AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Amidî'nin, Gurer'ül-Hikem ve Dürer'ül-Kelim adlı eserinde Hz. Aliden
(a.s) şöyle rivayet edilir: "Kim kendini (nefsini) bilirse, Rabbini
bilir."
Ben derim ki: Bu hadis her iki mezhep kanallarınca Peygamberimizden
(s.a.a) de nakledilmiştir. Bu, meşhur bir hadistir. Bazı
âlimler, bu sözde muhale talik (işi imkânsıza endeksleme) olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Yani Allah'ı bilgi kapsamına almak imkânsız
olduğu için nefsi bilmek de imkânsızdır. Bu iddiayı önce
Peygamberimizin (s.a.a) başka bir rivayetteki, "Nefsini (kendini)
en iyi bileniniz, Rab-bini en iyi bileninizdir." sözü çürütür. İddianın
asılsızlığını kanıtlayan ikinci delil ise, bu hadisin
"Allah'ı unuttuklarıiçin kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın."
(Haşr, 20)
ayetinin tersine çevrilmiş karşıtı anlamını taşıyorolmasıdır.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s), "Zeki insan, nefsini (kendini)
bilen ve amellerini ihlâsla yapan kimsedir." buyurduğu rivayet edilir.
Ben derim ki: Yukarıda nefsi bilmek ile ihlas arasındaki sıkı
bağ-lılık ve hatta ihlasın onun uzantısı olduğu meselesi açıklanmıştı.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Nefsi
bilmek, iki bilginin en faydalı olanıdır."
Ben derim ki: İki bilgi türünden maksat, insanın iç âlemindeki
ilâhî ayetler ile dış dünyadaki ilâhî ayetleri bilmektir. Şu ayetlerde
buy-rulduğu gibi:
"Biz dış dünyadaki ve insanın iç dünyasındaki ayetleri-mizi onlara göstereceğiz. Böylece O'nun hak olduğunu kesinlikle
an-lasınlar. Rabbinin her şeyi gözetim altında bulundurması,
onlar için yeterli değil mi?"
(Fussilet, 53) "Kesin inançlılar için yeryüzündeve kendi nefsinizde birçok ayetler vardır. Görmüyor musunuz?"
(Zâriyât, 20-21)
İnsanın iç dünyasına dönük yolculuğunun dış dünyaya yönelik
yol-culuktan daha faydalı olmasının sebebi, herhâlde iç âlemle il
236...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
gili bilginin nefsin sıfatlarını ve amellerini düzeltmekten ayrılmaz
olmasıdır. Oysa dış dünya ile ilgili bilgide bu ayrılmazlık yoktur.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Ayetleri bilmenin faydalı olması, bu ayetlerin
Allah'ı, O'nun isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmeye ulaştırıcı
olmalarından dolayıdır. Meselâ Allah diridir, O'na hiç ölüm
ariz olmaz. Kadirdir, âcizliğin gölgesi üzerine düşmez. Âlimdir, ilmine
cehaletin kırıntısı karışmaz. Her şeyin yaratıcısıdır. Her şeyin
mülkü, egemenliği elindedir. Herkesin yaptıkları onun gözetimi ve
denetimi altındadır. Yaratıklarını yaratması onlara ihtiyacı olduğu
için değil, onlara lâyık oldukları nimetleri bağışlamak içindir. Sonra
onları geleceği şüphesiz olan gün bir araya getirecektir. Maksadı
kötü işler yapanları cezalandırmak ve iyi işler yapanları ödüllendirmektir.
Bunlar ve benzerleri gerçek bilgilerdir. İnsan bu bilgileri edinip
iyice kavrayınca hayatının özünün bilincine varır. O zaman anlar
ki, bu hayat sonsuzdur, ya sürekli mutluluk veya bitmez-tükenmez
bedbahtlık içerir. Şu gelip geçici heveslerden, oyunlardan ve eğlencelerden
ibaret değildir. Bu, ilmî bir bakış açısıdır. İnsanı dünyada
ve ahirette Rabbine ve hemcinslerine karşı yükümlülüklere
ve görevlere iletir. Biz bu bilince, bu bakış açısına din diyoruz. İnsanın
hayatında mutlaka bağlı olduğu bir yol, bir sistem vardır.
Bedevîler ve ilkeller de dahil olmak üzere bu ilke bütün insanlar için
geçerlidir. İnsan kendisi için bir yaşama biçimi belirlediği için
böyle bir yolu ortaya koyup benimser veya alıp benimser; bu yaşama
biçimi nasıl olursa olsun, fark etmez. Sonra bu hayatı mutlu
yapmak için beğendiği yola, sisteme göre işler yapar. Bu, açık bir
gerçektir.
İnsanın kendisi için belirlediği hayat tarzı, o hayat tarzına uygun
ihtiyaçları ortaya koyar. O zaman benimsenen sistem veya
din, bu ihtiyaçların normal olarak karşılanmasını sağlayacak davranışlara
iletir. Buna göre insan, davranışlarını o sisteme, o dine
uygun biçimde gerçekleştirir.
Söylediklerimizin özeti şudur: İnsanın iç âlemindeki ve dış
dünyadaki ayetleri irdelemesi ve bu ayetler aracılığı ile yüce Allah-
'ı tanıması, onu hak dine ve ilâhî şeriata sarılmaya sevk eder.
Çünkü söz konusu bilgi insanın zihninde sonsuz bir hayatı somutlaştırır
ve bu hayatı tevhitle, ahiretle ve peygamberlikle sıkı biçim
Mâide Sûresi 105 ......................................................... 237
de ilişkili kılar.
Bu süreç, imana ve takvaya iletme sürecidir. Bu süreçte hem
dış âlemdeki ayetleri ve hem de iç âlemdeki ayetleri irdelemenin
katkısı vardır. Her iki irdeleme biçimi de faydalıdır. Ama iç âlemdeki
ayetleri irdelemek daha faydalıdır. Çünkü bu irdeleme, nefsin
güçlerini, psikolojik ve organik araçlarını, nefse arız olan itidal, azgınlık
ve sönüklük gibi hâlleri, onun iyi ve kötü melekelerini, ona
eşlik eden iyi ve kötü hâllerini bilmeyi beraberinde getirir.
İnsanın bu konuları öğrenmeye uğraşması ve bu konuların
ayrılmaz uzantıları olan güveni, tehlikeyi, mutluluğu ve bedbahtlığı
kavraması mutlaka ona derdi ve devayı yakından öğretir. Öğrenince
de bozuklukları düzeltmeye ve doğrulara sarılmaya gayret
eder. Ama dış dünyadaki ayetleri irdelemek böyle değildir. Gerçi
bu irdeleme de nefsi ıslah etmeye, onu pisliklerden ve rezilliklerden
arındırıp ruhî faziletlerle donatmaya çağırır. Fakat onun bu
çağrısının sesi uzaktan gelir. Bu açıktır.
Peygamberden (s.a.a) ve Hz. Ali'den (a.s) nakledilen bu rivayetin
daha ince ve gerçek psikolojik araştırmalardan çıkarılan bir
başka anlamı daha vardır ki, o da şudur: Dış dünyadaki ayetleri irdelemek
ve bu irdelemeden elde edilen bilgi, fikrî bir birikim ve
husûlî [duyularla elde edilen] bir bilgidir. Ama nefsi, onun güçlerini,
aşamalarını irdele-mek ve bu irdelemeden elde edilen bilgi
böyle değildir. Bu bilgi, gözleme dayalı bir irdelemenin sonucu ve
huzûrî [sezgisel] bir bilgidir. Fikrî bir husus üzerinde yargıda bulunmak
için kıyas (tasım) önermeleri sıralamak ve burhan kullanmak
gerekir. Bu tasdik, bu önermelerin insanın bilincinde canlı
olduğu, onlardan gafil olmadığı ve başka konular ile meşgul olmadığı
sürece varır. Bu yüzden bu tür bilgi, delilinin dikkatten kaçırılması
ile kaybolur ve o konuda şüpheler çoğalır ve görüş ayrılıkları
baş gösterir.
Fakat nefisle, onun güçleri ile ve onun varlık aşamaları ile ilgili
huzûrî [sezgisel] bilgi böyle değildir. O apaçık bir bilgi türüdür. İnsan,
nefsinin barındırdığı ayetleri irdelemeye uğraşınca ve nefsinin
bütün varlık aşamalarında Rabbine muhtaç olduğunu müşahede
edince, garip bir durumla karşılaşır. Nefsinin yücelikle ve ululukla
bağlantılı olduğunu, varlığında, hayatında, ilminde, gücünde, işitmesinde,
görmesinde, iradesinde, sevgisinde, diğer sıfatlarında ve
238 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
fiillerinde sonsuz derecede değerli, yüce, güzel, heybetli ve varlık,
hayat, ilim, kudret ve diğer bütün kemâller açısından mükemmel
bir varlıkla bağlantılı olduğunu görür.
Şimdiye kadar söylediklerimizin şahidi şu ki, insanın işi sadece
kendisi, varlığı üzerindedir. Kendi dışına çıkması söz konusu
değildir. Kendi yolunda zorunlu ilerlemesinden başka bir meşgalesi,
bir işi yoktur. Birlikte olduğunu, bir arada yaşadığını sandığı
her şeyden kopuk ve ayrıdır. Yalnız batınını, zahirini ve kendi dışındaki
her şeyi kuşatan Rabbi ile bağlantılıdır. Bunu görünce, insan
kalabalığı içinde bulunsa bile aslında yalnız başına Allah ile
baş başa olduğunu fark eder.
O zaman her şeyden yüz çevirerek Rabbine yönelir. Her şeyi
unutarak Rabbini hatırlar. Hiçbir perde, hiçbir örtü Allah ile arasına
giremez. İşte bu, insan için mümkün olabilen gerçek marifettir.
Bu marifeti, Allah'ın Allah ile bilinmesi şeklinde tanımlamak
en doğru tanımdır. Dış dünyanın ayetlerini irdeleyerek elde edilen
fikrî marifete gelince; bu ister kıyasla, ister sezgi ile, isterse başka
bir yolla elde edilmiş olsun, zihnî bir suret aracılığı ile zihnî bir surete
yönelik bir marifettir. Oysa yüce Allah'ı hiçbir zihin
kuşatamaz, herhangi bir mahlukunun oluşturduğu kavram O'na
denk olamaz. O bundan münezzehtir.
"Onlar O'nu ilimleri ile kuşatamazlar."(Tâhâ, 110)
Bihar'ul-Envar adlı eserde verilen bilgiye göre el-İrşad ve el-İhticac
adlı eserde Şa'bî'ye dayanılarak Hz. Ali'nin (a.s) bir konuşmasında
şöyle dediği nakledilir: "Yüce Allah, herhangi bir şeyden
saklan-maktan veya herhangi bir şeyin kendisinden saklanmasından
yüce ve münezzehtir."
[c.3, s.310, h:2]
et-Tevhid adlı eserde İmam Musa Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet
edilir: İmam bir konuşmasında şunları da ekledi: "Allah ile yaratıkları
arasında O'nun yarattıklarından başka bir perde yoktur. Eğer
Allah perdelenmiş ise, bu görünür bir perde ile değildir. Eğer Allah
örtülü ise bu, somut bir örtü ile değildir. O'ndan başka ilâh yoktur.
O büyük ve yücedir."
[s.178, h:12]
Yine et-Tevhid adlı eserde rivayet zincirine yer vererek Abdula'-
la'dan, o da İmam Sadık'tan (a.s) bir konuşmasında şöyle rivayet
eder: "Kim Allah'ı bir perde veya bir kavram veya bir örnek aracılı
Mâide Sûresi 105 ......................................................... 239
ğı ile bildiğini iddia ediyorsa, o müşriktir. Çünkü perde, kavram ve
örnek O-nun dışında şeylerdir, [O'nun kendisi değildirler]. O birdir
ve birliği perçinlenmiştir. O'nun birliğini O'nun dışındaki şeyler ile
ifade eden kimse, O'nun birliğini nasıl ifade etmiş sayılabilir? Allah'ı
ancak Allah ile bilen, O'nu bilmiş olur. Allah'ı Allah ile bilmeyen
kişi, O'nu bilmiş olmaz, O'nun dışında bir şey bilmiş olur..."
[s.142, h:7]
Açıkladığımız anlamda Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin
sayısı çoktur. İnşallah bunları A'râf suresinin tefsiri sırasında
ele alıp açıklamaya Allah bizi muvaffak eder.
Ortaya çıktı ki, iç dünyanın ayetlerini irdelemek en değerli bir
çabadır. Gerçek marifet ancak bu yolla kazanılır. Hz. Ali'nin (a.s)
bu yolu, iki yolun daha faydalı olarak sayması, sadece onu kesin
bir marifet yolu olarak ilân etmemesi, halk kitlelerinin bu marifet
türüne ermekte yetersiz olmalarıdır.
Gerek Kur'ân'ın ve sünnetin hükmü, gerek Peygamberin
(s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının (hepsine selâm olsun) tutumu, dış
dünyadaki ayetleri irdeleyerek elde edilen imanın kabul edilmesi
şeklindedir. Bu irdeleme yolu müminler arasında yaygındır. Dolayısıyla
her iki yol da faydalıdır. Fakat insanın iç dünyasının ayetlerini
irdelemesi yolu daha mükemmel ve daha verimlidir.
Gurer'ül-Hikem ve Dürer'ül-Kelim adlı eserde Hz. Ali'den (a.s)
şöyle rivayet edilir: "Arif, nefsini bilip onu azat eden ve Allah'tan
uzaklaştırıcı şeylerden arındıran kimsedir."
Ben derim ki: Hadiste geçen "onu azat eden" ifadesi, nefsi tutku-
ların esaretinden ve aşırı arzuların köleliğinden azat edendir,
anlamınadır.
Yine aynı eserde nakledildiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuş-
tur: "En büyük cahillik, insanın nefsini bilmemesidir."
Yine aynı eserde nakledildiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
"En büyük hikmet, insanın nefsini bilmesidir."
Yine aynı eserde nakledildiğine göre Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Nefsini en çok bilen kimseler, Rablerinden en çok korkanlar
olurlar."
Ben derim ki: Çünkü nefsini en çok bilen kimseler, Rablerini
en iyi bilen, en iyi tanıyan kimselerdir. Nitekim yüce Allah,
"Allah'-
240 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
tan an-cak onun bilgili kulları korkar."
(Fâtır, 28) buyuruyor.Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "En üstün
akıl, kişinin kendini bilmesidir. Kendini bilen akıllı olur, kendini bilmeyen
sapıtır."
Yine aynı eserde Hz.Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kaybettiği
bir şeyi ona buna soran, fakat kendini kaybettiği hâlde aramayan
kimseye şaşarım."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kendini
bilmeyen kimseye şaşarım. Böyle biri Rabbini nasıl bilebilir?"
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Marifetin
en kâmil merhalesi, kişinin kendini (nefsini) bilmesidir."
Ben derim ki: Bu bilginin niçin en ileri dereceli bilgi olduğu yukarıda
açıklanmıştı. Çünkü bu gerçek bilgidir.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kendini
(nef-sini) bilmeyen kişi başkasını nasıl bilebilir?"
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kişinin
ken-dini (nefsini) bilmesi, onun için yeterli bir bilgidir. Buna karşılık
kişinin kendini bilmemesi, onun için yeterli bir cehalettir."
Yine aynı esere göre Hz. Ali (a.s) şöyle dedi: "Kendini bilen
kimse başka şeylerle ilgisini keser."
Ben derim ki: Yani dünya ile ilişkilerini keser veya insanlarla
ayrılarak onlarla ilişkilerini keser ya da her şeyden ilişkisini keserek
sırf Allah'a yönelir.
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Nefsini bilen
kimse, onunla mücadele eder. Nefsini bilmeyen kimse onu
başı boş bırakır."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Nefsini bilen
kimsenin önemi artar, konumu yüce olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Kendini
bi-len kimse başkalarını daha iyi bilir. Kendini bilmeyen kimse,
başkalarına yönelik cehaleti daha büyük oranda olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle aktarılır: "Kendini (nefsini)
bilen kimse her tür marifetin ve bilginin son noktasına varmış
olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kendini
Mâide Sûresi 105 ............................................... 241
(nefsini) bilmeyen kimse, kurtuluş yolundan uzaklaşır, sapıklık ve
cehaletler içinde bocalamaya mahkum olur."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Nefsi
bilmek marifetlerin en faydalısıdır."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Kendini
(nefsini) bilmeyi başaran kimse, en büyük kurtuluşa ermiştir."
Yine aynı eserde Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Nefsinin
(kendinin) cahili olma. Çünkü nefisle ilgili marifete cahil olan kimse,
her şeyin cahilidir, hiçbir şeyi bilmez."
Tuhaf'ul-Ukul adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s) bir konuşmasında
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Allah'ı kalbî tevehhümler aracılığı
ile tanıdığını zanneden kimse müşriktir. Allah'ı mana ile
değil de sadece isimle tanıdığını zanneden kimse, Allah'a yanlış
isnatta bulunduğunu itiraf etmiş olur. Çünkü isimler hâdistir; sonradan
meydana gelmiştir. [Allah'ın künhü ise, kadimdir.] İsme ve
manaya kulluk ettiğini zanneden kimse, (ismi) Allah'a ortak koşmuş
olur. Allah'a idrak ederek değil de onun sıfatlarına kulluk ettiğini
zanneden kimse, yaptığı kulluğu gaip olan bir şeye havale
etmiş olur. [Çünkü gayıp olan bir şeyi tanımak istediklerinde onu
sıfatı vasıtasıyla tanırlar, idrak vasıtasıyla değil.] Sıfat ve mevsufa
birlikte taptığını zanneden kimse, tevhidi iptal etmiş olur. Çünkü
sıfat, mevsuftan ayrıdır. Mevsuf'u sıfata izafe ettiğini sanan kimse,
büyük olanı küçültmüş olur.
'Onlar Allah'ı hakkı ile takdir edememişlerdir.'[En'âm, 91]
"Sözlerinin burasında dinleyenlerden biri İmama, "Peki, tevhide
ulaşmanın yolu nasıldır?" diye sordu. İmam bu soruya, "Araştırma
kapısı açıktır ve çıkış yolunu aramak da mümkündür. Hazır olan
varlığı tanımak, onun sıfatlarından önce olur. Ama gaip olanın sıfatlarını
tanımak, zatından önce olur." cevabını verdi. İmama,
"Hazır olan varlık sıfatlarından önce nasıl tanınabilir?" diye soruldu.
İmam bu soruya şu karşılığı verdi: "Onu tanır ve bilgisini edinirsin.
Nefsini onun aracılığı ile tanırsın. Kendini kendinle ve kendi
vücudunla tanıyamazsın. Bilirsin ki, nefsinde ne varsa O'nun içindir
ve O'nun aracılığı iledir. Tıpkı kardeşlerinin Hz. Yusuf'a (a.s),
'Sen Yusuf olmalısın.'
demeleri gibi. Hz. Yusuf (a.s) da onlara, 'Evetben Yusuf'um, bu da kardeşimdir.'
[Yûsuf, 90] karşılığını verdi.
242 ............................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Görülüyor ki, kardeşleri Yusuf Peygamberi başkası aracılığı ile değil,
kendisi aracılığı ile tanıdılar. Ayrıca onu kalplerinin vehimlerine
dayanarak ispat etmeye de kalkışmadılar..."
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) "Nefsi bilmek, iki marifetin en
faydalısıdır." sözü (bu bölümdeki ikinci rivayet) üzerine şu açıklamayı
yapmıştık: İnsan, nefsindeki ayetlerle meşgul olduğu, dikkatini
sırf bunlar üzerine yoğunlaştırdığı zaman, her şeyle ilişkisini
keserek sadece Rabbine yönelir. Bu yoğunlaşmanın ardından,
Rabbini aracısız olarak bilmek ve hiçbir sebep aracılığına dayanmayan
bir marifet gelir. Çünkü sırf Allah'a yönelme gerçekleşince,
aradaki bütün engeller ortadan kalkar. O zaman insan Allah'ın azametini
ve yüceliğini müşahede etmesi sebebi ile nefsini unutur.
Bu marifeti, Allah'ın Allah aracılığı ile bilinmesi diye tanımlamak
son derece uygun olur.
Bu aşamaya gelen kişi, nefsinin gerçek mahiyetinin farkına
varır. Onun Allah'a muhtaç olduğunun, bu mülkiyetin dışına çıkmasının
mümkün olmadığının ve kendinden hiçbir şeyi olmadığının
bilincine varır. İşte İmam Sadık (a.s) "Nefsini O'nun aracılığı ile
tanırsın. Kendini kendinle ve kendi vücudunla tanıyamazsın. Bilirsin
ki, nefsinde ne varsa O'nun içindir ve O'nun aracılığı iledir."
sözleri ile bunu demek istemiştir.
Mes'udi'nin İsbat'ül-Vasiyyet adlı eserinde Hz. Ali'nin (a.s) bir
hutbesinden nakledilen şu sözleri de bu anlama gelir: "Allah'ım,
sen her türlü noksanlıktan münezzehsin. Her şeyi doldurmuşsun
ve her şeyden ayrılmışsın. Hiçbir şey senden yana boş değildir.
Sen istediğini kesinlikle yaparsın. Yücesin, ey her idrak edilen varlık
O'nun yaratığı ve her sınırlı şey O'nun eseri olan..."
"Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin. Hangi göz, senin
nurunun aydınlığı karşısında dayanabilir ve senin gücünün ışığının
parıltısına yükselebilir?! Hangi zihin, o nurun yanında olanı kavrayabilir?!
Bunu ancak perdelerini kaldırdığın ve körlük engelini giderdiğin
gözler başarabilir. O zaman bu gözlerin ruhları, ruhların
kanatları çevresine yükselerek senin rükünlerinde seninle münacata
girişirler ve senin aydınlığının nurlarına gömülürler. Toprak
seviyesinde senin yüceliğinin seviyesine bakarlar. Bu yüzden
melekut ehli onları ziyaretçiler diye adlandırırken, ceberut ehli on
Mâide Sûresi 105 ................................................ 243
ları ummar [ilâhî şiarları imar edenler] diye çağırırlar."
[İsbat'ül-Vasiyye, s.105]
Bihar'ul-Envar adlı eserde -iki senet silsilesi zikrederek- İrşad-i
Deylemi'den nakledilen bir kudsî hadiste şöyle deniyor: "...Kim
benim rızama uygun ameller yaparsa, şu üç hasleti onun ayrılmaz
özellikleri kılarım: Ona içine cehaletin karışmadığı bir şükür, unutkanlıkla
karışık olmayan bir zikir ve yaratıklarımın sevgisini benim
sevgime tercih etmeyeceği bir sevgi öğretirim."
"O beni sevince, ben de onu severim. Kalbinin gözünü celâlime
açarım. Seçkin kullarımı ondan saklamam. Gecenin zifiri karanlıklarında
ve gündüzün aydınlığında onunla fısıldaşırım. Böylece
yaratıklarla konuşmaz ve insanlarla düşüp kalkmaz olur. Benim
ve meleklerimin konuşmalarını işitmesini sağlarım. Yaratıklarımdan
gizlediğim sırları-mı ona açarım. Ona hayâ elbisesi giydiririm
de bütün yaratıklar kendisinden hayâ eder. Yeryüzünde affedilmiş
olarak gezer. Kalbini geniş ve basiretli kılarım. Cennetin ve
cehennemin hiçbir yanını ondan saklamam. Kıyamet günü insanların
karşılaşacakları şiddet ve dehşet hak-kında, cahilleri, âlimleri,
zenginleri ve fakirleri nelerden hesaba çekeceğim konusunda
ona bilgi veririm. Onu mezarında uyuttuktan sonra kendisini sorguya
çekecek olan Münker ve Nekir adlı melekleri yanına indiririm.
O ölüm acısını, kabir ve lahid karanlığı ve matla korkusunu
(yeniden dirilme) görmez ve yaşamaz. Sonra terazisini kurar, defterini
açıp inceler ve amel defterini sağ yanından veririm, o da onu
açılmış bir şekilde okur. Sonra onunla arama tercüman koymam.
İşte beni sevenlerin sıfatları bunlardır."
"Ey Ahmed, çaban bir olsun (düşünce konun tek olsun). Dilinin,
konuştuklarının konusu tek olsun. Bedenini canlı tut, hiç gaflete
düşmesin. Kim benden gafil olursa, onun hangi vadide helâk
olduğunu u-mursamam."
Bu son üç rivayet her ne kadar elimizdeki konuyla direkt olarak
ilgili değillerse de biz onlara şu yüzden yer verdik. Daha önce
değindiğimiz ilkeyi, temiz ve irdeleyici okuyucularımızın onaylamasını
istedik. O ilke şuydu: Gerçek marifet, fikrî bilgi aracılığı ile
tam olarak elde edilemez. Bu rivayetlerde yüce Allah'ın dostlarına
mahsus öyle bağışlardan söz ediliyor ki, bunlar fikrî çabalarla kesinlikle
kazanılamaz. Bunlar doğru ve güvenilir rivayetlerdir. Bun
244........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
ların doğruluğuna, ileride A'râf suresinin tefsiri sırasında geniş bir
şekilde açıklayacağımız üzere ilâhî kitap şahittir.
Tefsir'ul-Kummî'de,
"Ey inananlar! Siz kendinizi gözetin..." ayetihakkında İmamdan (a.s) şöyle nakledilir: "Yani kendinizi ıslah
etmeye bakın. İnsanların kusurlarını irdelemeyin. Onları dilinize
dolamayın. Çünkü eğer siz iyi olursanız, onların yoldan çıkmışlıkları
size zarar veremez."
Ben derim ki: Bu rivayet yukarıdaki açıklamamızla aynı paraleldedir.
O açıklamamızda şunu vurgulamıştık: Bu ayet, insanların
durumlarını düzeltmek için bilinen Allah'a çağrı ve iyiliği emredip
kötülükten sakındırmadan daha fazla bir gayretkeşlik göstermeyi
yasaklamayı amaçlıyor. Allah'a çağırma ve iyiliği emredip kötülükten
sakındırma farzını terk etmeye izin verme gibi bir anlam
taşımıyor.
Nehc'ül-Beyan adlı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet
edilir: "Bu ayet takiyye hakkında inmiştir."
Ben derim ki: Bu rivayetten çıkan sonuç şudur: Bu ayet sapıkların
hakka davet edilmeleri ve kendilerine iyiliğin emredilip kötülükten
sakındırılmaları sırasında yapacakları taşkınlıklardan korkulduğu
durumlara mahsustur. Çünkü bu görevin yapılabilmesi için
şer'î açıdan zarara maruz kalma korkusunun olmaması şarttır.
Ama yukarıdaki açıklamamızda belirttiğimiz gibi ayetten anlaşılan
anlam, bu yorumla bağdaşmaz.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde aralarında İbn-i Mesud'un, İbn-i
Ömer'in, Ubeyy b. Kaab'ın ve Mekhul'un da bulunduğu bir grup selefî
tefsir âliminin bu görüşü savunduğu belirtilmiştir. Ama bu konuda
Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen rivayetler bu anlama
delâlet etmiyor.
Meselâ Tirmizi -sahih olduğunu belirterek-, İbn-i Mâce, İbn-i Cerir,
el-Mu'cem adlı eserinde Bağavi, İbn-i Munzir, İbn-i Ebu Hatem,
Taberanî, Ebu'ş-Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Hâkim -sahih olduğunu belir-
terek- ve eş-Şaab adlı eserde Beyhaki, Ebu Umeyye Şa'banî'den
şöyle rivayet ederler: "Ben Ebu Sa'lebe Haşinî'ye giderek kendisine,
'Şu ayet hakkında ne diyorsun?' diye sordum. 'Hangi ayet hakkında?'
dedi. Ken-disine,
'Ey inananlar! Siz kendinizi gözetin. Sizdoğru yolda olduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar vermez.'
Mâide Sûresi 105 ................................................. 245
ayeti hakkında, karşılığını verdim. Bana şöyle dedi: Ben bu ayetin
anlamını bilgisine güvenilir birinden sordum. O da bu soruyu Peygamberimizden
(s.a.a) sormuştu; Peygamberimiz ona şunları söylemişti:
Hayır; iyiliği emredip kötülükten sakındırın. Bu görevi cimriliğe
itaat edildiğini, nefsin arzu-larına uyulduğunu, dünyanın
ahirete tercih edildiğini ve herkesin kendi görüşünde ısrar ettiğini
göreceğin güne kadar yerine getir. Öyle bir gün gelince, sadece
kendinle ilgilen, halkın durumunu bir yana bırak. Çünkü sizin önünüzde
sabır günleri var. O günlerde sabreden kimse, ateş korunu
avucuna alan kimse gibidir. O günlerde iyi amel işleyen kimseye,
sizin gibi amel işleyen elli kişinin sevabı verilir."
Ben derim ki: İbn-i Mürdeveyh'in Muaz b. Cebel'e dayanarak
Peygamberimizden (s.a.a) naklettiği bir hadis de bu paraleldedir.
Bu rivayet, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevlerinin bu
ayetle kaldırılmadıklarına delâlet eder.
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde Ahmed, İbn-i Ebu Hatem,
Taberani ve İbn-i Mürdeveyh Ebu Amir Eş'arî'den şöyle rivayet ettikleri
belirtilir: "Amir ile arkadaşları bir ara tereddüde düştüler. Ve
bu yüzden Amir, Peygamberimizle (s.a.a) görüşmedi. Fakat bir süre
sonra Peygamberimize gelince, Peygamber (s.a.a) kendisine,
"Seni buraya gelmekten alıkoyan ne oldu?" diye sordu. Amir, "Ey
Allah'ın resulü,
'Ey inananlar! Siz kendinizi gözetin. Siz doğru yoldaolduğunuz takdirde, sapan kimse size zarar vermez.'
ayetiniokudum" dedi. Peygamberimiz (s.a.a), Amir'e şu karşılığı verdi:
"Nereye gittiniz? Onun anlamı 'Eğer siz doğru yolda olursanız yoldan
çıkmış olan kâfirler size zarar vermez' şeklindedir."
Görüldüğü gibi, bu hadiste ayetin sadece kâfirleri hakka çağırma
görevinin terk edilmesine ruhsat verildiğine işaret ediliyor.
Ayet dinî hükümlerin ayrıntılarında iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı
terk etmeye ruhsat vermiş olabileceğini reddediyor.
Üstelik hakka daveti farz kılan ve aynı paralelde cihadı emreden
ayetlerin bu konudaki konumu, iyiliği emredip kötülükten sakındıran
ayetlerden aşağı değildir. [Yani bu hususta da ruhsat söz konusu
değildir.]
Yine aynı eserde belirtildiğine göre İbn-i Mürdeveyh Ebu Said-i
Hudrî'den şöyle rivayet eder: "Ben bu ayeti, yani
'Ey inananlar! Sizkendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde, sapan
246 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
kimse size zarar vermez.'
ayetini Peygamberimizin (s.a.a) huzurundagünde-me getirdim. Peygamber (s.a.a) bu konuda 'Onun tevili
şimdiye kadar gelmedi ve İsa Peygamberin yeryüzüne ineceği
güne kadar da gelmeyecektir, buyurdu."
Ben derim ki: Bir önceki rivayetin içeriği hakkında yaptığımız
açıklamalar, bu rivayet için de geçerlidir.
Yine aynı eserde belirtildiğine göre İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve
İbn-i Ebu Hatem
"Siz kendinizi gözetin. Siz doğru yolda olduğunuztakdirde, sapan kimse size zarar vermez."
ayeti hakkındaHuzeyfe-den şöyle rivayet etmişlerdir: "Eğer iyiliği emredip kötülükten
sakındırma görevinizi yerine getirirseniz."
Ben derim ki: Bu rivayet mutedil, dengeli bir anlam taşıyor ve
bizim yaptığımız açıklamalarla aynı kapıya çıkıyor. Bu rivayetin bir
benzeri de Said b. Museyyeb'den nakledilmiştir.
Bu araştırma, tarihî işaretlerden, psikolojik verilerden ve diğer
ilmî çalışmalardan yapılmış birkaç bölümlük bir derlemedir.
1- Bildiğimiz kadarı ile insanoğlu, hatta ilkel insanlar ilk günden
zamanımıza kadar zaman zaman "Ben ve nefsim" kelimelerini
kullanır. Bu kelimelerle doğal bir gerçeği dile getirir. İnsanın bu
sözcükleri kullanırken ne dediğini ve anlatmak istediğini bildiği
şüphesizdir. Yalnız bütün gayretini organik hayatını düzenlemek
uğruna harcaması ve maddî ihtiyaçlarını karşılamak için organik
faaliyetlerle meşgul olması, "Ben ve nefsim" sözcükleri ile dile getirmiş
olduğu bu nefis (ego) konusunda derinliğine düşünmekten
kendisini alıkoymaktadır. Bu durum, belki de zihninde nefsin canlı
organizmadan başka bir şey olmadığını sanmasına da yol açmıştır.
İnsan belki de şunu gördü: Görünüre göre, yaşayan insan ile
ölü insan arasındaki fark, insanın hayatta olduğu sürece alıp verdiği
nefestir. Bu nefesi kaybedince veya yolları tıkanınca, hiçbir
şey hissetmeyen bir ölüye dönüşüyor. Vücudu işlemez oluyor, kişiliği
ve benliği ortadan kalkıyor. Bu yüzden nefis denen şeyin o alıp
verdiği nefes olduğu sonucuna varmıştır. O da bir rüzgar veya bir
tür rüzgar olarak göründüğü için adına ruh dedi ve nefsin ruh ve
Mâide Sûresi 105 .................................................................. 247
bedenin toplamı olduğuna hükmetti.
Veya insan gördü ki, organizmasındaki duygu ve hareket, organlarını
saran veya ana ve kılcal damarlarında dolaşan kanın sonucudur.
Kaybolması ile insandaki insanlık özelliğinin kaybolduğu
hayatın var-lığı ve yokluğu bu kırmızı sıvı ile bağlantılıdır. Bu sebeple
nefis denen şeyin kan olduğuna hükmederek nefse kan,
daha doğrusu kana nefis adını verdi ve böylece nefsi, akan ve
akmayan diye iki kısma ayırdı.
Bu arada meni denen sıvının durumu insanın dikkatini çekmiş
olabilir. Bu sıvı, rahim tarafından tutuluyor ve aşamadan aşamaya
geçen doğal bir gelişim süreci gerçekleştiriyor ve bu süreç sonunda
insan oluşuyor. Belki de bu gözlem insanoğlunu, nefsin menide toplanan
temel elementler, olduğu kanaatine sevk etmiştir. Çünkü bu
temel elementler organik yapıdaki varlıklarını hayat boyu devam
ettiriyorlar. Belki de kimi insan bu elementler hiç bozulmaya uğramayacaklarını,
insan nefsinin onlar varoldukça varlığını sürdüreceğini,
hiçbir bozulmaya ve yok olmaya maruz kalmayacağını sanmıştır.
Oysa eğer insan nefsi nitelikleri belirtilen bu elementlerden ibaret
olsaydı, belirli bir şekilde birleşmelerini şart koşsak da, koşmasak
da bu görüş birçok muhalleri kaçınılmaz kılardı. Bu imkânsızlıklar,
ilgili ilimde açıklanmıştır.
Bu ve benzeri faraziyeler, insanın insan olarak "Ben ve nefsim'
şeklindeki sözlerinin gerçek olması ile çelişmez. İnsan bu sözünde
kesinlikle yanılmıyor. Çünkü biz bir doğal gerçeği genel olarak
doğru bir şekilde idrak edebiliriz. Fakat onun gerçek mahiyetini ve
ayrıntılı niteliğini incelemeye koyulduğumuzda yanılgıya düşebiliriz.
Bu uzak bir ihtimal değildir. Ortada öyle çok ilmî konular var ki,
zahirî ve ba-tınî algılar gibi, onları -safsatacılar ile şüphecilerin görüşlerinin
aksine- çıplak gözle müşahede etmemize rağmen ilim
adamları bu konuların mahiyetini nesiller boyunca tartışmaya devam
ediyorlar.
İnceleme yeteneğine sahip olmayan sıradan insanlar, nefislerinde
seçkin incelemecilerin gözledikleri nitelikleri gözlüyorlar. Aralarında
kesinlikle fark yoktur. Fakat sıradan insanlar nefsin ayrıntılı
niteliklerini bilmezler, onun varlığının özelliklerini açıklamaktan
âcizdirler.
248 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
Kısacası şüphe yok ki, insan varoluşunun bütün dönemlerinde
kendi dışında olmayan, "Ben ve nefsim" diye ifade ettiği bir niteliğini
müşahede ediyor ve bu niteliğine dönüp baktığında, gözlemlerinde
algıladığı özellikleri üzerinde derinliğine bir incelemeye
daldığında değişmeye, bölünmeye, zamanla ve mekânla bir arada
bulunmaya müsait organik niteliklerine benzemeyen bir şey buluyor.
Bu şeyin, organları ve parçalarıyla maddî hükümlere bağlı
maddî bedenin dışında bir şey olduğunu tespit ediyor.
Çünkü insan kimi zaman organlarından birini unutuyor veya
bütün bedeninden gafil olabiliyor. Ama nefsini hiç unutmuyor, ondan
gafil kaldığı hiç olmuyor. İnsanın zaman zaman "Kendimi unuttum,
kendim-den gafil oldum, kendimi kaybettim" dediğine bakma.
Bu sözler mecazî anlamdadır ve farklı nefis ilgilerini ifade ederler.
Görmüyor musun ki, sen unutkanlığı, gafleti ve farkında
olmamayı nefsine izafe ediyorsun ve duyarlı olan nefsin bir şeyin
bilincine varıp adına nefis dediğin beden ve benzeri başka bir şeyin
farkına varmadığına hükmediyorsun.
Bayılan bir kişinin kendinden ve nefsinden gafil olduğu yolundaki
kanaate bakma. Evet, böyle bir kişi baygınlığı geçtikten sonra
baygınken nefsinin bilincinde olduğunu hatırlamaz. Yoksa nefsinin
farkında olmadığını hatırlıyor değildir. Bu iki durum birbirinden
farklıdır. Kimi zaman bazı baygınlar baygınlıkları döneminden rüyaya
benzer şeyler hatırlarlar ki, biz böyle hâlleri rüyalarımızdan
hatırlıyoruz.
Nasıl olursa olsun, insanoğlu insan olması hasebi ile "Ben" kelimesi
ile dile getirdiği nefsinin mahiyetini zihninde somutlaştıran
bu nefis bilincinden asla yoksun kalmaz. Eğer bedenî meşgalelerine
ve maddî özlemlerine dalmayı bir nebze bir tarafa bırakarak
birazcık bu gözlemleri üzerinde dursa, nefsinin maddeye ve maddiyata
hiç benzemeyen bir şey olduğuna hükmeder. Çünkü nefsinin
özellikleri ve belirtileri ile maddî şeylerin özellikleri ve belirtileri
arasında başkalık olduğunu gözlemleri ile bilmiş olur.
Fakat gündelik işlerle uğraşmak, maddî hayatın özlemleri uğruna
çaba sarf etmek ve organik ihtiyaçların giderilmesi peşinde
koşmak, insanı bu konuyu ihmal etmeye ve sözünü ettiğimiz yüzeysel
ve ilkel görüşlere takılmaya ve genel gözlemlerle yetinme
Mâide Sûresi 105 .................................................................. 249
ye sevk eder.
2- Sıradan insanı, beslenme, konut, giyim, cinsel ilişki gibi
meşgaleler nefsinin mahiyeti üzerinde derinleşmekten ve kişiliğinin
çeşitli yönlerini incelemekten alıkoymasına rağmen onun hayatı
boyunca karşılaştığı değişik ve sarsıcı olaylar içerisinde onu
diğer insanlardan ayrılarak kendisi ile baş başa kalmaya yönelten
faktörler de olabiliyor. İnsan nefsini yok olmaktan kurtarmak amacıyla
sıkıca sarılıp onu tutan bir güç misali her şeyi bir yana bırakarak
kendine dönmeye zorlayan şiddetli korku gibi. Nefsin hoşlandığı
şeye doğru sürüklenmesine yol açan aşırı sevinç gibi. Sevgiliden
başka hiçbir şeyi düşünmemeye yol açan şiddetli aşk gibi.
İnsanı her şeyden kopararak sadece kendi derdi ile meşgul eden
şiddetli sıkıntı gibi. Bunlar gibi insanın karşılaşabileceği başka
faktörler de örnek verilebilir.
Bu değişik faktörlerin ve sebeplerin biri veya birkaçı insanın
duyu organları ve boş düşüncesi ile asla farkına varamayacağı bazı
şeylerin canlanmasına ve zihninde somutlaştırılmasına sevk
eder. Karanlık ve ürkütücü bir yerde kalıp dehşete düşen kişi gibi.
Bu kişi korkunç şeyler görür veya ürkütücü sesler işitir ve bu görüntüler
ile sesler nefsi için tehdit oluşturur. İnsanlar bunlara dev,
gaipten gelen ses, cin gibi adlar takarlar.
Kimi zaman da insanı şiddetli sevgi, özlem ve üzüntü sarar. Bu
duygular duyu organları ile adamın arasına girer ve bilincini sevdiği
veya üzüldüğü şey üzerine yoğunlaştırır. O zaman rüyasında veya
rüya benzeri bir uyanıklık hâlinde geçmişte kalan, ileride olacak
olan veya başkalarının algılarına kapalı değişik olaylar görür.
Kimi zaman da insan iradesi yakin ile, güçlü imanla ve kesin
kavrayışla bir araya geldiği zaman, normal insanın gücünün yetmeyeceği
ve normal sebeplerin yol açamayacağı sonuçları gerçekleştirir.
Bunlar sıradan normal olaylara nispetle az rastlanan cüz'î olaylardır.
İşaret ettiğimiz değişik faktörlere bağlı olarak meydana
gelirler. Bu olayların meydana gelmelerinin aslına gelince, bunun
kanıtlanması için çok gayret göstermeye gerek yoktur. Çünkü her
birimizin kendi yaşadığı veya başkalarında müşahede ettiği bu tür
olaylar mutlaka vardır. Bunların gerçek sebeplerinin ne olduğu
250 ............................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
meselesine gelince, burası onunla uğraşmanın yeri değildir.
Bizim için farkına varılması önemli olan husus şudur: Bu tür
olayların meydana gelmesi, insan nefsinin dış olaylara -özellikle
bedenî hazlara- meşgul olmaktan vazgeçerek kendine dönmesine
dayanır. Bun-dan dolayı sayılamayacak derecede değişik ve farklı
olan riyazet türlerinin hepsi, genel olarak nefsin arzularına karşı
koymayı esas alır. Bunun tek sebebi, nefsin arzularına uymaya
dalması onu kendisi ile meşgul olmaktan alıkoyarak dış arzularına
yöneltir, onu bu arzular arasında dağıtır ve şuurunu bunlarla
bölüştürür. Böylece insan nefsi bu arzulara dalarak kendini bir yana
bırakır.
3- Bu konuda şüphesiz olan bir gerçek var ki, o da şudur: Bu
psikolojik sonuçlara yol açan faktörler bazı kişilerde geçici veya
kısa süreli olarak gerçekleştiği gibi, başka bazı kişilerde sabit ve
sürekli biçimde meydana gelirler veya önemsenecek derecede kalıcı
olabilirler. Çoğu kere dünyadan, dünyanın maddî hazlarından
ve gelip geçici arzularından el-etek çekerek bir köşeye kapanan
insanlar görürüz. Bu tür insanların nefsi arındırmaktan ve batın yolunda
ilerlemekten başka bir düşünceleri olmaz.
Sözünü ettiğimiz nefisle meşgul olma çabasının sırf günümüzde
görülen bir gelenek olmadığından şüphe etmemeliyiz. Tarihî
belgeler ve aklî değerlendirmeler, bu geleneğin eski yüzyıllarda
yaşayan insan-lar arasında geçerli olduğunu gösteriyor. Tarihin
en eski çağlarına kadar indiğimizde, bize göre insanın yeryüzüne
inişinden beri bunun insandan ayrılmaz bir gelenek olduğunu görürüz.
4- Milletlerin yaşayışlarını, geleneklerini, inançlarını ve davranış
kalıplarını incelediğimizde şu sonuca varırız: İnsan nefsinin şaşırtıcı
sonuçlarını elde etmek için değişik yollar kullanılmasına
rağmen nefsi bilmek ile uğraşmak eski milletler arasında yaygındı,
hatta eski çağlardan beri bu iş, en güzel zamanların ve en pahalı
bedellerin uğrunda harcandığı önemli bir meşgale kabul edilmiştir.
Bunun delili, dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan ilkel kavimlerdir.
Afrika'da ve diğer yerlerde yaşayan kabileler gibi. Bunlar
arasında günümüzde bile büyücülük, kâhinlik efsanelerinin kalın
Mâide Sûresi 105 ............................................................ 251
tılarına ve bunların gerçek ve isabetli olduğuna inananlara rastlamaktayız.
Bize gelen bilgilerin ışığında eski dinleri ve inanç sistemlerini
inceleyelim. Brahmanizm, Buddhizm, Sabiilik, Manilik, Mecusilik,
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi. Görürüz ki, nefsi bilme ve
bunun sonuçlarını elde etme çabası, bu dinlerin ve inançların derinliklerine
işlemiştir. Yalnız nefsi bilmenin tanımında, telkininde
ve değerlendirmesinde farklılıklar vardır.
Meselâ Brahmanizm'i ele alalım: Bu eski bir Hind inancıdır.
Gerçi tevhit ve nübüvvet konularında kitaplı dinlerle ters düşer;
ama özellikle Brahmanların kendileri hakkında nefsi arındırmaya,
iç âlemi temizlemeye büyük önem verir ve insanları bu görevi
yapmaya çağırır.
"Ma lil-Hind min Makulet'in" adlı eserde verilen bilgiye göre Birunî
şöyle demiştir: Bir Brahmanın yedi yaşından sonraki ömrü şu
dört bölüme ayrılır:
Birinci bölümün ilk kısmı sekizinci yıldır. Bu bölümde Brahmanizm'in
din adamları bu çocuğun yanında bir araya gelerek ona
dinî görevlerini anlatırlar ve kendisine hayatta olduğu sürece bu
görevleri benimseyip uygulamasını telkin ederler.
Ömrünün yirmi beşinci yaşından kırk sekizinci yaşına kadar
geçecek olan yılları bu birinci bölüme girer. Adamın bu dönemde
dünyadan uzak durması ve toprağa yaydığı bir yaygı üzerine yatması,
dinin esaslarını, kelâm ilmini ve şeriatını gece gündüz hizmet
edeceği bir hocadan öğrenmesi gerekir. Günde üç kere yıkanır.
Sabahleyin ve akşamleyin ateşe kurban sunar. Kurban sunduktan
sonra hocasının önünde secde eder, gün aşırı oruç tutar.
Hiç et yemez. Hocasının evinde barınır. Bu evden sadece dilencilik
için, sadaka toplamak için çıkabilir ve sadece beş evin kapısını çalabilir.
Bu işi günde bir kere öğle veya akşam vaktinde yapar. Topladığı
sadakaları hocasının önüne koyar. Hocası istediği kadarını
kendine ayırdıktan sonra kalanını öğrencisi için izin verir, o da onunla
karnını doyurur. Öğrenci ateşe odun taşır. Onlara göre ateş
kutsal ve ateşin ışınları Buda'ya yaklaştırıcıdır.
Diğer ümmetler de öyle idi. Onlar da kurbanlarının kabul edilmesinin
belirtisi olarak, ateşin bu kurbanlar üzerine inmesini
252 ........................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
görürlerdi. Onların putlara, yıldızlara, ineklere, eşeklere ve öküzlere
tapmaları, a-teşe gösterdikleri bu saygıya engel teşkil etmezdi.
Brahmanın ömrünün ikinci bölümü, yirmi beşinci yaşı ile ellinci
veya yetmişinci yaşı arasındaki yılları kapsar. Bu dönemde hocasının
vereceği izin ile evlenir ve çoluk-çocuk sahibi olmaya yönelir.
Birunî, Brahmanın bu dönemde ailesi ile ve insanlarla nasıl geçindiğini,
geçimini nasıl sağladığını ve hayat tarzını anlatır.
Sonra sözlerine şöyle devam eder: Brahmanın ömrünün üçüncü
bölümü elli yaşından yetmiş beş veya doksan yaşı arasındaki
yılları kapsar. Brahman ömrünün bu döneminde dünyadan el etek
çekerek hayatın tüm nimetlerinden ayrılır. Eğer eşi kendisi ile birlikte
kırlara çıkmaz ise, onu çocuklarına teslim eder. Meskun yerler
dışında ömrünün ilk dönemlerindeki gibi yaşamaya devam eder.
Kesinlikle çatı altlarında barınmaz. Elbisesi sadece edep yerlerini
örten ağaç yaprakları olur. Çıplak yer üzerinde uyur, altına
yaygı yaymaz. Sadece meyve, bitki ve bitki kökleri ile beslenir.
Saçlarını uzatır ve yağ sürmez.
Brahmanın ömrünün dördüncü bölümü, ömrünün geri kalan
yıllarını kapsar. Bu dönemde kırmızı elbiseler giyer ve elinde değnek
taşır. Düşünmeye ve kalbini dostluklardan ve düşmanlıklardan
arındırmaya yönelir. Şehvetten, ihtirastan ve öfkeden uzak
durur ve asla hiçbir kimseyle arkadaşlık yapmaz.
Eğer sevap kastı ile kutsal bir yere gitmek isterse, yolu üzerindeki
köylerde bir günden fazla ve kasabalarda beş günden fazla
mola vermez. Eğer biri kendisine bir şey verirse, ondan ertesi güne
hiçbir şey bırakmaz. Onun yapacağı tek şey, kendisini kurtuluşa ve
tekrar dönüşü olmayan makama ulaştıracak olan yolunun şartlarına
katlanmaktır. Birunî sözlerinin burasında bir brahmanın ömrünün
sonuna kadar uygulayacağı genel hükümleri anlatır.
[Birunî'nin sözlerinden yapılan alıntı burada sona erdi.]
Hindlilerin enfas ve evham sahipleri cukiyeler
1 ve ruhanîlik vehikmet sahipleri gibi diğer dinî mezheplerine gelince, bunların her
birinde nefis terbiyesine ilişkin ağır yöntemler vardır. Bu yöntemlerin
her biri mutlaka insanlardan ayrı yaşamayı ve nefse şehevi
1- Bunlar hakkında bilgi edinmek için Nefais'ul-Funûn adlı kitaba bakınız.
Mâide Sûresi 105 ............................................... 253
hazları yasaklamayı içerir.
Budizm'e gelince; bu inanç sistemi, nefsi arındırmaya, onun
arzularına karşı durmaya ve onu hoşlandığı şeylerden mahrum bırakmaya
dayanır. Maksat gerçek marifete ulaşmaktır. Bu yol, Buda'nın
kendisinin hayattayken izlediği yoldur. Elimizdeki bilgileri
göre, o vaktiyle bir prens veya bir devlet büyüğünün oğlu idi. Fakat
hayatın süslü görüntülerini ve saltanat koltuğunu bırakarak kuytu
ve korkulu bir kamışlığa sığındı. Gençliğini bu kamışlıkta geçirdi.
İnsanlardan ayrıldı. Hayatın nimetlerinden yararlanmayı arkada
bırakarak nefsini arındırmaya ve yaratılış sırları üzerinde düşünmeye
yöneldi. Bunun sonucun-da otuz altı yaşındayken kalbi marifet
ışığıyla donandı. O zaman halk arasına çıkarak herkesi nefsini
terbiye etmeye ve marifet sahibi olmaya çağırdı. Tarihin verdiği
bilgilere göre yaklaşık kırk dört yıl boyunca bu çağrısını devam ettirdi.
Sabiilere gelince, bunlar ruhanîlik taraftarları ile onlara ait putlara
tapanlardır. Gerçi bunlar nübüvveti inkâr ediyorlar, ama nefsi
bilme konusunda Brahmanların ve Budistlerinkinden fazla farklı
olmayan kemâle erme yolları vardır. el-Milel'u ve'n-Nihal adlı eserde
verilen bilgiye göre şöyle diyorlar: "Bizim için gerekli olan
görev, nefislerimizi tabiî arzuların kirlerinden temizlemek, ahlâkımızı
şehvet ve öfke güçlerinin bağlantılarından arındırmaktır. Bunu
başarınca bizimle ruhanîler arasında ilişki meydana gelir. O
zaman ihtiyaçlarımızı onlardan isteriz, durumumuzu onlara arz
ederiz, bütün işlerimizde onlara başvururuz. Onlar kendilerinin ve
bizim yaratıcımız, kendilerinin ve bizim rızkımızın vericisi nezdinde
bize şefaat ederler. Bu nefis temizliğinin gerçekleşebilmesi için bu
uğurda gayret göstermeli, nefsimizin arzularına karşı koymalı,
şehvetlerin adiliklerinden nefislerimizi alıkoymalıyız. Bunun için
ruhanîlerden yardım istemeliyiz. Bu yardım isteme; yalvarma, dua
etme, namaz kılma, zekât verme, yemekten içmekten uzak durma,
kurban sunma, buhurdanlıklar tüttürme, afsun yapma yolu ile
olur. Bunları yapınca nefislerimiz yetenek kazanır ve aracıya gerek
olmaksızın yardıma mazhar olur." (el-Milel'u ve'n-Nihal adlı eserden
alınan alıntı burada sona erdi.)
Bu inancın bağlıları arasında yaratılışla ilgili genel inanç ilkelerinde
bazı ihtilâflar varsa da bunlar marifette kemâle ve bu dünya
254 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
mut-luluğuna erebilmek için nefsi terbiye etme konusunda ortak
görüşe sahiptirler.
Seneviyye içerisinde Mani mezhebinin mensuplarının (Maneviye-
nin) temel inancı, insan nefsinin yüce nur âleminden olduğu
ve sonradan yere inerek beden adı verilen bu karanlık maddî kalıplar
içinde hapsedildiği şeklindedir. Onlara göre nefsin mutluluğu
ve kemâli bu karanlıklar yurdundan kurtulup, aydınlıklar alanına
çıkmasına bağlıdır. Bu da ya gönüllü bir şekilde nefsi terbiye ederek
veya zorunlu bir biçimde ölümle gerçekleşir.
Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Mecusilerden oluşan
Ehlikita-b'a gelince, bunların kutsal kitapları olan Ahd-i Atik, Ahd-i
Cedid ve Avesta, nefsi ıslah etmeye, arındırmaya ve onun aşırı arzularına
karşı koymaya yönelik çağrılarla doludur.
Her iki Ahd-i Atik, Ahd-i Cedid kitapları, sürekli dünyadan el çekmeyi
ve sırrı arındırmakla meşgul olmayı insanlara hatırlatır. Bunların
bağlıları arasında günümüzde de birçok dünyadan el-etek
çeken insanlar çıkıyor. Aralarında birbirini izleyen nesiller hâlinde
dünyadan el-etek çeken birçok zahidlere rastlanıyor. Özellikle Hıristiyanlarda
bu çaba daha yaygındır. Çünkü onların geçerli geleneklerinden
biri ruhbanlıktır.
Kur'ân'da onların bu geleneği hakkında şöyle buyruluyor:
"Çünkü Hıristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ile din adamları
vardır ve onlar büyüklük taslamazlar."
(Mâide, 82) "Uydurduklarıruhbanlığı biz onlara yazmadık. Yalnız Allah'ın rızasını kazanmak
için onu kendileri uydurdular. Fakat ona gereği gibi uymadılar."
(Hadid, 27)
Ayrıca kendilerini ibadete adayan Yahudilerdenşöyle söz ediliyor:
"Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlindenbir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini
okuyarak secdeye kapanırlar. Onlar Allah'a ve ahiret gününe
inanırlar, iyiliği emreder, kö-tülükten sakındırırlar ve hayırlarda
yarışırlar. İşte onlar iyilerdendirler."
(Âl-i İmrân, 114)Nefisle mücadele etmeyi, ruh terbiyesini benimseyen başka
değişik mezhepler ve gruplar da vardır. Büyücüler, simyacılar, tılsımcılar,
ruhları, cinleri ve harflerin ruhaniyetini denetim altına alanlar,
yıldızları ve başka şeyleri denetim altına alanlar, ruhları çağırıp
ihzar edenler ve onları denetim altına alanlar gibi. Bunların
Mâide Sûresi 105 ........................................................ 255
her birinin kendine özgü nefis terbiyesi yöntemleri vardır ve bu
metotların her biri, bir tür nefse hâkimiyet kazandırır.
1Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Bütün dinlerin,
mezheplerin ve iyi ahlâk taraftarlarını en son amacı, nefsin arzularına
karşı koyarak onu arındırmak, onu kötü huylardan ve maksada
uymayan hâllerden temizlemektir.
5- Belki de dönüp şöyle diyeceksin: Çeşitli mezheplerin ve yolların
taraftarlarının geleneklerinin ve uygulamalarının ortaya koydukları
şey, dünyadan el-etek çekmektir. Bu da incelemenin başında
değinilen anlamda nefsi bilmek ve onun durumu ile meşgul
olmaktan başka bir şeydir.
Daha açık bir ifade ile şöyle diyebilirsin: Şu veya bu şekilde ibadet
etmeye çağıran çeşitli dinler ve mezhepler, insanı bir nevi
dünyadan el-etek çekmeye çağırıyorlar. Bu amaçla iyi işler yapmayı,
nefsin arzularını, günahları ve ahlâksızlıkları bırakmayı telkin
ediyorlar. Böy-lelikle en güzel mükâfata lâyık hâle gelineceğini
vurguluyorlar. Bu mükâfat ya ahirette olur. Yahudilikten, Hıristiyanlıktan
ve İslâm'dan oluşan peygamberliğe bağlı dinlerin dedikleri
gibi. Ya dünyada bir mükâfat söz konusu olur. Putperest dinlerin
ve tenasuh (ruh göçü) ilkesini benimseyen görüşlerin ve başka
akımların öngördükleri gibi.
Dolayısıyla, inandığı dinin prensiplerine göre ibadet eden sıradan
bir dindar, belirli oranda dünyadan el çekme sonucunu doğuran
dinî emirleri yerine getirir. Fakat nefis denen soyut bir varlığın
olması ve onu bilme diye bir hedef, bu hedefin ucunda mutluluğa
ve kemâle erme diye bir sonuç aklının ucundan geçmez.
Bunun yanı sıra çeşitli yollarla ve geleneklerle nefislerine karşı
mücadele veren riyazet taraftarlarından biri, nefse ağır gelen çeşitli
uygulamalara katlanır. Fakat bu uygulamalardaki tek amacı,
bu çalışmalar için öngörülen makamı elde etmek ve çabalarının
sonuçlarına ulaşmaktır. Başkalarına istediklerini yaptırabilme ay-
1- Bu inanç grupları hakkında daha geniş bilgi almak isteyenler Razi'nin,
es-Sırr'ul-Mektum adlı eserine, Zahîret'ul-İskenderiye adlı esere, Hint'li Hâkim
Tam-tam'ın el-Kevakib'us-Sab' kitabına, Teshir sanatı hakkındaki Sek-kaki'nin
Risalesine, İbn-i Arabi'nin ed-Dürr'ül-Mektum adlı eserine, son dönemde yazılan
ruh çağırma konulu eserlere başvurabilirler.
256 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
rıcalığı gibi... Bu kimse riyazete başladığı andan bitirdiği ana kadar
sözünü ettiğimiz nefis meselesinin farkında olmayabilir.
Üstelik böyleleri arasında nefsin kan gibi, buhar türü ruh gibi
veya temel elementler gibi maddî ve doğal bir fenomen olduğu
görüşünde olanlar vardır. Bunların yanı sıra nefsin, maddî elementlerden
oluşmuş bedene benzer, fakat bedene sızmış ve canlılığı
taşıyan latif bir cisim olduğunu düşünenlere de rastlıyoruz. O
hâlde bunların hepsinin yaptıkları riyazetle nefsi bilmeyi hedef edindikleri
nasıl söylenebilir?
Fakat yukarıda vurguladığımız şu gerçeği hatırlamalısın: İnsan
bütün bu durumlarda birtakım uygulamalara girişiyor. Bu uygulamalar
nefsi dış âlemden ve çeşitli hazlardan alıkoyucu niteliktedir.
İnsan, bu uygulamalarla maddî sebeplerle ve normal tabiî faktörlerle
ulaşılamayacak özellikler ve sonuçlar edinmek peşindedir.
Bunları yaparken tek gayesi, dış dünya kaynaklı sebeplerden ve
etmenlerden koparak nefsi ile baş başa kalmak ve böylece normal
maddî faktörlerin erdiremeyecekleri özel sonuçlar elde etmektir.
Dinin ilkelerini tam anlamıyla uygulayan bir dindar, insanî bir
görev olarak nefsi için gerçek mutluluğu seçmesi gerektiğini düşünür.
Bu da ahirete inananlar için ahiretteki güzel hayattır. Putperestler
ve tenasuh nazariyesi taraftarları gibi ahireti inkâr edenlere
göre ise, iyilikleri bir araya getirip kötülüklerden uzak tutan
bir dünya mutluluğudur.
Ayrıca böyle bir kimse hayvanî hazlara dalmanın kendisine
aradığı mutluluğu sağlayamayacağına, kendisini amacına ulaştıramayacağına
inanır. Bunun için genelde nefsinin arzularına karşı
çıkması ve onun normal sebepler aracılığıyla istediği her şeyin peşinden
koşmayı bırakması, kaçınılmaz olur; normal maddî sebepler
ötesinde kalan bir veya birkaç sebebe başvurması gerekir. Bu
sebebe ve sebeplere yaklaşması, onlarla bütünleşmesi icap eder.
Bu yaklaşma ve bütünleşme ancak o sebebe veya sebeplere boyun
eğmekle, emirlerine teslim olmakla gerçekleşebilir. Bu da ruhî
ve nefsanî bir iştir. Bazı bedenî eylemleri yapmak ve bazılarını
terk etmekle pratiğe yansır. Bu eylemler de namaz, dinî törenler
veya bu kategoriye giren dinî ibadetlerden ibarettir.
Mâide Sûresi 105 ................................................... 257
Dinin emri olan ameller, riyazetler, nefisle mücadeleler, bunların
hepsi nefisle uğraşmaya yönelik çabalardır. İnsan fıtrî olarak
yaptığı ve yapmadığı her şeyin kendi yararına olduğu düşüncesindedir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, insan bir an bile nefsini gözlemekten
ve kendine yönelik bilinç sahibi olmaktan geri kalmaz. Bu
bilincinde asla yanılgıya düşmez. Eğer yanılgıya düşerse, nazarî
görüşüne ve fikrî incelemesine dayanarak yaptığı nefis tefsirinde
yanılır. Bu açıklamadan ortaya çıkıyor ki, bütün dinler ve mezhepler,
geleneklerinin ve yollarının farklılığına rağmen genel anlamda
nefisle uğraşmaktan başka bir amaca sahip değildirler. O dinlerin
ve mezheplerin bağlıları bunu bilsinler veya bilmesinler fark
etmez.
Çeşitli riyazet ve nefisle mücadele programları uygulayanlar
var ki, bunlar hiçbir dine bağlı değildirler ve nefsin gerçek mahiyetine
de inanmazlar. Bunların da uyguladıkları riyazet programlarındaki
tek maksatları, kendilerine vaat edilen sonuca ulaşmaktır.
Vaat edilen sonuç ile bazı davranışları yapma ve yapmama arasında
doğal sebep sonuç bağlantısı gibi doğal bir bağlantı yoktur.
Bu bağlantı maddî olmayan iradî bir bağlantıdır. Bu, riyazet programı
uygulayanın, uyguladığı programla korunan bilincine ve iradesine
bağlı bir ilişkidir. Riyazet programı uygulayanın nefsi ile
vaat edilen sonuç arasında geçerli ve etkilidir.
Yani sözünü ettiğimiz riyazetin mahiyeti, nefsi bilincinde ve arzulanan
sonucu elde etmek isteği hususunda desteklemek ve
mükemmelleştirmektir. Şöyle de denebilir: Riyazetin etkisi, arzu
edilen sonucun makdur (güç yetirilebilir) olduğu bilincini nefse kazandırmaktır.
Buna göre, eğer riyazet gerçekleşir ve tamama erirse,
nefis öyle bir konuma gelir ki, arzulanan sonucu mutlak olarak
veya küçük yaştaki bir çocuğa ait ruhu çağırarak aynaya yansıtılması
gibi özel şartlarda gerçekleşmesini irade ederse, arzulanan
şey gerçekleşir.
Peygamberimizden (s.a.a) nakledilen şu rivayetin anlamı da
bu gerçeğe dönüktür. Rivayete göre Peygamberimizin (s.a.a) huzurunda
Hz. İsa'nın (a.s) havarîlerinden birinin su üzerinde batmadan
yürüyebildiği söylenince, Peygamberimiz (s.a.a), "Eğer yakini
258 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
daha fazla olsaydı, havada da yürürdü..." dedi.1
Görüldüğü gibi Peygamberimizin bu sözü, bu işin Allah'a yönelik
kesin iman ile doğal sebeplerin tek başlarına etkili olmadıkları
gerçeği üzerinde yoğunlaşıyor. Buna göre insanın mutlak ilâhî güce
yönelişi ne kadar güçlü olursa, tabiî nesneler ona o derece boyun
eğer. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir.
Bu konudaki en geniş anlamlı söz, İmam Sadık'ın (a.s) "Niyetin
güçlü olduğu hiçbir şey karşısında beden zayıf ve âciz
kalmaz."2 sözüdür. Peygamberimiz (s.a.a) de mütevatir bir hadisinde,
"Ameller niyetlere bağlıdır."3 buyurmuştur.
Ortaya çıkıyor ki, amellerin ve ibadetlerin dinî etkileri ve riyazetlerin
ve nefse dönük mücadelelerin etkileri ile insan nefsi arasındaki
bağlantı batınîdir, yani söz konusu ilişki bu çabaların
batınî fonksiyonları olarak kendini gösterir ve bu işlerden herhangi
biri ile meşgul olmak, nefisle meşgul olmak demektir.
Bazıları şöyle zannedebilirler: Sebep-sonuç ilişkisi, söz konusu
amellerin maddî görüntüleri ile ahirete ilişkin beklentiler arasındadır.
Rahatlık, güzel rızk ve nimet dolu cennet gibi. Veya bu ilişki
bu amellerin görünen yanları ile doğal sebeplerin etkili olamadıkları,
şaşırtıcı dünyevî amaçlar arasındadır. Nefislerin idrakleri ve
irade türleri üzerinde tasarrufta bulunabilmek, hareket ettirici bir
güç olmaksızın hareketler meydana getirebilmek, kalplerin sırlarından
ve geleceğin olaylarından haberdar olmak, ruhanîlerle ve
ruhlarla bağlantı kurmak gibi. Ya da arada gerçek bir bağlantı olmaksızın
veya belirleyici bir faktör olmadan sırf Allah'ın mutlak iradesi
ile amelleri, sonuçların izleyebileceği sanılabilir. Fakat bu
zanlar doğru değildir ve böyle sananlar kendilerini aldatmışlardır.
6- Sakın yanılgıya düşüp şimdiye kadar yaptığımız bu incelemelerden
dinin irfan ve tasavvuf, yani nefsi bilmek demek olduğu
sonucuna varmayasın. Nitekim bazı maddeci araştırmacılar böyle
sanmışlar ve insanlar arasında geçerli olan hayatla ilgili yönelişleri,
maddî yönelişler ile irfan, yani din olarak ikiye ayırmışlar.
1- [Bihar'ul-Envar, c.70, s.210-212]
2- [Bihar'ul-Envar, c.70, s.205, h:14]
3- [Sefinet'ül-Bihar, c.2, s.743]
Mâide Sûresi 105 ................................................................ 259
Sebebine gelince, dinin temel ilkesi şudur: İnsan için gerçek
bir mutluluk vardır. Bu mutluluğu elde edebilmek için tabiat üstü
güce boyun eğmek ve maddî hazlarla yetinmemek gerekir. Şimdiye
kadarki incelememizden de çıkan sonuç şudur: Hak olsun, batıl
olsun, bütün dinler insanları eğitmede ve onlara vadesini verdikleri
ve çağırdıkları mutluluğa sevk etmede, arzulanan hedefe uygun
şekilde nefsi ıslah edip arındırmayı bir araç olarak kullanılırlar. Bu
gerçekler nerede, nefsi bilmenin din demek olması nerede?
Din, insanları bir ilâha kulluk etmeye çağırır. Bu ibadet ya aracısız
(hak dinde olduğu gibi) veya şefaatçiler ve ortaklar (batıl dinlerde
olduğu gibi) aracılığı ile yapılır. Çünkü insanın tek amacı olan
mutluluk ve güzel hayat bu kulluktadır. İnsanın bu kulluğa erebilmesi
için madde bağımlılığının ve kontrolsüz hayvani hazların
kirlerinden arınmış bir nefse sahip olması gerekir. Bunun için din,
çağrı görevinin bazı aşamalarında nefislerin ıslahını ve arındırılmasını
programlamaya şiddetle ihtiyaç duyar. Ancak böylece ona
inananlar ve ocağında eğitilenler hayır ve mutlulukla donanırlar ve
bir şeyi bir elle alıp öbür elle veren gibi olmazlar. Buna göre din
başka ve nefsi bilmek onun ötesinde daha başka bir şeydir. Gerçi
dinin, belirli oranda irfanı gerektirdiğini hiç unutmamak gerekir.
Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, alışılagelenin dışında kalan, garip
ve değişik maksatlara yönelik riyazet ve nefisle mücadele metotları
nefsi bilme kategorisine girmez. Gerçi birbirleri arasında bir
dereceye kadar ilişki vardır.
Evet; bir konuda kesin yargıya varmalıyız ki, o da şudur: Hangi
metotla olursa olsun nefsi bilmek, dinden kaynaklanmış bir çabadır.
Ayrıca özgür ve yeterli bir araştırma yapılırsa görülür ki, bütün
farklılıklarına ve dağınıklıklarına rağmen bütün dinler aynı kaynağa
dayanırlar. İnsan fıtratının benimsemeye çağırdığı bu tek ve
derin köklü din, tevhit dinidir.
Eski kuşaklardan miras aldığımız veya birbirimize aşıladığımız
taassupları bir yana bırakarak yalın fıtratımıza döndüğümüzde,
hiç şüphe etmeyiz ki, çokluğu içinde birliği yansıtan ve dağınıklığı
içinde parçaları arasında bağlantı olan bu kâinat, bütün sebeplerden
üstün olan tek bir sebebe varıp dayanır. Bu tek sebep, kendisine
boyun eğmenin ve plânına, eğitim sistemine göre hayattaki
davranışları düzenlemenin gerekli olduğu Cenab-ı Haktır. İşte tev
260.................................. El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
hit ilkesine dayanan din budur.
Bütün dinlere ve mezheplere yönelik enine-boyuna bir değerlendirme,
onların hepsinin az veya çok bu canlı ruhu taşıdıkları
sonucunu verir. Hatta putperestlik ve çok tanrılı inançlar da böyledir.
Ayrılık ve farklılık, dinî geleneği bu temel üzerine oturtup oturtmamaktan
ve bu uyarlamada isabetli ve ya hatalı olmaktan
kaynaklanır. Meselâ biri diyor ki: "Yüce Allah bize şah damarından
daha yakındır. Nerede olursak olalım, O bizimledir. O'nun dışında
bir dayanak merciimiz, bir aracımız yoktur. Dolayısıyla, hiçbir ortak
koşmaksızın sırf O'na kulluk etmek gerekir."
Bir başkası da diyor ki: "İnsan toprak kaynaklı ve adi cevherden
türemiş bir varlıktır. Bu niteliği onun yüce varlıkla ilişki kurmasına
engeldir. Toprak nerede, Rablerin rabbi nerede? Bundan
dolayı O'nun, kerem sahibi, madde bağımlılığından kurtulmuş,
temiz ve doğallığın kirlerinden arınmış kullarına yaklaşmamız gerekir.
Bu kullar, yıldızların ruhanîleri ve türlerin rableri ya da Allah-
'a yakın insanlardır. 'Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz.' (Zümer, 3) Bu aracıları duyu organlarımızla algılayamadığımız
için, onlar bizden yüce varlıklar oldukları için onları anıtlarla
ve putlarla somutlaştırmamız gerekir. Böylece kulluk yaklaşması
sağlamamız gerçekleşmiş olur."
Diğer bütün dinlerde ve mezheplerde de aynı durum geçerlidir.
Görülüyor ki, bütün dinlerin özlerinde şu veya bu oranda yüce Allah'ı
bir bilmeye bir yöneliş mutlaka vardır.
Şurası bilinen bir gerçektir ki, insanlar arasında geçerli olan
bütün inanç sistemleri, ne kadar çok dallara ayrılsalar ve aralarında
ne kadar büyük görüş ayrılıkları bulunsa da, bu sistemlerin
geçmiş dönemlerine döndüğümüzde onların tevhit ilkesine daha
çok meyilli olduklarını görürüz. Tam köklerine indiğimizde, karşımıza
yalın fıtratın dini olan fıtrat dini çıkar. Buna göre tevhit dini
dinlerin babasıdır ve diğer bütün dinler bu babanın ya iyi veya kötü
evlâtlarıdır.
Ayrıca fıtrat dini, nefsi bilme meselesini, davetinin amacı olan
insan mutluluğuna ulaşmanın aracı kabul eder. Bu amaç, fıtrî dinin
nihaî isteği olan Allah'ı bilmektir. Başka bir deyişle fıtrat dini,
insanı nefsi bilmeye davet eder. Ama bu davet, bir hedef çağrısı
Mâide Sûresi 105 ............................................................. 261
değil, hedefe giden yola yapılan bir davettir. Çünkü din anlayışı,
kulluk yolu dışında bir mesele ile uğraşmaktan hoşlanmaz. Allah
katında geçerli olan tek din İslâm'dır ve Allah kullarının kâfir olmalarından
hoşlanmaz. Öyle olunca başlı başına hedef hâline getirilen
bir nefsi bilmekten nasıl hoşnut olabilir?
Bu söylediklerimizden ortaya çıkıyor ki irfan, fıtrat dininin kaynağına
dayanır. Çünkü o, insan fıtratının çağrı hedefi olan bağımsız
bir konu değildir ki, dalları ve budakları, bir tek kökte yani fıtrî
irfanda birleşsin.
Bu konuya bir başka şekilde de yaklaşabiliriz, şöyle ki: İnsanlık,
mutlu bir hayata ermek için fıtratının dinamizmi ile toplumsallaşmaya
ve uygarlaşmaya atıldı. Tarih ve ilmî incelemeler, toplum
hâlinde yaşayan bazı kişilerin veya kavimlerin birtakım milliyetçi
görüşlerin benimsenmesi için çağrı yaptıklarını veya bazı sosyal
sistemler ortaya koyduklarını ve bu sistemleri milletleri arasında
uyguladıklarını ispat etti. Kabile düzeni, derebeylik düzeni ve demokrasi
gibi. Fakat tarih boyunca herhangi bir kimsenin insanları
nefsi bilmeye ve ahlâkı arındırmaya çağırdığını, ne geçmişin belgeleri
ve ne ilmî incelemeler gös-termiyor. Bu görevi sadece dinle
ilgili kişilerin yaptıklarını görüyoruz.
Evet, bu din dışı yolların büyücüler ve ruh çağırıcıları gibi bazı
yolcuları bu tür bir nefis bilgisine din dışı yoldan ulaşmış olabilirler.
Fakat bu çaba fıtrî bir yöneliş sonucu değildir. Çünkü yukarıda
söylediğimiz gibi fıtratın bu konuda etkisi yoktur. Böylelerinin yönelişleri
şöyle oldu: Önce tesadüfen nefsin bazı garip tezahürlerini
müşahede ettiler. Bu gözlemleri, nefislerle ilgili bir ayrıcalıklı konum
elde etme yolunda onları kamçıladı. Bu yolla kâinatta acayip
işler ve az rastlanır tasarruflar yaparak insanları aldatmaya yöneldiler.
Bu merak onları nefsi incelemeye ve bu yolda ilerlemeye
sevk etti. Sonra da adım adım ilerleyerek işin başında bir patika
gibi belirsiz olan bu yolu maksatlarına doğru uzayan düzgün bir yol
hâline getirdiler.
7- Birçok dindar ve salih kulların dine uygun şekilde giriştikleri
nefisle mücadele süreci esnasında, olağanüstü kerametlere eriştikleri
ve benzerleri arasında sadece kendilerinin karşılaştıkları
garip olaylar anlatılır. Başkalarının göremedikleri bazı şeyleri görebilmek,
kendileri dışındaki insanların duyu organları ile algıla
262.................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
yamadıkları bazı olayları ve şahısları algılayabilmek, dualarının
kabul edilmesi, tedavisinden ü-mit kesilen bazı hastaları şifaya
kavuşturmak, normal olmayan yollarla tehlikelerden kurtulabilmek
gibi. Bu olağanüstülükler bazen salih olmayan, fakat sadık
niyetli ve madde bağımlılığından kurtulmuş nefse sahip kimselerin
eliyle de gerçekleşebilir. Bu kimseler bu gördükleri olağanüstülüklerin
yakın sebebini göz ardı ederler. Bu olağanüstülükleri doğrudan
doğruya Allah'a isnat ederler, aradaki sebeplerin etkisini
dikkate almazlar. Her şeyin Allah'a dayandığı görüşü, kabul edilmesi
kaçınılmaz bir gerçek olmakla birlikte aradaki sebeplerin
etkisini yok saymak doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Kimi zaman ruh uzmanı kişi, sık sık rastlanan usûle göre küçük
bir çocuğun nefsi üzerinde tasarrufta bulunarak bir insan ruhunu
çağırarak aynaya, suya veya başka bir şeye yansıtır. Bu uzman
başkaları gibi, o çocuğun ruhu çıplak gözleri ile gördüğünü,
diğer insanların gözleri ile ruh arasında perde olduğunu, eğer bu
perde ortadan kalksa onların o çocuk gibi çıplak gözleri ile ruhu
görebileceklerini zanneder.
Kimi zaman çağrılan ruhun verdiği bilgilerde yalan söylediği
görülür ve bu işe herkes hayret eder. Çünkü ruhlar âlemi temizlik
ve arınmışlık âlemidir. Bu âlemde yalana, aldatmaya ve kandırmaya
yer yoktur.
Kimi zaman yaşayan bir insanın ruhu çağrılarak sırları ve gizli
yanları hakkında soru soruluyor. Oysa o ruhun sahibi uyanıktır, işi
ile gücü ile meşguldür, gündelik ihtiyaçları peşinde koşmaktadır
ve ruhunun çağrıldığından, birileri tarafından kendine soru sorulduğunda
ve açıklamasını istemediği sırlarını ifşa ettiğinden haberi
yoktur.
Kimi zaman bir kişi hipnotizma metodu ile uyutuluyor ve uykusunda
yapılan telkin ile belirli bir işi yapması kendisine kabul
ettiriliyor. Kişi uyanıp serbest kalınca kendisine uykuda telkin edilen
işi, istenen şartlara uygun biçimde yapıyor. Ama kendisine yapılan
telkinden ve bu telkini kabul ettiğinden haberdar değildir.
Bazı ruhçular insan şekline benzeyen veya hayvan şekillerini
andıran ruh şekilleri gördükleri için bu şekillerin madde âleminde
ve değişken tabiat ortamında olduklarını sandılar. Özellikle maddî
Mâide Sûresi 105 ..................................................................... 263
varlık bi-çiminden başka bir varlık biçimine inanmayanlar bu zanna
kuvvetle sarıldılar. Öyle ki, bunların bazıları ruhları avlamakta
kullanılabilecek aletler icat etmeye koyuldular. Bütün bu girişimleri
insan nefsi hakkındaki şu faraziyelerine dayanıyor: İnsan nefsi
[beden için] maddî bir kaynaktır veya bilinç ve irade yolu ile etkisini
gösteren maddî bir kaynağın özelliklerinden biridir. Böyle
diyorlar ama, bugüne kadar canlılığın ve bilincin ne olduğunu ortaya
koymuş, bu problemleri çözebilmiş değildirler.
Bu faraziyenin bir benzeri de ruhun latif bir cisim olduğunu, biçim
ve görüntü bakımından elementlerden oluşan bedenlere benzediğini
iddia edenlerin faraziyesidir. Bu faraziyeyi savunanlar, insanın
kendini uyanıkkenki biçimi ile rüyada görmesini, varsayımlarına
delil sayıyorlar. Kimi zaman da nefislerine karşı mücadele
verenlere nefisleri, bedenleri dışında şekil bakımından bedenin
tıpkısı olarak bağımsız bir varlık biçiminde gösterilir. İşte bunlara
dayanarak ruhun, elementlerden oluşmuş bedene sızan, latif bir
cisim olduğuna, insan sağ oldukça bedende barındığına ve bedenden
ayrılınca ölüm olayının meydana geldiğine hükmetmişlerdir.
Bunlar, gördükleri bu şekillerin kendi bedenlerinden edindikleri
suret ve kendileri dışında başka varlıklardan zihinlerinde oluşan
bir suret gibi, zihnî bir suret olup insan bilincine dayandığını göz
ardı etmişlerdir. Kimi zaman bu bağımsız suret, nefislerine karşı
mücadele verenlerin bazısına birçok kez bedenin tıpkısı olarak veya
bir başka biçimde zahir olur. Kimi zaman kendi nefsini bir başka
insanın nefsi olarak görür. Bu durumlarda görünen biçimin ruhun
şekli olduğunu savunmadıkları gibi, nefislerine karşı mücadele
edenlere kimi zaman bedenleri biçiminde görünen suretin de
ruhun biçimi olduğunu savunmamaları yakışır.
Meselenin aslı şudur: Bu tür iddiaları ileri sürenler nefisle ilgili
bazı bilgiler elde ettiler ama, onun gerçek mahiyetini olduğu gibi
bilemediler. Bu yüzden elde ettikleri bilgilerin yorumunda ve nefsin
mahiyetini açıklamada yanılgıya düştüler. Açık delillerin ve
tecrübenin bizi ulaştırdığı gerçek şudur:
Şu bildiğimiz düşünen şuurdan ibaret olan ve konuşmalarımızda
kendisinden "Ben" diye söz ettiğimiz fenomen, daha önce
söylediğimiz gibi cevheri, özü itibarı ile şu maddî fenomenlerden
264 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
farklı, bambaşka bir şeydir. Nefsin şuurunun kısımları ve algılama,
hayal ve düşünme gibi idrak türleri, idrak etmeleri itibarı ile nefsin
kendi âleminde ve ortamında gerçekleşen olaylardır.
Bu olaylar, organizmanın algılama ve idrak organlarında meydana
gelen doğal özelliklerden farklı ve başka olaylardır. Organlarda
meydana gelen olaylar, özleri itibarı ile canlılıktan ve bilinçten
yoksun, maddî olaylardır. Salih kullarda, nefisleri ile mücadele
edenlerde ve riyazet programı uygulayanlarda görülen söz konusu
olağanüstülükler, onların nefislerinin çerçevesi dışında olan olaylar
değildir. Bu bilgilerle ilgili esas mesele şudur:
Acaba bunlar nefiste nasıl oluşuyorlar ve oradaki yerleri neresidir?
Ayrıca bir de şu nokta var: Nefisle şu veya bu oranda bağlantılı
olan bütün bu olaylar ile nefsin kendisi arasında sebepsonuç
ilişkisi vardır. Buna göre riyazet ve mücadele adamlarının
ortaya koydukları olağanüstülükler tümü ile onların iradelerinden
ve isteklerinden besleniyor. İrade ise şuurdan kaynaklanır. O hâlde
şuurla bağlantılı ve şuurla sıkı ilişkisi olan bütün olaylarda insan
şuurunun etkin rolü vardır.
8- Genel olarak nefsi bilmekle uğraşanları ikiye ayırabiliriz: Birinci
kısımdakiler normal maddî sebep-sonuç ilişkisi dışında kalan,
nefsin şaşırtıcı eserlerinden bir pay elde etmek için nefis bilgisi
ile meşgul olurlar. Büyücüler, tılsımcılar, yıldız ruhanîlerini
kontrol altına alanlar, işlerle sorumlu varlıkları, cinleri ve insan
ruhlarını denetim altına alanlar, dua ve afsun işleri ile uğraşanlar
gibi.
İkinci kısımdakiler, nefsin dışındaki dünyayı bir yana bırakarak
nefis üzerinde odaklaşmak suretiyle nefis bilgisi peşinde koşanlardır.
Bunların gayesi nefsin derinliklerine inerek onun cevherini
ve gelişmelerini müşahede etmektir. Bunun örneği, metotları ve
inanç grupları farklı tasavvufçulardır. Tasavvuf, Müslümanlar tarafından
icat edilmiş bir metot değildir. Çünkü bu metoda Hıristiyanlar,
hatta putperestler, Brahmanistler ve Budistler gibi daha önce
dünya sahnesine çıkmış ümmetler arasında rastlanmaktadır. Bu
ümmetler içinde bu yolu günümüze kadar takip eden kimseler
vardır. Daha doğrusu tasavvuf onların da icadı değildir. Onlar da
bu yolu eskilerinden miras almışlardır.
Mâide Sûresi 105 .......................................................... 265
Fakat bu miras alma işlemi, insanların medeniyetin gelişmelerini
birbirlerinden sonra gelen milletlerin kendilerinden önceki
milletlerden miras almaları gibi basit bir taklit ve aktarma işi biçiminde
olmamıştır. Nitekim bazı din ve mezhep araştırmacıları
meselenin böyle olduğunu iler sürmüşler. Aslında daha önceki bölümlerde
belirtildiği üzere meselenin gelişimi şöyledir:
Fıtrat dini insanı zahitliğe, zahitlik de nefsi bilmeye iletir. Din
bir ümmet arasında yerleşip fertlerinin kalplerinde kökleşince bu
durum, kesinlikle o milletin fertleri arasında nefsi bilme yolunun
doğmasına hazır ve uygun bir ortam meydana getirir ve bu konudaki
gerekli şartları bir araya getiren bazı fertler bu yola koyulur.
Eğer dinî hayat bir ümmetin yapısında önemsenecek uzunlukta bir
süre boyunca hüküm sürerse, o ümmet arasında bu yol ortaya çıkar.
Ama ortaya çıkan nefsi bilme yolu doğru da olabilir, bozuk da
olabilir. O ümmetin, diğer dindar toplumlardan tamamen kopuk
olmaları bu gelişmeyi engellemez. İşte gelişme süreci böyle olan
bir kurumu, eski nesillerden miras alınarak aktarılmış bir gelenek
gibi görmek doğru değildir.
9- Nefis bilgisi ile meşgul olanların ikinci kısmını -ki bunlar
gerçek irfan ehlidir- iki kesime ayırmalıyız:
Bunların bir kesimi bu yola, yolun kendisini amaç edinerek
koyulurlar. Bu yolda bazı bilgiler elde ederler, ama nefis hakkında
tam bilgiye ulaşamazlar. Çünkü sadece nefsin kendisini hedef edindikleri
için onun yaratıcısından gafil kalırlar. Bu yaratıcı yüce Allah'tır.
O; nefsi, varlığı ve varlığının sonuçları bakımından kesin
egemenliği altında tutan, gerçek sebeptir. İnsan bir şeyin varoluşunun
sebebini, özellikle bu sebep bütün sebeplerin sebebi olduğu
takdirde, bunu göz ardı ederek o şeyi nasıl tam olarak bilebilir?
Bunun benzeri şudur: Bir kişi düşünün ki, oradaki kanepe
hakkında bilgisinin olduğunu iddia ediyor, ama bu kanepenin marangozundan,
o marangozun keserinden, testeresinden, bu mobilyayı
imal etmekteki gayesinden ve kanepenin ortaya çıkışının arkasındaki
diğer faktörlerden habersizdir. İşte Allah'ı bir yana bırakarak
sırf nefsi bilmekle uğraşan bir kimsenin, nefsi tam olarak
öğrendiğini ileri sürmesi buna benzer.
Nefsi bilme çabasının bu türüne verilecek en uygun isim ke
266........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr'il-Kur'ân – c.6
hanettir. Çünkü bu çabanın sonunda nefse ve onun sonuçlarına ilişkin
bazı bilgiler elde edilmektedir.
Bunların öbür kesimi ise, nefsi bilme metodunu Allah'ı bilmeye
götüren bir araç olarak kabul ederler. Genellikle dinin hoşlandığı
yol, bu yoldur. Bu yolun özü, insanın Rabbinin ayetlerinden biri
ve insana en yakın ayeti olarak ele alması suretiyle nefsi bilmekle
uğraşmasıdır. Bu durumda nefsi, üzerinde yürüyen bir yol, yüce Allah
ise bu yolun kendisine ulaşacağı bir gaye olur. "Sonunda varılacak
yer sadece Rabbinin huzurudur." (Necm, 42)
Bu irfan erbabı çeşitli gruplara ayrılır. Çeşitli dinlere ve inançlara
bağlı birçok mezhepleri vardır. Bunlar arasında gayrimüslimlerin
mez-hepleri ve izledikleri yollar hakkında yeterli bilgiye sahip
değiliz. Müslüman olanlarına gelince, onların tarikatlarının sayısı
çoktur. Belki temel ilkeler açısından yirmi beş silsileye indirgenmeleri
söz konusudur. Her silsilenin de ayrıca birçok dalları vardır.
Biri hariç bu silsilelerin her biri Hz. Ali'ye (ona selâmların en üstünü
olsun) dayanır. Bu sufiler içinde bu silsilelerden hiçbirine bağlı
olmayan bir grup var ki, bu gruba Üveys'ül-Karani'ye nispetle Üveysiye
Tarikatı adı verilir. Ayrıca ne bir ismi ve ne ayırıcı sembolü
olmayan başka bir sufi grupları da vardır.
Tasavvufçular birçok kitap ve risale yazmışlardır. Bu eserlerde
onların silsileleri, tarikatları, benimsedikleri gelenekler ve edep
kuralları ve ilgili tarikatın önde gelen şahsiyetleri hakkında bilgi
verilir ve bu şahsiyetlerden nakledilen kerametler anlatılır. Ayrıca
tarikatlarına dayanak oluşturan delilleri ve maksatları açıklanır.
Bu konuda geniş bilgi edinmek isteyenler o eserlere başvurabilirler.
Bu tarikatları ve yolları ayrıntılı biçimde inceleyerek doğru olanın
doğruluğunu vurgulamanın ve bozuk olanını eleştiri süzgecinden
geçirmenin yeri burası değildir. Bu kitabın beşinci cildinde
yaptığımız bir inceleme bu konuda yararlı olabilir.1 Burada söylediklerimiz,
nefsi bilme anlamı hakkında yapmak ihtiyacını duyduğumuz
araştırmanın özetidir.
Bilmek gerekir ki, nefis ile ilgili bir bilgi, amelî ve uygulamaya
yönelik bir gayedir. Bu konudaki tam bilgiye nazarî olarak değil,
1- [el-Mizân, c.5, Mâide Sûresi, 15.19. Ayetlerin Açıklaması Bölümü.]
Mâide Sûresi 105 .......................................................... 267
uygulama yolu ile bizzat içinde yaşanarak ulaşılabilir. Eski
teorisyenler tarafından düzenlenen psikoloji bilgisi asla bu marifetle
ilgili bir çözüm getirmez. Son zamanlardaki bilginler tarafından
müfredatı düzenlenen pratik ve uygulamaya dönük psikoloji
bilim dalı ise, eski âlimlerin tasniflerine göre ahlâk ilminin bir alt
bölümüdür. Hidayet Allah'tandır.