Pavlos diyor ki: Hükümet işleri­ne dehalet, Allah'ın sevmediği ve emretmediği çir­kin bir iştir." Hz. Mesih de buyuruyor ki: "Sezar’ın hakkını, Sezar'a bırak."

Teessüf içinde başımı sallayarak dedim ki: "Mazlum ve mahrumların, kendi haklarını zalim ve müstekbirlerin elinden alması kadar tabii ne olabilir ki? Sizin bu yaptığınız mantıksız ayırım, zaten zalim ve müstekbirlere yaptıkları zulümde yardım eden bir anlayıştır. İncille kıyas edip beğenmediğini i/har et­tiğin Kur'an ise, insanların zor ve zulüm karşısında sukut etmesini, susmasını büyük bir günah ve ihanet biliyor. Ve Sezar'ın hakkımda, Sezar'a havale etmi­yor. Bundan dolayı da, insanlık, bugün daha çok Kur'an'a muhtaçtır." Biraz ara verdikten sonra de­vam ettim: "Kur'an'a göre adalet ve toplumsal ıslah yolunda çalışmak, insanın en asli yaratılış görevidir. Zulüm ve haksızlık karşısında "dilsiz şeytan" kesil­mek, ferdi veya toplumsal en büyük ihanettir, irade­siz ve mahrum insanlar, kendi hak ve özgürlüğü için çalışıp onu elde etmek için çabalamadığı taktirde hareket eden ölülere benzerler. Kur'an-ı Kerim, bir ayetinde şöyle buyuruyor: "Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır: Taki şakırlasınız." Bu, el­bette havari Pavlos'un eliyle yazılmış olan İncil ile çatışan bir gerçektir. Zira Pavlos diyor ki: "Zayıf insan, kendisinden güçlü olana itaat etmelidir. Zira Allah'ın gücünden başka güç yoktur. Allah'ın sevdi­ğinden dolayı, yeryüzünde güçlü kıldığı sevgili kul­larına asi olmak, büyük bir günahtır. Kendi eliyle, kendini ateşe atmaktır. Sana kötülük eden birine bi­le, korku içinde kalmaman için iyilik et. O zaman ondan iyilik bulacaksın. Zira o, Allah'ın hizmetçisidir. Senin için iyilik ister. Kötülük yaptığın zamansa kork. Zira o, kılıcı boşuna kaldırmaz. O, öfkeyle, gü­nahkarlardan intikam alıcıdır. Binaenaleyh, ona itaat etmen lazımdır. Elbette bu, gönül rızasıyla olmalıdır, zorla değil.(7) Bu arada devamen dedim ki: "Bu emirler şüphesiz ki, zulüm nizamının en büyük güven­cesidir. Zalim bir insan, bu emirler sayesinde halkı aldatarak, yıllarca iktidarda kalabilir. Ona karşı gelmek isteyen her insan, karşısındaki insanın "Allah'ın hizmetçisi", Allah'ın, içlerinden severek seçip tayin ettiği bir insan olduğuna inanırsa, elbette ki, yerine oturacak ve kendi öz hakkını almaktan bile feragat edecektir."

Bu arada sözlerimi bitirince Ebu Zer şöyle dedi. "Kur'an, bir müslumanın tağut nizamında, bir dakika bile oturmasına izin vermiyor. Tağut'un en büyük nişanesi ise, toplumda meydana gelen adalet­siz sınıflaşmadır. Zira bu toplumda erişilmez sa­raylar inşa eden ve rahat bir hayvani hayat sürdüre­bilmek için her türlü nimetten musrifane bir tarzda faydalanan "Domuzlar sınıfı"nın varlığı kaçınılmaz­dır. Elini sıcak sudan, soğuk suya koymadan, alın-teri dökmeden, zavallı halkın sırtından asalak bir ha­yat yaşıyorlar. O kadar çok servet sahibidirler ki, bunlar nereye sarf edebileceklerini bilememenin şaş­kınlığı içindedirler. Halkın büyük bir çoğunluğu ise akşama kadar, bir lokma ekmek elde edebilmenin telaşı içindedirler. O kadar büyük bir zillet içine düşmüşler ki, başlarına bundan daha kötüsünün gel­memesi için, itiraz etmekten bile çekiniyorlar. Ted­rici, zillet içinde bir ölümü, şerefli, ama kısa bir ölü­me tercih ediyorlar. Bu zulüm ve sınıflaşma, Fira­vun'un en büyük melanetlerinden sadece bir kaçıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim de bu konuya işaret etmek­te ve şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten de Firavun yeryüzünde büyüklendi ve halkı bölük bölük etti." Hz. Ali (s.a.) bir hutbesinde, Tağutperest bir toplu mu şöyle tarif ediyor: "Yazık! Ne korkunç ve utanılacak bir cemiyet! Nereye bakarsan bak orada yok­sul ve mahrum görüyorsun ki, yoksulluk ve açlık içinde kıvranmaktalar. Diğer yandaysa Allah'ın ken­disine verdiği nimetleri inkar ederek, infaktan ve muhtaç sahiplerine iletmekten çekinip, habire altın ve para yığanlar ile mal-mülk biriktirenler var."

Ebu Zer biraz ara verdikten sonra, devam etti: "Kur'an-ı Kerim, sizin tahrif edilmiş kitabınız İncil­in aksine, mazlum ve mustaz'afları, zalim ve müstekbirlerin elinden kurtuluşa, insanca yaşamaya davet eden, hatta emreden kesin emirleri içermektedir. Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki: "Allah'a tevekkül edenlere, bir haksızlık veya zulüm edilse, onlar bir­birine yardım ederek zalimlerle savaşırlar." Ve : "Sizden herhangi birinize zulmedilse, zulmedildiği oranda intikamını alsın." Bir diğer yerde de: "Zulmedilenlere, zulmedenler aleyhinde savaşma izni verildi."

Ebu Zer ayetleri okuduktan sonra sustu. Peyun bu cevaplar karşısında diyebilecek bir şey bulama­yınca da hızla odadan dışarı çıktı. Ertesi gün yeni­den maceralarına kaldığımız yerden devam etmesini rica ettim. Ebu Zer başını yastıktan kaldırarak, ol­dukça kederli bir sesle başladı anlatmaya: "Gerçek­leri yaşamayan bir insan, olayları hakkıyla anlaya­maz: Zulüm, kan dökücülük, küstahlık... Bir yandan iman ve takva ehli gencecik kahramanlar işkence görüyor, onlara insanlık dışı hakaretler yapılıyor, tahkir ediliyorken; diğer yandan da Cakoma, özgür­lükten dem vuruyordu. Oyunlarına kanmadığımı görünce de beni başka bir zindana nakletmeyi karar­laştırdılar. Nereye göndereceklerini asla bilmiyor­dum. Gece yarısı küçük hücremin kapısını açarak, "Çık dışarı" dediler. Yol üzerinde sair mahrumlar­dan müteşekkil uzun bir sıra dizilmişti. İçlerinden sadece birkaçını tanıyordum. Mahkumların çoğun­luğunu, zindandaki "ıslah olmayan" veya "isyan­kar" diye teşhis edilenler teşkil ediyordu. Gece, sa­bahlara kadar Kur'an-ı Kerim okuyarak, gardiyan­ları çileden çıkaranlardı bunlar.

Mahkumların hemen hemen hepside eli arkada birbirlerine bağlanmışlardı. Zindanın bahçesine çı­kardıklarında da bizi hayvan taşımacılığına mahsus bir arabaya bindirdiler. Kamyonlar gecenin karanlı­ğında, süratle yola koyuldu. Yarım saat sonra bir tren istasyonuna yetiştik. Bizi arabalardan indirip, hayvan nakliyatına mahsus vagonlara doldurdular. Başımıza dikdikleri yabani gardiyanlarda, hiç bir neden olmaksızın habire bağırıp çağırıyorlardı. Va­gonlar sirensiz, ağır ağır hareket ederek yola koyul­du. Ben yanımdaki mahkuma bir göz atarak dedim-ki: "Bizi nereye götürüyorlar." Teessüf içinde ba­şını önüne dikerek dedi ki: "Zindanları korkunç, gardiyanları yabani bir başka zindana. Zira bizim konuşacağımıza, pişmanlık duyup davamızdan dö­neceğimize hala da inançları var bunların." Bilahare kendi kendine dua okumaya başladı. Uzun bir süre vagonları uğursuz ve sıkıcı bir sessizlik kapladı. Sa­dece trenin raylarından çıkan ve kulakları dolduran, ahenkli bir sesten başka hiç bir şey duyulmuyordu. Bu tatlı ve ahenkli ses sebebiyle bir çok mahkum he­men uykuya daldılar. Sadece içlerinden yaralı olan­lar yatmamış ve yavaş bir sesle inleyip duruyorlardı. Aniden yükselen bir ses gecenin sessizliğini bozdu:

"Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!"

Bilahare  başladık hep birlikte şu ayeti oku­maya:

‘’Dinde zorlama yoktur.

Doğru yol delaletten ayrılıp aşikar oldu

O insanki, kafir tağutça şehid edildi,

Onlardır gerçek iman edenler,

Allah'ın ipine sıkıca sıkıca sarılanlar;

O ipte ki asla kopulma yoktur;

Allah işiten ve de bilendir.

Allah, tevhid erlerinin mevlasıdır;

Onları karanlıklardan, aydınlığa çıkarır;

Onlar ki Allah'a etmedi iman;

Tağut'un kullan ve uşaklarıdır.

Ve tağut onları karanlığa çekiyor. (Karanlık, evet karanlık: Yoksulluk, zulüm, sömürü).

Onlardır cehennemde ebedi kalacaklar. "(8)

Allah-u Ekber, Allah-u Ekber."

Bizden sonra diğer vagonlardaki mahkumlarda başladılar marşlar söylemeye. Feryatlarımız, gardi­yanları şaşkına çevirmişti. Onlar, "Tağuttan mak­sadımızın, "Cakoma" olduğunu çok iyi biliyorlardı. O Japonyalı şizofren ki, bu güzel adamızı cehenne­me çevirmişti. Bütün muhalif sesleri daha sinedey­ken boğmuştu, öbür yandan da hümanizm maskesi

altında, şeref ve haysiyetten dem vuruyordu. Sırf para için haysiyet ve şerefini satan bu kapıkulu uşaklarıda, rableri olan tağut aleyhinde bir tek söz bile işitmeye elbetteki tahammül edemezlerdi. Yaba­ni bir gardiyan yüksek sesle başladı anırmaya: "Susun!" Bilahare yanındaki yaralı mahkumun sine­sine vahşice bir tekme indirdi. Yaralı mahkum, Ah bile demeden marş okumaya devam etti:

"Firavun  dedi  ki: Size verdiğim  bu  reyden

başka, Artık rey vermiyorum.

Sonra kavmini zillete çekti.

Ta ki her dediğine itaat edilsin.

Bizse asla böyle olmayacağız.

Zira biz, Allah'ın ipine sarılmışız."

Bir müddet sonra, mahkumların marş okuma­ları da sona erdi. Bu marşlar, önceden de bize olduk­ça güç veriyordu. Şimdi de mahkumsal dayanışmayı sağlamada oldukça faydalıydı. Bir müddet sonra, or­talık yeniden bir sessizliğe büründü. Yiğit mahkum­lar birer birer uykuya daldılar.

Ertesi gün tren, yabancı ve ıssız bir istasyonda durdu. Çoğunluğu hasta ve yaralı olan mahkumları birer birer vagonlardan indirdiler. Mahkumlar, yeni­den yemyeşil ağaçları ve masmavi gökyüzünü görün­ce o kadar bir sevince boğulmuşlardı ki, gardiyan­ların tehdit ve nasihatlarına kulak bile asan yoktu. İçlerinden çoğu, yıllardır özgürlüğü tatmamış, gör­memiş kişilerdi. Mahkumlardan biri, ciğerlerini te­miz hava ile doldururken yavaş bir sesle şöyle dedi:

"Bu havada bir ay yaşarsak kendimize geliriz." Sor­dum: "Kaç yıldır mahkûmsunuz?" "Beş yıl. Görmüyor musunuz ne kadar zayıf ve güçsüz olduğumu?" "Hanım ve çocuklarınız var mı?" "Evet, fakat bu kadar uzun müddet boyunca, bir defa olsun görme­me izin vermediler."

"Müslüman mısınız?" "Hayır. Ben hinduizm dinindenim" Bu sırada baş gardiyan elindeki hoparlör ile, mahkumlardan susup kendisini dinlemelerini is­tedi. Tüm mahkumlar susunca da dedi ki: "Buradan askeri kampa kadar olan 5Okm'lik yolu yaya yürü­mek zorundayız. Daha çabuk ulaşabilmek için şu anda ellerinizi açmalarını emredeceğim. Bilahare, gardiyanların ihtarlarına uymayan veya firara kal­kışan her kim olursa olsun, acımasızca öldürülecektir, bilmiş olun."

Bilahare, uzun iplerle bağladıkları ellerimizi aç­maya başladılar. Mahkumlar buna oldukça sevinmiş­lerdi. Zira böylece herkes, dostu ile yan yana gelme fırsatı bulmuş oluyordu. İki kişilik saflar halinde, her yirmi adım başına dikilen bir nöbetçi gardiya­nın gözetiminde yola koyulduk. Ben hindu olan mahkumun yanında durmuştum. Zira hem onun zindana düşüş sebebini öğrenmek, hemde kendisine en büyük vazifem olan İslami tebliğ görevimi yerine getirmek istiyordum. Zira ben, müslümanın bir daki­kasını bile boşa harcamaması gerektiğine, hele teb­liğ gibi hayati bir ehemmiyet taşıyan görevin, mut­laka yerine getirilmesi icab ettiğine inanıyorum. Kendisine sordum: "Niçin zindana düştünüz?" ‘’Çünkü ben, zulme alet olmayı kabullenemedim. Benden, düğünlerin birinde Cakoma'nın lehine bir konuşma yapmamı istediler. Bense kabul etmedim."

Güler bir yüzle dedim ki: "Yaptığın işten hala razı mısın?"

"Niçin razı olmayayım. Eğer ben dediklerini kabul etmiş olsaydım, bugün bu adada işlenen cina­yetlerin, yapılan haksızlıkların ve iğrençliklerin suç ortağı olacaktım."

Dedim ki: "Müslümanların İslâmi savaşı hak­kında ne düşünüyorsunuz?"

Omuzlarını silkerek dedi ki: "Ben şahsen sizin intikam ve öfke taşıyan mücadelenizi tasvib etmiyo­rum. Zira ben, zaferin ancak pasif ve öfkesiz bir di­renişle elde edilebileceğine inanıyorum."

Ben şaşırmış bir halde dedim ki: "Pasif ve öf­kesiz bir dayanışma mı? Yani bu zulüm ve haksızlık karşısında, kendimizi difa etmemiz doğru değil mi sizce?"

"Evet! pasif bir direnişle beraber, tağut ve za­limlerle en ufak bir işbirliği bile yapmaktan uzak durmak, sakınmak. Bizim bu siyasetimizde, sizin o kan ve intikam dolu savaşınızın yeri yoktur."

Hayretler içinde sordum: "Eğer sizin bu pasif direnişiniz düşmanı adam etmez de buna rağmen kan içiciliğe ve gayr-ı insani muamelelere devam ederse ne dersiniz? Buna rağmen sizce, zafer elde edinceye kadar bu insan, bu direnişini sürdürmeli ve asla başka bir yola başvurmamalı mıdır?"

Cevaben dedi ki: "Biz buna inanıyoruz ki, insanlar, imkanları dahilinde olduğu müddetçe kendi­lerini ölüme atmamalıdır. Bu pasif direnişle, düşman yavaş yavaş kendine gelerek, yaptığı zulüm ve kötü­lükten, kendiliğinden el çekecektir." Kendisine ce­vap vermek istiyordum ki, gardiyanların sesi gelme­ye başladı: "Çabuk hareket edin. Bizim akşam ol­madan kampa varmamız lazım."

Gardiyanların bütün telaşı, daha karanlıklar çökmeden bir an önce kampa yetişebilmemiz için­di. Zira onlar, mahkûmların gece karanlığından isti­fade edip, kaçmaya teşebbüs edebileceklerinden korkuyorlardı. Mahkûmların ekserisi de bu kurnaz­lığın farkına varmış olacak ki gittikçe hızlarını ya­vaşlatmaya başladılar. Bu arada ben, yanımdaki ar­kadaşıma bakarak dedim ki: "Bir insan şu ormana dalıp kaçmayı başara bilir mi sizce? Bana kalırsa kaçış için bundan daha iyi bir fırsat bulunamaz." Arkada­şım kaşlarını çatarak dedi ki: "Başımızdaki gardi­yanların bizi nasıl dikkatli murakabe ettiğini görmü­yor musun? Biz, yarım bıraktığımız meseleye döner­sek, daha iyi olur bence. Sizin öne sürdüğünüz bu metotlarla, zaferin elde edilebileceğine inancınız var mı?"

Dedim ki: "Zalimlerin istedikleri tüm istek ve arzularına sırt çevirmek ve onlarla en ufak bir an­laşma zemininden bile kaçınmak elbetteki güzel bir şeydir. Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde ısrarla be­şeriyeti, Allah ve insanlık düşmanı zalim ve müstekbirlerle en ufak bir anlaşmadan bile sakınmaya, uzak durmaya davet eden, sayısızca ayetler mevcuttur:

Nitekim   Müntehine   Suresinde  şöyle  buyrulmaktadır:

"Ey iman edenler,  benim düşmanlarımı ve kendi düşmanlarınızı dost edinmeyin."

Şurası da açıktır ki, din düşmanlarıyla yapıla­cak her türlü iktisadi ve siyasi işbirliği, onların yara­rına tamamlanacaktır. Ama asıl mesele de şudur ki, adil olmayan kanunlara muhalefet ve menfi daya­nışma hareketi de eninde sonunda kanlı bir harekete dönüşecektir. Cakoma da kendi mali menfaatlerini ve siyasi iktidarını tehlikede gördüğü an, hemen bu menfi dayanışmayı ortadan kaldırabilmenin yollarını arayacak ve ona karşı saldırıya geçecektir. Şüphesiz ki, zor ve" kudret kullanmadan yapılacak olan her türlü savunma, düşmanı daha da bir küstah kılacak ve kötü insanların da daha fazla tuğyan et­mesine ortam hazırlayacaktır. Dolayısıyla da daha fazla zulmetmeye başlayacaktır.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:

"Ve kim zulme karşı kendini savunursa, bu çe­şit kişileri suçlu saymaya bir yok yoktur. "(9)

Lütfen, bana şimdiye kadar, yeryüzünde sizin bu pasif direniş metodunuzca, kendisine gelip de adil ve merhamet sahibi olabilen bir tek zalim göste­rebilir misiniz? Aynı zamanda da, o zamana kadar yapabildiği bu zulüm ve sömürüden de el çekmiş olsun." Tam bu esnada, sırtımdan korkunç bir darbe yedim. Dönüp baktığımda, arkamda yabani bir gar­diyanı gördüm. Bağırarak dedi ki: "Hızlı yürü! Yürüyüş esnasında konuşma!" Bende çaresiz olarak hızımı artırıp, ağzımı kapadım. Bu arada kendimi oldukça aç hissediyordum. Dün akşam verdikleri bir parça ekmek dışında, boğazımdan hiç bir şey geç­memişti. Diğer mahkumlarda tıpkı benim gibi aç ve susuz idiler. Hatta: "Su, su!" diye inleyenlere, bir an önce kampa varabilmek için su bile vermiyorlardı. Fakat buna rağmen, mahkumlar oldukça yavaş iler­liyorlardı. Bazı mahkumlar o kadar hasta ve yaralı idiler ki,    kendi arkadaşlarına dayanmak zorunda kalmışlardı. Güneş, yavaş yavaş batmak üzereydi. Bizse hala yolda idik Kampa daha ne kadar yol kal­dığını   bilmiyordum   Tam   o   sırada,   hayalimde Ammar'ın o pak ve masum yüzü canlandı. Birde onun bir sözünü hatırlamıştım. Kendisi şöyle diyor­du: "Her fırsatta kaçmak için bir yol aramalıyız\ Unutmak^bizim oldukça önemli işlerimiz var. Kur­tuluşumuz için mutlaka bir yol bulmalıyız. İlerde Tağutla savaşabilmemiz için mutlaka bu yol gerek­lidir." Kendi kendime, onun bu sözüyle amel etme kararını aldım. Yaklaşık bir saat sonra, ortalık tama­men kararıncada hindu olan arkadaşıma dedim ki: "Dostum, ben karar verdim, kaçacağım! Zira yeni­den başka bir zindana dönmeyi istemiyorum."

Titrek bir sesle dedi ki: "Delilik etme! Gardi­yanlar kaçmaya kalkışanı asla affetmezler. Meğer yaşamaktan mı usandın? Onlar bu ay ışığında bizi mutlaka görürler."

Dedim ki: "Ben ölümü, zindana dönmeye ter­cih ederim. Senden, bana yardım etmeni istiyorum."

"Benim elimden ne gelirki?"

"Sen yüksek sesle feryad ederek gardiyanların dikkatini buraya toplamaya çalış ben bu kargaşalık ortamından faydalanarak, ormanlığa doğru kaçacak ve suratla ağaçların içinde kaybolacağım. Hindu dostum yavaş bir sesle dedi ki: "Güzel bir fikir. Di­lerim ki muvaffak olursun." Az sonra yere oturarak yüksek sesle başladı feryat etmeye. Kalbi sıkışmış bir insan rolünü yapıyordu. Bizim bölümün gardi­yanları süratle koşarak başına toplandılar. Başında bağırıp çağırarak, ayağa kalkmasını istiyorlardı. Bü­tün kuvvetimi toplayıp, olanca gücümle ağaçların arasına doğru kasmaya başladım. İlk anda benim kaçtığımı farkedemediler. Fakat daha sonraki daki­kalarda fark etmiş olacaklar ki, beni kurşun yağmu­runa tuttular. Bu esnada diğer mahkumlarda, bağı­rıp çağırmaya başladılar. Anladım ki, onlar, ortalığı velveleye verip, gardiyanları beni takip etmekten alıkoyarak bana yardım etmeye çalışıyorlardı. Ben­se, süratle karanlık ormanda durmadan ilerliyordum. Hava o kadar karanlıktı ki, önümü görmekte bile zorluk çekiyordum. Kaç defasında, sert bir şekilde ağaç gövdelerine çarptım. O zalim kan içicilerin elinden kaçıp özgürlüğe kavuşmam, beni o kadar mutlu kılmıştı ki, halimi düşünecek zamanın bile yoktu.

Fakat bir müddet sonra, ağır hastalığım ve ya­ralarım yüzünden kendimden geçerek yere yıkıldım. Kaç saat baygın kaldığımı hatırlamıyorum. Fakat gözümü açtığımda kendimi bu odanın içinde buldum. Sonraları anladım ki, evin sahibi olan Asatu beni ormanda, yaralı bir halde bulunca insanlık vazi­fesi bilip, sırtına alarak beni buraya getirmiş. Asatu ve Peyun, ikiside müslüman olmamalarına rağmen, benim bir an önce iyileşmem için ellerinden geleni esirgemiyorlar. Onlara hangi dille teşekkür ede­ceğimi bilemiyorum. Zira sen, burada firari bir mah­kuma yardım etmenin cezasını bilemezsin. Ama Asa­tu, bütün tehlikeleri canı karşılığında satın almıştır. O şöyle diyor: "Bir insanı kurtarmak, bütün işlerden daha önemli ve gereklidir." Seni de alıp buraya getir­melerine sadece bu insanlık ve dostluk hisleri sebep oldu. Aynı şekilde senin iyileşmen için de çırpınıp durdular. Oysa Cakoma'nın gözünde, sende tehlikeli bir adamsın. Hem yabancısın, hemde iki yasak kitap olan Kur'an-ı Kerim ve Nehc'ül Belaga'yı yanında ta­şıyorsun. Oysa Asatu'nün, seni hemen ihbar edip devlete bildirmesi gerekirdi." Ebu Zer biraz ara ve­rerek dedi ki: "Ben Asatu için oldukça endişe edi­yorum."

Bir ay daha böyle geçti. Asatu'nün bizden esir­gemediği yardımları sebebiyle ben ve Ebu Zer, kısa bir zamanda kendimize geldik. Ebu Zer'e zindanda oldukça korkunç işkenceler yapmışlardı. Ellerinden birini daha da kullanamıyordu. Elinde ve bedenin­deki yanık izleri olduğu gibi duruyordu. Benim ayağımsa tamamen iyileşmişti. Günün birinde Peyun nefes nefese hızla odaya girerek şöyle dedi: "Müjde! Sahillerimize bir yolcu gemisi yaklaştı. Bu gemi aynı zamanda "Endonezya Gemi Taşımacılık Şirketi'ne bağlıdır. Üstelik kaptanı da müslümandır. Asatu onun yanına giderek, sizin hakkınızda görü­şecek."

Şaşırmış bir halde dedim ki: "Bizim hakkımız­da mı?"

"Evet Selman; Senin ve Ebu Zer'in, bundan böyle bu adada kalmasında hayır yoktur. Cakomanın adamlarının günün birinde buraya damlamaları hiçte uzak bir ihtimal değil. Sizi hemen tutuklayıp yine o korkunç zindanlara kapatırlar. Bizi de şüphe­siz ki, yokluk rüzgarına.. Dilerim ki, gemi kaptanı sizi bu adadan götürmeye razı olur." Ben bu habere oldukça sevindim. Ebu Zer de ilk önceleri çok sevin­mişti. Fakat daha sonra, rengi sapsarı kesilerek, du­dakları titremeye başladı. Ebu Zer'in bu haline ol­dukça şaşırdım. Peyun odadan çıktıktan sonra, ya­vaş bir sesle dedim ki: "Ebu Zer, bu fesat ve zulüm gölgesinin, her yerini kapladığı uğursuz adadan ka­çıp kurtulabilirsin! Niçin sevinçli değilsin? Ben seni kendimle Nijerya'ya götüreceğim. Orada rahat ve mesut bir hayat yaşabilirsin"

Ebu Zer, sorularıma hiç bir cevap vermeden, derin düşüncelere dalmıştı.

Bir kaç saat sonra da, Asatu odaya girdi. Gemi kaptanını, bizi bu adadan alıp götürmesi için nasıl ikna ettiğini uzun uzadıya bir güzel anlattı. Sonun­da üzgün bir halde dedi ki: "Dostlarım, beni bağış­layın! Size hakkıyla yardımcı olamadım. Sizde bili­yorsunuz ki, biz oldukça fakir bir aileyiz." Ebu Zer kendisini alnından öperek dedi ki: "Ah Asatu! Sen çok iyi bir insansın. Sahile ne zaman gitmemiz la­zım?"

Asatu: "Çok ihtiyatlı davranmalıyız. Gece yarı­sı saat birde sahile bir sandal yaklaşacak, sen ve Selman, süratle oyalanmadan, sandala atlayıp hemen buradan uzaklaşmalısınız. Hiç kimse sizin bu köy­den ayrıldığınızı ve sahile doğru gittiğinizi kesinlikle görmemeli. Birde kıyafetlerinizi değiştirip balıkçı kılığına girmeniz lazım. Ben her şeyi yerli yerinde ayarladım. Fakat siz yinede dikkatli olun." diye cevap verdi.

Ay ışığı, sahili oldukça güzelleştirmişti. Deniz dalgaları içimde korkunç hüzün dalgalan vücuda ge­tirdi. Zira aylardır kendi topraklarımdan uzakta ya­şıyordum. Ebu Zer, Kur'an ve Nehc'ül Belaga'yı göğsüne yapıştırdığı bir halde durmadan dua oku­yordu. Kendisi daha da yolda yürüyebilecek bir hal­de değildi. Bundan dolayı, yürürken, Asatu'ya yas­lanmıştı.

Asatu'nun dediği gibi, sahilde bir sandal dur­muş, bizi bekliyordu. Asatu ve diğerleriyle veda­laşırken Ebu Zer'in oldukça rahatsız olduğunu gör­düm. Sandal, yavaş yavaş sahilden uzaklaşmaya baş­ladı. Tam bu esnada Ebu Zer, titrek ama yüksek bir sesle feryat etmeye başladı: "Açlar! Açlar, yetimler,

mahkumlar!" Yavaşça dedim ki: "Neler diyorsun Ebu Zer?" O bana cevap vereceğine bağırmasına de­vam etti:

"Mazlum köylüler, fakir ve yoksul işçiler, sey­yar satıcılar, kirada oturanlar! Sizi nasıl terk edebilirim? Sizi bu cehalet, açlık ve esaret altında bırakıp da nasıl gidebilirim? Ey sütsüz memesini çocuğunun ağzına dayamış anne; Senin bana ihtiyacın var! Ey dizlerine kadar suya batmış köylü kadın! Yaşayan ölüye dönmüşsün. Ayaktakımı soysuzlarsa, senin hakkını yiyiyor. Seni aldatıyor. Seninde benden beklediğin var. Bana ihtiyâcın var senin. Sizi nasıl yalnız bırakabilirim."

Ebu Zer bu esnada bana dönerek dedi ki: "Selman, ben seninle gelemem. Bu halkı, tağutun elinde bırakıp nasıl kaçabilirim? Onların aydın düşünceli insanlara, fedakar bir öndere ihtiyacı var. Onun yar­dımıyla, kurtuluşa erecekleri günü beklemekteler. Ben seninle gelemem!"

Şaşkın bir halde dedim ki: "Ah Ebu Zer! De­lirdin mi yoksa sen? Başka gün, kesinlikle böyle bir fırsat eline düşmez senin."

Ebu Zer teessüf içinde dedi ki: "Ne demek iste­diğini anlıyorum. Ama kusura bakma. Ben gelemem. Asatu ve Peyun daha da sahildeler, onların yanına dönüyorum. Ben kendi rahat ve mutluluğum için, halkımı bu halde bırakıp gidemem. Ben geri dönüyo­rum. Elveda dostum!"

İlk önceleri ona engel olmaya çalıştım. Fakat ellerimi kenara iterek kendini suların içine attı. Ebu Zer bir eliyle yüzerek, sahile doğru ilerlerken, bir yandan da feryat ediyordu: "Açlar, fakirler, mah­rumlar, yoksullar, kirada oturanlar, işsizler, seyyar satıcılar, tahkir edilmişler! Ben size geldim. Sizi tağutun elinden kurtarmaya geldim. Sizi özgürlüğü­nüze kavuşturmaya geldim. Mustaz'afların hakkını, müstekbirlerden geri almaya geldim."

Sandal, bir kaç dakika sonra büyük gemiye yaklaşıyordu. Ay ışığında, Ebu Zer'in, dostlarının yardımıyla sulardan çıkışını seyrettim. Evet, Ebu Zer artık kendi gerçek halkının yanına dön­müştü...

SON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİPNOTLAR

1-Uzakdoğu    Asya'daki    birçok    ada   halkı   islâm'ın asil   kültür   ve  talimleriyle  tanışınca   hemen   müslüman   olmuş   ve   mutaassıb   hindulara   ve   hinduizme
karsı   büyük   bir  savaşa  girişmişlerdi.   Çok geçme­den   de   islâm   bu   adalara   hakim   oldu. Bu yüzden de   Hindular   Balı   adasına  gittiler.  Şu anda da Hinduların   çoğunluk teşkil    ettikleri    tek    ada    bura­sıdır

2-Kur'an-ı   Kerim   bir   çok  ayetlerinde Tağut'a  kul­luk   ve   prestijde bulunmayı  şiddetle   kınamakta­dır.  Aşağıdaki   ayet   ise  onlardan  sadece bir numunedir:

"Andolsun ki, biz her ümmete Allah'a kulluk edin ve şeytandan (tağut'tan) uzaklasın diye bir peygamber gönderdik içlerinde Allah'ın doğru yola sevkettiği de var, sapıklığı hak edeni de. Ge­zin yeryüzünde de bakın görün yalanlayanların so­nuçları ne olmuş." Kur'an-ı Kerim Nisa Suresinin 58. ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

"Şüphe yok ki Allah, emanetleri ehline verme­nizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman ada­letle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten de Allah, size ne de güzel öğüt vermede. Şüphe yok ki Allah herşeyi duyar görür."

Büyük fakihlerin de kabul ettiği gibi burada "hüküm vermek"ten maksat "hükümet etmek"tir. ilginç olanı da su ki Allah-u Teâlâ bir sonraki ayetlerde hükümet islerini tağuta ısmarlayan ka­vimlerin uğradığı korkunç ve karanlık akibeti bildirmekte ve adeta bizleri tennih etmektedir

4-Enbiya Suresi 5. ayet

5-Enbiya Suresi 68. ayet

6-Hacc Suresi 42 ve 43. ayetler

7-incil - Berumiyan risalesi 12 ve 13

8-Bakara Suresi 257 - 260

9-Şura Suresi 41 ve 43. ayetler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İsteme ve Yazışma Adresi:

İslâmi Tebliğ Teşkilatı Uluslararası İlişkiler Bölümü P.O. BOX. 14155/1313 Tahran - İran İslâm Cumhuriyeti