KUR'AN VE SÜNNET'TE HZ.İSA (AS)
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com

 

KUR'AN VE SÜNNET'TE HZ.İSA (AS)


Al-i İmran:79 "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara; "Allah'ı bırakıp bana kul olun."

AYETLERLE İLGİLİ TAMAMLAYICI BİRKAÇ KONU

1-İsa ve Annesinin Kıssası Kur'an'da Nasıl Geçer?

2-İsa'nın Allah Katındaki Yeri ve Kendisinin
Tanımladığı Konumu

3- Hz. İsa Ne Söyledi? Onun Hakkında Ne Söylendi?

4- Kur'an'ın Teslis İnancına Karşı Çıkışı

5- Hz. İsa Allah Katında Bir Şefaatçidir, İnsanların
İşledikleri Günahın Bedeli Değildir


Hıristiyanların iddiaları ve cevaplar

6- Bu Görüşler Nereden Kaynaklandı?

7- Ehl-i Kitap, Hangi Kitaba Mensuptur? O Kitap, Nasıl Bir
Kitaptır?

TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA

1- Bugünkü Tevrat'ın Öyküsü:

2- Hz. İsa'nın ve İncil'in Öyküsü

Matta İncili:

Markos İncili:

Luka İncili:

Yuhanna İncili:

Hıristiyanlık dininin yaşadığı serüvenin özeti ve bunun amaçları:

Amaç-1
Amaç-2
Amaç-3

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

SONUÇ: HZ.İSA'YA (as) NE OLDU ?

 

"Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara; "Allah'ı bırakıp bana kul olun." desin."

Ayetin orijinalinde geçen "beşer" sözcüğü, "insan" sözcüğünün
anlamdaşıdır. Hem tekil, hem de çoğul anlamında kullanılır.
Dolayısıyla tek bir insana da, insan topluluğuna da "beşer"
denebilir.


"Hiçbir insan..." Ayetin orijinalindeki "beşer" sözcüğünün başındaki
"lam" harfi "mülkiyet" bildirir. Demek isteniyor ki, hiçbir
beşer böyle bir şeye malik değildir. Yâni, hiçbir beşerin böyle bir
hakkı yoktur. Şu ayetlerdeki kullanım buna ilişkin bir örnektir: "Bu
konuda söz söylememiz bize yakışmaz."
(Nur, 16) "Hiçbir peygambere, emanete ihanet yaraşmaz." (Âl-i İmrân, 161)

"Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik versin de..."
ifadesi, cümle içinde "kane" edatının ismi konumundadır. Ancak
bu ifade daha çok kendisinden sonraki "sonra o, insanlara... de-
sin." ifadesi için bir hazırlık niteliğindedir. Cümlede yer almaması
durumunda da anlamın tamam olması mümkün olmasına karşın
böyle bir hazırlık nitelikli ifadeye yer verilmesi, "Hiçbir insana
yakışmaz ki..." sözüne farklı bir anlam kazandırmaya yöneliktir.
Eğer; "Hiçbir insana yakışmaz ki, insanlara... desin." şeklinde bir
ifade kullanılsaydı, bunun anlamı
şöyle olurdu: "Bunu fısk ve azgınlık
sonucu söylemesi mümkün olsa da ona böyle bir hak verilmemiştir."
Ancak; "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine
kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara... de-
sin." şeklinde bir ifade kullanıldığında şöyle bir anlam elde edilmiş
olur: "Allah'ın ona bilgi ve bu bilgiye yönelik derin kavrayış
(fıkıh) vermesi, onu Rabbani terbiyeyle eğitmesi, onun kulluk tavrının
dışına çıkmasına izin vermez; hakkı olmayan, yetkisinde bulunmayan
bir davranışta bulunmasına müsaade etmez."

Nitekim yüce Allah Hz. İsa (a.s) hakkında bir başka yerde şöyle
buyuruyor: "Allah; "Ey Meryem oğlu İsa!" dedi, "Sen mi insanlara;
"Allah'tan başka, beni ve annemi iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni
tenzih ederim. Hakkım olmayan bir sözü söylemek bana
yakışmaz." dedi." (Mâide, 116)

Buradan hareketle, "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine
kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra o, insanlara...
desin." ifadesi yerine; "Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik
verdiği hiçbir insana yakışmaz ki, insanlara... desin."


..........................................185

ifadesinin kullanılmamasının hikmetini kavrıyoruz. Çünkü ikinci
ifade, böyle bir şeyin onun için yasanmadığını, onun buna hakkı
olmadığını bildirir. Ama birinci ifade, bunun kesinlikle imkansız
olduğunu, yâni, Rabbani eğitim ve ilahi hidayetin amacından asla
sapmayacağını bildirir. Şu ayet de bu anlamı vurgulamaya yöneliktir:
"Bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz
kimselerdir. Eğer onlar (yâni Peygamberimizin kavmi), bunları
tanımayıp inkar ederlerse, zaten biz, bunları inkar etmeyen bir
topluluğu bunlara vekil kılmışızdır." (En'âm, 89)

Bu anlamı kısaca şu şekilde ifade edebiliriz: Bir insanda bu ilahi
nimetler ile onun insanları kendisine kul olmaya davet etmesi
bir arada olmaz. Yâni, hem bir insana kitap, hüküm ve peygamberlik
verilecek, hem de o, insanlara; "Allah'ı bırakıp bana kul olun."
diyecek; bu, olur bir şey değildir. Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz
ayet, akışı itibariyle bir açıdan şu ayete benzemektedir:
"Ne Mesih, Allah'ın bir kulu olmaktan çekinir, ne de yakınlaştırılmış
melekler... Çekinip büyüklük taslayanlarıysa, acı bir azapla
azaplandıracaktır ve onlar kendileri için Allah'tan başka bir koruyucu
dost ve yardımcı bulamayacaklardır."
(Nisâ, 172-173) Bu
ayetten şu anlam elde ediliyor: Mesih ve yakınlaştırılmış melekler,
Allah'a ibadet etmekten çekinmeyecek kadar yücedirler, saygındırlar.
Çünkü Allah'a ibadet etmekten çekinmek, acı azabı gerekli
kılar. Oysa yüce Allah, saygın peygamberlerine ve yakınlaştırılmış
meleklerine azap etmekten münezzehtir.

Eğer desen ki: "...sonra o, insanlara... desin." ifadesinde yer
alan "sonra" sözcüğü tehir ifade eder. Bu da, sizin yukarıda işaret
ettiğiniz beraberlikle çelişen bir durumdur.

Ben de derim ki: Bizim işaret ettiğimiz beraberlik, anlamdan
çıkan sonuçtur. Bir zamanla sınırlı olan, bitişik zamanlarda bulunan
iki şey arasında beraberlikten ve birliktelikten söz etmek
mümkün olduğu gibi, ardışık zamanlarda olan iki şey arasında da
bir tür beraberlikten söz edilebilir.


186...........................................................................

"Allah'ı bırakıp bana kul olun." ifadesine gelince; ayette geçen
"i-bad" kelimesi, "abiyd" gibi "abd"in çoğuludur. "İbad" ile "abiyd"
arasındaki fark şudur: "İbad", çoğunlukla yüce Allah'a nispet edilen
hususlarda kullanılır. Örneğin; "ibadullah" (Allah'ın kulları) denilmesine
karşın genellikle "ibadunnas" denmez. Daha çok
"abiydunnas" (insanların köleleri, kulları) denir. "...bana kul olun."
ifadesinin "Allah'ı bırakıp" sözüyle kayıtlandırılması zorunlu bir
kayıttır. Çünkü yüce Allah, ancak sırf kendisine yönelik olan ibadeti
kabul eder. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: "Haberin olsun;
halis olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler;
"Biz, bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz." derler. Elbette Allah, ihtilaf ettikleri şeyler hakkında
aralarında hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, inkarcı
kimseyi hidayete erdirmez." (Zümer, 3) Burada yüce Allah, Allah'a
yakınlaşma, Allah'a yönelik tevessül edinme ya da Allah katında
şefaatçi bulma gerekçesiyle bile olsa, Allah'a yönelik ibadetle birlikte
başkasına da ibadet eden kimselerin ibadetlerini reddetmiştir.

"Ama (o şöyle der:) "Kitabı öğrettiğiniz ve okuduğunuz için Rabbaniler
olunuz." "Rabbani" sözcüğü "Rabbe mensup" demektir. Burada
fazladan "elif" ve "nun" harflerine yer verilmiştir ki, (yâni
"Rabbiyy" yerine "Rabbani" denilmiştir ki) tebcil anlamını ifade
etsin. Gür sakallı birine ("lehyiyy" yerine) "lehyani" denilmesi gibi.
Şu halde "Rabbani"nin anlamı, "kendini şiddetle Rabbe tahsis
eden, O'na ibadet etmekle, kulluk sunmakla çok uğraşan"dır. Aye-
tin orijinalinde geçen "bima kuntum" ifadesinin başındaki "ba"
harf-i cerri nedensellik, "ma" harfi de mastarlık bildirir. Dolayısıyla
ifade için "der" sözcüğü de takdir edilerek şu şekilde anlamlandırılır:
"Ama o der ki: Kitabı insanlara öğrettiğiniz ve onu kendi aranızda
okuduğunuz için Rabbaniler olunuz."

"Okumak" olarak anlamlandırdığımız "diraset" sözcüğü, "öğretmek"
ten dar kapsamlıdır. Bu kavram, genellikle kitaptan oku


..........................................187

yarak öğrenmek anlamında kullanılır. Ragip el-İsfahani der ki:
"Derese'd-daru, evin izi, eseri kaldı demektir. Bir şeyin izi ve eserinin
kalması, kendisinin silinmesi demektir. Bu yüzden "durus"
sözcüğü, "silinme" olarak açıklamıştır. Yine "derese'l-kitabu" ifadesi
de bu şekilde anlamlandırılmıştır. "Derestu'l-ilme", izini, eserini
hıfzetmek suretiyle ilmi elde ettim, demektir. İlmin izi ve eserinin
elde edilmesi, sürekli okumakla sağlandığına göre bu kelime,
sürekli okumak anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "ve deresû mafîhi=İçinde olanı okudular da." (A'râf,
169) "Kitabı öğrettiğiniz ve okuduğunuz için..." (Âl-i İmrân, 79) "ma
ateynahum min kutubin yedrusûneha=Biz onlara okuyacakları
kitaplar vermemiştik." (Sebe', 44)" Ragıp'tan nakledilen alıntı burada
sona erdi.

Sözün özü: Durumu bundan ibaret olan bir insan, sizi öğrettiğiniz
ve okuduğunuz kitabın içerdiği ilahi temel bilgilere iman etmeye,
onlara kesin bir inançla bağlanmaya, kitabın kapsadığı üstün
ahlak ve huyları edinmeye, insanları çağırdığınız salih amelleri
işlemeye çağırır ki, bu şekilde Rabbinize kuvvetle bağlanasınız ve
Rabbani alimler olasınız.

Ayette geçen "öğrettiğiniz ve okuduğunuz..." sözünün geçmiş
zaman kipiyle kurulmuş olması, bu işin gerçekten yapıldığına delalet
eder. Bu da gösteriyor ki ayet, kitap ehlinden Hıristiyanların;
İsa'nın onlara, kendisinin Allah'ın oğlu -Hıristiyanlar arasındaki
farklı yorumlarıyla- ve kelimesi olduğunu söylediği yönündeki iddialarını
çürütmeye yöneliktir. Şöyle ki: İsrailoğullarının elinde semavi
bir kitap vardı; bu kitabı öğretiyor ve okuyorlardı. Ancak onlar,
tahrif ve değiştirmeye kadar varan bir şekilde bu kitap konusunda
ayrılığa düşmüşlerdi. Hz. İsa (a.s) da, onların kitapla ilgili
olarak ihtilaf ettikleri bazı
şeyleri onlara açıklamak ve onlara ha-
ram kılınan bazı
şeyleri onlara helal etmek üzere gönderilmişti.
Kısacası; onları, okuyup anlama ve öğretme görevlerini hakkıyla


188...........................................................................

yerine getirmeye, yâni Allah'ın kitabını öğreten ve anlamak için
okuyan Rabbaniler olmaya davet etmek üzere gönderilmişti.

Ayetin bir şekilde Peygamber Efendimize uyarlanması da
mümkündür. Çünkü onun davetinin de Allah'ın kitabının öğreten
ve okuyan Ehl-i Kitapla ilgisi vardı. Ancak Hz. İsa'ya uyarlanması
önceliklidir. Çünkü onun risaleti, Resulullah Efendimizin (s.a.a)
aksine, sırf İsrail-oğullarına özgüydü.

Nuh, İbrahim ve Musa gibi kitap ve şeriat sahibi çığır açıcı
(ulu'l-azm) diğer peygamberlere gelince; ayetin işaret ettiği hususun
onlarla bir ilgisi yoktur.

"Ya da size, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretsin."
Bu ifadedeki "emretsin" sözü, orijinalini mensup olarak
(ye'murekum) okuyan meşhur kıraate göre, önceki ayetteki "de-
sin" (yekûle) sözüne atfedilmiştir. Nitekim, Sabiiler gibi Ehl-i Kitap
kapsamına giren bazı gruplar meleklere tapıyor ve bunu dinsel
çağrıya dayandırıyorlardı. Yine cahiliye Arapları da meleklerin Allah'ın
kızları olduklarını söylerken, bir yandan da Hz. İbrahim'in

(a.s) dini üzerine olduklarını söylemekten de geri kalmıyorlardı.
Melekleri Rabler edinmekle ilgili nesnel durum bundan ibarettir.
Peygamberlerin Rabler edinilmesine gelince; Yahudilerin Uzeyr
ile ilgili yaklaşımları buna bir örnektir. Kur'an'da onların; "Uzeyr,
Allah'ın oğludur." (Tevbe, 30) dedikleri hikaye edilir. Oysa Hz. Musa

(a.s) böyle bir yaklaşım içine girmelerine izin vermemiştir. Tevrat'ta
da Rabbin tekliğinden başka bir şey anlatılmaz. Musa böyle bir
şeye cevaz vermiş olsaydı, onu emretmiş olurdu. Allah'ın peygamberini
böyle bir şeyden tenzih ederiz.
İki ayet arasında, yâni "...sonra o, insanlara; "Allah'ı bırakıp
bana kul olun." desin." ifadesiyle, "Ya da size, melekleri ve peygamberleri
Rabler edinmenizi emretsin." ifadesi arasında ifade
akışı açısından iki farklılık vardır: Birincisi: Birinci ayette kendilerine
emir yöneltilenler, insanlardır; ikincisinde ise, muhataplardır.


..........................................189

İkincisi: Birinci ayette emredilen şey, kulluk sunmak; ikincisinde
ise, Rabler edinmektir.

Birincisinin gerekçesine gelince; ifadenin akışı, Hıristiyanların
Hz. İsa'ya kulluk sunmalarına, onun açıkça ilah olduğunu
söylemelerine ve bunu onun yaptığı çağrıya dayandırarak, İsa'nın
kendilerine; "Bana kul olun." dediğini iddia etmelerine yönelik bir
itiraz niteliğindedir. Bu, İsa'dan başkaları hakkında söylenen
anlamıyla, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmekten
farklıdır. Çünkü melekler ve peygamberler hakkında söylenen,
sadece gerekleri itibariyle ilahlıkla çelişmektedir, açıktan değil. Bu
yüzden de "ilahlar" denilmemiş, "Rabler" denilmiştir.

İkincisinin gerekçesine gelince de; "...bana kul olun." ile
"...Rab-ler edinmenizi emretsin." ifadeleri, emir olmaları nedeniyle
birilerini ilgilendirecekse, öncelikle kitap ehlinden ve Araplardan
bu ayetlere muhatap olanları ilgilendirmesi gerekir. Ancak ne
var ki, ilk ayette "desin" ifadesi geçiyor. "Demek", "söylemek" ise
yüz yüze konuşmayı gerektirir. Oysa ayetin indiği sırada hazır bulunanlar
bu olayın gerçekleştiği sırada hazır değildiler. Dolaysıyla,
"sonra size... desin" şeklinde bir ifade kullanılamayacağına göre,
"sonra insanlara... desin." ifadesinin kullanılması bir zorunluluktur.

Ama ikinci ayette geçen "emir" lafzı için farklı bir durum söz
konusudur. Çünkü "emir" yüz yüze konuşmayı her zaman için
gerektirmez. Karşı tarafın hazır olmaması durumunda da "emir"
gerçekleşebilir. Dolayısıyla, ulusal kan bağının devam etmesi durumunda
bir ulusun geçmiş kuşaklarına yöneltilen emir, sonraki
kuşakları için de geçerlidir, onları da ilgilendirir. Oysa "söyleme"
lafzı için bu durum söz konusu değildir. Çünkü "söyleme" kavramı,
ona "sırf anlatma" gibi bir anlam kazandırmazsak, ilk önce akla
gelen anlamı itibariyle ancak "sesi duyurmak"la gerçekleşebilir.
Bu da, yüz yüze konuşmayı, hazır bulunmayı gerekli kılar.


190...........................................................................

Dolayısıyla bu ayetlerin akışında asıl olan, hazır bulunmak ve
top-luluğa hitap etmektir. "Ya da size... emretsin." ifadesinde olduğu
gibi.

"Artık siz Müslüman olduktan sonra, size küfrü mü emredecek?"
Ayetin zahiri, kitap ehlinden peygamberliğe inanan veya "hanif"
olduklarını iddia eden cahiliye Arapları gibi kendilerini peygamberlere
nispet eden herkese yönelik bir hitap olduğunu gösteriyor.
İfade, varsayıma ve takdire dayalı olarak söylenmiştir. Dolayısıyla
şöy-le bir anlam elde ediyoruz: Siz, ancak kendisine kitap, hüküm
ve peygamberlik verilen bu insanın çağrısına olumlu karşılık verdiğinizde
Allah'a teslim olanlar (Müslümanlar), İslam ziynetiyle
süslenenler, onun boyasıyla boyananlar olursunuz. Bu durumda
onun size küfrü emretmesi, sizi yüce Allah'ın izniyle ilettiği doğru
yoldan saptırması nasıl mümkün olabilir?!

Buradan hareketle anlıyoruz ki, "İslam"dan maksat, bütün
peygamberler tarafından tebliğ edilen Allah'ın tek dini olan tevhit
dinidir. "İslam" kavramını içeren ayetlerin, bu anlamı vurgulamaya
dönük olması da bunu gösterir: "Allah katında din, İslam'dır." (Âl-i
İmrân, 19) İleride tefsirini sunacağımız şu ayet de buna örnek gösterilebilir:
"Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?... Kim İslam'dan
başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O,
ahirette de kayba uğrayanlardandır." (Âl-i İmrân, 83-85)

Bazı tefsir bilginleri, ayetlerin nuzül sebebine ilişkin bir rivayete
dayanarak, "Hiçbir insana yakışmaz ki..." diye başlayan iki ayette
kastedilenin Peygamber Efendimiz (s.a.a) olduğunu söylemişlerdir.
Bu rivayette özetle şöyle deniyor: "Ebu Rafi el-Kurazi ve
Necran Hıristiyanlarından bir adam Peygamber Efendimize dediler
ki: "Sen bizden, sana ibadet etmemizi mi istiyorsun, Ey Muhammed?"
Bunun üzerine yüce Allah, "Hiçbir insana yakışmaz ki..."
diye başlayan iki ayeti indirdi. Söz konusu müfessirler, bu görüşlerini,
iki ayetin sonunda yer alan "Artık siz Müslüman olduktan


..........................................191

sonra..." ifadesiyle destekliyorlar. Çünkü İslam, Hz. Muhammed'in

(s.a.a) getirdiği dindir diye.
Ne var ki, bu değerlendirmede, Kur'an terminolojisinde bütün
peygamberlerin tebliğ ettikleri tevhit dini anlamında kullanılan
"İslam" kavramıyla, Kur'an'ın iniş döneminden sonraki dönemlerde
Müslümanlar arasında kullanılan "İslam" kavramı birbirine karıştırılmıştır.
Ki biz, daha önce bu hususta birtakım açıklamalarda
bulunduk.

AYETLERLE İLGİLİ TAMAMLAYICI BİRKAÇ KONU

1-İsa ve Annesinin Kıssası Kur'an'da Nasıl Geçer?

İmran'ın karısı, Mesih'in annesi İmran kızı Meryem'e hamile
kalır. Karnındaki bebeği, doğurduğu zaman özgür kılınmış olarak
mescide hizmet etmek üzere adar. O, karnındaki bebeğin erkek
olduğunu sanır. Çocuğu doğurup kız olduğunu anlayınca üzülür, iç
geçirir. Sonra ona, "hizmet eden kadın" anlamına gelen "Meryem"
adını verir. Meryem doğmadan önce babası ölür. Annesi onu mescide
getirir ve kahinlere teslim eder. Hz. Zekeriya da aralarındadır.
Onun sorumluluğunu yüklenme hususunda birbirleriyle tartışırlar.
Sonunda kura çekme hususunda anlaşırlar. Kura amacıyla oklar
çektiklerinde kura Zekeriya'ya çıkar. Bunun üzerine Zekeriya onun
sorumluluğunu üstlenir. Erişkinlik çağına gelince, onu diğer kahinlerden
ayıracak şekilde araya bir perde çekerler. Meryem bu özel
bölmede Allah'a ibadet ederdi. Sadece Zekeriya yanına girebilirdi.
Zekeriya mihrapta onun yanına girdiği her seferinde yanında bir
rızk bulurdu. Zekeriya; "Bunlar sana nereden geldi ey Meryem?"
diye sorardı. O da; "Allah katından. Allah dilediğine hesapsız rızk
verir." cevabını verirdi. Meryem (s.a) doğru sözlüydü. Allah tarafından
günahlardan korunmuştu, masumeydi. Tertemizdi, arınmış ve
seçilmişti. Meleklerin konuştuğu bir muhaddesti. Melekler ona;


192...........................................................................

"Allah seni seçti ve arındırdı." demişlerdi. O, Rabbine gönülden
boyun eğendi ve Allah'ın alemlere olan ayetlerindendi. (Âl-i İmrân,
35-44; Meryem, 16; Enbiya, 91; Tahrim, 12)

O, kendisine ayrılan özel bölmesinde bulunduğu bir sırada yüce
Allah ona Ruh'u (Cebrail) gönderdi. Ruh ona normal bir insan
olarak göründü. Ruh, Allah tarafından kendisine elçi olarak gönderildiğini
ve görevinin Allah'ın izniyle ona babasız olarak bir çocuk
bahşetmek olduğunu söyledi. Çocuğunun göstereceği göz
kamaştırıcı mucizeleri müjdeledi. Yüce Allah'ın, onun oğlunu Ruhul
Kudüs'le destekleyeceğini, ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i
öğreteceğini, yüce Allah'ın apaçık ayetler desteğinde onu
İsrailoğullarına elçi olarak göndereceğini haber verdi. Onun misyonunu
ve kıssasını anlattı. Sonra Ruh ona üfledi. Böylece normal
bir şekilde gebe kalan bir kadın gibi çocuğuna gebe kaldı. (Âl-i

İmrân, 45-51)

Sonra Meryem, onunla ıssız bir yere çekildi. Doğum sancıları
onu bir hurma dalına doğru sürükledi. "Keşke bundan önce ölseydim
de hafızalardan silinip unutuluverseydim." dedi. Altından bir
ses ona şöyle seslendi: "Üzülme, Rabbin senin ayağının altında
bir ark akıtmıştır. Hurma dalını kendine doğru salla, üzerine henüz
oluşmuş taze hurma dökülüverir. Ye, iç gözün aydın olsun.
Eğer insanlardan birini görürsen, ona; "Ben Rahman olan Allah'a
oruç adadım, bugün hiç kimseyle konuşmayacağım." de. Böylece
onu taşıyarak kavmine geldi." (Meryem, 20-27) Meryem'in İsa'ya
hamile kalması, onu doğurması, İsa'nın konuşması ve diğer varoluşsal
özellikleri diğer insanlardan farklı değildi.

Kavmi onu bu halde görünce, onu kınamaya, ayıplamaya
başladılar. Çünkü karşılarında gördükleri manzara, bir kadının
kocasız olarak gebe kalıp bir çocuk doğurmuş olmasıydı. Dediler
ki: "Ey Meryem, sen gerçekten şaşılacak bir iş yaptın. Ey
Harun'un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen
de azgın, utanmaz bir kadın değildi." Bunun üzerine Meryem
çocuğu gösterdi. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla biz


..........................................193

terdi. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?!"
Çocuk şunları söyledi: "Şüphesiz ben, Allah'ın
kuluyum. Allah bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı. Nerede
olursam olayım, beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm sürece, bana
namazı ve zekatı vasiyet etti; anneme itaati de. Ve beni mutsuz
bir zorba kılmadı. Selam üzerimdedir doğduğum gün, öleceğim
gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağım gün." (Meryem, 27-33)

Hz. İsa'nın henüz beşikteyken yaptığı bu konuşma, ileride zulme
ve azgınlığa karşı gerçekleştireceği hareketin, Musa'nın (a.s)
şeriatını yeniden canlandırıp pekiştireceğinin, silikleşen kavramları
yenileyece-ğinin ve hakkında ihtilafa düştükleri ayetleri onlara
açıklayacağının bir ön işareti, parlak bir haykırışı niteliğindeydi.

Sonra İsa (a.s) büyüdü, delikanlılık çağına geldi. O ve annesi,
herkes gibi yiyip içiyorlardı. Yaşadıkları sürece diğer insanlarda
bulunan varoluşsal arazlar, özellikler onlarda da vardı.

Sonra Hz. İsa'ya İsrailoğullarına tebliğ etmek üzere risalet,
peygamberlik verildi. O da bu misyonu yüklenir yüklenmez, onları
tevhit dinine davet etti. Şöyle diyordu: "Ben size Rabbinizden bir
ayetle geldim. Ben sizin için kuşşeklinde çamurdan bir şey yapar,
sonra onun içine üflerim ve o Allah'ın izniyle bir kuş oluverir. Allah'
ın izniyle doğuştan körü, alacalıyı iyileştiririm, ölüleri diriltirim.
Yediklerinizi ve evlerinizde depoladıklarınızı size haber veririm.
Bunda sizin için bir ayet vardır. Hiç kuşkusuz, Allah, benim de, sizin
de Rabbinizdir. Şu halde O'na ibadet edin."

Hz. İsa (a.s) İsrailoğullarını getirdiği yeni şeriata çağırıyordu.
Bu şeriatın özü, Hz. Musa'nın şeriatını tasdik etmekti. Ancak, Yahudilere
zorluk olsun diye Tevrat'ta haram kılınan bazı
şeylere ilişkin
hükümleri de yürürlükten kaldırıyordu. Diyordu ki: "Ben size
hikmet getirdim. Hakkında ihtilafa düştüğünüz bazı konuları size
açıklamak için geldim." Yine diyordu ki: "Ey İsrailoğulları, ben Allah'ın
size gönderdiği elçisiyim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik et


194...........................................................................

mek ve benden sonra gelecek adı Ahmed olan peygamberi müjdelemek
üzere gönderildim."

Hz. İsa (a.s), kuş yaratmak, ölüleri diriltmek, doğuştan kör
olanları ve alaca hastalığına yakalananları iyileştirmek ve gizli
olan bazı
şeyleri haber vermek gibi sözünü ettiği tüm mucizeleri,
Allah'ın izniyle gerçekleştirdi.

İsrailoğullarının iman etmelerinden ümidini kesinceye kadar
onları Allah'ın birliğine ve yeni şeriatına davet etti. Soydaşlarının
dik başlılıklarını, inatlarını, kahinlerin ve hahamların büyüklük
taslamalarını görerek inanmalarından ümidini kesince, kendisine
inanan bir avuç havariyi Allah'ın dininin yardımcıları olarak seçti.

Sonra Yahudiler onu öldürmek amacıyla ayaklandılar. Bunun
üzerine Allah onu aldı ve katına yükseltti. Yahudiler birilerini ona
benzettiler. Bazıları; "Biz onu öldürdük.", bazıları da; "Biz onu as-
tık." dediler. Fakat doğrusu onlar karıştırıyorlardı. (Âl-i İmrân, 45-58;
Zuhruf, 63-65; Saff, 6-14; Mâide, 110-111; Nisâ, 157-158) Kur'an'ın İsa ve
annesiyle ilgili değerlendirmesi özetle bundan ibarettir.

2-İsa'nın Allah Katındaki Yeri ve Kendisinin
Tanımladığı Konumu

O, Allah'ın bir kuluydu ve peygamberdi. (Meryem, 30)
İsrailoğulla-rına gönderilmiş bir elçiydi. (Âl-i İmrân, 49) Şeriat ve kitap
sahibi beş çı-ğır açıcı (ulu'l-azm) peygamberden biriydi. Kendisine
kitap olarak İn-cil verilmişti. (Ahzab, 7; Şurâ, 13; Mâide, 46) Yüce
Allah onu "Mesih İsa" olarak isimlendirmişti. (Âl-i İmrân, 45) Allah'ın
kelimesi ve O'ndan bir ruhtu. (Nisâ, 171) İmamdı. (Ahzab, 7) Ameller
tanıklarındandı. (Nisâ, 159; Mâide, 117) Resulullah Efendimizin (s.a.a)
müjdeleyicisiydi. (Saff, 6) Dünya ve ahirette gözdeydi, yakınlaştırılmışlardandı.
(Âl-i İmrân, 45) Se-çilmişlerdendi. (Âl-i İmrân, 33) Seçkinlerden
ve salihlerdendi. (En'âm, 85-87) Nerede olursa olsun mübarek
kılınmıştı. İnsanlar için bir ayet ve Allah'tan bir rahmetti. An


..........................................195

nesine karşı itaatkardı. Üzerine selam edilen-lerdendi. (Meryem, 1933)
Allah'ın kitap ve hikmet öğrettiklerindendi. (Âl-i İmrân, 48) Vela-
yet makamına ilişkin bu yirmi iki nitelik, yüce Allah'ın bu ulu peygamber
için saydığı ve bunlar vasıtasıyla derecesini yükselttiği
vasıflardır. Bu nitelikler iki kısımdır. Bir kısmı, kulluk, yakınlık ve
salihlik gibi kesbidir, kazanmaya, çalışmaya bağlıdır. Diğer bir
kısmı ise, vehbidir, ona özgü niteliklerdir. Bunların her birini, anladığımız
kadarıyla kitabın akışı içinde yeri geldikçe açıklamışızdır.
Daha ayrıntılı bilgi için adı geçen açıklamalara başvurulabilir.

3- Hz. İsa Ne Söyledi? Onun Hakkında Ne Söylendi?

Kur'an, İsa'nın elçi olarak görevlendirilmiş bir kul olduğunu
söyler. Onun kendisiyle ilgili olarak daha sonraları ortaya atılan
yakıştırmaları kendisine nispet etmediğini vurgular. Muhataplarına
sadece risaletten söz ettiğini belirtir. "Allah; "Ey Meryem oğlu
İsa!" dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan başka, beni ve annemi
iki ilah edinin." dedin?" O; "Seni tenzih ederim." dedi, "Hakkım
olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söylediysem,
mutlaka bilmişsindir. Sen, benim nefsimde olanı bilirsin,
ama ben senin zatında olanı bilmem. Hiç kuşkusuz sen, tüm gizlilikleri
bilensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim,
"Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin."
dedim. İçlerinde olduğum sürece de onlara şahittim. Sen beni
alınca, üzerlerindeki gözetleyici sendin. Zaten sen her şeye şahitsin.
Onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar senin kullarındır.
Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin, hikmet sahibisin."
Allah; "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür."
dedi." (Mâide, 116-119)

Bu ifadeler son derece ilginçtir. Kulluğun özünü içeriyor. İsa'nın
Rabbi karşısında kendisine biçtiği yeri yansıtan göz kamaştırıcı
edep tavrını kapsıyor. Onun insanlar ve amelleri karşısında kendisini
nasıl bir yerde gördüğünü ifade ediyor. Bu ayetlerde çizilen


196...........................................................................

tabloda, onun kendisini Rabbi karşısında bir kul olarak gördüğü
anlatılıyor. Tek görevi, Rabbinin buyruğunu yerine getirmek ve O'nun
emirlerine uymaktır. Ne yaptıysa ilahi bir emir doğrultusunda
yapmıştır, ne söylediyse Rabbani bir buyrukla söylemiştir. Tek ve
ortaksız Allah'a kulluk sunmaktan başka bir çağrıda bulunmamıştır.
Kendisine ne emredilmişse, insanlara da onu söylemiştir. "Benim
de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." de-
miştir.

İnsanlar karşısında, onların amellerine tanıklık etmekten başka
bir yükümlülüğü yoktu. İnsanların Allah'ın huzuruna döndükleri
gün, onlara ne yapacağı, nasıl davranacağı konusunda yapabileceği
bir şey yoktur. Allah dilerse onları bağışlar, dilerse onlara a-
zap eder.

Eğer desen ki: Şu halde, daha önce şefaat konusunu işlerken,
Hz. İsa'nın (a.s) da kıyamet günü şefaat edecek ve şefaati kabul
edilecek kişilerden olduğuna ilişkin söylenen söz ne anlam ifade
eder?

Buna cevap olarak derim ki: Kur'an'ın bu konudaki ifadesi a-
çık veya açığa yakındır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:
"O'nun dışında taptıkları, şefaatte bulunmaya malik değildirler;
ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka." (Zuhruf, 86) Hz. İsa
hakkında da şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü de o, onların aleyhine
şahit olacaktır." (Nisâ, 159) "Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı
ve İncili öğrettim." (Mâide, 110) Daha önce şefaatin anlamıyla ilgili
olarak yeterli açıklamalarda bulunduk. Bu ise, Hıristiyanların ileri
sürdükleri kendini feda etme olayından tamamen farklıdır. Çünkü
fidye ve karşılık olayında cezanın ortadan kaldırılması söz konusudur.
İleride açıklayacağım gibi bunun anlamı, mutlak ilahi otoritenin
geçersiz kılınmasıdır. Ayet, bunu olumsuzluyor. Şefaate gelince;
ayette olumlu ve olumsuz yönde bununla ilgili bir değerlendirmeye
yer verilmiyor. Çünkü eğer, ayet şefaatin ispatıyla ilgili


..........................................197

olsaydı, konunun akışıyla bağdaşmayacağı bir yanda dursun,7 ifadenin
şu şekilde kurulması gerekirdi: "Onları bağışlarsan da, şüphesiz
sen, bağışlayansın, rahimsin." Yok eğer, şefaatin olumsuzlaşmasıyla
ilgili olsaydı, bu durumda insanlara şahit olmasından
söz edilmesinin bir anlamı olmazdı. Şimdilik bu şekilde genel bir
açıklamada bulunuyoruz. İnşallah ayetleri tefsir ederken daha
detaylı değerlendirmelere yer vereceğiz.

İnsanların Hz. İsa'yla ilgili olarak söylediklerine gelince; her ne
kadar Hz. İsa'dan sonra insanlar çeşitli mezheplere bölündüler,
inanç ve ibadet tarzları arasında büyük farklılıklar baş gösterdi,
temel meselelerle ilgili ihtilafları sonucu yetmişi aşkın grup ortaya
çıktı ve mezheplerin kendi içindeki ayrılıkları sayılmayacak kadar
fazla olduysa da, ancak Kur'an-ı Kerim, sadece onların İsa ve annesiyle
ilgili olarak söylediklerinin üzerinde durur. Çünkü bunların
tevhidin temeliyle ilgisi vardır; Kur'an'ın davetinin ve dosdoğru fıtrat
dininin tek hedefi de tevhittir. Ayetlerin tahrifi ve İsa'nın insanların
günahlarının bağışlanması için feda edilmesi gibi ayrıntılara
gelince; Kur'an bunların üzerinde pek durmamıştır.

Kur'an-ı Kerim, kitap ehlinin Hz. İsa'yla ilgili sözlerine veya onlara
nispet ettiği nitelemelere şu şeklide yer verir: "Hıristiyanlar
da; "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler." (Tevbe, 30) Bu anlamı içeren
daha birçok ayet vardır. Mesela, şu ayetler gibi: "Dediler ki: "Rahman,
çocuk edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir." (Enbiyâ,
26) "And-olsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre
saptılar." (Mâi-de, 72) "Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür." diyenler
küfre saptılar." (Mâide, 73) "...Üçtür, demeyiniz." (Nisâ, 171)

Yukarıda sunduğumuz ayetler, zahirleri itibarıyla farklı anlamlar
ve içerikler kapsayan değişik ifadeler ihtiva ediyorlar. Bu yüzden
de bazıları, bunları değişik Hıristiyan mezheplerin yaklaşımla

7- Çünkü burada Allah'ın karşısındaki zelilliği önplana çıkarılıyor, Allah katında sahip olduğu makamlarından söz edilmiyor.


198...........................................................................

rına yorumlamışlardır.

8 Örneğin; Melikaniye mezhebi, Hz. İsa'nın
gerçekten Allah'ın oğlu olduğunu savunur. Nasturiler, inişin ve oğulluğun
nurun billur gibi şeffaf bir cisme yansımasına benzediğini
söylerler. Yakubiler, bunun bir tür dönüşüm olduğunu savunurlar.
Onlara göre, Tanrı kan ve ete dönüşmüştür. Allah bu tür yakıştırmalardan
yücedir.

Ancak Kur'an, doğrudan onların değişik mezheplerinin ayrıntılı
görüşleriyle ilgilenmez. Onların tümünün üzerinde birleştikleri bir
söz, yâni Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu iddiası üzerinde durur. Hz.
İsa'yı da yüce Tanrı gibi biri olarak değerlendirmelerini yoğun bir
şekilde eleştirir. Yine buna bağlı olarak geliştirilen "teslis" inancı
üzerinde durur. Bu konuda Hıristiyan mezheplerin farklı yorumlar
getirmeleri önemli değildir; tartışma ve çekişmelerin girdabına
girmiş olmaları da. Bunun kanıtı, Kur'an'da tümüne birden tek bir
eleştiri ve itirazın yöneltilmiş olmasıdır.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bugün mevcut bulunan Tevrat ve İnciller,
bir yandan Tanrının tekliğini açık bir dille ifade ederler; diğer
yandan İncil, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürer ve oğul
babadır, başka değil, der.

Hıristiyanlar, İncil'de geçen "oğul" kavramını onurlandırma ve
kutsama ifadesi olarak yorumlamaya yanaşmazlar. Oysa İncil'in
birçok yerinde, söz konusu kavram, açıkça bu anlamda kullanılmıştır.
Şurâda olduğu gibi: "Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı
sevin ve size eza edenler için dua edin ki, siz göklerde olan Babanızın
oğulları olasınız; zira o, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine
doğdurur; ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmurunu
yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne karşılığınız olur?
(Romalıların) Vergi mültezimleri de öyle yapmıyorlar mı? Ve yalnız
kardeşlerinizi selamlarsanız, fazla ne yapmış olursunuz? Putpe

8-Şehristani'nin, el-Milel ve'n Nihal'de yaptığı gibi.


..........................................199

restler de öyle yapmıyorlar mı? Bundan dolayı, semavî Babanız
kâmil olduğu gibi siz de kâmil olun." (Matta İncili, Bap 5 : 44-48.)9

Bir başka yerde şöyle der: "Sizin ışığınız insanların önünde
böyle parlasın da, sizin iyi işlerinizi görsünler, ve göklerde olan
Babanıza hamdetsinler." (Matta İncili, Bap 5 : 16.)

Yine der ki: "Sakının, insanlara salâhınızı onların önünde gösteriş
için yapmayın; yoksa göklerde olan Babanızın önünde karşılığınız
olmaz." (Matta İncili, Bap 6 : 1.)

Yine der ki: "İmdi siz şöyle dua edin: Ey göklerde olan Babamız,
İsmin mukaddes olsun." (Matta İncili, Bap 6 : 9.)

Yine der ki: "Çünkü insanlara suçlarını bağışlarsanız, semavî
Babanız da size bağışlar." (Matta İncili, Bap 6 : 14.)

Veya der ki: "Babanız nasıl merhametli ise, siz de merhametli
olun." (Luka İncili, Bap 6 : 36.)

Mecdelli Meryem'e şöyle der: "...fakat kardeşlerime git, ve onlara
söyle: Benim Babamın ve sizin Babanızın, benim Allahımın ve
sizin Allahınızın yanına çıkıyorum." (Yuhanna İncili, Bap 20 : 17.)

İncillerden aktardığımız bu parçalarda, yüce Allah hakkında
"baba" ifadesi, İsa ve diğer insanlara nispet bir onurlandırma niteliği
olarak kullanılıyor.

Bazı yerlerde ise, babalık ve oğulluğun birbirlerini tamamlar
şekilde birleştikleri anlamına gelen ifadelere yer verilir. Şu sözler
gibi: "İsa bu şeyleri söyledi ve gözlerini göke kaldırıp dedi: "Ey Baba,
saat geldi; Oğlunu taziz eyle ki, Oğul seni taziz etsin." Sonra
öğrencilerinden elçileri için dua eder ve şöyle der: "Yalnız onlar için
değil, fakat onların sözü ile bana iman edecek olanlar için de,

9- el-Mizan'ın Arapça orijinalinde, bu konuyla ilgili tüm alıntılar, Kitab-ı Mukaddes'in
Miladi 1811 yılında basılan Arapça çevirisinden yapılmıştır. Ancak biz,
bu alıntıları direkt olarak Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe çevrisinden yapmayı daha
uygun bularak, Kitabı Mukaddes Şirketi tarafından 1985 yılında İstanbul'da basılan
Türkçe çevrisini esas aldık. (Çev.)


200...........................................................................

hepsi bir olsunlar diye, yalvarıyorum; nasıl ki, ey Baba, sen bendesin,
ve ben de sendeyim, onlar da bizde olsunlar da, beni sen gönderdiğine
dünya iman etsin. Bana verdiğin izzeti ben de onlara
verdim ki, biz bir olduğumuz gibi, onlar da bir olsunlar; ben onlarda,
ve sen bende, ta ki, bir olmak üzere tamamlanmış olsunlar; ve
beni sen gönderdiğini, ve beni sevdiğin gibi onları sevdiğini dünya
bilsin." (Yuhanna İncili, Bap 17 : 1 ve 20-23.)

Ancak İncillerde yer alan bazı ifadelerin zahirleri, onları
onurlandırmaya yönelik nitelikler biçiminde yorumlamaya elverişli
değildirler. Şu ifadeler gibi:

"Tomas ona dedi: Ya Rab, nereye gidiyorsun bilmiyoruz, yolu
nasıl biliriz? İsa ona dedi: "Yol ve hakikat ve hayat benim; ben vasıta
olmadıkça, Babaya kimse gelmez. Eğer beni tanımış olsaydınız,
Babamı da tanımış olurdunuz; şimdiden onu biliyorsunuz, ve
gördünüz. Filipus ona dedi: Ya Rab, Babayı bize göster, ve bize o
yeter." İsa ona dedi: Bu kadar zaman sizin ile beraberdim de, beni
tanımadın mı, ey Filipus? Beni görmüş olan, Babayı görmüş olur;
sen nasıl: Babayı bize göster, diyorsun? İman etmiyor musun ki,
ben Babadayım Baba da bendedir? Ben size söylediğim sözleri
kendiliğimden söylemem; fakat bende duran Baba kendi işlerini
yapar. Bana iman edin, ben Babadayım, Baba da bendedir."

(Yuhanna İncili, Bap 14 : 5-11.)

"...çünkü ben Allahtan çıkıp geldim; çünkü ben kendiliğimden
de gelmedim; fakat o beni gönderdi." (Yuhanna İncili, Bap 8 : 42.)

"Ben ve Baba biriz." (Yuhanna İncili, Bap 10 : 30.)

Öğrencilerine der ki: "İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt e-
din, onları Baba ve Oğul ve Ruhülkudüs ismiyle vaftiz10 eyleyin."
(Matta İncili, Bap 28 : 19.)

10- Hıristiyanlarda, bir kimsenin günahlardan arınması için kutsal suyla yıkanması.
Kilisenin öngördüğü zorunluluklardan biridir.


..........................................201

"Kelâm başlangıçta var idi, ve Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm
Allah idi. O, başlangıçta Allah nezdinde idi. Her şey onun ile
oldu, ve olmuş olanlardan hiç bir şey onsuz olmadı. Hayat, onda
idi, ve hayat insanların nuru idi." (Yuhanna İncili, Bap 1 : 1-4.)

İncillerde yer alan bu ve benzeri ifadeler, Hıristiyanları birlik içinde
teslis inancını benimsemeye itmiştir.

Bundan maksat, hem Mesih'in Allah'ın oğlu olduğu iddiasını
korumak, hem de Mesih'in, öğretilerinde açıkça vurguladığı
tevhidi korumaktır. Çünkü Mesih'in tavsiyelerin başında şu gibi
ifadeler gelir: "Dinle, ey İsrail; Allahımız Rab bir olan Rabdir."

(Markos İncili, Bap 12 : 29.)

Makul bir veri olmasa da, Hıristiyanların dediklerinin özü şudur:
Zat bir cevherdir ve onun üç uknumu vardır. Uknumdan maksat
sıfattır. Ki bir şey onunla belirginleşir, başkalarından ayrılır.
Sıfat mevsuf-tan başka bir şey değildir. Sözü edilen üç uknum şunlardır:
Varlık uknumu, ilim uknumu -ki bu uknum kelâmdır- ve hayat
uknumu, yâni ruh.

Bu üç uknum; baba, oğul ve kutsal ruhtur. Birincisi, varlık uknumudur.
İkincisi, ilim ve kelâm uknumudur. Üçüncüsü, hayat uknumudur.
Oğul, yâni kelâm ve ilim uknumu, babasının yanından
inmiştir. Baba ise varlık uknumudur. Oğul inerken kutsal ruh onunla
beraberdi. O da, eşyayı aydınlatan hayat uknumudur.

Sonra, Hıristiyanlar arasında bu genellemenin ayrıntıları üzerinde
büyük ihtilaflar baş gösterdi. Bu yüzden parçalandılar, çeşitli
gruplara ve mezheplere bölündüler. Yetmişin üzerinde mezhep
ortaya çıktı. Ki-tabımızın ölçüleri çerçevesinde bunlara ilişkin ay-
rıntılı açıklamalar su-nacağız.

Yukarıda yaptığımız açıklamalar üzerinde düşünürsen, şunu
anlarsın: Kur'an-ı Kerim'in onlarla ilgili olarak anlattığı ve onlara
nispet ettiği; "Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler
küfre saptılar." veya; "Andolsun, "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler
küfre saptılar." ya da; "Üçtür, demeyin; sakının…" şeklin


202...........................................................................

deki ifadelerin tü-mü, tek bir anlama, yâni "birliğin üçlenmesi"
anlamına dönüktür ki, Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan bütün
mezheplerin ortak görüşüdür. Buna "birliğin üçlenmesi" anlamı
çerçevesinde değindik.

Sırf onlar arasında ortak olan bu nokta üzerinde durulmasının
sebebi, onların Hz. İsa ile ilgili olarak ortaya attıkları birçok görüşün
gelip dayandığı noktanın bu olmasıdır. Kur'an da eleştirilerinde
bunu esas alır.

4- Kur'an'ın Teslis İnancına Karşı Çıkışı

Kur'an, teslis inancını çürütürken iki yöntemi kullanır. Birincisi,
genel yöntem. Bu çerçevede yüce Allah'ın oğul edinmesinin
imkansızlığı vurgulanır. Oğul olduğu iddia edilenin Hz. İsa veya bir
başkası olması önemli değildir. İkincisi, özel yöntem. Bu çerçevede
Meryem oğlu İsa'nın oğul ilah olmadığı, aksine yaratılmış bir
kul olduğu vurgulanır.

Birinci yöntemin açıklaması: Oğulluğun ve doğurulmanın özü
şudur: İnsan, hayvan ve hatta bitki gibi maddi ve canlı varlıkların
öz maddesinden bir parça ayrılır. Sonra bu parça aşamalı bir eğitimle
kendi türünden ve ayrıldığı köke benzeyen ayrı bir birey haline
gelir. Buna bağlı olarak onda birtakım özellikler ve etkiler söz
konusu olur ki, ayrıldığı kökte bulunan özellikler ve etkilerin aynısıdır.
Hayvandan nutfenin, bitkiden de aşılanmayı sağlayan unsurun
ayrılması gibi. Sonra bu ayrılan parçanın eğitimine başlanır ve
aşamalı olarak, ayrıldığı köke benzeyen başka bir hayvan ve bitki
olması gerçekleştirilir.

Bilindiği gibi, yüce Allah hakkında böyle bir durumun söz konusu
olması mümkün değildir. Çünkü:

Birincisi: Bu durum, maddi bir cisim olmayı gerektirir. Yüce Allah
maddeden ve hareket, zaman ve mekan gibi maddenin
vazgeçilmez gereklerinden münezzehtir.


..........................................203

İkincisi: Yüce Allah mutlak uluhiyet ve rububiyete sahip olduğu
için diğer tüm varlıklar üzerinde mutlak egemenliğe sahiptir. O'nun
dışındaki her şey, var olmak için O'na muhtaçtır, varlığının
devam etemesi de O'na bağlıdır. Dolayısıyla, O'nun dışında, tür
olarak O'na benzeyen, özü itibariyle O'ndan ayrı olan bir şeyin varlığı
tasavvur edilemez. O şeyin, O'na muhtaç olmaksızın aynı öze,
niteliklere ve hükümlere sahip olması düşünülemez.

Üçüncüsü: Doğurma ve doğurulmanın yüce Allah hakkında tasavvur
edilmesi, O'nun için aşamalı fiili gündeme getirir. Bu da,
O'nun madde ve harekete hakim olan kanunlarının egemenliği
altına girmesini gerektirir. Bu ise, olacak şey değildir. Çünkü, Allah'ın
iradesi ve dilemesiyle gerçekleşen şeyler, mühletsiz ve aşamasız
gerçekleşirler.

Bu açıklamayı
şu ayetten de algılıyoruz: "Dediler ki: "Allah çocuk
edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir. Hayır, göklerde
ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmiştir.
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O, bir
işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "ol" der, o da hemen
oluverir." (Bakara, 116-117) Yukarıdaki açıklama açısından: "O, (bu
tür yakıştırmalardan) yücedir." sözü bir kanıttır. "Göklerde ve yerde
her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmiştir."
ifadesi diğer bir kanıttır. "Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin
yaratandır..." diye baş-layan ifade de üçüncü bir kanıttır.

"Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır." ifadesi,
sıfatın failine izafe edilmesi şeklinde de algılanabilir. Bu durumda
şöyle bir anlam elde edilir: Yüce Allah'ın yaratması, daha önce var
olan bir örnek üzere değildir. Dolayısıyla, Hıristiyanların iddia ettiği
gibi O'nun hakkında doğurma düşünülemez. Çünkü doğurma,
kendine benzer ve kendisi gibi bir şey yaratmak demektir. Buna
göre, ayetin bu bölümü, tek başına başka bir kanıt olur.

Onların; "Allah çocuk edindi." sözlerinin gerçek anlamda değil
de, oğul ve çocuk anlamını geniş tutmayı esas alarak, maddi bir


204...........................................................................

bölünme ve zamansal bir tedricilik söz konusu olmaksızın hakikati
itibariyle benzer bir şeyin bir şeyden ayrılması anlamında kullanıldığı
varsayılsa da, (Nitekim Hıristiyanlar, "Mesih, Allah'ın oğludur."
sözünü açıklarken cisim, madde ve tedrici oluş sorunundan kurtulabilmek
için böyle bir yoruma gidiyorlar.) yine geriye benzeme
sorunu kalır.

Şöyle ki: Oğul ve babadan söz etmek, zorunlu olarak sayıyı
gündeme getirir. Bu da, baba ve oğul arasında türsel birlik olduğu
varsayılsa da, gerçek olarak çokluğu ispat eder. Tıpkı insanlardan
olan baba ve oğul gibi. Bunlar, insanlık gerçekliğinde bir olsalar
da, iki insan bireyi olmak bakımından çokturlar. Bu durumda; ilahın
tekliğinin varsayımı, O'nun dışındaki her şeyin, bu arada
oğulun, O'nun mülkü olmasını, O'na muhtaç bulunmasını gerektirir.
Dolayısıyla artık varsayılan oğul, onun gibi bir ilah olmaz. O'na
benzer, O'na muhtaç olmayan, O'-nun gibi bağımsız bir oğulun
varsayımı da, şanı yüce ilahın tekliği (tevhit) inancını geçersiz kılar.

Şu ayet de bu anlamı vurgulamaya dönüktür: "Üçtür, demeyin;
sakının, sizin için daha iyidir. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk
sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa, O'nundur
ve vekil olarak Allah yeter." (Nisâ, 171)

İkinci yöntem kapsamında ise, Meryem oğlu İsa'nın (a.s), ilahlık
gerçeği bakımından Allah'a ortak ve O'nun oğlu olmadığı, çünkü
onun bir beşer olduğu, beşeri özelliklere sahip olduğu vurgulanıyor.

Şöyle ki: Hz. İsa'ya Meryem hamile kalmıştır. Bir cenin olarak
onu rahminde beslemiştir. Sonra herhangi bir kadın gibi çocuğunu
doğurmuştur. Ardından onu, herhangi bir kadın gibi kucağında
yetiştirmiştir. Derken İsa büyümüş, hayatın aşamalarını geçmiş,
ömrün merdivenlerini tırmanmış, çocukken genç, gençken yetişkin
olmuştur. Bu durumların tümünde, doğal hayatını yaşayan
herhangi bir insan gibi olmuştur. Herhangi bir insana arız olan şeyler,
ona da arız olmuştur; acıkmış, doymuş, sevinmiş, üzülmüş,


..........................................205

zevk almış, acı çekmiş, yemiş, içmiş, uyumuş, uyanmış, yorulmuş
ve dinlenmiştir.

İnsanlar arasında kaldığı sürece Hz. İsa'dan bu durumlar
gözlemlenmiştir. Hiçbir akıl sahibi, durumu bundan ibaret olan bir
kimsenin diğer insanlarla aynı türden bir insan olduğundan kuşku
duymaz. Böyle olduğuna göre; o, diğer hemcinsleri gibi yaratılmış,
var edilmiştir. Ölüleri diriltmek, çamurdan bir kuşşekli yapıp ona
can vermek, doğuştan kör ve alacalıyı iyileştirmek gibi gerçekleştirdiği
mucizeler, aynı
şekilde babasız dünyaya gelmesi gibi varoluşuyla
ilgili olağanüstülükler ise, bilinen ve alışılan kuralların,
doğaya egemen olan yasaların dışındaki şeylerdir. Bunlar, az bulunur,
nadir olgulardır. Ancak imkansız şeyler değildir. Örneğin;
semavi kitaplar, Hz. Adem'in babasız olarak topraktan yaratıldığını
söylemektedirler. Yine Salih, İbrahim ve Musa gibi peygamberler
tarafından da birçok mucizeler gösterilmiştir. Vahiy yoluyla inen
kitapların sayfaları arasında bunlardan sıkça söz edilir. Ama bunlar,
onların ilah olmalarını, insanlık çerçevesinin dışına çıkmalarını
gerektirmez.

Aynı yöntemin şu ayette de esas alındığını görüyoruz: "Elbette,
"Allah üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre saptılar. Oysa bir tek
ilahtan başka ilah yoktur... Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka
bir şey değildir. Kendisinden öncede birçok elçi gelip geçti. Annesi
de gayet doğru bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, biz
ayetlerimizi onlara nasıl açıklıyoruz? Sonra da bak, onlar nasıl
çevriliyorlar?" (Mâide, 73-75)

Onca eylem içinde yalnızca yemek yemekten söz edilmesi, bu
eylemin, maddiliğe delalet etme ve ilahlıkla bağdaşmayan ihtiyacı
ortaya koyma bakımından, eylemlerin en güzeli olmasından dolayıdır.
Bilindiği gibi, doğası gereği acıkan ve susayan, sonra yemekle
doyan ve iç-mekle susuzluğunu gideren kimse, ihtiyaç içindedir
ve bunu ancak başkasının yardımıyla ortadan kaldırabilmektedir
demektir. Durumu bundan ibaret olan bir kimsenin ilahlığından


206...........................................................................

söz etmek doğru olmaz. Çünkü ihtiyaçla kuşatılmış, bunu gidermek
için başkasına muhtaç olan bir kimse, özü itibariyle eksiktir,
başkası tarafından yönetilmektedir; özü itibariyle ihtiyaçsız olan
ilah değildir. O, ancak bir mahluktur, yönetimi elinde bulunduran
bir gücün rububiyeti altında yönetilmektedir.

Şu ayeti de bu anlama yorumlamak mümkündür: "Andolsun,
"Allah, Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre saptılar. De ki: "Eğer
Allah, Meryem oğlu İsa'yı ve annesini ve yeryüzünde bulunan
her şeyi helak etmek istese, O'ndan kim bir şey kurtarabilir?
Göklerin ve yerin ve aralarında ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır.
Dilediğini yaratır ve Allah'ın gücü her şeye yeter." (Mâide, 17)

Aynı
şekilde, bundan önce sunulan ayetten sonra da Hıristiyanlara
yönelik şöyle bir ifade bulunuyor: "De ki: Allah'ı bırakıp size
ne zarar, ne de yarar dokundurmaya güç yetiremeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir." (Mâide, 76)

Bu tür karşı çıkışların, itirazların özü şudur: Hz. İsa ile ilgili olarak
gözlemlenen durum şundan ibarettir: O, insan hayatına egemen
olan yasa çerçevesinde yaşıyordu. Yemek, içmek ve diğer
insani ihtiyaçlar, beşeri özellikler gibi kendi türünün tüm niteliklerini,
eylemlerini ve durumlarını üzerinde taşıyordu. Onun bu niteliklere
sahip oluşu, sırf zahiri duyulara veya tasavvura ilişkin değildi.
O, gerçekten bu konumdaydı. Mesih, bu özelliklere, bu durumlara
ve bu fiillere sahip bir insandı. İnciller, onun kendisini bir insan, bir
insan oğlu olarak isimlendirdiğine ilişkin ifadelerle doludur. İncillerde,
onun yemesini, içmesini, uyumasını, yürümesini, yolculuğunu,
yorulmasını, konuşmasını vs. konu alan birçok hikaye yer almaktadır.
Bunları görmezlikten gelmek, başka türlü yorumlamak
mümkün değildir. Bunları teslim ettikten sonra da, diğer insanlar
için geçerli olan hususların Hz. İsa için de geçerli olduğu, başkaları
gibi onun da kendi adına bir şeye malik olmadığı ve diğerleri gibi
onun da ölebileceği gerçeği ortaya çıkar.


..........................................207

Aynı
şekilde, Hz. İsa'nın ibadet ve dua edişine ilişkin olarak aktarılan
ifadeler de, onun bunları sırf Allah'a kulluk sunmak, O'na
yaklaşmak, O'nun kutsal egemenliğine boyun eğmek için gerçekleştirdiğini
gösterir. Bunda en ufak bir kuşkuya yer yoktur. O, bu
ibadetleri insanlara öğretmek veya buna benzer bir amaç için yapıyor
değildi.

Şu ayet, Hz. İsa'nın ibadet edişine, kulluktan başka bir nitelemeyi
reddettiğine ilişkin bir işaret içermektedir: "Ne Mesih Allah'
ın bir kulu olmaktan çekinir, ne de yakınlaştırılmış melekler.
Kim O'na kulluk etmekten çekinir ve büyüklük taslarsa, (bilmeli
ki) Allah, onların tümünü huzurunda toplayacaktır." (Nisâ, 172) Hz.
İsa'nın ibadet ve kulluk ediyor olması, onun ilah olmadığının en
başta gelen kanıtıdır. Bu durum gösteriyor ki, ilahlık ondan başkasına
aittir ve o, bunda pay sahibi değildir. Yoksa, bir şeyin, bir yandan
kendisi için kulluk ve kölelik makamını öngörmesi, diğer yandan
da aynı açıdan kendi ayak-ları üstünde durması ne anlam
taşır?! Bu, açık bir husustur. Aynı
şekilde meleklerin de kulluk ediyor
olmaları, onların yüce Allah'ın kızları olamadıklarını, Ruh-ul
Kudüs'ün de ilah olmadığını gözler önüne sermektedir. Çünkü onların
tümü, Allah'a kulluk sunmakta, O'na itaat etmektedirler. Nitekim
yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dediler ki: "Rahman, çocuk
edindi." O, (bu tür yakıştırmalardan) yücedir. Hayır; on-lar, ancak
ikrama layık görülmüş kullardır; sözle O'nun önüne geçmezler ve
yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, onların önlerindekini de, arkalarındakini
de bilir. Onlar, O'nun razı olduğu kimselerden başkasına
şefaat etmezler ve onlar, O'nun korkusundan titrerler."

(Enbiyâ, 26-28)

Kaldı ki İnciller, Ruh'un Allah'a ve elçilerine boyun eğdiğine,
emre göre hareket ettiğine, hükme bağlı olduğuna ilişkin ifadelerle
doludur. Oysa bir şeyin kendisine emretmesinin, kendisine boyun
eğmesinin, kendisi tarafından yaratılanın emrine girmesinin
anlamı yoktur.


208...........................................................................

Hz. İsa'nın Allah'a kulluk sunmasının, onun ilah olmadığına
delalet etmesi gibi, onun insanları Allah'a ibadet etmeye davet
etmesi de benzeri bir delalet içermektedir. Yüce Allah bir ayette
konuya ilişkin olarak şöyle buyuruyor: "Andolsun, "Allah, Meryem
oğlu Mesih'tir." diyenler küfre düşmüşlerdir. Oysa Mesih demişti
ki: "Ey İsrailoğulla-rı, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a ibadet edin. Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz
Allah, cenneti ona haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir ve
zulmedenlere hiçbir yardımcı yoktur." (Mâide, 72) Ayetin hedefi ve
vurguladığı husus gayet açıktır.

Yine İnciller, Hz. İsa'nın insanları Allah'a davet ettiğine ilişkin
ifadelerle doludur. Gerçi bu ifadeler,

"Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin."
şeklindeki kapsamlı ifadeyi içermiyor, ancak Hz. İsa'nın Allah'a
ibadet etmeye yönelik davetini, Allah'ın kendisinin Rabbi olduğunu,
işlerinin O'nun elinde bulunduğunu, O'nun insanların Rabbi
olduğunu dile getirmesini içeriyor. İncillerde, Hz. İsa'nın insanları
bizzat kendisine kulluk sunmaya çağırdığına ilişkin açık veya dolaylı
tek bir ifade yer almaz. "Ben ve Baba biriz." (Yuhanna İncili, Bap

10 : 30.) gibi sözlere gelince; eğer gerçekten Hz. İsa (a.s) bu gibi
sözleri söylemişse, onları
şu şekilde yorumlamak gerekir: "Bana
itaat etmek, Allah'a itaat etmek demektir." Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyuruyor: "Kim Peygamber'e itaat ederse, gerçekte
Allah'a itaat etmiştir." (Nisâ, 80)


5- Hz. İsa Allah Katında Bir Şefaatçidir, İnsanların
İşledikleri Günahın Bedeli Değildir

Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın, değerli kanını akıtarak kendisini onlara
feda ettiğine ve böylece onları günahların sorumluluğundan
kurtarmış olduğuna inanırlar. Bu yüzden ona "feda olan" adını
vermişlerdir. Diyorlar ki: "Hz. Adem, cennette yasak ağacın mey


..........................................209

vesinden yemek suretiyle Allah'a isyan etme hatasına düştü ve bu
hatanın sorumluluğunu hep üzerinde taşıdı. Ondan sonra üreyip
çoğalan zürriyeti de bu sorumluluğun altına girdi. Hatanın karşılığı
ise ahirette azaba çarptırılmak ve ebedi helaka mahkum olmaktı.

Öte yandan Allah, hem merhametli, hem de adil idi. Bu
durum, içinden çıkılmaz bir probleme sebep olmuştu. Eğer Allah,
Adem ve zürriyetini hatalarından dolayı cezalandırsa, bu, onları
yaratmasına neden olan rahmetine aykırı olacaktı. Şayet onları
affetse, bu da, adaletiyle bağdaşmayacaktı. Çünkü adalet, hata
eden suçlunun, hata ve suçunun cezasını çekmesini, iyilik yapan
itaatkâr insanın da, iyiliğinden ve itaatkârlığından dolayı ödüllendirilmesini
öngörür.11

Bu problem, Mesih'in bereketiyle çözüldü. (Allah'ın oğlu ve Al-
la-h'ın kendisi olan) Mesih, Adem'in zürriyetinden biri olan bakire
Meryem'in rahmine girdi. Oradan herhangi bir insan gibi doğdu.
Böylece o, hem tam bir insandır; çünkü insan oğludur; hem de
tam bir ilahtır; çünkü Allah'ın oğludur; Allah'ın oğlu da Allah'ın
kendisidir. (Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.) Dolayısıyla
da bütün günah ve hatalardan beridir, masumdur.

O, kısa bir süre için insanlar arasında yaşadı, onlarla ilişki kurdu,
aralarına karıştı, onlarla birlikte yedi-içti, onlarla konuştu, aralarında
yürüdü. Sonunda da, kendisini en ağır bir biçimde öldürsünler
diye, kendisini düşmanlarına teslim etti. Bu ağır öldürme
şekli, çarmıha gerilerek asılmaydı ki, ilahi kitapta böyle bir cezaya
uğrayanlar lanetlenmişlerdir. İsa, laneti ve çarmıha gerilme eziyetini
ve işkenceyi üzerine çekmek suretiyle kendisini insanlara feda
etti. Böylece onları ahiret azabından ve ebedi helaktan kurtardı.
Onun bu şekilde öldürülüşü, kendisine inananların ve hatta tüm

11- Hıristiyanların büyük bir kısmı bu görüştedir. Ancak Papaz Mar İshak gibi
bazıları da, yüce Allah açısından suç ve hatanın cezasını vermemenin caiz olduğunu
söylüyorlar. Diğer bir ifadeyle, azap tehdidini yerine getirmekten vazgeçmek caizdir,
ancak ödül vaadine muhalefet caiz değildir.


210...........................................................................

dünyanın günahlarının kefareti oldu."12 Hıristiyanların dedikleri
bundan ibarettir.

Hıristiyanlar, çarmıh olayını ve feda edilmeyi çağrılarının esası
haline getirmişlerdir. Söze onunla başlıyor, onunla bitiriyorlar. Tıpkı
tevhit mesajının İslam çağrısının esası olması gibi. Nitekim yüce
Allah Resulüne (s.a.a) hitaben şöyle buyuruyor: "De ki: "İşte benim
yolum budur. Ben, basiret üzere Allah'a davet ederim; bana uyanlar
da. Allah münezzehtir ve ben müşriklerden değilim." (Yusuf,
108) Hıristiyanların bu yaklaşımına rağmen, İncillerden yaptığımız
alıntılardan da anlaşıldığı gibi, Hz. İsa'nın ilk tavsiyesi, yüce Allah'
ın birliği ve sevgisi şeklinde olmuştur.

Bu konuda, Müslümanlar ve diğer bazı araştırmacılar,
Hıristiyanlarla tartışmışlar, onların bu iddialarının yanlışlığını,
batıllığını gözler önüne sermişlerdir. Bu konuda kitaplar ve
risaleler kaleme alınmış, sayfalar ve kağıt tomarları dolusu
yazılarda, söz konusu iddianın akıl ve mantığa aykırı olduğu, aynı
zamanda Eski ve Yeni Ahit'le çeliştiği dile getirilmiştir. Burada bizi
ilgilendiren husus, kitabımızın kapsamının elverdiği ölçüde,
Hıristiyanların bu iddialarının Kur'an'ın öğretisiyle çelişen yönlerini
sergilemek, bu bağlamda Kur'an'ın gündeme getirdiği şefaat ile
onların Hz. İsa'yla ilgili olarak savundukları feda edilme arasındaki
farklar üzerinde durmaktır.

Kur'an açık bir şekilde, insanlara akıllarının ufukları kapsamına
giren ifadelerle hitap ettiğini, insanların anlayıp algılayabilecekleri
beyanlar kullandığına delil getirir. Bu sayede insan hakkı batıldan
ayırabilir, hakkı alıp batılı bir kenara atabilir. Hayrı
şerden,
yararlıyı zararlıdan ayırıp hayır ve yararlı olanı alıp zararlı ve şer

12- Yuhanna'nın Birinci Mektubu, Bap, 2 / 1-2'de şöyle denir: "Ey küçük çocuklarım,
günah işlemeyesiniz diye, bu şeyleri size yazıyorum. Ve eğer biri günah
işlerse, Babanın nezdinde Şefaatçimiz, salih İsa Mesih vardır ve kendisi günahlarımıza,
ve yalnız bizim günahlarımıza değil, fakat bütün dünyaya kefarettir."


..........................................211

olanı terk edebilir. Kur'an'ı inceleyenler, onun aklıselimi açıklamalarının esası haline getirdiğini rahatlıkla görebilirler.

Hıristiyanların iddialarına gelince:

Birincisi: Onlar, Hz. Adem'in yasak ağacın meyvesinden yemek
suretiyle günah işlediğinden söz ederler. Kur'an bu iddiayı iki açıdan
reddeder:

1) Buradaki yasak, yol gösterme amaçlı bir yasaktır. Yasağa
muhatap olan kişinin iyiliği ve durumuyla ilgili olarak işin doğrusunun
gösterilmesi kastedilir. Burada efendiliğin, egemenliğin
devreye sokulması söz konusu değil. Bu tür bir emre uymak, otorite
açısından sevabı, terk etmek de cezayı gerektirmez. Danışılan
kişinin danışana, doktorun hastaya yönelttiği emir ve yasakları
buna örnek olarak gösterebiliriz. Yol gösterme amaçlı emirlere
uymak, kişiye fiilden beklenen maslahatları kazandırır. Buna karşılık,
bu tür emirlere aykırı hareket etmek de insanı fiilin zararının
etkinliğine duçar eder. Nitekim, Hz. Adem hakkında cennetten
çıkarılma dışında bir şey yapılmamıştır. Yaptığı işin sonucu olarak
ilahi yakınlık ve hoşnutluğun rahatlık ve neşesini kaybetmiştir.
Ahiret azabına gelince; böyle bir durum gündeme gelmemiştir.
Çünkü o, ilahi otoriteye baş kaldırmak şeklinde bir günah işlememişti
ki, karşılığında bir cezayı hakketmiş olsun. Geniş bilgi için
Bakara, 35-39. ayetlerin tefsirine bakınız.

2) Hz. Adem (a.s) bir peygamberdi. Kur'an, peygamberlik
misyonuna sahip kimselerin günahtan, Allah'ın emrinin dışına
çıkmaktan münezzeh olduklarını vurgular. Akli kanıt da bunu
destekler. Peygamberlerin masum oluşlarıyla ilgili olarak Bakara,
213. ayetin tefsirine bakılabilir.

İkincisi: Hıristiyanlar, Hz. Adem'in, işlediği hatadan sorumlu
olduğunu iddia ediyorlar. Ancak Kur'an bu iddiayı
şu şekilde reddeder:

"Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola
iletti."
(Tâhâ, 122) "Adem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bu


212...........................................................................

nun üzerine Allah da tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri
kabul edendir, esirgeyendir."
(Bakara, 37)

Akıl da bunu destekliyor, daha doğrusu açık bir değerlendirme
olarak ortaya koyuyor. Şöyle ki: Hata ve günah, sakınılması ve
korkulması gereken bir olgudur. Akıl veya ilahi otorite, bunu karşı
çıkışın ve isyankarlığın bir karşılığı olarak öngörür. Bununla da
yükümlülük olgusunun pekişmesi amaçlanır. Eğer ceza ve sevap
olgusu olmazsa, tanrısal otorite eksik kalır, etkin olamaz. Herhangi
bir emir veya yasağın da pratik bir değeri olmaz.

Ancak, itaatkarlara sevap uygulamak gibi suçlulara ceza uygulamak,
ilahi otoritenin bir özelliği olduğu gibi, tanrısal egemenlik
çerçevesinde ilahi otoritenin mutlaklığı da bir gerekliliktir. Dolayısıyla
ilahi otoriteye sahip hükümran güç, hatalıların hatasını ve
günahkârların günahını af ve bağışlama yoluyla görmezlikten gelebilir.
Çünkü bu da bir tür tasarruf ve egemenliktir. Bunun gibi,
bunlardan dolayı söz konusu kişileri cezalandırabilir de. Bu da bir
egemenlik şeklidir. Güç ve egemenlik sahibi kimselerin hoşgörü,
bağışlama ve görmezlikten gelme gibi yöntemlere başvurdukları
kuşku götürmez bir gerçektir.

Aklın kurallarına göre hareket eden insanlar, bugüne kadar
hep bu yönteme başvurmuşlardır. Dolayısıyla insandan sadır olan
her hatanın sürekli olarak onu sorumlu kılmasının bir anlamı yoktur.
Aksi takdirde af ve bağışlama olgularının bir gerçekliği olmaz.
Çünkü bağışlama ve aff etme, hatayı silmeye ve günahın izini gidermeye
yöneliktir. Günah ve hatanın hiçbir şekilde insandan ay-
rılmadığının, sorumluluğunun ka-lıcı olduğunun varsayılması durumunda,
af ve bağışlamanın ilgili olabilecekleri bir objektif alandan
söz edilemez. Oysa vahiy yoluyla bildirilen ilahi mesajın kapsamında
af ve bağışlamadan sıkça söz edilir. Aynı durum, Eski ve
Yeni Ahitler için de geçerlidir. Hatta Hıristiyanlardan aktardığımız
değerlendirmede de bunu gözlemleyebiliriz. Kısacası, herhangi bir
günahın veya herhangi bir hatanın sürekli olduğunu, tövbe, piş


..........................................213

manlık, geri dönme ve nedamet yoluyla bile olsa silinmeyeceğini,
bağışlanmayacağını söylemek, aklıselim ve bozulmamış fıtratın
kabul edeceği bir şey değildir.

Üçüncüsü: Hıristiyanların; "Adem'in işlediği hata, kendisini
bağladığı gibi, kıyamete kadar gelecek tüm zürriyetini de bağlar."
şeklindeki sözleri, bir kişinin işlediği günahtan, onun dışında ilahi
otorite açısından günah işlemeyen başkalarının da sorumlu tutulmasını
gerektirmektedir. Bu, bir fiilin bir kişiden sadır olması, ama
isyanının ve sorumluluğunun bu fiili işlemeyeni de tıpkı faili gibi
kuşatması demektir. Bu durum, bir topluluğun bir günah işlemesinden,
onlardan sonra gelenlerin de buna razı olmalarından, do-
laysıyla günahın tümünü kuşatmasından farklıdır. Buna günah
işlemeden vebalinin altına girmek denir. Kur'an böyle bir şeyi kabul
etmez: "Doğrusu, hiçbir günahkâr bir başkasının günah yükünü
yüklenmez. Doğrusu, insana kendi çabasından başkası yoktur."
(Necm, 38-39) Bu konuda akıl da Kur'an'a arka çıkar. Çünkü
akıl, bir kimsenin, işlemediği bir günahtan sorumlu tutulmasını
çirkin karşılar. Daha geniş bilgi için, insanların fiilleri bağlamında
Bakara, 216-218 ayetlerin tefsirine bakınız.

Dördüncüsü: Hıristiyanların bu sözleri, bütün hata ve günahların,
aralarında hiçbir fark olmaksızın ebedi helakı gerektirdiği an-
layışından kaynaklanıyor. Bu ise, büyük-küçük tüm hata ve günahların
farksız olmasını, hatta tümünün büyük azabı gerektiren büyük
günahlar olmasını gerektirir. Kur'an'ın öğretisinden anlaşılan
ise, onun hata ve günahları farklı değerlendirdiğidir. Günahların bir
kısmı büyük, bir kısmı küçüktür. Bunların bir kısmı affa uğrayabilir,
şirk gibi bazı günahlar da tövbe etmeksizin affa uğramazlar.
Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Size yasaklanan
büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz." (Nisâ,
31) "Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.
Bunun dışında kalanı ise dilediğine bağışlar." (Nisâ, 48) Görüldüğü
gibi, yüce Allah, yasaklanan hata ve günahların bir kısmından bü


214...........................................................................

yük, bir kısmından da küçük günahlar olarak söz ediyor. Bunu,
karşılaştırma karinesinden hareketle anlıyoruz. Bu arada yüce
Allah, bazı günahların bağışlanmayacağını, bazısının bağışlanacağını
belirtiyor. Şu halde, günahlar ve hatalar arasında bir şekilde
farklılık vardır. Her günah ateşte sonsuza dek kalmayı ebedi
helakı gerektirmez.

Akıl da, bütün günahların bir yerde istif edilmesini, aynı sıraya
konulmasını kabul etmez. Söz gelişi, birine tokat atmak, onu öldürmek
gibi değildir. Yabancı bir kadına yönelik rahatsız edici bakış,
zina gibi değerlendirilemez. Bunun gibi daha birçok örnek bulunabilir.
Hiçbir zaman, aklı başında olan insanların herhangi bir
hata veya günahı başkasının yerine koydukları görülmemiştir. Onlar,
değişik suçlar için farklı cezalar ve sorumluluklar öngörmüşlerdir.
Aralarında onca farklılık varken bütün günahları ve suçları
aynı kategoriye sokmak nasıl düşünülebilir?! Günahların ve suçların
farklılığı kabul edildikten sonra, sonsuz ceza, ebedi helak ancak
bunların bir kısmı için öngörülebilir. Kur'an-ı Kerim'in de vurguladığı
gibi şirk bu tür bir günahtır. Bilindiği gibi, ağacın meyvesinden
yemekle ilgili yasağı çiğnemek, Allah'ı inkar etmek veya bu
düzeydeki bir başka günah kadar ağır bir suç değildir. Dolayısıyla
ağacın meyvesini yemekle ilgili yasağı çiğnemenin cezasını ebedi
azap şeklinde öngörmenin bir anlamı yoktur. (Daha önce sözü
edilen insanların fiilleri bölümüne bakınız.)

Beşincisi: Hıristiyanların bir problem olarak gördükleri, rahmet
ve adalet sıfatları arasında bir çelişme olarak değerlendirdikleri,
bundan kurtulmak için Mesih'in yeryüzüne indiğini, sonra göğe
yükseldiğini ileri sürdükleri hususa gelince; bu sözler ve gerektirdiği
hususlar üzerinde düşünenler, onların bu iddialarının altında
şu anlayışın yattığını kavrayacaktır: "Yüce Allah, yaratıcı bir varlık
olarak, her şeyin nispet edildiği, gelip dayandığı bir güçtür. Bütün
cüzleriyle şu yaratılmış evren, O'nun tarafından var edilmiştir. Ne
var ki, O, bir şeyi kendisinde mevcut olan bir irade ve ilme dayalı


..........................................215

olarak işler. İradesinin gerçekleşmesi de, bilgiye dayalı tercihine
bağlıdır. Nitekim insan da, bilgisince tercih edilen bir şeyi irade
eder. Allah'ın fiillerinin örtüştüğü olumluluklar ve olumsuzluklar
vardır. Yüce Allah, fiillerinde bunları izler. Bazen ortüştürme noktasında
yanılır ve yaptığı işten pişman olur.13 Bazen bir şeyi düşünür,
ama onun yararlı yönünü elde edecek yolu bulamaz. Bazı
şeyleri
bilmez."

Kısacası, onların anlayışına göre, yüce Allah sıfatları ve fiilleri
itibariyle insan gibidir. Her ne yaparsa, düşüncesi ve fikriyle yapar.
Bunları yaparken de fiilinin bir maslahatla örtüşmesini amaçlar.
Dolayısıyla O, maslahatın hükmüne tabidir ve maslahatlar, dışarıdan
O'nun işinde etkili olabilmektedir. Bu arada doğruyu isabet
ettirmesi mümkün olduğu gibi, aynı
şekilde şaşırması, olguları
birbirine karıştırması, gaflete düşmesi de mümkündür. Bildiği şeyler
gibi bilmediği şeyler de vardır. Bazen galip, bazen de mağlup
olur. Dolayısıyla ilmi gibi gücü de sınırlıdır. Bütün bunlar O'nun için
geçerli olunca, fiil işlerken düşünen ve irade eden tüm varlıklarda
olduğu gibi, bir fiilden dolayı sevinmesi, üzülmesi, övünmesi, pişman
olması, heyecanlanması, coşması vb. gibi tepkimeler de caiz
olur. Bu durumda olan bir varlık, maddi ve cismani olur. Hareket,
değişim ve tekamül yasasına tâbi olur. Böyle bir varlık, olsa olsa
mümkün yaratılışlı, daha doğrusu sonradan var edilmiş bir insan
olabilir. Varlığı zorunlu, her şeyin yaratıcısı yüce Allah olamaz.

Eski ve Yeni Ahit'lere (Tevrat ve İncil'e) baktığınızda, yüce Allah'a
cisimlik atfettikleri, cismani nitelikleri O'na yakıştırdıkları,
O'nu bir insan gibi gördükleri yönünde onlara nispet ettiğimiz hususların
doğru olduğunu göreceksiniz.

Bütün bu hususlarda Kur'an, yüce Allah'ı bu tür asılsız vehim
ve hurafelerden tenzih eder: "Allah, onların nitelendirdiklerinden

13- Tevrat, Tekvin Kitabı, Bap 6 / 6'da şöyle denir: "Ve Rab yeryüzünde adamı
yaptığına nadim oldu."


216...........................................................................

yücedir." (Sâffat, 159) Kesin akli kanıtlar da, yüce Allah'ın tüm kemal
sıfatlarına sahip olduğunu öngörür. O, yoklukla en ufak bir
ilintisi bulunmayan varlığa sahiptir. O, acze düşmeyen kudret sahibidir.
Cehaletin yol bulamadığı mutlak bilgi O'nundur. O, mutlak
hayat sahibidir. Ölüm ve yokluk O'nun açısından imkansızdır. Böyle
olduğuna göre, varlığı, bilgisi, gücü veya hayatı açsından bir değişime
uğraması düşünülemez.

Şu halde O, cisim ve cismanî bir varlık değildir. Çünkü cisimler
ve cismani varlıklar, değişimler ve dönüşümlerle kuşatılmışlardır.
İmkanların, yoksunlukların ve ihtiyaçların mahalli konumundadırlar.
Yüce Allah, cisim ve cismani bir varlık olmadığına göre,
değişik durumlara ve farklı gelişmelere maruz kalmaz. Gaflet,
yanılma, yanlış yapma, pişmanlık, şaşırma, etkilenme, tepkime,
horlaşma, küçülme ve yenilme gibi hallere duçar olmaz.
Kitabımızın kapsamı içinde, yeri geldikçe konuya ilişkin kanıtlara
dayalı açıklamalarda bulunmuşuzdur. Söz konusu bölümlere
başvurulduğunda detaylı bilgiler bulunacaktır.

Gözlemci bir eleştirmen, dikkatli bir düşünür şu iki görüşü
mukayese etmelidir: Kur'an, evrenin ilahı ile ilgili olarak verdiği
bilgilerde, O'nun bütün kemal sıfatlarına sahip olduğunu belirtir.
O'nu eksik sıfatlardan tenzih eder. Zihinlerimizin sınırlı aleme ilişkin
yargılarına ve değerlendirmelerine sığmayacak kadar yüce ve
büyük olduğunu vurgular. Buna karşın, Eski ve Yeni Ahit'lerin yüce
yaratıcıyla ilgili değerlendirmelerinin bir benzerini, ancak Yunan
mitolojisinde, eski Hind ve Çin hurafelerinde ve ilkel insanın zihninde
oluşturduğu vehimlerde bulabiliriz.

Altıncısı: Hıristiyanlar diyorlar ki: "Allah, oğlu Mesih'i gönderdi
ve ona bir rahme yerleşmesini, bir ilah olduğu halde insan olarak
oradan doğmasını emretti." Bu, akla sığmayan saçma bir sözdür.
Daha önce açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim, bunun asılsızlığını
kesin bir dille ifade etmiştir ve biz o sözleri burada tekrarlamak
istemiyoruz.


...................................

Bilindiği gibi, akıl da böyle bir iddiaya arka çıkmaz. Yüce Allah
i-le ilgili olarak inanılması ve dile getirilmesi gereken ebedilik,
değişmezlik, sınırsız varlık sahibi olma, her şeyi kuşatma, zamandan,
mekandan ve buna tabi olgulardan münezzeh olma gibi zorunlu
sıfatları düşündüğün zaman, bunun yanında bir de, önce bir
damla su, sonra ana rahminde bir cenin olarak -ister bu kelimeye
Melikanilerin getirdiği açıklamayı ele alın, ister Nasturilerin, ister
Yakubilerin, ister bir başka grubun- oluşmaya başlayan bir insanın
durumunu düşündüğün zaman, cisim olan ve tüm cismani nitelik
ve etkilere sahip olan bir varlıkla, cismani olmayan, zaman, mekan
ve hareket gibi maddi bir niteliği bu-lunmayan varlığın hiçbir
şekilde bir olmayacaklarını anlarsın.

Yukarıda işaret ettiğimiz iddianın, akıl açısından doğruluğu zorunlu
olan önermelerle bağdaşmaması, Pavlus gibi önde gelen
papazların değerlendirmeleri kapsamında felsefeyi yermelerinin,
akli yargıları ayıplamalarının altındaki sırrı da oluşturmaktadır.
Pavlus bir yerde şunları söylüyor: "Çünkü yazılmıştır: "Hikmetlilerin
hikmetini yok edeceğim ve anlayışlıların anlayışını iptal edeceğim."
Hikmetli nerede? Yazıcı nerede? Bu dünyanın bahsedicisi
nerede? Dünyanın hikmetini Allah akılsızlığa döndürmedi mi?...
Çünkü Yahudiler alâmetler isterler ve Yunanlılar hikmet ararlar;
fakat biz... haça gerilmiş Mesih'i... vâzederiz." (Pavlus'un

Korintoslulara 1. Mektubu, Bap 1 : 18-24.)

Bu tür ifadelere hem onun, hem de başka Hıristiyan din
büyüklerinin sözleri arasında çokça rastlanır. Bunun gerisindeki
tek neden, inancın yayılması, tebliğ edilmesi ve öğüt politikasıdır.
Bu tür risale ve kitaplarda göz gezdirenler, bunlardaki hitap şekli
ve telkin tarzı üzerinde düşünenler bunu rahatlıkla fark ederler.

Bu açıklamalarımızdan, Hıristiyanların, "Yüce Allah her türlü
günah ve hataya karşı masumdur." şeklindeki sözleriyle de çeliştikleri
or-taya çıkmaktadır. Çünkü onların tasvir ettikleri tanrı, kesinlikle
hatadan berî değildir. Yâni kavrama ve fiilde yanılabiliyor.


218...........................................................................

Bu, itaati farz olan birine muhalefet etme anlamındaki hatadan
farklıdır. Çünkü itaat ve boyun eğme gerektiren şeylerde serkeşlik
etmek anlamında isyan ve günah, yüce Allah hakkında tasavvur
edilemez. Dolayısıyla bu anlamda masumiyet de O'nun
hakkında düşünülemez.

Yedincisi: Hıristiyanlar diyorlar ki: "İsa, daha sonra insan oldu
ve bir insan gibi diğer insanlarla ilişki içine girdi. Sonunda da kendisini
düşmanlarına teslim etti." Bu sözler, varlığı zorunlu olan ilahın,
varlığı mümkün olan herhangi bir varlığın niteliklerini alabileceğinin,
dolayısıyla aynı anda ve aynı enlemde hem tanrı, hem de
insan olabileceğinin ifadesidir. Buna göre, varlığı zorunlu olan tan-
rı, kendi yarattığı
şeylerden biri olabilir. Yâni, objeler dünyasındaki
varlık türlerinden herhangi birinin vasıflarını gerçekten üzerinde
taşıyabilir. Bazen insan olur, bazen at olur, bazen kuş, böcek vs.
olur; bazen de aynı anda insan, at, böcek gibi bir türden fazlası
olur.

Dolayısıyla, varlık türlerinden sadır olan herhangi bir fiil, ondan
da sadır olabilir. Çünkü o, her an varlık türlerinden herhangi biri
olup ona özgü herhangi bir fiili işleyebilir. Aynı
şekilde, adalet ve
zulüm gibi karşıt fiilleri de işleyebilir. İlim ve cehalet, kudret ve
acizlik, hayat ve ölüm, zenginlik ve fakirlik gibi karşıt niteliklere
sahip olması da mümkündür. (Gerçek hükümranlık sahibi olan
Allah, bu tür yakıştırmalardan münezzehtir.) Bu da, altıncı maddede
geçen sakıncadan ayrı bir husustur.

Sekizincisi: Hıristiyanlar diyorlar ki: "İsa, çarmıha gerilmeyi ve
laneti üslendi. Çünkü çarmıha gerilerek asılan mel'undur." Acaba
onlar, "laneti üslendi" sözleriyle neyi kastediyorlar? "Lanet"ten
maksatları nedir? Geleneksel olarak bilinen ve sözlükte rahmetten
ve saygınlık gibi onur verici şeylerden uzak olma anlamına
gelen laneti mi kastediyorlar? Eğer maksat, bizim bildiğimiz ve
sözlükte tanımlanan lanetse, yüce Allah'ın -haşa- kendisini veya
başkasının O'nu rahmetten uzaklaştırmasının anlamı nedir?!


..........................................219

Rahmet, birini varlık bağışı, nimet ihsanı ve varoluş meziyetleriyle
donatmaktan başka ne anlam ifade eder?! Bu demektir ki, söz
konusu uzaklaştırma ve lanet, anlam itibariyle mal, makam gibi
herhangi bir hususta dünya veya ahiret ya da her ikisi bağlamında
yoksunluğu ifade eder. Peki, bizzat ihtiyaçsız ve zengin olan, her
şeyin yoksulluğunu gideren yüce Allah'ın, ne şekilde tasavvur edilirse
edilsin, lanetle irtibatlandırılmasının anlamı nedir?!

Kur'an'ın öğretisi, kelimenin tam anlamıyla bu tuhaf
değerlendirmenin karşı noktasındadır. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaç olanlarsınız; Allah ise, hiçbir
şeye ihtiyacı olmayandır..." (Fatır, 15) Kur'an fakirlik, yoksulluk,
muhtaçlık, noksanlık, yokluk, kötülük, çirkinlik, horluk ve zelillik
gibi yakışıksız nitelikleri kesinlikle yüce Allah'ın kutsal zatına
yaklaştırmaz; yüce Allah'ı bu niteliklerle asla bağdaşmayan
isimler ve sıfatlarla anar.

Eğer denilirse: Yüce Allah'ın -haşa- horlukla ve lanetlenmeyle
ni-telenmesi, insanla birleştiğinden dolayıdır. Yoksa O'nun zatı böyle
bir durumdan yücedir.

Buna cevap olarak denilir ki: Sözü edilen bu birleşme, acaba
gerçek anlamda mı laneti yüklenmesini ve bu tür meşakkatleri
çekmesini gerektirdi, yoksa burada bir mecaz mı söz konusudur?
Eğer gerçek anlamda böyle bir durumun söz konusu olduğu söylenirse,
sözünü ettiğimiz sakınca gündeme gelir. Eğer bir mecazın
söz konusu olduğu söylenirse, problem yeniden geri döner. Yâni
Mesih'in doğması, rahmet ve adalet olgularının çelişmesi durumunu
ortadan kaldırmaz. Çün-kü yüce Allah'tan başkasının musibetlere
katlanması, azap ve lanet tür-lerini yüklenmesi, sözü edilen
fidye olayının, yâni Allah'ın insanların fidyesi olması olayının
gerçekleşmesini sağlamaz. Bu, gayet açıktır.

Dokuzuncusu: Hıristiyanlar diyorlar ki: "Bu, İsa'ya inananların,
daha doğrusu tüm alemin hatalarının kefaretidir." Bu sözler, onların
günah ve hataların gerçekte ne anlama geldiğini kavramadık


220...........................................................................

larını, nasıl uhrevi azabı gerektirdiklerini ve bu azabın nasıl gerçekleştiğini
algılayamadıklarını, bu hatalar ve günahlarla bunlara
ilişkin yasamalar arasındaki irtibatı bilmediklerini, yasamanın bu
konudaki fonksiyonunu anlayamadıklarını ortaya koyuyor. Kur'an,
bütün bunları en net şek-liyle ortaya koyuyor.

Daha önce kitabımızın kapsamı içinde yer alan açıklamalar
çerçevesinde, bu arada; "Şüphesiz Allah, bir sivrisineği, hatta o-
nun üstünde olanı da örnek vermekten çekinmez." (Bakara, 26)
ayeti ile "İnsanlar tek bir ümmetti..." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri
bağlamında şunları söy-lemiştik: Muhalefet edilen, baş kaldırılan,
dolayısıyla günah ve hataya düşülen hükümler ve kanunlar, itibari
ve saymaca şeylerdir. Bu hükümler ve kanunların yasanıp geçerli
kabul edilmesinden maksat, onlara göre hareket etmekle, onların
gözetilmesiyle insan toplumunun maslahatının korunmasıdır. Bu
kanunlara başkaldırma ve muhalefet etmeden dolayı gündeme
gelen ceza ise, olumsuz ve kötü bir sonuçtur ki, insanların bunu
öngörmelerinin ve vâzetmelerinin nedeni, yükümlü konumundaki
insanı, suç işlemekten ve itaat çizgisinin dışına çıkmak-tan alıkoymaktır.
İnsan topluluklarını kuran ve yöneten akıl sahibi kişilerin
yaklaşımı budur.

Ancak Kur'an öğretisi, konuya bundan daha üstün ve daha
incelikli bir anlam getirmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi
akli araştırmaların sonuçları da Kur'an'ı destekler niteliktedir. Şöyle
ki: İnsan, Allah tarafından kendisi için indirilen şeriata uymak ya
da uymamakla, kendi içinde üstün ve övgüye değer ya da alçak,
iğrenç ve pis sıfatlardan birtakım gerçekler oluşturur. İnsanı cennet
ve cehennem şeklinde somutlaşan uhrevi nimete ya da uhrevi
cezaya muhatap kılan da budur. Cennet ve cehennemin hakikati
ise, Allah'a yakın olmak veya O'ndan uzak olmaktır. Şu halde iyilikler
ve hatalar, itibari ve saymaca değil, gerçek bir düzene bağlı
olan gerçekliklere dayanmaktadırlar.


..........................................221

Şurâsı açıktır ki: İlahi yasama (teşri), yaratılışa yönelik ilahi
kamilleştirmenin bütünleyici unsurudur. Onunla varoluşsal (tekvini)
hidayetin, yaratılışın amacına ulaştırılması hedeflenmektedir.
Diğer bir ifadeyle: Yüce Allah, her varlık türünü, varoluşunun kemaline
ve zatı için öngörülen hedefe ulaştırmak istemektedir. Bu
bağlamda, dünyada yapıcı ve elverişli bir sistem içinde hareket
etmek, ahirette mutlu ve nimetlerle bezenmiş bir hayat sürdürmek,
insan türünün varoluşunun kemalinden sayılmaktadır. Bunun
yolu da, toplum yaşamı için elverişli olan yapıcı kanunları ve
insanı Allah'a yakınlaştıracak çeşitli ibadetleri kapsayan dindir. Bu
kanunlara riayet etmek, bu ibadetleri yerine getirmekle insan hayatı
düzene girer, insan kendi öz benliğinde, zatında ve amelinde
ahiret yurdundaki ilahi onurlandırmaya hazırlanır. Bütün bunlar,
kalbine yerleştirilen nur ve nefsinde oluşan temizlik sayesinde
gerçekleşir. İşin gerçeği budur işte.

Böylece insan için Allah'a yakın olmak veya O'ndan uzak olmak
söz konusudur. Bu ikisi, onun sürekli mutluluğunun veya
mutsuzluğunun ve dünya hayatındaki medeni toplumunun salah
veya fesadının özünü oluşturur. Bu yakınlık ve uzaklığı vücuda getiren
tek etken dindir. Bütün bunlar, gerçekliği olan şeylerdir; boş,
saçma şeyler değildir.

Adem'in yasaklanan ağacın meyvesinden yemesi gibi bir günahı
işlemesinin kendisi, hatta tüm zürriyeti için sürekli bir helakı
gerektirdiğini ve Mesih'in feda edilmesinden başka bunu tedavi
edecek bir ilacın, bu tasayı giderecek bir kurtuluş yolunun olmadığını
varsayarsak, o halde Mesih'ten önce, Mesih'le birlikte ve Mesih'ten
sonra din gönder-menin, din çerçevesinde kanunlar yasamanın
yararı nedir?!

Söz konusu günahın insandan sadır olmasıyla daimi helakın
ve uhrevi cezanın kaçınılmaz olacağını, ne amelin, ne de tövbenin
insanı bu sorumluluktan kurtaramayacağını, ancak feda yöntemiyle
ondan kurtu-lacağını kabul etmemiz durumunda, Allah katın


222...........................................................................

dan şeriatlar yasalaştırılmasının, kitaplar indirilmesinin ve resuller
gönderilmesinin bir anlamı olmaz. Bu demektir ki ilahi vaat, tehdit,
uyarı ve müjdeleme, gerçekliği olmayan şeylerdir. Azap zorunlu
olduktan ve fesat kaçınılmaz olduktan sonra bu saydıklarımız
neyi ıslah edecekler ki?!

Bir de, daha önce indirilen şeriatların hükmü uyarında amel
edip kemal düzeyine ulaşanları, onlara gelen İbrahim ve Musa gibi
ulu peygamberler ve Rabbani kulları düşünün! Bunlar, Mesih'in
feda edilişinden önce ölmüş gitmişşahsiyetlerdir. Şimdi ne olacak?!
Onlar birer bedbaht olarak mı, yoksa mutluluğa erişmiş olarak
mı yaşamlarını tamamladılar?! Ölüm anında ve ahiret yurdunda
ne ile karşılaştılar?! Ceza ve helakla mı, yoksa sevap ve mutlu
hayatla mı?!

Kaldı ki Hz. İsa, açıkça günahkârları ve hata işleyenleri kurtarmak
üzere gönderildiğini, salihlerin ve iyilerinse, buna ihtiyaçları
olmadığını söylüyor.14

Kısacası, bu durumda Mesih'in feda edilişinden önce ilahi şeriatların
gönderilişinin, dinsel yasaların bildirilişinin, boş ve anlamsız
olmaktan kurtulmalarını sağlayacak geçerli bir hedefi olmaz.
Bu yakıştırmalardan yüce ve münezzeh olan Allah'a nispet edilen
böylesine tuhaf bir fiil için ancak şöyle bir izah getirebilirler: Yüce
Allah, Adem'in işlediği hatanın sakıncası ortadan kaldırılmadıkça,
bu şeriatların hiçbir yarar sağlayamayacağını biliyordu. O, bu şeriatları
bir ihtiyat olarak indirdi; bir gün bu sakıncayı ortadan kaldırabilir
ve böylece önceki şeriatlar da meyvelerini verir, amaçlarına
ulaşırlar umuduyla. Bu demek-tir ki, yüce Allah, yasalaştırdığı tüm
şeriatlar bağlamında hem peygamberlerden, hem de diğer insanlardan
bir şey gizlemiş, ortada bir engelin bulunduğunu, bu engel

14- Ferisiler ve onların yazıcıları
İsa'nın şakirtlerine: "Niçin mültezimler ve günahkârlarla
yiyip içiyorsunuz?" diye mırıldandılar. İsa onlara cevap verip dedi:
"Sağlam olanlar değil, ancak hasta olanlar hekime muhtaçtırlar. Ben salihleri değil,
ancak günahkârları tövbeye çağırmaya geldim." (Luka İncili, Bap 5 : 30-32.)


..........................................223

bertaraf edilmediği sürece peygamber-lerin ve tüm mü'minlerin
çabalarının boşa gideceğini, şeriatların heba olacağını onlardan
saklamış, şeriat ve davetin ciddiyet ve gerçeklik üzere bina edildiğini
izhar etmiştir.

Bu demektir ki, yüce Allah -haşa- hem insanları, hem de kendisini
kandırmıştır. İnsanları kandırmıştır; çünkü şeriata göre amel
etmeleri durumunda bağışlanmaya nail olacaklarını, mutluluğa
kavuşacaklarını açıklamıştır. Kendisini kandırmıştır; çünkü feda
yoluyla, engelin kaldırılmasıyla, şeriat indirmek boş bir iş olur, şeriatın
insanların mutluluğu açısından hiçbir etkisi olmaz; engel
kalkmadıkça hiçbir etkisi olmadığı gibi. Feda zamanına kadar din
ve şeriat yasamanın konumu bundan ibaret olur!

Feda ediliş zamanında ve ondan sonraki dönemlerde ise, şeriat
yasama, dinsel davet ve ilahi yol göstericilik çok daha anlamsız
ve gereksiz olur. Çünkü işlenen hatadan dolayı oluşan sakınca
bertaraf edildikten, en çekingen insan ile en sapık insan arasında
hiçbir ayırım söz konusu olmaksızın mü'min-kâfir, iyi-kötü tüm
insanlar için bağışlanma ve rahmet zorunlu olduktan, hatanın devamı
durumunda hep birlikte helak olacakları gibi, feda yoluyla
hatanın silinmesiyle birlikte topluca rahmete kavuşacakları kesin
olduktan sonra, hak bilgilere iman etmenin, onlara göre amel etmenin
ne yararı vardır?! Nasıl olsa feda olayı olmadan hiçbir amel
hatayı ortadan kaldırmıyor!

Eğer denilse ki: Feda ediliş, yalnızca Mesih'e inananlar için yarar
sağlar. Dolayısıyla, Mesih'in de müjdelerinde işaret ettiği gibi,
dinsel davetin yararı vardır.15

15- Ve size diyorum: "Kim beni insanların önünde ikrar ederse, İnsanoğlu (İsa)
da onu Allah'ın melekleri önünde ikrar edecektir; fakat beni insanların önünde kim
inkâr ederse, Allah'ın melekleri önünde inkâr olunacaktır. Ve kim İnsanoğluna karşı
söz söylerse, ona bağışlanacaktır; fakat Ruhulkudüse karşı küfredene bağışlanmayacaktır."
(Luka İncili, Bap 12 : 8-10.)


224...........................................................................

Ona cevap olarak denir ki: Bu iddia, daha önce işaret ettiğimiz
Yuhanna'nın Mektubu'nun içeriği ile çelişmesinin yanı sıra, geçmişteki
tüm temelleri de yıkıyor. Çünkü Hz. Adem'den (a.s) itibaren
küçük bir azınlık dışında hiç kimse için kurtuluş umudu ve
ihtimali bırakılmıyor. Bu azınlık da Hz. İsa'ya ve Ruh'a inananlardır.
Daha doğrusu, onların da temel prensiplerde ihtilaf eden gruplarından
bir tanesidir. Geride kalanlar ise, daimi helak içindedirler.
Bu durumda, peki Hz. İsa'dan önce gelen peygamberlerin ve onlara
inanan ümmetlerin durumu ne olacak?! O peygamberlerin getirdikleri
kitaplar ve hükümler doğru olarak mı, yoksa yalan olarak
mı nitelendirilecek?! Bilindiği gibi İnciller, Tevrat'ı ve davetini
onaylıyorlar. Oysa Tevrat'ta Ruh'tan ve feda edilişten söz edilmez.
Şimdi İnciller, bir doğruyu mu tasdik ediyorlar, yoksa bir yalanı
mı?!

Şayet denilse ki: Önceki semavi kitaplar, bildiğimiz kadarıyla
Mesih'i müjdeliyorlar. Bu demektir ki, o kitaplar, Mesih'in inişinin
ve feda edilişinin keyfiyeti hakkında ayrıntılı bilgiler sunmasalar
da, Mesih'e yönelik icmali bir davet içeriyorlar. Böylece yüce Allah,
sürekli peygamberlerine Mesih'in ortaya çıkacağını müjdelemiştir
ki, ona inansınlar ve onun yapacağı fedakârlıkla gönülleri hoş olsun.

Buna cevap olarak denir ki:

Birincisi: Hz. Musa'dan önceki peygamberlerle ilgili olarak böyle
bir şey söylemek, hiçbir dayanağı olmaksızın gaybtan haber
vermek olur. Kaldı ki, böyle bir müjde olsa bile, bu, kurtuluşa ilişkin
bir müjde olur, ona iman etmeye ve dinine girmeye ilişkin bir
davet olmaz.

İkincisi: Bu durum, bizzat Mesih açısından bile, İncillerin dolu
olduğu ahlak ve fiiller gibi dinin ayrıntılarına ilişkin davetin abesliği
sakıncasını ortadan kaldırmaz.

Üçüncüsü: Hatanın neden olduğu ilahi amacın hedefine
ulaşmaması mahzuru yine de devam eder. Çünkü yüce Allah,
tümüne rahmet etmek, nimet ve mutluluğu tümüne bahşetmek


..........................................225

rahmet etmek, nimet ve mutluluğu tümüne bahşetmek için insanları
yaratmıştır. Fakat iş tam tersine dönmüş, küçük bir azınlık
dışında herkes ilahi gazap ve cezalandırmayı hakketmiş, ebedi
helaka mahkum olmuşlardır.

Yukarıda sunduğumuz açıklamalar, Hıristiyanların konuya ilişkin
iddialarının aklen yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu
Kur'an da desteklemektedir: "...Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını
veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Tâhâ, 50)

Bu ayette, her şeyin hangi hedefe yöneleceğinin gösterildiği,
her şeye, varlığının gereklerinin bildirildiği vurgulanıyor. Yol gösterme
(hidayet), hem varoluşsal (tekvini), hem de yasamasal (teşrii)
yol göstermeyi kapsar. Çünkü egemen olan ilahi yasa, hidayet
ve yol göstericiliğin genelleştirilmesi şeklinde işler. İnsanlar açısından
dinsel yol göstericilik de bu kapsamdadır.

Sonra yüce Allah, cennetten indirdiği sırada Adem'e ve
beraberindekine bir ilk yol göstericilik olarak şöyle buyuruyor:
"Dedik ki: "Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir
hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku
yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. İnkar edip de
ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar ateşin halkıdırlar ve orada
süresiz kalacaklardır." (Bakara, 38-39)

Bu ayetlerin kapsamı, kıyamet gününe kadar gönderilecek
şeraitlerin ayrıntılarının bir özeti niteliğindedir. Bunun içinde, en
ufak bir tereddüt ve kuşku söz konusu olmaksızın, yasama, vaat
ve tehdit vardır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ben hakkı söylerim." (Sâd, 84) Yine
buyuruyor: "Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara
zulmedici değilim." (Kâf, 29)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, yüce Allah, kesinleştirdiği şeylerle
ilgili olarak tereddüt etmez. Uygulamaya koyduğu, geçerli kıldığı
şeylerin tersini yapmaz. Ancak dediğini yapar. O'nun işi, yönelme


226...........................................................................

sini dilediği mecradan başka bir tarafa yönelmez. Bir şeyi irade
edip de sonra yapıp yapmama hususunda tereddüde düşmez. Ya
da bir şeyi irade edip de sonra onu yapmaması gerektiğini düşünmesi
söz konusu olmaz. Dilediği bir şeyin önüne engellerin
çıkması ve O'nu bundan vazgeçirmesi düşünülemez. Bir dış etkenin
baskısıyla iradesini geri alması olacak iş değildir. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Allah, emrinde galip olandır." (Yusuf, 21) "...Allah,
kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir." (Talak, 3) Bir ayette
de Hz. Musa'dan şu ifadeler aktarılır: "Dedi ki: "Bunun bilgisi
Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşırmaz ve unutmaz."
(Tâhâ, 52) "Bugün her nefis, kendi kazandığıyla kar-şılık görür. Bugün
zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir."

(Mü'min, 17)

Bu ve benzeri ayetler gösteriyor ki, yüce Allah varlıkları yaratmış,
ama hiçbir zaman onların durumundan gafil olmamış, ileride
olabilecek herhangi bir şeyden habersiz, bilgisiz olmamıştır. Yaptığı
hiçbir şeyden dolayı da pişman olmamıştır. İnsanların hayatına
egemen olsun diye indirdiği şeriatları tam bir ciddiyetle, şakadan,
korkudan ve umuttan berî olarak yasalaştırmıştır. O, her amel işleyene
işlediği amelinin karşılığını verir. Hayırsa hayır, şerse şer
olarak değerlendirir. Hiç-bir galipten etkilenmez. Hiçbir hakim güç,
O'na hükmedemez. Fidye, dostluk veya şefaatin O'nu etkilemesi
mümkün değildir. O'nun izni ol-madan şefaat edilemez. Bütün
bunlar, O'nun varlıklar üzerindeki mutlak hükümranlığıyla
bağdaşmaz çünkü.

Onuncusu: Feda edilme meselesiyle ilgili sözleri şu açıdan da
yanlıştır: Gerçek anlamıyla feda ve fidye, insanın kendisinin veya
onunla ilintili olan can ve malın öldürme veya yok olma gibi olumsuz
bir durumla karşı karşıya kaldığında, bu kötü durumu bir karşılık
vererek gidermesi demektir. Tutsak edilmiş bir insanın başka
bir tutsak veya mal karşılığında serbest bırakılması ya da suç ve
cinayetlere karşılık fidye verilmesi gibi. Bu karşılığa fidye ve feda


..........................................227

denir. Fidye ve feda, bir tür muameledir ki, hak ve egemenlik sahibinin,
hakkında fidye verilen mal veya can üzerindeki hakkı, fidye
olarak verilen mal veya feda edilen cana geçer. Böylece hakkında
fidye verilen mal veya can, maruz kaldığı kötülükten kurtulmuş
olur.

Bundan da anlaşılıyor ki, fidye verme ve feda etme olayı, yüce
Allah'la ilgili olarak makul değildir. Çünkü ilahi egemenlik, insanla-
rın itibari, saymaca ve anlaşmalı egemenliklerinden farklı
olarak- gerçekliği olan, değiştirilmesi ve elinden alınması mümkün
olmayan gerçek bir egemenliktir. Varlıklar, zatları ve etkileri
itibariyle yüce Allah tarafından var edilmişler, varlıklarını O'nunla
sürdürmektedirler. Bu gerçeğin değişmesi nasıl tasavvur edilebilir?!
Bu, meydana gelmesi şöyle dursun, düşünülmesi bile mümkün
olmayan bir şeydir. İlahi ege-menlik, biz insan topluluklarının
bireyleri arasında geçerli olan mülk, egemenlik, hak ve benzeri
şeylerden tamamen ayrı bir şeydir. Bunlar, dizginleri bizim elimizde
olan birtakım itibari ve saymaca şeylerdir ki, biz toplum bireyleri,
hayattaki çıkarlarımızın değişmesine göre, bazen bunları geçersiz
kılar, bazen değiştiririz. (Daha geniş bilgi için: "Din günün sahibi."
(Fatiha, 4) ve "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım!..." (Âl-i İmrân,

26) ayetlerinin tefsirine bakınız.)

Yüce Allah, bir ayette özellikle fidye olayını olumsuzlamaktadır:
"Bugün artık ne sizden, ne de inkar edenlerden fidye
alınmaz. Barınma yeriniz ateştir..." (Hadid, 15) Daha önce, yüce
Allah'ın Hz. İsa'dan aktardığı
şu sözün de bu kategoride değerlendirilmesi
gerektiğini belirtmiştik: "Allah; "Ey Meryem oğlu İsa!"
dedi, "Sen mi insanlara; "Allah'tan başka, beni ve annemi iki ilah
edinin." dedin?" O; "Seni tenzih ederim." dedi, "Hakkım olmayan
bir sözü söylemek bana yakışmaz... Ben onlara, ancak bana emrettiğini
söylemedim, Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a kulluk edin." dedim. "İçlerin-de olduğum sürece de onlara
şahittim. Sen beni alınca, üzerlerindeki gözetleyici sendin. Zaten


228...........................................................................

sen her şeye şahitsin. Onlara azap edersen, hiç şüphesiz onlar
senin kullarındır. Onları bağışlarsan da, şüphesiz sen azizsin,
hikmet sahibisin." (Mâide, 116-118)

"İçlerinde olduğum sürece de onlara şahittim..." ifadesi şu
anlama gelir: "Benim onlarla ilgili fonksiyonum, bana verdiğin görevle,
benim için tayin ettiğin işle sınırlıydı. O da, tebliğ ve elçilikti;
aralarında bulunduğum sürece, amellerimin üzerinde gözetleyici
olmaktı. Onların helakı, kurtuluşu, azabı ve bağışlanmalarına gelince;
bütün bunlar, senin elinde olan şeylerdir. Benim bu konularla
ilgili hiçbir fonksiyonum yoktur. Dolayısıyla onlar için sana karşı
bir şey yapmam, onları senin azabından kurtarmam veya egemenliğinin
altından çıkarmam, asla söz konusu değildir." Böylece bu
ifade de, fedayı olumsuz-lamaktadır. Çünkü eğer feda edilme durumu
söz konusu olsaydı, Hz. İsa, kendisini onların amellerinin
sorumluluğundan sıyırmaz, onların azaba uğratılmaları veya bağışlanmaları
konusunda kendisinin hiçbir et-kisi olmadığını ve bunun
yüce Allah'a kaldığını belirtmezdi.

Şu ayetler de aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir: "Sakının o
gün-den ki, hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez, kimseden
şefaat da kabul edilmez, kimseden bedel de alınmaz ve onlar
yardım da görmezler." (Bakara, 48) "...Ne alış verişin, ne dostluğun,
ne de şefaatin olmadığı gün..." (Bakara, 254) "O gün arkanızı dönüp
kaçacaksınız, ama sizi Allah'tan koruyacak bir şey yoktur."
(Mü'min, 33) İlk ayette geçen "bedel", ikinci ayette geçen "alış veriş"
ve üçüncü ayette geçen "Allah'tan koruyacak şey", "fidye" anlamına
gelir. Onların olumsuzlan-ması, "fidye"nin olumsuzlanması
demektir.

Hıristiyanların "feda edilme" iddialarına karşılık Kur'an, Hz. İsa'nın
şefaat edeceğini vurgular. "Feda edilme" ile "şefaat" arasındaki
far-ka gelince; "...hiç kimse, kimse adına bir şey
ödeyemez..." (Bakara, 48) ayetinin tefsiri çerçevesinde de vurgulandığı
gibi şefaat, şefaat eden kimsenin, şefaati kabul eden maka


..........................................229

mın katındaki yakınlığı ve mevkisinin bir göstergesidir, aslında.
Dolayısıyla şefaatçi, kesinlikle hiçbir şeye malik değildir. Şefaatçi,
şefaati kabul eden yüce zatın mülkünü ve saltanatını asla olumsuzlamamakta,
O'nun suçlu tarafından çiğnenen hükmünü ve suçlu
için koyduğu ceza kanununu geçersiz kılmamaktadır. Çünkü
şefaat, bir tür dua ve yalvarıştır. Şefaatçi, katında şefaatte bulunulan
Rabbin tasarrufuyla ilgili bir temennide bulunur. O'ndan, kendi
mülkünde kendisi için caiz olan bir tasarrufta bulunmasını diler.
Caiz olan bu tasarruf, cezalandırma hakkına sahip olduğu halde
affetmesidir. Çünkü efendi, suç işlemesi durumunda kölesini, kanunlara
uygun olarak cezalandırabileceği gibi bağışlayabilir de.

Kısacası; şefaatçi, katında şefaatte bulunulana ricada bulunur,
ona dua eder, günah sebebiyle azabın hakkedildiği durumlarda af
ve bağışlamasını işletmesini ister. Ama kesinlikle onun egemenliğini
sınırlandırmak veya olumsuzlamak söz konusu olmaz. Feda
edilme ve fidye olayında ise, durum farklıdır. Daha önce de söylediğimiz
gibi feda olayında egemenlik bir şeyden başkasına geçer.
Feda edilen, fidye olarak verilen, fedası ve fidyesi olarak harcandıkları
şeyi, fedayı ve fidyeyi kabul eden otoritenin egemenliğinden
çıkarır.

Bu hususa şu ayet de işaret etmektedir: "O'nun dışında taptıkları,
şefaatte bulunmaya malik değildirler; ancak bilerek hakka
şahitlik edenler başka." (Zuhruf, 86) Bu ayet, istisna edilenlerin şefaat
edeceklerini açıkça bildirmektedir. Bilindiği gibi Hz. İsa (s.a),
Hıristiyanların Allah'ın dışında taptıkları arasındadır. Kur'an da,
Allah'ın ona kitap ve hikmet öğrettiğini ve kıyamet gününün şahitlerinden
olduğunu bildirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O'na
kitabı ve hikmeti öğretecek..." (Âl-i İmrân, 48) Bir diğer ayette
onun lisanıyla şöyle buyuruyor: "İçlerinde olduğum sürece de onlara
şahittim." (Mâide, 117) Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü de o, onların aleyhine şahit olacaktır." (Nisâ, 159)


230...........................................................................

Görüldüğü gibi ayetler, Hz. İsa'nın şefaatte bulunacak kimselerden
olduğunu göstermektedir. Daha önce, şu ayetin tefsiri çerçevesinde
konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunduk: "Sakının
o günden ki, hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez..." (Ba

kara, 48)

6- Bu Görüşler Nereden Kaynaklandı?

Kur'an, bu görüşleri Hıristiyanlara telkin edenin, bu inançları
onların arasında yaygınlaştıranın, Hz. İsa olduğunu kesin bir dille
reddetmektedir. Tersine, bu görüşlerin, onların din konusunda körü
körüne önderlerine uymaları, bu konuda onlara tam yetki vermeleri,
önderleri-nin de bu durumdan istifade ederek eski dönem
putperestlerinin inanç-larını Hıristiyanlık kalıpları içinde onlara
sunmaları sonucunda ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Yahudiler; "Uzeyr, Allah'ın oğludur." dediler. Hıristiyanlar
da; "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla
söyledikleri sözleridir. On-lar, bundan önceki inkar edenlerin
sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da çevriliyorlar?!
Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini Rabler
edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlara, tek ilaha ibadet
etmekten başka bir şey emredilmemişti. O'ndan başka ilah
yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir." (Tevbe, 30

31)

Yüce Allah'ın, "Onlar, bundan önceki inkar edenlerin sözlerini
taklit ediyorlar." sözüyle işaret ettiği "inkar edenler"den maksat,
cahi-liye Arapları ve onların putperestlik inançları değildir. Gerçi
cahiliye Arapları da; "Melekler, Allah'ın kızlarıdır." diyorlardı, ancak
Yahudi ve Hıristiyanların Allah'a oğul nispet ettikleri tarih, onların
Araplarla temas kurmalarının, içlerine karışmalarının öncesine
rastlar. Özellikle Yahudilerin bu inançları çok daha eskidir. Bu arada,
"bundan önceki" ifadesi, bu inancın Yahudi ve Hıristiyanlardan
önce de benimsendiğini göstermektedir. Kaldı ki, cahiliye Arapları


..........................................231

da putperestliği başkalarından almışlardır; ilk defa kendileri onu
icat etmiş değillerdir.16

Üstelik; Roma, Yunan, Mısır, Suriye ve Hint putperestliği, Filistin
ve dolaylarında yaşayan Ehl-i Kitaba daha yakındı. Putperestlik
inanç-ları ve sanılarının onlara geçişi, hem daha kolay, hem de
ortam buna çok daha uygundu.

Dolayısıyla Ehl-i Kitabın, Allah'ın oğlunun olması konusunda
tak-lit ettikleri "inkar edenler"den maksat, eski Hint ve Çin putperestliğiyle,
Roma, Yunan ve Kuzey Afrika gibi Batı putperestliğidir.
Nitekim tarih de, söz konusu eski putperest topluluklarda, Yahudi
ve Hıristiyan topluluklarda var olan baba, oğul, teslis, çarmıha gerilme
ve feda edilme gibi inanışların var olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunlar, Kur'an'ın dikkat çektiği tarihsel gerçeklerdir.

Aşağıdaki ayet de, önceki ayetler gibi bu gerçeğe delalet
etmektedir: "De ki: "Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda
aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve
dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevalarına uymayın."
(Mâide, 77) Bu ayet, Ehl-i Kitabın haksız yere dinlerinde aşırıya
kaçmalarının, daha önce sapmış bulunan bir kavmi taklit etmele

16- Anlatıldığına göre, ilk defa Kâbe'ye putlar diken ve halkı bu putlara davet
eden kişi, Amr b. Luhay'dır. Bu kişi, "Sabur Zü'l Ektaf" zamanında yaşamıştır.
Mekke'de kavmimin lideri oldu ve Kâbe bekçiliği görevini ele geçirdi. Sonra Suriye'de
bulunan Balka kentine yolculuk yaptı. Orada puta tapan bir kavimle karşılaştı.
Onlara, bunların ne olduğunu sordu. Onlar şu karşılığı verdiler: "Bunlar, yüce heykeller
ve insan şeklinde edindiğimiz tanrılardır. Onlardan yardım isteriz, bize yardım
ederler. Yağmur isteriz, yağmur yağdırırlar." Bunun üzerine, onlardan bir put istedi.
Kendisine "Hübel" adlı putu verdiler. Amr, Mekke'ye döndü ve bu putu Kâbe'ye
dikti. Sonra da insanları ona tapmaya davet etti. Bunun yanında karı koca şeklinde
"İsaf" ve "Naile" adlı putlar da vardı. İnsanları bu ikisine de kulluk sunmaya çağırdı.
Onları Allah'a yaklaşmak için vesile edinmelerini istedi. ("El-Milel ve'n-Nihel" adlı
eserde ve başka kaynaklarda bundan söz edilir.) Dikkati çeken bir husus da,
Kur'an'ın bazı Arap putlarının isimlerini Nuh kıssası kapsamında, onun kavminden
şikayeti çerçevesinde zikretmesidir: "Dediler ki: "İlahlarınızı sakın bırakmayın. Ne
Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğus'u, Yeuk'u ve Nesr'i bırakmayın." (Nuh, 23)


232...........................................................................

rinden, onlara uymalarından kaynaklanan bir durum olduğunu
ortaya koymaktadır.

Bu kavim, kuşkusuz Ehl-i Kitabın hahamları ve rahipleri değildir.
Çünkü ifade mutlaktır ve kayıtlı değildir. Söz gelişi; "Sizden
olan, sizden birçok kimseyi saptıran bir topluluk" şeklinde bir ifade
kullanılmamıştır. Daha önce söylediğimiz gibi, bunlardan maksat,
cahiliye Arapları da değildir. Dikkat çeken bir husus, bunların
"birçoklarını saptıranlar" olarak nitelendirilmeleridir. Yâni onlar,
taklit edilen ve tâbi o-lunan önderlerdirler. Oysa Araplar, o dönemde
baskıya uğrayan, okumasız-yazmasız sıradan bir topluluktu.
Bilim, uygarlık ve ilerlemişlik adına, Fars, Roma ve Hint gibi uygarlıkların
onlara uyacağı, onları tak-lit edeceği herhangi bir şeye sa-
hip değillerdi.

Şu halde, daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "topluluk"-
tan maksat, Çin, Hint ve Batı putperestliğidir.

7- Ehl-i Kitap, Hangi Kitaba Mensuptur? O Kitap, Nasıl Bir
Kitaptır?

Bazı rivayetler, Mecusileri de Ehl-i Kitaptan sayar. Onların da
Ehl-i Kitaptan sayılması için kendilerine özgü bir kitaplarının olması
ya da Kur'an'ın adından söz ettiği bir kitaba bağlı olmaları
gerekir. Hz. Nuh'un Kitabı, Hz. İbrahim'in Suhuf'u, Hz. Musa'nın
Tevrat'ı, Hz. İsa'nın İncil'i ve Hz. Davud'un Zebur'u gibi. Fakat
Kur'an, Mecusilerden söz etmez, onlara ait bir kitaptan da
bahsetmez. Mecusilerin elinde olan "Avesta"nın da adı Kur'an'da
geçmez. Onların da bundan başka kutsal bir kitapları yoktur.

Kur'an, yüce Allah'ın kendilerine indirdiği kitaba atfederek
Yahudiler ve Hırıtiyanlardan "Ehl-i Kitap" olarak söz eder.

Bugün Yahudilerin elinde otuz beş tane kutsal kitap vardır.
Bunlardan biri, Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'tır ki, beş kitaptan olu


..........................................233

şur.17 On iki tanesi, tarihçilerin kitaplarıdır.18 Biri, Eyyub'un kitabıdır.
Biri, Davud'un Zebur'udur (Mezmurlar). Üçü, Süleyman'ın kitaplarıdır.
19 On yedi tanesi de "Rüyetler" kitaplarıdır.20

Kur'an, bunların içinden sadece Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'tan
ve Hz. Davud'a indirilen Zebur'dan söz eder.

Hıristiyanların elinde ise, kutsal kitap olarak dört İncil
bulunmaktadır: Matta İncili, Markos İncili, Luka İncili, Yuhanna
İncili. Bir de, "Resullerin İşleri" kitabı, bazı mektuplar21 ve
"Yuhanna'nın Vahyi (Rü-yeti)" kitabı var ellerinde.

Kur'an, Hıristiyanların elindeki bu kutsal kitaplardan söz
etmez. Yalnızca yüce Allah'ın Hz. Meryem oğlu İsa'ya indirdiği "İncil"
adlı bir kitaptan bahseder. Bir tek İncil, İnciller değil. Gerçi Hıristiyanlar
tek İncil'i tanımıyor ve bilmiyorlar, ancak önderlerinin
sözleri arasında, İsa'nın "İncil" adlı bir kitabının bulunduğuna ilişkin
itiraflarını içeren bazı bilgiler bulmak mümkündür.22

17- Tekvin Kitabı, Çıkış Kitabı, Levililer Kitabı, Sayılar Kitabı, Tesniye Kitabı.

18- Yeşu Kitabı, Hâkimler Kitabı, Rut Kitabı, Birinci Samuel Kitabı, İkinci
Samuel Kitabı, Birinci Krallar Kitabı, İkinci Krallar Kitabı, Birinci Tarihler Kitabı,
İkinci Tarihler Kitabı, Ezra Kitabı, Nehemya Kitabı ve Ester Kitabı.

19- Süleyman'ın Meseleleri Kitabı, Vaiz Kitabı ve Neşideler Neşidesi Kitabı.

20-İşaya'nın Rüyetleri Kitabı, Yeremya'nın Rüyetleri Kitabı, Yeremya'nın
Mersiyeleri Kitabı, Hezekiel'in Rüyetleri Kitabı, Daniel'in Rüyetleri Kitabı,
Hoşea'nın Rüyetleri Kitabı, Yoel'in Rüyetleri Kitabı, Amos'un Rüyetleri Kitabı,
Odadya'nın Rüyetleri Kitabı, Yunus'un Rüyetleri Kitabı, Mika'nın Rüyetleri Kitabı,
Nahum'un Rüyetleri Kitabı, Habakkuk'un Rüyetleri Kitabı, Tsefanya'nın Rüyetleri
Kitabı, Hag-gay'ın Rüyetleri Kitabı, Zekarya'nın Rüyetleri Kitabı, Malaki'nin Rüyetleri
Kitabı.

21- Pavlus'un on dört mektubu, Yakub'un Mektubu, Petrus'un iki mektubu, Yuhanna'nın
üç mektubu, Yahuda'nın mektubu.

22- Pavlus'un Galatyalılara yazdığı mektupta (Bap 1 : 6-7) şöyle denir: "Sizi
Mesih'in inayetinde çağırandan böyle çabukça farklı bir İncil'e dönmekte olduğunuza
şaşırıyorum; o başka bir İncil değildir, fakat sizi karıştıran, ve Mesih'in İncilini
bozmak isteyen kimseler var." En-Neccar, "Kısas-ul Enbiya" adlı eserinde,
Pavlus'un bu sözünü ve mektuplarında geçen başka sözleri kanıt göstererek, mevcut


234...........................................................................

Bununla beraber Kur'an, gerçek Tevrat'ın bir kısmının Yahudilerin
elinde, aynı
şekilde gerçek İncil'in de bir kısmının
Hıristiyanların elinde bulunduğuna ilişkin işaretler içermektedir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan
Tevrat yanlarında olduğu halde, seni nasıl hakem kılıyorlar?"
(Mâide, 43) Yine şöyle buyuruyor: "Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden
de kesin söz almıştık. Ama onlar, kendilerine hatırlatılan şeyden
bir kısmını unuttular." (Mâide, 14) Ayetlerin konuya yönelik
işaretleri gayet açıktır.

TARİHSEL BİR ARAŞTIRMA

1- Bugünkü Tevrat'ın Öyküsü:

İsrailoğulları, Hz. Yakub'un soyundan gelen boylardan
oluşmaktadır. Başlangıçta göçebe kabileler olarak yaşıyorlardı.
Sonra Firavun onları Mısır'a getirdi. Onlara köle muamelesi
yapıyordu. Nihayet yüce Allah, Hz. Musa aracılığı ile onları Firavun
ve uygulamalarından kurtardı.

Musa zamanında, bir imam önderliğinde yaşıyorlardı. Bu imam,
Hz. Musa (a.s)'dı. Ondan sonra Yuşa (Yeşu) önderlik etti. Bir
süre de İ-hud (Ehud), Cid'un (Gideon) gibi yargıçlar (hâkimler) tarafından
yönetildiler. Bunu izleyen süreçte krallar devri başladı. İlk
kralları
Şaul (Saul)'du. Kur'an ondan "Talut" diye söz eder. Ondan
sonra Hz. Davut ve Hz. Süleyman kral oldular.

Sonraki dönemlerde krallıkları parçalandı, güçleri dağıldı.
Bununla beraber çeşitli krallarca yönetildiler. Rehoboam, Abiyam,
Yero-boam, Yehoşafat, Yehoram gibi otuz küsur kral geçti.

dört İncil'in dışında başka bir İncil'in bulunduğunu ve onun "Mesih İncili" olarak
anıldığını söyler.


..........................................235

Bölünmeden sonra güçleri sürekli olarak zayıflıyordu. Nihayet
Ba-bil kralları kendilerine egemen oldular ve Kudüs'ü ele geçirdiler.
Bu olay yaklaşık olarak İsa'dan önce 600 yıllarında gerçekleşti.
O dönemde Babil kralı, Buhtunnussar (Nebukadnetsar)'dı. Bir
süre sonra Yahudiler ona baş kaldırdılar. Buhtunnussar üzerlerine
askerlerini gönderdi. Onları kuşatma altına aldı. Ülkeyi fethetti.
Krallık hazinelerini, Havra'-nın (Mescid-i Aksa'nın) hazinelerini talan
ettiler. Sayıları on binleri bulan zenginlerini, güçlüleri ve sanatkarlarını
toplayıp Babil'e götürdü-ler. Geride zayıflardan ve yoksullardan
başka kimse kalmadı. Buhtun-nussar, son İsrailoğulları
kralı olan Tsedekiya'yı başlarında kral olarak bıraktı. Tsedekiya,
Buhtunnussar'a itaat etmek zorundaydı.

Bu durum on yıl kadar bu şekilde devam etti. Bu sırada
Tsedekiya kendini bir ölçüde güçlü ve caydırıcı hissetmeye başladı.
Mısır Firavu-nu'yla temas kurdu. Ondan cesaret alarak büyüklendi
ve Buhtunnus-sar'a baş kaldırdı.

Bu durum Buhtunnussar'ı öfkelendirdi. Üzerlerine büyük bir
ordu gönderdi. Ülkelerini kuşatma altına aldı. Yahudiler kalelere
sığındılar. Yaklaşık olarak bir buçuk yıl kalelerde mahsur kaldılar.
Sonunda aralarında kıtlık ve veba salgını baş gösterdi.

Buhtunnussar, kaleler tamamen teslim oluncaya kadar kuşatmayı
kaldırmadı. Bu olay, İsa'dan önce 586 yılında gerçekleşti.
Yahudiler topluca kılıçtan geçirildi, yurtları yerle bir edildi. Allah'ın
evini de yıktılar. Bütün dini alametleri ve işaretleri ortadan kaldırdılar.
Havra'-larını (Mescid-i Aksa) bir toprak yığınına dönüştürdüler.
Bu hengamede Tevrat ve içine konulduğu Sandık da kayboldu.

Bu durum, yaklaşık olarak 50 yıl devam etti. Bu süre içinde
Babil'de yaşıyorlardı. Kitaplarından bir işaret, bir belirti yoktu
ellerinde. Mescitlerinden ve evlerinden geriye tümseklerden,
toprak yığınlarından başka bir şey kalmamıştı.

Sonra Fars krallarından Koreş tahta geçti. Ülkesiyle Babilliler
arasında da savaş hali devam ediyordu. Koreş Babil'i fethetti. Ken


236...........................................................................

te girdi. Babil'de tutsak olarak bulunan İsrailoğullarını serbest bıraktı.
Ünlü Ezra, kralın yanında saygın bir yere sahipti. Kral Ezra'yı
İsrailoğulları üzerine emir olarak atadı. Tevrat'ı yazmasına, Havra'yı
(Mescid-i Aksa) onarmasına ve eski düzenlerine geri dönmlerine
izin verdi. Ezra'nın İsrailoğullarını Kudüs'e geri getirişi İsa'dan önce
457 tarihine rastlar. Bundan sonra Ezra, Eski Ahd'i yazdı ve tashih
etti. Bugün Yahudilerin elindeki Tevrat onun derlediği bu kitaptır.23

Bu öykü üzerinde düşündüğün zaman, bugün Yahudilerin elinde
bulunan Tevrat'ın dayanak zincirinin kopuk olduğunu görürsün.
Bu Tevrat, bir tek kişi (Ezra) aracılığıyla Musa'ya dayandırılıyor.
Öncelikle, onun kim olduğunu bilmiyoruz. İkincisi, bilgisi ve derinliği
hakkında bir malumatınız yok. Üçüncüsü, güvenirliği boyutu
hakkında bilgi sahibi değiliz. Dördüncüsü, Tevrat'ın tüm bölümlerini
nereden derlediğini bilmiyoruz. Beşincisi, yapılan yanlışlıklar
veya yaygın olan hatalı görüşleri hangi kaynağa göre belirleyeceğimizi
bilmiyoruz.

Maalesef bu uğursuz olay, diğer bir uğursuz sonuça sebep
olmuştur. Şöyle ki: Bir grup batılı araştırmacı, Musa'nın varlığını
inkara yel-tenmiş, Musa zamanında ve ondan sonra yaşanan
olayların hiç olmadıklarını ileri sürmüş ve "Musa hayali bir
şahsiyetti." demişlerdir. Ben-zeri iddiaları Meryem oğlu İsa (a.s)
hakkında da dile getirenler olmuştur. Ancak bir Müslümanın böyle
şeyler söylemesi mümkün değildir. Çünkü Kur'an açık bir ifadeyle
onun varlığından söz etmektedir.

2- Hz. İsa'nın ve İncil'in Öyküsü

Yahudiler ulusal tarihlerine büyük önem verirler. Yaşadıkları
dönemlerde meydana gelen belirgin olayları kaydetmeyi ihmal
etmezler. Buna rağmen, kitaplarına, kutsal metinlerine baktığında,
Meryem oğlu İsa ile ilgili olarak, ne nasıl doğuşu, ne peygam

23- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Mr. Hauks ve diğer tarih kitapları.


..........................................237

ber olarak ortaya çıkışı ve daveti, ne yaşayış tarzı, ne gösterdiği
mucizeler, ne de hayatının ölerek mi, öldürülerek mi, yoksa çarmıha
gerilerek mi son bulduğu hakkında en ufak bir açıklamaya
rastlayamazsın. Nedir bunun sebebi? İsa'nın durumunun onlara
gizli kalmasını veya onların onun durumunu gizlemelerini gerektiren
şey nedir acaba?

Oysa Kur'an-ı Kerim, Yahudilerin Meryem'e çirkin bir iftira at-
tıklarını, İsa'nın doğuşu üzerine onu suçladıklarını ve İsa'yı öldürdüklerini
iddia ettiklerini anlatır: "Bir de inkara sapmaları ve Meryem'in
aleyhinde büyük bir bühtan söylemeleri ve; "Biz, Allah'ın
resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük." demeleri yüzünden
(onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu as-
madılar. Ama onlara öyle gösterildi. Gerçekten onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların zanna
uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin
olarak öldürmediler." (Nisâ, 156-158)

Şimdi, acaba onların bu tür iddiaları, dilden dile aktardıkları ve
fakat kitaplarında yer vermedikleri ulusal kıssalara mı dayanıyor?
Çünkü bilindiği gibi her ulusun, gerçek olaylardan ve efsanelerden
kaynaklanan sözlü öyküleri vardır ve bunların sağlam ve sahih bir
kaynağı da yoktur.

Yoksa onlar, Hıristiyanlardan defalarca Hz. İsa'yla (a.s),
doğumuy-la, peygamber olarak ortaya çıkışıyla, insanları Allah'a
kulluk sunmaya davet edişiyle ilgili hikayeleri dinlediler de bunları
onların ağızlarından mı aldılar ve Meryem'e iftira atıp Mesih'i öldürdüklerini
mi iddia ettiler? Bunun kesin olarak belirginleştirmek
mümkün değildir. Şu kadarı var ki, yukarıdaki ayet üzerinde düşünüldüğünde
görüleceği gibi, Kur'an, açık olarak sadece öldürme çarmıha
germeyi değil- iddiasını onlara isnat ediyor ve onların bu
hususta kuşku içinde olduklarını ve aralarında ihtilaf olduğunu
ifade ediyor.

Hz. İsa, İncil ve müjde ile ilgili olarak Hıristiyanların arasında


238...........................................................................

yaygın olan öykülerin kaynağı da, onların kutsal kitaplarıdır. Bunlar;
dört incil, -Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri- Luka tarafından
kaleme alınan "Resullerin İşleri" kitabı ve Pavlus, Petrus,
Yakup, Yu-hanna ve Yehuda'nın mektuplarından oluşur. Bunların
tümünün itibarı, İncillerin itibarına dayanır. Dolayısıyla İnciller üzerinde
durmakta yarar vardır.

Matta İncili:

Yazılışı ve yayılışı itibariyle en eski İncil'dir. Bazıları, Miladi 38
yılında yazıldığını söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, 50 ila 60 yılları
arasında yazıldığı kanaatindedirler.24 Görüldüğü gibi bu İncil, Hz.
İsa'dan sonra kaleme alınmıştır.

Eski ve yeni Hıristiyan araştırmacılar, Matta İncili'nin orijinalinin
İbranice olduğu, daha sonra Yunanca'ya ve başka dillere tercüme
edildiği görüşündedirler. Ancak orijinal İbranice nüsha kayıptır.
Tercümenin ise nasıl olduğu ve kim tarafından tercüme edildiği
bilinmemektedir.25

Markos İncili:

Markos, Petrus'un öğrencisidir. Havari değildir. İncilini
Petrus'un işareti ve emriyle yazdığını söyleyenler vardır. İsa'nın
Tanrı olduğuna inanmazdı.26 Bu yüzden bazıları; onun, İncilini kabileler
ve köylüler için yazdığını ve İsa'yı Allah'ın şeriatını tebliğ eden
bir elçi olarak tanıttığını söylemişlerdir.27 O da, İncilini Miladi 61

24- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Mr. Hauks, Matta maddesi.

25- Bkz. Mizan-ul Hak. Kitab-ı Mukaddes Kamusu'nun yazarı da, tereddütle de
olsa, bu durumu itiraf etmektedir.

26- Abdulvahhab en-Neccar, "Kısas-ul Enbiya" adlı eserinde bu sözü, Petrus
Karmac'ın "Muruc-ul Ahbar Fi Teracim-il Ahyar" adlı eserinden nakleder.

27- Kitab-ı Mukaddes Kamusu'nun yazarı bu konuda şöyle der: "Önceki kuşaklardan
tevatür düzeyinde gelen metinlerde belirtildiğine göre, Markos, İncilini Rumca
yazdı. Bu İncil, Petrus ve Pavlus'un ölümünden sonra yayıldı. Ancak, onun İnciline
pek itibar edilmez. Çünkü İncilinin zahirnden de anlaşıldığına gibi, o, bu İncili
kabileler ve köylüler için yazmıştır; kentliler ve özelikle de Romalılar için değil."
Oldukça düşündürücü sözler!


..........................................239

yılında yazmıştır.

Luka İncili:

Luka, havari değildir. İsa'yı da görmemiştir. Hıristiyanlığı
Pavlus'-tan öğrenmiştir. Pavlus ise, Hıristiyanlığa düşmanlık besleyen
fanatik bir Yahudi'ydi. İsa'ya inananlara eziyet eden birisiydi,
onların aleyhine çalışırdı. Sonra ne olduysa aniden sara nöbetine
tutulduğunu, bu nöbet esnasında Mesih'in (a.s) kendisine dokunduğunu,
izleyicilerine kötülük yaptığı ve eziyet ettiği için kendisini
kınadığını, hırpaladığını ve bunun üzerine Mesih'e inandığını ve
onun tarafından İncilini müjdeleme üzere elçi olarak gönderildiğini
iddia etti.

Bugünkü Hıristiyanlığın temellerini sözünü ettiğimiz bu Pavlus
at-mıştır.28 Öğretisinin temeli şudur: "Sadece Mesih'e inanmak
kurtuluş için yeterlidir. Ayrıca amel etmeye gerek yoktur." O, murdar
eti ve do-muz etini yemeyi helal kıldı. Sünnet olmayı ve Tevrat'ta
yer alan birçok hükmü yasakladı.29 Oysa İncil kendisinden önceki
Tevrat'ı tasdik etmek üzere indirilmiştir. Sadece Tevrat'ta ha-
ram sayılan belli bazı
şeylerin helal olduğunu belirtmiştir. Kısacası
Hz. İsa, Tevrat'ın içerdiği şeriatı egemen kılmak üzere gönderilmişti.
Sapıkları ve fasıkları yeniden Tevrat'a uymaya çağırmak üzere
gelmişti. Tevrat'a göre amel etmeyi iptal etmek ve kuru bir imanla
kurtuluşun gerçekleşeceğini vaat etmek üzere değil.

Luka, İncilini Markos'un İncilincen sonra yazdı. Bu da Petrus ve
Pavlus'un ölümünden sonradır. Birçokları, bu İncilin diğer İnciller
gibi ilhama dayalı bir kitap olmadığını belirtmişlerdir.30 Nitekim

28- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Pavlus maddesi.

29- Bkz. "Resullerin İşleri" ve "Pavlus'un Mektupları".

30- Luka İncli'nin başında (Bap 1 : 1-4) şöyle deniyor: "Aramızda vaki olmuş
şeylerin hikâyetini, başlangıcından gözlerile görenlerin ve kelâmın hizmetçisi olanların
bizlere nakil ettiklerine göre tertip etmeğe bir çok kimseler giriştiklerinden, ben
de ta başından beri hepsini dikkatle araştırıp tahkik ederek, ey faziletli Teofilos,
olduğu gibi sırası ile sana yazmağı
münasip gördüm; ta ki, sana öğretilen kelâmın


240...........................................................................

İncilinin giriş kısmındaki ifadeler de bunu ortaya koymaktadır.

Yuhanna İncili:

Hıristiyanların birçoğu bu Yuhanna'nın, Hz. İsa'nın çok sevdiği
on iki havariden biri olan avcı Zebedi oğlu Yuhanna olduğuna inanmaktadır.
31

Diyorlar ki: "Şirintus", "Ebisun" ve bu ikisinin cemaatleri, Mesih'in
yaratılmış bir insandan başka bir şey olmadığını, annesinin
varlığından önce varolmadığını savundukları için, Asya ve başka
bölgelerin keşişleri Miladi 96 tarihinde Yuhanna'nın yanında top-
landılar ve ondan başkalarının İncillerinde yazmadıkları
şeyleri
yazmasını ve Mesih'in lahuti varlığını özel bir tarzda açıklamasını
istediler. Yuhanna onların isteklerine cevap vermekten başka çare
bulamadı.32

Bu İncil'in yazıldığı tarih hakkında ihtilaf vardır. Kimisi Miladi
65 tarihinde, kimisi 96 tarihinde, kimisi de 98 tarihinde yazıldığını
söylemiştir.

Bazı Hıristiyanlar, bu İncil'in Havari Yuhanna tarafından yazılmadığı
inancındadırlar. Bunlardan bazıları, onun İskenderiye Med

doğruluğunu bilesin." Bu sözler, açıkça kitabın ilhama değil, gözleme dayalı olarak
yazılmış olduğunu göstermektedir. Nitekim, Mr. Cadl de "İlham" adlı risalesi"nde
bunu dile getirmiştir. Cyrum, açık bir dille, ilk kuşak teologların Luka İncili'nin ilk
iki babı hakkında kuşku içinde olduklarını ifade etmektedir. Bu iki babın Marisyuni
grubunun elindeki nüshada yer almadığı belirtmektedir. İcharn de, kaleme aldığı
eserinin 95. sayfasında, Luka İncili'nin 22. Babının 43. cümlesinden 47. cümlesine
kadarki kısmının sonradan ekleme olduğunu söylemektedir. Yine İcharn, eserinin

61. sayfasında şunları söylemektedir: "Rivayetlerden kaynaklanan bazı yalanlar
Luka'nın nak-lettiği mucizelere ilişkin açıklamalara karışmıştır. Yazar, bunları
şairlere
özgü müba-lağaya dayalı olarak katmıştır. Ancak günümüzde doğruyu yalandan
ayırmak o kadar zor ki." Gali My Shits şöyle der: "Matta ve Markos İncillerinin
nakilleri genellikle birbirlerinden farklıdır. Dolayısıyla bir hususta bunlar ittifak
ederlerse, onların görüşü Luka'ya tercih edilir." (en-Naccar, Kısas-ul Enbiya, s.
477'den naklen)
31- Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Yuhanna maddesi.
32- Bkz. Kısas-ul Enbiya, Cercis Zevin el-Futuhi el-Lübnani'den naklen.


..........................................241

resesi talebelerinden biri tarafından kaleme alındığını düşünüyorlar.
33 Diğer bazıları da, bu İncil'le beraber Yuhanna'nın mektuplarının
da onun tarafından yazılmadığını, bazı
şahıslar tarafından ikinci
yüzyılın başlarında yazılıp insanlarca kabul görmesi için
Yuhanna'ya isnat edildiğini söylemişlerdir.34 Bazılarına göre de,
Yuhanna İncili aslında yirmi bap-mış. Yuhanna'nın ölümünden
sonra "Efes Kilisesi" yirmi birinci babı eklemiştir.35

Dört İncil'in durumu bundan ibarettir. Bu rivayetlerin içinde,
üzerinde görüş birliği sağlanan kanalların yedi kişiye dayandığını
görürüz. Matta, Markos, Luka, Yuhanna, Petrus, Pavlus ve Yehuda.
Bunların tümünün dayanağı, bu dört İncil'dir. İncillerin dördü de bir
tanesine dayanıyor. Yâni en eskileri olan Matta İncili'ne. Daha önce
bunun bir çeviri olduğunu, aslının kaybolduğunu, kimin tarafından
tercüme edildiğinin bilinmediğini, orijinalinin nasıl olduğunu,
öğretisinde İsa'nın bir elçi mi, yoksa ilah mı oluğunu esas alındığının
bilinmediğini belirtmiştik.

Bu mevcut İncil'de ise şöyle deniyor: "İsrailoğulları arasında
Marangoz Yusuf oğlu İsa adında bir kişi ortaya çıktı. İnsanları Allah'a
davet etti. O, kendisinin Allah'ın oğlu olduğunu, beşerden bir
babası olmaksızın dünyaya geldiğini, babasının kendisini çarmıha
gerilmek ve öldürülmek suretiyle insanları günahlarından kurtarmak
üzere gönderdiğini, ölüleri dirilttiğini, doğuştan kör ve alacalı
olanı iyileştirdiğini, cin çarpmışların bedenlerindeki cinleri çıkararak
onları iyileştirdiğini söylüyordu. Onun on iki tana öğrencisi vardı.
Bunlardan birisi İncil'in yazarı Matta'ydı. İsa onları kutsamış ve
Mesih dinini tebliğ etmeleri için birer davetçi olarak görevlendir

33- Katolik Herald, c. 7, s. 205, 1844 basımı, Stadlen'den ""naklen. (Bkz. Kısas-
ul Enbiya.) Kitab-ı Mukaddes Kamusu, Yuhanna maddesinde de buna işaret
edilmiştir.

34- el-Faruk adlı eserin 1. cildinde "Britişinder"in bu görüşte olduğu belirtilir.
(Kısas-ul Enbiya'dan naklen.)

35- a.g.e.


242...........................................................................

mişti..."

Hıristiyanlık çağrısının temeli ile ilgili bilgilerin özü budur. Yeryüzünün
doğusuna ve batısına yayılmış bulunan böyle bir davet,
gelip sonuçta tek bir habere (haber-i vahid) dayanıyor. İsmi, cismi
bilinmeyen, kimliği ve vasfı hakkında net bir bilgiye sahip olunmayan
bir adamda noktalanıyor.

Öykünün temelindeki bu ilginç gevşeklik, bazı özgür fikirli Avrupalı
araştırmacıları
şu iddiayı ortaya atmaya yöneltmiştir: "Meryem
oğlu İsa Mesih, hayali bir kişiliktir. Dönemin yönetimine karşı
duyulan bazı dinsel tepkiler böyle bir şahsiyetin tasavvur edilişine
yol açmıştır." Tıpatıp benzeyen bir diğer hayali şahsiyetin olması
da bu düşünceyi savunanlara cesaret vermiştir. O da "Kirişna"dır.
Eski Hint putperestliğine göre, o, Allah'ın oğludur. Allah'ın
lahutundan inmiştir. Asılmak suretiyle insanların günah yüklerinden
ve hatalarından kurtulmalarını sağlamıştır. Kısacası, Hıristiyanların
İsa Mesih hakkındaki iddialarını onlar, harfiyen "Kirişna"
hakkında söylüyorlar. İleride buna değineceğiz.

Diğer bazı eleştirmen araştırmacılarsa, Mesih adında iki kişinin
olduğunu söylemişlerdir. Çarmıha gerilmeyen Mesih ve çarmıha
gerilip öldürülen Mesih. Bu ikisinin arasında ise beş yüz yılı aşkın
bir zaman olduğunu söylemişlerdir.

Bu iddiaya göre bugün bin dokuz yüz elli altıncı yılında bulunduğumuz
Miladi tarih ise, bu iki Mesih'ten hiçbirinin yaşadığı döneme
denk düşmemektedir. İlk Mesih, en az bu tarihten iki yüz elli
yıl önce, yaklaşık olarak altmış yıl yaşamıştır. İkinci ve asılan Mesih
ise, ondan sonra yaklaşık olarak iki yüz doksan yıl sonra ve
yaklaşık olarak otuz üç yıl yaşamıştır.36

36- Üstad "Behruz," "Nebevi Müjdeler" ile ilgili olarak yazdığı son eserinde bu
konuyla ilgili geniş açıklamalar sunmaktadır. Tefsirimizin oluşu içinde Nisâ suresinin
sonlarının tefsiri çerçevesinde bu kitaptan alıntı yapmayı umuyorum. Bu konuda
kesin olarak bilmemiz gereken husus, Hıristiyanlık tarihinin karışık olduğudur.


..........................................243

Miladi tarihle, Hz. İsa'nın doğumunun tam olarak örtüşmediğini
Hıristiyanlar da inkar edemiyorlar.37 Bu da, tarihsel bir sektedir.

Kuşkuları arttıran başka şeyler de vardır. Anlatıldığına göre,
Miladın ilk iki yüzyılında, dört İncil'in dışında başka birçok İncil
vardı. Kimilerine göre bunların sayısı yüz küsuru buluyordu. Şimdiki
dört İn-cil de bunlar arasındaydı. Kilise yönetimi bu dördünün
dışındakileri yasakladı. Metinleri kilisenin anlayışıyla bağdaştığı
için sadece dört İncil'in yasal olduğunu ilan etti.38

Kilise tarafından yasaklanan ve terk edilen İncillerden birisi de
Barnaba İncili'dir. Bu İncil'in bir nüshası yıllar önce bulundu ve
Arapça ve Farsçaya da tercüme edildi. Bu İncil'in içerdiği kıssalar
genel olarak Kur'an'ın Meryem oğlu İsa Mesih ile ilgili olarak aktardığı
kıssalarla örtüşmektdir.39

37- Kitab-ı Mukaddes Kamusu. İsa maddesi.

38-İkinci yüzyıl filozoflarından "Şilsus", "Gerçek Hitap" adlı eserinde, İncillerle
oynadıkları için Hıristiyanları ayıplar, akşam yazdıklarını sabah silmelerini
kınar. Miladi 384 yılında, Kral Teyodosis'in keşişler arasındaki tartışmalardan bunalması
üzerine Papa Damasyus, Eski ve Yeni Ahitlerin yeninden Latinciye tercüme
edilmesini ve bu tercümenin kiliselerde yasal metin olarak kabul edilmesini emretti.
Ancak "Volkana" adı verilen bu tercüme, yalnızca Matta, Markos, Luka ve Yuhanna
İncilleri kapsamında gerçekleştirildi. Bu İncillerin mürettibi şöyle demiştir: "Eski
Yunan nüshalarından birkaçını karşılaştırdıktan sonra onları tertip ettik. Yâni anlama
muhalif olan kısımları ayıkladık. Gerisini de olduğu gibi bıraktık." Bu tercüme,
"Tryudentini" adlı kurultay" tarafından 1546 tarihinde, yâni on bir asır sonra kabul
görmüş, daha sonra 5. Sistos, 1590 yılında onun yanlışlarla dolu olduğunu söylemiş
ve yeni nüshaların basılmasını emretmiştir. Sonra 8. Climenzus, ikinci kez bu nüshanın
yanlış olduğunu söylemiş ve ayıklanmış yeni baskıların yapılmasını emretmiştir.
Bugün Katoliklerin elindeki nüsha budur. (Tefsir-ul Cevahir, c. 2, s. 121, 2.
Baskı.)

39- Bu İncil, yıllar önce İtalyanca el yazması olarak bulundu. Dr. Halil Saadet
tarafından Mısır'da Arapça'ya ve değerli Bilim adamı Serdar Kabuli tarafından da
İran'da Farsça'ya çevrilmiştir. (Müellif.) Bu İncil, Mehmet Yıldız tarafından Türkçe'ye
çevrilmiş, Ali Ünal tarafından notlandırılmış
ve 'Kültür Basın Yayın Birliği
yayınları arasında çıkmıştır. İst. 1. baskı, tarihsiz. (Mütercim.)


244...........................................................................

Şaşırtıcı olan bir diğer husus da, Yahudilerin dışındaki toplumların
tarihsel kaynaklarında, İncil'de İsa'nın davetiyle, tanrının oğlu
oluşuyla, feda edilmek suretiyle insanları kurtarmış olmasıyla ilgili
olarak anlatılanlardan ayrıntılı olarak söz edilmemiş olmasıdır.
Ünlü Amerikalı tarihçi Hendrik William Van Loan "İnsanlığın Tarihi"
adlı eserinde Romalı Doktor Skola Biyus Kultlus'un, Miladi 62 yılında
Filistin'deki Roma ordusunda bir asker olarak görev yapan
yeğeni Cladiyus Ensa'ya yazdığı bir mektuptan söz eder. Mektubunda,
Roma'da Pavlus adına bir hastayı ziyaret ettiğini ve onun
sözlerinden etkilendiğini anlatır. Pavlus'un kendisine Hıristiyanlık
çağrısından, İsa'nın davetiyle ilgili bazı hususlardan söz ettiğini
yazar.

Sonra Pavlus'tan ayrıldığını ve bir daha onu görmediğini, bir
süre sonra da onun "Usti" yolunda öldürüldüğünü haber aldığını
belirtir. Sonra yeğeninden, Pavlus'un sözünü ettiği bu İsrailli peygamber
ve Pavlus'un kendisi hakkında bilgi edinmesini ve elde
ettiği bilgileri kendisine yazmasını ister.

Cladiyus Ensa, altı hafta sonra Yeruşalim'deki (Kudüs) Roma
askeri karargahından ona şu mektubu gönderir:

"Kentin ihtiyar ve yaşlı adamlarından birkaçına İsa Mesih'i
sordum. Sorduğum şey hakkında yeterli bilgiye sahip olamadıklarından
iyi cevap veremediklerini gördüm. (Tarihin Miladi 62, sorulan
kişilerin de yaşlılar olduğuna dikkat edin!)

Nihayet bir zeytin satıcısıyla karşılaştım ve onu tanıyıp
tanımadığını sordum. Bana cevap verme lütfünde bulundu. Sonra
bana Yusuf adlı bir adamı gösterdi. Onun İsa'nın izleyicisi ve
seveni olduğunu, onun yaşam öyküsü hakkında bilgi sahibi
olduğunu, onunla ilgili haberler hakkında uzman olduğunu,
sorduğum sorulara doyurucu cevap-lar verebilceğini söyledi.

Günlerce araştırdıktan sonra o gün Yusuf isimli şahısla
karşılaştım. Yaşı geçkin bir ihtiyardı. Eskiden bölgedeki bazı
göllerde balık avlarmış. Adamın ilerlemiş yaşına rağmen,
duyguları sağlam ve hafızası yerindeydi. O dönemde, kargaşa ve


..........................................245

ve hafızası yerindeydi. O dönemde, kargaşa ve fitne döneminde
yaşanan tüm olayları ve haberleri anlattı. Dedi ki: Fontiyus Filatus,
Kayser Tiprius zamanında Samiriye ve Yahudiye bölgelerinin hakimiydi.

Onun döneminde Yeruşalim'de bir kargaşa çıktı. Fontiyus
Filatus, fitne ateşini söndürmek için Yeruşalim'e geldi. O günlerde
yayılan fitne şuydu: Nasıra halkından bir marangozun oğlu halkı
davet ediyor ve onları hükümete karşı ayaklanmaya kışkırtıyor.

İşi iyice araştırdıklarında anladılar ki, suçlanan marangozun
oğlu akıllı ve sağlam görüşlü bir gençtir. Hakkında takibatı gerektiren
bir suç işlememiştir. Ancak Yahudilerin mezhep liderleri onun
görüşlerine karşı çıkıyorlardı. Ona karşı büyük bir kin besliyorlardı.
Filatus'a; "Bu Nasıralı genç; "Bir Yunanlı, bir Romalı veya bir Filistinli,
insanlara adaletle davranırsa, onlara karşı
şefkatli olursa, o,
Allah katında bütün ömrünü Allah'ın kitabını mütalaa etmekle,
ayetlerini okumakla geçiren kimse kadar sevap alır." diyor." de-
mişlerdi.

Onların karşı çıkmaları ve itiraz etmeleri, Filatus üzerinde etkili
olmamıştı. Fakat bir gün halkın büyük bir kalabalık halinde mabette
toplandığını ve İsa (marangozun oğlu) ve arkadaşlarını ele
geçirip lime lime doğramayı düşündüklerini haber aldı. Bunun
üzerine bu marangoz genci bir süre zindana atmayı, böylece halkın
onu linç etmesine engel olmayı düşündü.

Filatus, halkın neden İsa'ya karşı öfkeye kapıldığını tam olarak
anlayamamıştı. Onun hakkında kiminle konuştuysa, bir soru sorduysa,
açıklama yapmasını istediyse, ağız birliği etmişçesine şunu
söylediler: "O bir kafirdir. O bir dinsizdir. O bir haindir." Ama bunun
nedenini söyleyen kimse çıkmadı.

Nihayet Filatus, bizzat İsa ile konuşmaya karar verdi. Onu yanına
çağırttı. Onunla konuştu ve tebliğ ettiği dinle neyi amaçladığını
sordu. İsa, devlet ve siyasetle ilgilenmediğini, böyle bir amacının
bulunmadığını söyledi. Daha çok manevi hayatla ilgilendiğini,


246...........................................................................

cismani hayatın onun için ikinci planda kaldığını belirtti. Bir insanın
insanlara iyi davranması gerektiğine, tek ve ortaksız Allah'a
kulluk etmesinin zorunluluğuna inandığını vurguladı. Allah'ın hayattaki
diğer tüm yöneticiler, terbiye ediciler (Rabler) karşısında
baba konumunda olduğunu ifade etti.

Filatus, Revakiler ve diğer Yunan filozoflarının görüşleri hakkında
bilgi sahibiydi. İsa'nın söylediklerinde bir art niyet, bir kovuşturma
gerekçesi görmemişti. Bu yüzden bir kez daha bu sağlam
görüşlü, aklıselim sahibi peygamberi Yahudilerin şerrinden kurtarmaya
karar verdi. Ölüm cezasının uygulanmasını erteledi.

Fakat Yahudiler buna razı olmadılar. Onu rahat bırakmadılar.
Fila-tus'un İsa'nın yalanlarına kandığını, Kayser'e ihanet etmek
istediğini yaydılar. Buna tanıklık etmeye ve buna ilişkin şikayetleri
içeren tomar-ları imparatora göndermeye başladılar. Bundan önce
de Filistin'de kar-gaşa ve isyanlar çıkmıştı. Kayser'in güvenilir güçlerinin
sayısı azdı. İnsanları susturmaya yetmiyordu. Valilerin ve
Kayser adına görev yapan diğer memurların halkın şikayetine,
hoşnutsuzluğuna neden olacak davranışlardan kaçınmaları gerekiyordu.

Bu nedenlerden dolayı Filatus, genel güvenlik adına bu tutuklu
genci feda etmekten, öldürülmesine ilişkin genel isteğe cevap
vermek-ten başka seçenek bulamadı.

İsa'ya gelince, ölümden kesinlikle korkmadı. Ölümü onurlu bir
kişilikle karşıladı. Ölümünden önce katline sebep olan Yahudileri
affetti. Sonra çarmıha gerildi. İnsanlarsa, onunla alay ediyor, ona
sövüp sayıyorlardı.

Cladiyus Ensa devamla şöyle der: Yusuf'un bana anlattığı
İsa
kıssası budur. O, bunları anlatırken yanaklarından aşağıya göz
yaşları süzülüyordu. Ayrılmak istediğini belirtirken kendisine bir
altın para uzattım. Ancak o, parayı almayı kabul etmedi ve bana;
"Burada benden çok daha yoksul kimseler var. Bu parayı onlara
ver." dedi.


..........................................247

Sözünü ettiğin arkadaşın Pavlus'u da ona sordum. Onu tam
olarak tanımıyordu. Onunla ilgili olarak kesinlik kazanan husus,
başlangıçta çadır yapmakla uğraştığı, sonra işini bırakarak bu yeni
dini tebliğ etmekle meşgul olduğudur. Şefkatli ve merhametli olan
Rabbin dinini. Onunla, Yahudi bilginlerinden duyduğumuz
"Yehova" arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark kadardır.

Anlaşıldığı kadarıyla Pavlus önce Küçük Asya'ya gitmiş, sonra
Yunanistan'a geçmiştir. Kölelere ve tutsaklara şöyle diyormuş:
"Hepiniz, sizi seven ve size acıyan bir babanın çocuklarısınız. Mutluluk,
insanlar içinde sadece bir gruba özgü değildir. Tersine zengin,
fakir tüm insanlar mutluluğu yakalayabilirler. Tek şart, kardeşçe
geçinmeleri, temizlik ve doğruluk esaslı bir hayat sürdürmeleridir."
(Mektup özetle burada sona erdi.)

Söz konusu mektubun araştırmamızla ilgili parçaları böyle işte.
Bu mektubun satırları üzerinde düşünüldüğünde, şu sonucuna
varılır: İsra-iloğulları arasında Hıristiyanlık davetinin yaygınlaşması
Hz. İsa'dan sonra olmuştur ve bu davet, nebevi bir davetti, Allah
tarafından görev alan bir peygamberin davetiydi; iddia edildiği gibi
Lahuti bir zuhur ediş, yeryüzüne iniş ve insanları günahlardan kurtarışşeklinde
ilahi bir davet değildi.

Daha sonra Hz. İsa'nın bazı talebeleri ve Pavlus gibi kendini
ona mensup bilenler ve talebelerinin talebeleri, çarmıha gerilme
olayından sonra Hindistan, Afrika ve Roma gibi dünyanın değişik
bölgelerine yolculuk yaptılar ve Hıristiyanlığın mesajını yaydılar.
Ancak çok geçmeden Hıristiyanlık öğretisinin temel meseleleri
hakkında aralarında ihtilaflar baş gösterdi. İsa'nın Tanrısal (Lahuti)
bir varlık oluşu, sadece ona inanmanın yeterli olacağı, Musa'nın
şeriatıyla amel etmenin gerekmediği, İncil'in getirdiği dinin Musa'nın
dinini neshettiği veya bu dinin Tevrat'ın içerdiği şeriatın tamamlayıcı
tâbisi40 olduğu gibi konularda ihtilaf ederek çeşitli grup

40- "Resullerin İşleri" ve "Pavlus'un Mektupları"nda bu son hususa işaret edili


248...........................................................................

lara ayrıldılar.

Bu arada şu husus üzerinde önemle durmak gerekir: Hıristiyanlık
mesajının yayıldığı, etkinlik gösterdiği Roma ve Hindistan
gibi topluluklar bundan önce Sabiilik, Brahmanizm veya Budizm
gibi putperestlik esaslı inanç sistemlerine bağlıydılar. Bu dinlerin
temelinde tasavvufa özgü mistik hazlar, öbür yanda Brahmanizm
felsefesi yatıyordu. Bu inançlarda Lahuti (Tanrısal) varlığın Nasuti
(Beşeri) varlık şeklinde ortaya çıkması anlayışı önemli bir yer tutar.
Birlik (tevhit) şeklinde üçlük (teslis), Lahuti varlığın Nasuti varlık
suretinde inmesi ve asılarak ve işkence görerek kendini feda etmesi
inancı eski Hint, Çin, Mısır, Keldan, Aşur ve Fars putperestliklerinde
temel bir anlayış olarak göze çarpmaktadır.41 Eski dinler ve
mezhepler üzerine yazılan eserlerde vurgulandığı gibi, benzeri inançlara
Roma ve İskandinavya gibi eski batı putperestliklerinde
de rastlanmaktadır.

Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve Diğer Dinlerdeki Benzerleri"
adlı kitabında der ki: "Hindistan'a göz attığımızda, en büyük ve en
ünlü Lahuti ibadetlerinin "teslis" esaslı olduğunu görürüz. Bu öğretiyi
ana dillerinde "Tıri Morti" olarak adlandırırlardı. Bu isim, Sanskritçe
iki kelimeden meydana gelmiştir. "Tıri" üç demektir. "Morti"
ise, şekiller veya uknumlar anlamına gelir. Bunlar "Brahma",

yor. Ancak Hıristiyanlar buna itiraz ederler.

41- Çarmıha gerilerek asılmak çok eski bir uygulamadır. Eskiden suçu çok ağır
olanları ve büyük günahlar işleyenleri çarmıha gererek öldürürlerdi. Hiç kuşkusuz
çarmıha gerilmek, en acı veren öldürme şeklidir ve hatırlanışı ürperti vericidir. Bildiğimiz
haç şeklinde birbiriyle kesişen iki tahta hazırlanır ve bir insanın üzerine
yerleşeceği şekilde monte edilirdi. Sonra suçlu bunun üzerine konulurdu. Elleri yana
doğru açılarak tahtaya çiviyle çakılırdı. Aynı
şekilde ayakları da tahtaya çakılırdı.
Bazen çiviyle çakmadan sadece iple bağlamakla yetinilirdi. Sonra tahtalar doğrultulur
ve ayak tarafındaki tahta iki zira kadar yere çakılırdı. Suçlu bu şekilde bir veya
birkaç gün bekletilirdi. Sonra ayakları bilekten kırılırdı. Bu şekilde çarmıha gerilmiş
olarak ölüme terk edilirdi veya yere indirilerek öldürülürdü. Çarmıha gerilecek kişiye
asılmadan önce işkence edilirdi veya organları kesilirdi. Mensuplarından birinin
çarmıha gerilmesi bir kavim için yüz kızartıcı bir olay olarak algılanırdı.


..........................................249

"Vişno" ve "Siva"dır. Birlikten ayrılmayan üç birleşik uknum. İddialarına
göre o, tek ilahtır."

Sonra şöyle der: "Onlara göre, Brahma Baba'dır, Vişno Oğul'dur,
Siva ise Ruh-ul Kudüs'tür."

Sonra şöyle der: "Onlar, Siva'ya "Krişna"42 yâni "Kurtarıcı Rab"
ve "Büyük Ruh" derler. "Vişno" ondan doğmuş ve Nasut şeklinde
yeryüzünde zuhur etmiş ki, insanları kurtarsın. O, bir tek ilah olan
"üç uk-num"dan biridir."

Devamla şöyle der: "Onlar, Hıristiyanlarda olduğu gibi, üçüncü
uknumu güvercin şeklinde sembolize ederler."

Mr. Faber, "Putperestliğin Kökü" adlı eserinde şöyle der: "Hintliler
"Brahma", "Vişno" ve "Siva"dan oluşan bir teslise inandıkları
gibi, Budistler de teslise inanırlar. Onlara göre "Buda" üç uknumdan
oluşan bir ilahtır. Aynı
şekilde Ginistler de "Civa"nın üç uknumdan
ibaret olduğunu söylemektedirler."

Devamla şöyle der: "Çinliler de Buda'ya taparlar ve ona "Fu"
adını verirler. Hintliler gibi onlar da, onun üç uknumdan ibaret olduğunu
söylerler."

Duwan, yukarıda adı geçen eserinde şöyle der: "Mısır'daki
Munfis Tapınağı'nın rahipleri, dini eğitime yeni başlayanlara "kutsal
üçlü"yü şöyle tarif ederlerdi: "İlk olanı ikincisini yarattı, ikincisi
de üçüncüsünü yarattı. Böylece kutsal üçlü tamamlandı."

Mısır Kralı Toliso, kâhin Tenuşiki'ye sorar: "Benden önce daha
büyük biri var mıydı? Ve benden sonra daha büyük biri olacak mıdır?"
Kâhin şu cevabı verir: "Evet, daha büyük olan vardır. O, her
şeyden önce gelen Allah'tır. Sonra "Kelâm" gelir. O ikisiyle birlikte
de "Ruh-ul Kudüs" yer alır. Bu üçlünün doğaları birdir. Onlar zat
olarak birdirler. Ebedi kuvvet onlardan sadır olur. Git ey fani! Ey
kısa hayatın sahibi!"

42-İngilizce de "Cris" şeklinde telaffuz edilir ki, Kurtarıcı Mesih kastedilir.


250...........................................................................

Bunoyik, "Eski Mısır İnançları" adlı eserinde şöyle der: "Mısır
dininde yaygın olan en ilginç husus, "Kelâm"ın Lahuti oluşuna inanmalarıdır.
Onlara göre, varolan her şey onun aracılığı ile varolmuştur.
O, Allah'tan kaynaklanmıştır. O, Allah'tır. Yuhanna İncili
de bu ifadelerle başlar."

Heigen, "Angello-Sakson" adlı eserinde der ki: "Farslar
Metrus'u kelâm, aracı ve Farsların kurtarıcısı olarak isimlendirirlerdi."

"Avrupa'nın İlk Sakinleri" kitabından da şunları nakleder: "Eski
putperestler, "Tanrı üç uknumdan meydana gelmiştir." derlerdi."

Ayrıca, eski Yunanlıların, Romalıların, Finlandiyalıların ve İskandinavyalıların
da biraz önce sözünü ettiğimiz teslise inandıklarını
anlatır. Keldanilerin, Aşurluların ve Finikelilerin de "kelâm" ile
ilgili olarak benzeri bir inanca sahip oldukları rivayet edilir.

Duwan, "Tevrat'taki Hurafeler ve Diğer Dinlerdeki Benzerleri"
ad-lı eserinin 181-182. sayfalarında özetle şunları der:

"İnsanların işledikleri bir günahın sorumluluğundan kurtulmaları
için tanrılardan birinin kurban olarak sunulması fikri, Hintlilerin
ve diğer ulusların arasında kökü çok eskilere dayanan bir anlayıştır."

Ardından buna ilişkin kanıtlara yer verir: "Hintlilerin inanışına
göre, ilk çocuk olduğu halde, başlangıcı ve sonu olmayan tanrı
Vişno'nın kendisi olan Krişna'nın şefkat duyguları kabardı ve yeryüzünü
yükünün ağırlığından kurtarmak istedi. Yeryüzüne geldi ve
insan tarafından bir kurban sunarak insanı kurtardı."

Mr. Moor der ki: "Hintlilerin kitaplarında "Krişna" çarmıha gerilmiş
vaziyette resmedilmiştir. Elleri ve ayakları çivilerle tahtaya
çakılı olduğu halde gömleğinin üzerinde bir insan kalbi asılı olarak
çizilmiştir. Bir diğer resimde de çarmıha gerilmiş ve başının üzerinde
altın bir taç olduğu halde gösterilmiştir. Hıristiyanlar da; "İsa
çarmıha gerilerek asıldığı zaman başının üzerinde dikenli bir taç


..........................................251

vardı." derler."

Hauk, Seyahatnamesi'nin 1. cildinin 326. sayfasında der ki:
"Putperest Hintliler, bazı ilahların insan şekline girdiklerine ve insanların
günahlarından kurtulmaları için kurban olarak sunulduklarına
inanırlar."

Morivor Leims, "Hintliler" adlı eserinde (s. 26) şöyle der: "Putperest
Hintliler, temel bir günaha inanırlar. Bunun kanıtı da
"Kiyatri"den sonra gelen yakarışları ve tevessülleridir: Ben günahkârım.
Hata ettim. Kötü tabiatlıyım. Annem günah işleyerek bana
hamile kaldı. Kurtar beni ey yonca gözlü! Ey günahkârları hatalarından
ve günahlarından kurtaran!"

Papaz Gorge Kuks, "Eski Dinler" adlı eserinde Hintlilere ayırdığı
bölümde şunları söyler: "Onlar, Krişna'yı serkeş olmayan lahut
dolu bir kahraman olarak tasvir ederler. Çünkü o kendini kurban
olarak sunmuştur."

Heigen, Tibal ve Tibet topraklarına ayak basan ilk Avrupalı olan
"Andara Da el Kurozopos"tan şunları nakleder: "Onların taptıkları
tanrı "Endra" şöyle tasvir edilir: "Onun kanı çarmıha gerilmek
ve çiviye vurulmak suretiyle dökülmüştür ki, insanları günahlarından
kurtarsın. Bu çarmıha gerilişin resmi, kitaplarında mevcuttur."

Rahip Corciyus'un kitabında tanrı "Endra" şu şekilde tasvir edilir:
"Çarmıha gerildiği tahtaların ikisi en bakımdan eşit, ama uzunluk
bakımdan farklıdır. Baş tarafı daha kısadır. Burada yüzü tasvir
edilmiştir. Buna karşılık aşağı tarafı daha uzundur. Eğer yüzün
şekli olmasaydı, kimsenin aklına onun bir kişiyi temsil için yapıldığı
gelmezdi."

Budistlerin bu husustaki tasavvurları Hıristiyanların Hz. İsa'yla
ilgili anlayışlarına daha çok benzemektedir. Bu benzerlik her açıdan
söz konusudur. Hatta onlar Buda'yı "Mesih", "tek evlat", "alemin
kurtarıcısı" olarak adlandırırlar. Onun kamil bir insan ve kamil
bir ilah olduğunu, Nasut bedenine büründüğünü, insanların günahlarına
kefaret olmak, onları günahlardan kurtarmak, azaba çarptı


252...........................................................................

rılmalarını önlemek ve göklerin melekutuna varis olmalarını sağlamak
için kendini kurban ettiğini söylerler. Birçok batılı yazar buna
dikkat çekmiştir. Bill, kendi kitabında, Hauk, Seyahatnamesi'nde
ve Mauller "Sanskrit Edebiyat Tarihi" adlı eserinde bu konuları
işlemişlerdir.43

Şimdiye kadar anlattıklarımız, eski dinlerdeki Lahut ile Nasut
karışımına, çarmıha gerilme ve insanların günahlarına karşılık
feda edilme inancına ilişkin pasajlar ve örneklerdi. Görüldüğü gibi,
Hıristiyanlığın yeryüzünde yayılmaya başladığı ve Hıristiyan davetçilerin
gezindiği bölgelerde Hıristiyanlık davetinin gönülleri fethettiği
dönemde birçok toplum bu akideye sahipti. Acaba bu durum,
Hıristiyan davetçilerin Hıristiyanlığın temel prensiplerini putperestlik
kalıpları içinde sunarak insanların kalplerini dinlerine yöneltme
ve öğretilerini onlara kabul ettirme çabasında olduklarını
göstermiyor mu?

Bunu Pavlus'un ve diğer Hıristiyan din ulularının hikmet ehlinin
hikmetini, akli kanıtları esas alan felsefelerini yermelerinde, Rab
ilahın ahmağın ahmaklığını, akıllının aklına tercih ettiğini söylemelerinde
gözlemleyebiliyoruz.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Hıristiyan davetçiler mesajlarını sunar-
larken akıl ve kanıtı esas alan düşünce ekollerinin karşısında
yer aldılar. Bunun üzerine söz konusu ekollerin mensupları, böyle
bir şeyi kabul etmeye, daha doğrusu kanıt açısından sahih bir şekilde
algılamaya imkan yoktur, diyerek onlara karşı çıktılar. Hıristiyan
davetçiler de söylemlerini keşif ve kutsal ruhla dolup taşma
üzerine oturttular. Onlar bu açıdan, tarikatlarının akıl yolundan ve
tarzından ayrı bir yol ve tarz olduğunu söyleyen cahil tasavvufçulara
benzerler.

43- Okuyucu bu alıntıları, el-Menar tefsirinde (c. 6, Nisâ suresinin tefsiri), ay-
rıca Ansiklopedilerde ve "Hıristiyanlıkta Putperestlik İnançları" adlı eserde bulabilir.


..........................................253

Bu davetçilerin bir kısmı, "Resullerin İşleri" kitabında ve tarih
kitaplarında belirtildiği üzere, ruhbanlığı benimseyerek dünyayı
dolaşmaya ve Hıristiyanlık mesajını yaymaya başladılar. Dünyanın
çeşitli bölgelerindeki halk kitleleri de onları olumlu karşıladılar.
Özellikle Roma İmparatorluğu topraklarında başarılı olmalarının
altındaki sır, halk kitlelerinin mevcut durumdan bezmiş olmalarıydı.
Bütün ülkede zulüm ve haksızlık kol geziyordu. Sıkıcı ve boğucu
bir manevi baskı egemendi. Kölelik yasaları hakimdi. Yöneten ve
yönetilen, amir ve memur sınıflar arasındaki fark bir uçurum kadardı.
Zenginlerin, konfor içinde yüzen varlıklıların hayatı ile yoksulların,
düşkünlerin ve kölelerin yaşayışları arasında korkunç bir
fark vardı.

Hıristiyan davetçileri ise insanları kardeşliğe, eşitliğe, insanlarla
iyi geçinmeye, dünyayı ve onun sıkıntı verici, fani ve kirli hayatından
yüz çevirmeye, göklerin melekutunda bulunan mutlu ve
berrak hayata yönelmeye çağırıyorlardı. Sırf bundan dolayı da,
yönetici sınıflar, krallar ve kayserler, onlarla pek ilgilenmiyorlar,
onlara eziyet etmeyi, onların aleyhinde politikalar geliştirmeyi veya
onları ülkelerinden sür-meyi düşünmüyorlardı.

Böylece gösteri yapmadan, kimseyle kavga etmeden günbegün
sayıları artıyordu. Her gün biraz daha güçleniyorlardı. Nihayet
Roma İmparatorluğu'nda, Afrika'da ve Hindistan gibi ülkelerde
büyük bir ka-labalığa ulaştılar. Bir kilise yapıp kapılarını halka açtıkları
her seferinde bir put evini yıkmış, kapılarına kilit vurmuş
oluyorlardı.

Putperestlik liderlerinin kendilerine karşı çıkmalarına, temellerini
yıkmak istemelerine, zamanın kralları ve hükümdarlarının,
kendilerine boyun eğmemelerine, hükümlerine ve yasalarına muhalefet
etmelerine de asla itina etmiyorlardı. Zira aksi takdirde,
ortadan kaldırılma, öldürülme, zindana atılma ve türlü işkencelerden
geçirilme tehlikesiyle karşılaşabilirlerdi; bir kısmı öldürülür,
bir kısmı zindana atılır ve bir kısmı da sürgün edilirdi.


254...........................................................................

Bu durum, "Kral Konstantinus" zamanına kadar devam etti.
Nihayet Kral, Hıristiyanlığa inandı ve bu dine girdiğini açıkça duyurdu.
Ondan sonra Hıristiyanlık, devletin resmi dini haline geldi.
Roma'da ve İmparatorluğa bağlı ülkelerde kiliseler yapıldı. Bu gelişmeler,
Miladi dördüncü yüzyılın son yarısına denk geliyordu.

O dönemde, Roma Kilisesi Hıristiyanlığın merkezi haline geldi
ve papazları
İmparatorluğa bağlı topraklara göndererek kiliseler,
manastırlar ve İncil'in mesajının öğretildiği okullar açtırmaya başladı.

Bu arada şunu göz önünde bulundurmak gerekir ki, Hıristiyan
davetçiler, tüm öğretilerini, tartışmasız kabul ettikleri bazı ilkeler
üzerine oturttular. Böylece, Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs, çarmıha
gerilme ve gü-nahların karşılığı olarak öldürülme gibi meseleleri
tartışma götürmeyen ilkeler olarak ele alıp, diğer tüm öğretilerini
bu temellere dayandırdılar.

Bu da, onların dinsel öğretilerinin ilk ve önemli çürük noktasıdır.
Çünkü bir duvar ne kadar düzgün ve sağlam örülürse örülsün,
eğer temel çürükse bu düzgünlük ve sağlamlık ona bir yarar
sağlamaz. Kaldı ki, buna dayalı olarak geliştirdikleri "biri üçleme=
teslis", çarmıha gerilme ve feda olma konuları da akılla bağdaşmamaktadır.

Nitekim bazı Hıristiyan araştırmacılar da, "teslis" düşüncesinin
akılla bağdaşmadığını ikrar etmişlerdir; ancak şunu da eklemeden
edememişlerdir: "Bu, dinsel bir meseledir. Böyle meseleleri
kulluk duygusu içinde kabul etmek gerekir. Ne dinlerde nice akılla
bağdaşmayan konular vardır!"

Oysa bu, çürük bir temelden hareketle varılan çürük bir çıkarsamadır.
Hak bir dinin akılla bağdaşmayan bir ilkeyi içermesi düşünülebilir
mi? Biz, bir dini aklımızla kabul eder, onun hak din olduğunu
aklımızla belirleriz. Akıl, hak nitelikli bir inanç sisteminin
batıl ve imkansız bir ilkeyi kapsamasını kabul eder mi? Bu açık bir
çelişki değil midir? Kuşkusuz hak bir din, egemen doğa yasalarıyla


..........................................255

izah edilemeyen, olağanüstü ama mümkün nitelikli hususları içerebilir;
fakat özü itibariyle muhal olan bir şeyi asla!

Hıristiyan davetçilerin dinsel öğretiler konusunda tuttukları bu
araştırma yöntemi, düşünürler arasında yoğun tartışmaların ve
ihtilafların baş göstermesine yol açmıştır. Özellikle Roma ve İskenderiye
okullarında, dinsel araştırmaların yoğunlaşmaya başladığı
dönemlerde bu durum ayyuka çıkmıştır.

Bu nedenle de kilise, söylem birliğini korumak ve bütünlüğü
sağlamak için denetimlerini her gün biraz daha sıklaştırıyordu.
Papazların, keşişlerin söyledikleri her yeni sözü, ortaya atılan her
bidatı bastır-mak, genel anlayışa uydurmak için yoğun bir çaba
harcıyordu. Kon-siller düzenliyordu. Bu tür söylemlerle ortaya çıkanları,
ikna olmadıkları takdirde, tekfir ediyor, sürgün ediyor, aforoz
ediyor veya öldürüyordu.

İlk konsil, Arius'un; "Oğul uknumu, Baba uknumuna eşit değildir.
Çünkü Allah kadimdir, öncesizdir. Mesih ise mahluktur, sonradan
var edilmiştir." demesi üzerine toplanan "İznik Konsili"ydi.

Patrikler, kardinaller ve papazlar Konstantiniye'de (İstanbul),
Kral Konstantinus huzurunda bir araya geldiler. Üç yüz on üç kişiydiler.
So-nunda şu ortak karara vardılar: "Biz her şeyin maliki, görülen
ve görülmeyen her şeyin yaratıcısı, tek Baba Allah'a ve tek
Allah'ın oğlu tek Oğul İsa Mesih'e inanıyoruz. O, tüm yaratılanların
ilkidir, ama yaratıl-mış değildir. Hak ilahtan olma hak ilahtır. Alemlerin
ve her şeyin düzeni elinde sağlam bir temele dayanan Baba'nın
cevherindendir. O, bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten
indi, Ruh-ul Kudüs'ten ayrılarak insan görünümüne girdi ve
Bakire Meryem'den doğdu. Filatus zamanında asıldı ve gömüldü.
Sonra ölümünün üçüncü gününde kalktı, göğe yükseldi ve babasının
sağına oturdu. O, ölüler ve diriler arasında hükmetmek üzere
bir kez daha dönmeye hazırdır. Aynı
şekilde biz, babasından çıkan,
hakkın ruhu, tek Ruh-ul Kudüs'e, günahları bağışlanması için tek


256...........................................................................

bir vaftize,44 tek kutsal Hıristiyan-Katolik cemaate, bedenlerimizin
tekrar kalkacağına45 ve sonsuz hayata inanıyoruz."46

Bu, ilk konsüldü. Ancak bundan sonra da birçok konsüller
toplandı. Amaç oluşan yeni mezheplerle bir ilgilerinin olmadığını,
onların din dışı olduğunu vurgulamaktı. Nesturi, Yakubi, Elyani,
Yelyarisi, Makdanosi, Sabalyusi, Nutosi ve Pavlusi mezhepleri gibi.

Böylece kilise, denetim görevini aksatmadan yürütüyordu. Da-
vet misyonunu gevşetmiyordu. Günbegün gücü ve otoritesi artıyordu.
Bu durum, Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya (Almanya),
İspanya, Portekiz, Belçika ve Hollanda gibi Rusya dışında tüm Avrupa
devletlerinin Hıristiyan olmalarına yol açtı. Rusya ise, Miladi
beşinci yüzyılın sonlarında, yâni 496 yılında bu dini benimsedi.

Kilise günbegün gelişmesine, güçlenmesine devam ederken,
kuzey halkları ve barbar kabileler de Roma'ya saldırıyorlardı. Savaşlar
ve iç karışıklıklar Kayserlerin saltanatını zayıflatıyordu. Sonunda
Romalılar ve galip toplumlar dini otorite gibi memleket
yönetiminin de kiliseye devredilmesinde birleştiler. Böylece o gün
manevi egemenlikle maddi egemenlik, kilisenin başkanı olan Papa
Gregorius'da birleşti. Tarih, Miladi 590'ı gösteriyordu. Böylece
Roma Kilisesi, Hıristiyanlık dünya-sı üzerinde mutlak bir egemenliğe
sahip oldu.

Fakat İmparatoluk, başkenti Roma olan Batı Roma Devleti ve
başkenti Konstantiniye (İstanbul) olan Doğu Roma Devleti olmak

44- Vaftiz edilmişlikten maksat, batıni temizlik ve kutsallıktır.

45- Burada şöyle bir kuşku dile getirilmiştir: "Bu ifade, ahirette cismani kıyamı
kabul etmeyi gerektirir. Oysa Hıristiyanlar ruhani kıyama inanırlar. Bunu İncilden
algılamak mümkündür." Ancak benim kanatime göre İncil, sadece kıyamette dünyadaki
cismani lezzetlerin olmayacağına delalet eder; insanın bedenden soyutlanmış
mücerret bir ruh olacağına delalet etmez. Etse etse, insanın kıyamette melekler gibi
olacağına, insanlar arasında evliliğin olmayacağına delalet eder. Eski ve Yeni Ahitlerde,
kıyamet günündeki insan şöyle dursun, açıkça yüce Allah'ın ve meleklerin
cisim olduğu ifade edilir.

46- el-Milel ve'n-Nihal, Şehristani.


..........................................257

üzere ikiye ayrılınca, Doğu Roma Devleti'nin kralları, kendilerini
ülkelerinin dini liderleri olarak da ilan ettiler ve Roma Kilisesi'ne
tâbi olmadılar. Bu, Hıristiyanlığın Roma Kilisesi'ne bağlı olan Katolikler
ve ora-ya bağlı olmayan Ortodokslar şeklindeki bölünmesinin
başlangıcıydı.

Konstantiniye (İstanbul) kenti Osman Oğulları'nın eline geçinceye
ve Kral Poli Olokos öldürülünceye kadar bu durum böyle devam
etti. O, Doğu Roma Devleti'nin son kralı ve o günkü kilisenin
keşişiydi. (Ayasofya Kilisesi'nde öldürüldü.)

Ondan sonra Rus çarları, Roma Kayserleriyle aralarındaki
hısımlık dolaysıyla, bu dini makamın, yâni kilise başkanlığının
miras olarak kendilerine yetiştiğini iddia ettiler. Ruslar Miladi
onuncu yüzyılda Hıristiyan olmuşlardı. Böylece Rus çarları, Roma
Kilisesi'ne bağlanmadan kendi topraklarının kilise keşişleri de
oldular. Tarih, 1454 yılını gösteriyordu.

Bu durum, Çar Nikola'nın öldürülmesine kadar yaklaşık olarak
beş asır devam etti. Nikola son Rus çarıydı. O ve ailesi 1918 tarihinde
ko-münistler tarafından öldürüldü. Böylece Roma Kilisesi
aşağı yukarı, bölünmeden önceki konumuna gelmiş oldu.

Fakat kilise, yönetimdeki liderlerinin çabalarıyla ortaçağda insan
hayatının tüm alanlarına müdahale ediyordu. Bu dönemde
kilise, gücünün doruğundaydı. Bu kilise baskısından kurtulmak
isteyen dindarlar kiliseye baş kaldırdılar, onca baskıdan azat olmak
istediler.

Sonuçta bir grup, kilise liderleri ve papaların hükümlerine tâbi
ol-mayı reddetti. Ancak İncil'in öğretilerine ve konsillerinin çıkarsamalarına,
alimlerinin ve papazlarının üzerinde ittifak ettikleri
hükümlere tâ-bi olmaya devam ettiler. Bunlara Ortodokslar adı
verilir.

Bir diğer grup ise, kesin bir şekilde Roma Kilisesi'ne tâbi olmaktan
vazgeçti. Bunlar İncil'in öğretisi hususunda da Roma Kilisesi'ne
bağlı değildirler. Roma Kilisesi'nin emirleri de onları


258...........................................................................

bağlamaz. Bunlara Protestanlar denir.

Böylece bugün Hıristiyanlık dünyası üçe bölünmüş durumdadır:
Katolikler: Bunlar Roma Kilisesi'ne ve öğretisine tâbidirler.
Ortodokslar: Roma Kilisesi'nin öğretisine tâbidirler, ama kilisenin
kendisine tâbi değildirler. Bu mezhebin oluşumu, kilisenin bölünmesinden
sonradır. Özellikle kilisenin İstanbul'dan Moskova'ya
taşınmasından sonra. (Daha önce bu hususa değindik.) Protestanlar:
Ne kiliseye, ne de öğretisine tâbi değildirler. Kendilerine özgü
bağımsız bir yolları vardır. Miladi on beşinci yüzyılda ortaya çıktı.

Yaklaşık olarak yirmi asırdan bu yana Hıristiyanlık dininin yaşadığı serüvenin özeti budur. Bu kitabın ana fikrini kavrayanlar,
rahatlıkla bilirler ki, Hıristiyanlık tarihini özetlememizin gerisindeki amacı şu şekilde sıralamak mümkündür:

Birincisi: Araştırmacılar, Hıristiyanlığın tarih boyunca yaşadığı
gelişmeleri bilsinler. Miras, sirayet, etkilenme, karışma veya gelenek
yoluyla, inanç sistemlerine girmiş olması muhtemel olan putperestlik
inançları, düşünceleri ve geleneklerinin farkında olsunlar.

İkincisi: Kilisenin, özellikle Roma Kilisesi'nin egemenliği, Miladi
ortaçağlarda aşamalı olarak doruğa çıkmıştı. Din ve dünya işlerinin
egemenliği kilisenin elindeydi. Avrupa'daki tüm krallıklar
kiliseye boyun eğiyordu. İstedikleri kralı azlediyor, istediklerini atayabiliyorlardı.
47

Rivayete göre, bir keresinde Papa, işlediği bir günahtan dolayı
bağışlanmak dileğiyle, günah çıkarmak isteyen Alman İmparatoru'na
kış mevsiminde sarayının kapsında üç gün boyunca yalın
ayak durmasını emretmiştir.48

Bir keresinde Papa, dizleri üstünde gelerek bağışlanmak dileyen
kralın tacını tekmelemiştir.49

47- el-Futuhat-ul İslamiye

48- a.g.e.

49- a.g.e.


..........................................259

Kilise, Müslümanları bağlılarına öyle tanıtmıştı ki, İslam'ı bir
putperestlik dini olarak görüyorlardı. Bunu, Hıristiyanlarla Müslümanlar
arasında uzun yıllar devam eden haçlı savaşları sırasında
Hıristiyanları savaşa teşvik amacıyla söylenen şiirlerde ve sloganlarda
görüyoruz.

Hıristiyanlar, Müslümanları putlara tapanlar olarak görüyorlardı.
50 Güya Müslümanların üç tane tanrısı vardı. Bunlar sırasıyla
"Mahom", diğer adlarıyla da "Bafomid" ve "Mahomend"dir. Bu ilk
tanrıdır ve o, "Muhammed"dir. Ondan sonra "İlin" gelir. Bu da ikinci
tanrıdır. Sonra "Tarfacan" gelir. Bu da üçüncü tanrıdır. Hıristiyanların
bazı açıklamalarından, Müslümanların iki tane daha tanrılarının
olduğuna inandıkları anlaşılıyor. Bunlar, "Martuvan" ve
"Cubin"dir. Ancak bunlar, derece bakımdan sözü edilen ilk üç tan-
rıdan sonra gelirler. "Muhammed, çağrısını kendisinin tanrılığı esasına
dayandırmıştır." diyorlardı. Bazen de; "O, kendisine altından
bir put edinmiştir." diyorlardı.

Richard, Frenkleri Müslümanlara karşı kışkırtmak için söylediği
şiirlerinin birinde şöyle der: "Kalkın ve Mohomend'i ve Tarfacan'ı
devirin. Tanrınıza yakın olmak için onları ateşe atın."

Roland, Müslümanların Tanrısı "Mahom"u şöyle betimler: "O,
bü-tünüyle altın ve gümüşten yapılmıştır. Onu görsen, hiçbir sanatkârın,
ondan daha güzel bir şey tasavvur edip de yapmasının
mümkün olmadığını tasdik edersin. İri bir cüssesi, güzel bir yapısı
vardır. Yüzünden ululuk izleri okunur. Altın ve gümüşten yapılan
Mahom'un göz alıcılığı görenlerin gözlerini kamaştırır. En güzel ve
en sağlam sanat eserlerinden biri olan bir filin üzerine oturtulmuştur.
Karnı boştur. Ona bakan, karnından bir ışık hisseder. Pahalı ve
ışık saçan taşlarla yaldızlanmıştır. Dışarıdan bakınca içi görülebilecek
şekilde şeffaftır. Bir sanat eseri olarak eşsizdir.

50- Buradan başlamak üzere bölümün sonuna kadarki kısım, Henry De Castry'nin
"İslam Dini" adlı kitabının tercümesinden (Birinci Bölüm) nakledilmiştir.


260...........................................................................

Müslümanlar zora düştükleri zamanlarda tanrılarının onlara
ilham ettiklerine şahit oldukları için, bir savaşta Müslümanların
yenilgiye uğraması üzerine, komutanları, Müslümanların Mekke'deki
tanrılarını (yâni Hz. Muhammed'i) görmek üzere birini gönderir.
Olaya şahit olanlardan biri şöyle anlatır: "Tanrı (yâni Hz. Mu-
hammed) bulundukları yere geldi. Etrafını bağlılarından oluşan
büyük bir kalabalık sarmıştı. Davullar, zurnalar, utlar ve gümüşten
yapılma borular çalıyorlar, şarkılar söyleyip raks ediyorlardı. Sonunda
onu coşku, eğlence ve çığlıklar içinde karargaha getirdiler.
Halifesi onun gelmesini bekliyordu. Onu görünce, dizlerinin üzerine
kalktı ve huzu ve huşu içinde ona tapmaya başladı."

Richard, yukarıda betimlenen tanrı "Mahom"un vahyedişini de
şu şekilde tasvir eder: "Büyücüler, bir cini emirleri altına almışlar.
Onu sözü edilen putun içine koymuşlar. Bu cin orada bağırıp çağırır,
gürültü çıkarır, sonra konuşmaya başlar. Müslümanlar onu büyük
bir sessizlik içinde dinlerler."

Buna benzer mesnetsiz yakıştırmalar haçlı savaşları yıllarında
yazılan veya o dönemi anlatan kitaplarda büyük oranda yer almaktadır.
Öyle ki bunları okuyan bir kimse afallayıp kalır. Okuduklarına
inanamaz, şaşkınlıktan dehşet içinde donakalır. Yapılan
naklin doğru olmayabileceğini düşünür. Çünkü bunlar öyle iddialardır
ki, bir Müslüman ne uyanıkken, ne uykusunda, ne de uyuklamasında
bunlara tanık olmuştur.

Üçüncüsü: Düşünce sahibi araştırmacılar, Hıristiyanlık çağrısının
geçmişten günümüze kadar geçirdiği evrimin çizgisini somut
bir şekilde algılasınlar; putperestlik inançlarının, nasıl başlangıçta,
Hz. İsa (a.s) hakkında aşırı tasvirlerde bulunma şeklinde, sonra da
"Baba, Oğul, Ruh-ul Kudüs" üçlemi kalıbında, haça gerilme ve günahlara
bedel olma, bunun gereği olarak da sırf inanmakla yetinip
amel etmekten vazgeçme fikri şeklinde sinsice Hıristiyanlık çağrısına
sirayet ettiğini bilsinler.

Başlangıçta sapma, dini kalıplar içinde gelişme gösteriyordu.


..........................................261

Karşılaştıkları buhranlar oruç, namaz ve vaftiz gibi ameller vasıtasıyla
kilise tarafından çözüme kavuşturuluyordu. Ancak öte yandan
dinsizlik de her gün biraz daha gelişiyor, güç kazanıyor ve Hıristiyanlık
bütünü içinde çeşitli bölünmeler oluyordu. Sonunda Protestanlık
ortaya çıktı, kanun (uygulanmak üzere konulan pratik
hükümler) ötesi özgürlüğü esas alan resmi yasalar siyasal kargaşanın
yerini aldı. Buna bağlı olarak da dinsel eğitimin etkisi
zayıflıyor, bu yöndeki çabalar beklenen sonuçları vermiyordu. Sonuçta
tam özgürlüğü doğuran materyalizmin yaygınlaşmasıyla
zaman içinde insani değerler ve ahlakın temelleri çöktü.

Diyalektik materyalizme, fizik ötesinin, değişmez üstün ahlakın
ve dini eylemlerin inkarına dayalı komünizm ve sosyalizm ideolojileri
etkin olmaya başladı. Manevi insanlık çöktü, yerini yırtıcılık
ve çıkarcılık karışımı materyalist hayvanlık aldı, dünya hızla o
yönde ilerlemeye başladı.

Son zamanlarda dünya çapında etkin olmaya başlayan dinsel
gelişimler ise, politik oyunların bir tezahüründen başka bir şey
değildir. Politikacılar, siyasal amaçlarına ve arzularına ulaşmak
için bu oyunu tezgahlıyorlar. Çünkü bugün etkin olan politika, her
kapıyı çalmayı, her taşın altına ve her deliğe elini sokmayı öngörmektedir.

Şikago Le Teran Fakültesi, Dini İlimler Profesörü Josef Schitler
konuya ilişkin olarak şöyle der: "Amerika'da etkin olmaya başlayan
yeni dinsel uyanış, dinin çağdaş uygar yaşama uyarlanmasından
ve çağdaş medeniyetin din karşıtı olmadığının kanıtlanmasından
başka bir şey değildir. Bunun büyük bir tehlikesi vardır, o
da şudur: İnsanların büyük çoğunluğu, çağdaş uygarlığın verilerine
inandıkları halde dindar olduklarını sanırlar. Böylece bir gün ortaya
çıkabilecek gerçek bir dinî çağrıya teveccüh etmez, ona katılma
gereğini duymazlar."51

51- "Live" dergisi, ABD. 6 Şubat 1956.


262...........................................................................

Amerika'da Rus Ortodoksluğunun en büyük savunucularından
biri olan Florovski der ki: "Amerika'daki dinsel eğitim, toplumun
gönlünü hoş tutmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Çünkü eğer
gerçek bir dinsel uyanış olsaydı, derin ve pratik öğretilere dayanıyor
olması gerekirdi."52

Din kervanının nereden yola çıktığına ve nerede konakladığına
ba-kın! Çağrı, dini (akideyi), ahlakı (güzel huyları) ve şeriatı (pratik
amel-leri) ihya etmek adına başlamıştı, gelip dayandığı son nokta,
bu saydıklarımın tümünün geçersiz kılınması ve yerini hayvani
yaşantının alması oldu.

Bu durum, "Kıddis" ve "Havari" dedikleri Pavlus ve destekçilerinin
eliyle gerçekleşen ilk sapmanın gelişiminin sonucundan başka
bir şey değildir. Bugün bütün dünyanın insanlığı yok oluşla tehdit
ettiğini haykırdığı çağdaş uygarlık, "Pavlus Uygarlığı" olarak
tanımlansa yeridir. "Çağdaş uygarlığın önderi, bayraktarı
İsa'dır."
iddiasındansa, "Pav-lus Uygarlığı" nitelemesi daha gerçekçidir.

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

Tefsir-ul Kummî'de, "Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah kendisine
kitap, hüküm ve peygamberlik versin de..." ayetiyle ilgili olarak
deniliyor ki: "İsa insanlara; "Sizi ben yarattım, şu halde Allah'ı
bir yana bırakarak bana kul olun." demedi, fakat onlara; "Rabbaniler,
yâni alimler olun." dedi." (c.1, s.106, Kum baskısı)

Ben derim ki: Önceki açıklamalarımızın akışı içinde bu değerlendirmeyi
desteleyen karineler geçti. Hadiste, İsa'nın insanlara;
"Sizi ben yarattım." demediğinin vurgulanması, onun insanlara;
"Bana kul olun." söylemediğine ilişkin bir kanıt niteliğindedir.
Çünkü eğer onlara böyle bir şey söylemiş olsaydı, onları yarattığını
da onlara bildirmiş olması gerekirdi. Oysa onlara bunu bildirme

52- a.g.e.


..........................................263

miştir, dolayısıyla onlara böyle bir şey de söylememiştir.

Yine aynı eserde, "Ya da size, Melekleri ve peygamberleri
Rabler edinmenizi emretsin..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor:
"Bir top-luluk meleklere tapıyordu. Hıristiyanların içinde bir
grup İsa'nın tanrı oluğunu iddia ediyordu. Yahudiler; "Uzeyr, Allah'
ın oğludur." diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah; "Ya da size, melekleri
ve peygamberleri Rabler edinmenizi emretsin..." ayetini

indirdi." (c.1, s.106, Kum baskısı)

Biz, önceki bölümlerde bu konuyu etraflıca ele aldık.

ed-Dürr-ül Mensûr adlı eserde, İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i
Mün-zir, İbn-i Ebi Hatem ve Beyhaki'nin (ed-Delail'de) İbn-i
Abbas'tan şöy-le rivayet ettikleri kaydedilir: "Yahudilerin hahamları
ile Necran Hıristiyanları Resulullah'ın yanında toplanmışlardı ve
Resulullah (s.a.a) onları
İslam'a davet ediyordu. O sırada Ebu Rafi
Kurazi dedi ki: "Ey Muhammed, Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'ya
taptıkları gibi bizim de sana tapmamızı mı istiyorsun?" Necran
Hıristiyanlarından Reis adlı biri de, ona katılarak; "Gerçekten bunu
mu istiyorsun bizden, ey Mu-hammed?" dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah'tan
başkasına tapmaktan veya O'ndan başkasına kulluk sunmayı
emretmekten Allah'a sığınırız. Allah beni bunun için göndermedi.
Bana böy-le bir şeyi emretmedi." Bunun üzerine yüce Allah, "Hiçbir
insana yakışmaz ki, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik
versin de sonra o... Artık siz Müslüman olduktan sonra,
size küfrü mü emredecek?" ayetlerini indirdi." (c.2, s.46, Beyrut

baskısı)

Yine aynı eserde, Abd b. Hamid'in, Hasan'dan şöyle rivayet et-
tiği geçer: "Duydum ki, adamın biri Resulullah'a şöyle demiş: "Ya
Resu-lullah, seni de bir birimizi selamladığımız gibi selamlıyoruz.
Oysa sana secde etmemiz gerekmez miydi?" Peygamberimiz ona
şu karşılığı vermiş: "Hayır! Ama Peygamberinize karşı saygılı olun.
Onun Ehl-i Beyt'inin hakkını gözetin. Çünkü Allah'tan başkasına


264...........................................................................

secde etmek doğru değildir." Bunun üzerine yüce Allah: "Hiçbir
insana yakışmaz ki, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik
versin de sonra o... Artık siz Müslüman olduktan sonra, size
küfrü mü emredecek?" ayet-lerini indirdi." (c.2, s.47, Beyrut baskısı)

Ben derim ki: Bu iki olayın dışında, başka olaylar da ayetin iniş
sebebi olarak rivayet edilmiştir. Büyük ihtimalle bunlar, teorik
çıkarsamalardır. Daha önce konuyla ilgili ayrıntılı bilgi sunduk. Bir
de, bir ayetin inişi bağlamında birçok sebebin bir araya gelmiş
olması da mümkündür. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

 

HZ.İSA'YA (as) NE OLDU ?

"Ve 'Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük' demelerindenötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi."

Âl-i Imrân suresi kapsamında, Hz. Isa'nın (a.s) kıssası anlatılırken,

Israiloğullarının Isa'nın asılarak mı, yoksa başka şekilde

mi öldürüldüğü hususunda ihtilafa düştüklerini belirtmiştik. Yüce

Allah'ın önce onların İsa'yı öldürdüklerine ilişkin iddialarını anlatmasının,

ardından öldürme ve asmayı birlikte olumsuzlaştırarak

zikretmesinin nedeni, tam bir red ve olumsuzlaşma amacına yönelik

olsa gerektir. Ki zihinlerde herhangi bir kuşku kalmasın. Çünkü

suçlulara uygulanan bir işkence türü olarak çarmıha germek, her

zaman ölümle sonuçlanmayabilir. Ayrıca "öldürme" eylemi belirsiz

ve mutlak olarak kullanıldığında, zihinde çarmıha germe olgusu

uyanmaz.

 

Öte yandan İsa'nın (a.s) öldürülme şekli hususunda da ihtilaf

vardı. Dolayısıyla yalnızca onun öldürülmesinin olumsuzlanması

da, onu normal bir öldürmeyle öldürmedikleri şeklinde yorumlanabilir.

Birinin öldürülmesinin olumsuzlanması, onun çarmıha gerilerek

öldürüldüğü ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden yüce Allah,

"Oysa onu öldürmediler de," sözünden sonra, "ve asmadılar

da" ifadesine yer veriyor ki, anlatılmak istenen husus, verilmek istenen

mesaj açık ve eksiksiz olarak anlaşılsın; onun onlar tarafından

ne öldürme, ne de asma, çarmıha germe şeklinde öldürülmediği

kesin olarak ifade edilsin.

 

Tam tersine onun işini karıştırdılar, bir başkasını ona benzettiler

ve Hz. Mesih'ten (a.s) başkasını onun yerine yakalayarak öldürdüler

veya astılar. Böyle bir karışıklığın olması mümkündür.

Çünkü bu tür galeyana gelmiş, kontrolden çıkmış, taşkın, etrafını

 

230 ................................................. 5

 

yakıp yıkan kalabalık ayaklanmalarda yanlışlıkla öldürmeler, gerçek

suçlu yerine bir başkasını cezalandırma örnekleri çoktur. Onu

Romalı askerlerin öldürdüğü söyleniyor. Romalı askerlerinse onu

çok iyi tanımaları beklenemez. Dolayısıyla onun yerine bir başkasını

yakalayıp öldürmüş olmaları pekâlâ mümkündür. Kaldı ki, rivayetlerde

yüce Allah'ın başka birini ona benzer kıldığından ve askerlerin

bu benzer olanı yakalayıp öldürdüklerinden söz ediliyor.

Araştırmacı bazı tarihçilerin dediğine göre, Hz. Isa (a.s) ile ilgili

olarak aktarılan tarihsel kıssalar, onun daveti çerçevesinde yaşanan

olaylar, onunla aynı çağda yaşayan kral ve davetçiler hakkında

anlatıla-gelen hikayeler, Mesih adıyla bilinen iki kişiye uygun

düşüyor. -Ki aralarında beş yüz yıldan fazla bir zaman vardır- Bunlardan

daha önce yaşayanı hak üzeredir ve öldürülmemiştir. Sonra

geleni ise, batıl bir davanın savunucusudur ve çarmıha gerilerek

öldürülmüştür.1 Buna göre, Kur'ân'ın sözünü ettiği benzetmeden

maksat, sonraki kuşakların Allah'ın resulü Meryem oğlu Isa Mesih-

'i, çarmıha gerilen Mesih'e benzetmeleridir. Gerçi doğrusunu Allah

herkesten daha iyi bilir.

 

"Onun hakkında ihtilafa düşenler," Yani, İsa hakkında veya onun

öldürülüşü konusunda görüş ayrılığına düşenler, "ondan yana tam

bir kuşku içindedirler" Onun durumu hakkında bilgi sahibi değildirler;

"bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur." Birbirlerinin

ağzından kaptıkları sözlere dayanarak tahmin yürütüyorlar,

tercih ortaya koyuyorlar.

"ve kesin olarak onu öldürmediler." Onu yakinen ve kesin olarak

öldürmediler. Veya sana kesin olarak haber veriyorum ki, onu öldürmediler.

Bir görüşe göre, "onu öldürmediler" ifadesindeki zamir,

"bilgi" kelimesine dönüktür. Bu durumda şöyle bir anlam ifade

etmiş olur: "Bilgiyi kesin olarak öldürmediler." Lugatta, bilginin

öldürülmesi deyimi, kuşkulardan arındırılması anlamına gelir. Bazılarına

göre de, zamir "zann"a dönüktür. Yani zanlarını ayıklama-

-------

1- Bu araştırmacıya göre, şimdiki Miladî tarihin doğruluğu kuşkuludur.

 

............................................... 231

 

dılar, kesinliğe kavuş-turmadılar. Ne var ki, böyle bir anlamın ileri

sürüldüğü sabit olsa bile, Kur'ân lafzının kapsamadığı garip bir anlamdır.

 

"Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür,

hikmet sahibidir." Yüce Allah, bu kıssayı Âl-i Imrân suresinde şu ifadelerle

anlatır: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni

tam olarak alacagım, kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu

ayette yüce Allah, başta tam olarak almaktan, sonra da yükseltmekten

söz ediyor.

 

Bu ayet, akışı itibariyle Yahudilerin iddia ettikleri öldürme ve

çarmıha germe olayını olumsuzluyor. Buna göre, Hz. İsa, onların

öldürme ve çarmıha germe girişimlerinden kurtulmuştur. Yine ayetin

zahirinden algıladığımız kadarıyla, hakkında öldürülme ve

çarmıha gerilme iddiası ileri sürülen Hz. Isa (a.s) bedenen Allah

katına yükseltilmiş, onların suikastından yana koruma altına alınmıştır.

Buna göre Hz. İsa, hem bedenen, hem de ruhen yükseltilmiştir.

Yoksa önce canı alınmış, ardından ruhu Allah katına yükselmiş

değildir. Ayetin zahiri, surenin akışının da desteği ile böyle bir ihtimale

açık değildir. Çünkü, "Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti."

ifadesindeki bir şeyi reddederek diğer bir şeyi ispatlamaya yönelik

yapılan vurgu sırf ölümden sonra ruhun yükselişi ile amacına

ulaşmış olmaz. Böyle bir ölümün, hem öldürülme, hem de normal

bir ölüm şeklinde gerçekleşmesi pek ala mümkündür.

 

Şu hâlde, ayette sözü edilen yükseltilme, bir tür kurtarmadır.

Allah, onu bu şekilde kurtarıyor, Yahudilerin elinden alıyor. Bu sırada,

normal bir şekilde canının alınması ile, canının ne normal,

ne öldürülme ve ne de çarmıha gerilmesi ile alınmaması, bizim

bilmediğimiz başka bir yöntemle de gerçekleşmiş olması ya da

bilmediğimiz bir şekilde yüce Allah'ın onu diri tutması arasında bir

fark yoktur ve hepsi ihtimal dâhilindedir. Bütün bunlar birer ihtimaldir,

herhangi birinin olması mümkündür.

 

232 ........................................... 5

 

Yüce Allah'ın Mesih'in canını alıp onu katına yükselterek koruması

ya da yüce Allah'ın onun hayatını bizim hayatımızın üzerinde

etkin olan doğal yasadan farklı bir yöntemle koruması imkânsız

bir durum değildir. Bu durum, Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Isa'nın doğumu

ve soydaşları arasında yaşaması ile ilgili olarak anlattığı

mucizelerden ve Hz. Ibrahim'in, Musa'nın, Salih'in ve diğer peygamberlerin

mucizelerinden daha şaşırtıcı bir durum değildir. Bütün

bunlar aynı kapıya çıkarlar. Kur'ân açık bir dille bunların gerçekleştiklerine

delâlet eder ve hiç kimse onları reddedemez. Ne

yazık ki, bazı müfessirler genel nedensellik yasasını iptal etmekten,

olağanüstü olguları kaçınılmaz gibi görmekten kaçınmak adına

birtakım zorlama eseri yorumlara yeltenmişlerdir. Tefsirimizin

birinci cildinde mucize ve olağan dışı olgular hakkında yeterli açıklamalar

sunduk.

 

Bütün bunlardan sonra, hemen ardından gelen ayetten, Hz. Isa'nın

(a.s) yaşadığına ve henüz ölmediğine ilişkin bir işaret algılamak

mümkündür.

 

"Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse

yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." Ayetin orijinal

metninin ["ve in min ehl-il kitab"] başındaki "in" edatı olumsuzluk

bildirir. Müpteda ise hazfedilmiştir ve olumsuzluk akışı içindeki ifade

bu müptedaya delâlet etmektedir. [Dolayısıyla ayetin takdirî

açılımı şöyle olur: "ve in ehedun min..."] Bu takdirde,

"Ehlikitap'tan... inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklinde bir

anlam elde etmiş oluyoruz. "Bihi=ona" ve "yekûnu=olacaktır"

ifadelerindeki zamir, Hz. Isa'ya dönüktür. Fakat "kable

mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir hakkında ihtilaf

vardır. Bazıları demişlerdir ki: Zamir, takdir edilen müptedaya, yani

"ehed=kimse"ye dönüktür. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur:

Ehlikitap'tan herkes, ölümünden önce, Isa'ya iman eder. Yani ölümün

arifesinde, can vermek üzereyken Isa'nın Allah'ın gerçek bir

elçisi ve kulu olduğunu anlar. Fakat bu inancı ona bir yarar

sağlamaz. Hz. Isa da kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlikte

 

............................................. 233

 

bulunur. Ona iman eden kimselerin bu inançlarının yararlı veya

ölmek üzereyken inanan birininki gibi yararsız olması fark etmez.

Bu yukarıdaki görüşü destekleyen bir husus, "kable

mevtihi=ölü-münden önce" ifadesindeki zamirin Hz. Isa'ya dönükmüş

gibi algılanmasının, bazı rivayetlerde, Hz. Isa'nın yaşadığı ve

henüz ölmediği şeklinde yer alan haberlerden kaynaklanıyor olmasıdır.

Bu rivayetlerde belirtildiğine göre, Hz Isa (a.s) ahir zamanda

dünyaya inecek, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap ona inanacaktır.

Fakat bu, "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur."

şeklindeki genel ifadenin özelleştirici bir etken olmaksızın

özelleştirilmesi anlamına gelir. Çünkü bu takdirde Ehlikitab'ın, tümünden

çok, söz konusu inişi sırasında yaşayanların, onun inişine

tanık olanların inanması kastedilmiş olur. Böylece, Isa'nın yükseltilişi

ile inişi arasındaki zaman diliminde yaşayan ve inişini görmeden

ölen kimseler bunun dışında tutulmuş olur. Bu ise, gerektirici

bir etken olmadan genel içerikli ayeti özelleştirmektir.

Bir diğer grup da, "Zamir, Isa'ya (a.s) dönüktür. Maksat, onun

ahir zamanda gökten inişi esnasında ona inanmalarıdır." demişlerdir.

Bu değerlendirmeyi yapanlar da az önce işaret ettiğimiz gibi

rivayeti dayanak almışlardır.

 

Söylenenler bunlar. Ancak üzerinde durulması, iyice incelenmesi

gereken husus şudur: "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce

ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara

şahit olacaktır." ifadesinin akışı içinde, "Kıyamet günü de o,

onlara şahit olacaktır." cümlesi, Hz. Isa'nın kıyamet günü tümünün

aleyhinde şahitlik edeceğini ifade etmektedir. Yine buna göre,

tümü de ölümden önce ona inanacaklardır. Yüce Allah, Hz. Isa'nın

bu şahitliğe ilişkin sözünü bize aktarmıştır: "Ben onların içinde oldugum

sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince

onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin." (Mâide,

117)

Bu ayet, İsa'nın şahitliğini, vefat ettirilmesinden önceki hayat-

 

234 .......................................... 5

 

ta olduğu günlere hasrediyor. "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak

hiç kimse yoktur..." diye başlayan ayet ise, onun kendisine inanan

herkese yönelik şahitlikte bulunduğunu ifade ediyor. Eğer ona inananlar

bir bütün olarak görülmüşse, bu durumda onun, bunların

tümünden sonra ölmüş olması gerekir. Bu ise ikinci bir anlamı belirginleştiriyor.

Onun hâlâ hayatta olduğu ve ona inansınlar diye ikinci

kez döneceği anlamını yani. Bu ayetin anlamıyla ilgili, sonuç

olarak şunu söylemek gerekir: Onun kendilerine geri dönüşünü göremeyenler,

ölümünden önce ona inanırlar. Bu geri dönüşü görenlerse,

ister istemez ona inanmak durumunda kalırlar; ya isteyerek

inanırlar ya da zorunlu olarak.

Fakat "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur."

ifadesinin, "Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş

kendilerine, benzer gösterildi... Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti.

Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." ifadesinden

sonra yer almış olması gösteriyor ki, ayet onun ölmediğini ve hâlâ

yaşadığını anlatma amacına yöneliktir. Çünkü onların zorunlu imanlarının

ve onun da aleyhlerine tanıklık edecek olmasının açıklandığı

böyle bir anlatımın, bunun dışında belirgin bir amacı olamaz.

Bu açıklamamız, onların Hz. İsa'nın ölümünden önce ona inanmalarından

maksat, tümünün Hz. Isa'nın (a.s) ölümünden önce

ona inanmalarıdır, şeklindeki değerlendirmeyi pekiştirir.

Fakat, başka ayetlerden bu çıkarsamanın aksini gösteren işaretler

de algılamıyor değiliz. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle

buyuruyor: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam

olarak alacağım, seni kendime yükseltecegim, seni inkâr edenlerden

temizleyece-gim ve sana uyanları kıyamet gününe kadar

inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayet, Isa'yı

inkâr eden kimselerin kıyamet gününe kadar olacaklarını gösteriyor.

Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Kalplerimiz perdelidir,

demelerinden ötürü (kendilerine -önceden- helâl kılınan temiz

 

................................................. 235

 

şeyleri anlara yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli degildir,)

Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur.

Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." (Nisâ, 155) Bu ayet

gösteriyor ki, mühürleme eylemi onlar için kesinleşmiş bir cezadır.

Bu yüzden kıyamet gününe kadar Yahudiler veya Ehlikitap topluca

iman etmeyeceklerdir.

 

Hatta Mâide suresinin ilgili ayetinin son cümlesi de buna ilişkin

bir işaret barındırmaktadır: "Ben onların içinde oldugum sürece

onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen

yalnız sen oldun." (Mâide, 117) Bu ifade gösteriyor ki, onlar

Hz. İsa'nın vefatından sonra da yaşayacaklardır.

Ancak insaflı ve tarafsız davrandığımız zaman yukarıdaki

ayetlerin, önceki açıklamamızı olumsuzlamadığını görürüz. Çünkü,

"ve sana uyanları kıyamete kadar inkâr edenlerin üstüne

geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) ifadesi, onların "Ehlikitap" niteliğine

sahip olarak kıyamet gününe kadar yaşayacaklarını göstermez.

"Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür

vurmuştur..." ifadesi gösteriyor ki iman olgusu, onların tümünü

kapsamayacaktır, topluca iman etmeyeceklerdir. Şayet bir dönem

inananlar olsa da, bu sadece çoğunluk içindeki bir azınlığın iman

etmesi şeklinde olacaktır. Öte yandan, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden

önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi, eğer

onların Isa'ya ölümünden önce iman edeceklerine delâlet ediyor

olsa da, sadece imanın aslına delâlet ediyor. Fakat bunun makbul,

zorlamasız bir iman olduğuna ilişkin kanıt yoktur.

Aynı şekilde, "fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen

yalnız sen oldun." (Mâide, 117) ayetindeki zamir (hum=onlar), insanlara

dönüktür, Ehlikitab'a veya Hıristiyanlara değil. Bunun kanıtı da

ilgili bölümün girişindeki şu ifadedir: "Hani Allah demişti ki: Ey

Meryem oglu Isa! Sen mi insanlara; 'Beni ve annemi, Allah'tan

başka iki tanrı edinin' dedin?..." (Mâide, 116) Bunun bir diğer kanıtı

da, Hz. Isa'nın (a.s) bütün insanlara gönderilen ululazm (çığır açan)

peygamberlerden olmasıdır. Onun insanların amellerinin üzerinde

 

236 ............................................... 5

 

tanıklıkta bulunması ve onlara şahit olması durumu,

Israiloğullarından öte, kendisine inanan-inanmayan tüm insanları

kapsayıcı niteliktedir.

 

Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerin ve bunlarla bağlantılı

diğer ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman şu sonucu elde ediyoruz:

Hz. İsa (a.s) öldürülme, haça gerilme veya örneklerini gördüğümüz

tabiî eceliyle ölme şeklinde vefat ettirilmemiştir. -Buna

daha önce işaret ettik.- Tefsirimizin üçüncü cildinde, "Ey İsa, dogrusu

ben seni tam olarak alacagım, seni kendime yükseltecegim."

(Âl-i Imrân, 55) ayetini incelerken, imkânlarımız ölçüsünde açıklamalarda

bulunduk.

 

Bu konuda ileri sürülmüş ilginç görüşlerden biri de hiç kuşkusuz

Zemahşeri'nin el-Keşşaf adlı tefsirinde yaptığı şu değerlendirmedir:

"Bununla şu anlamın kastedilmiş olması mümkündür:

Ehlikitap'tan ona inanmayan hiç kimse kalmaz. Yüce Allah o zaman

onları kabirlerinden diriltir ve Isa'nın inişini ve niçin indiğini

onlara bildirir. Onlar da ona inanırlar. Fakat bu imanları onlara

fayda vermez." Zemahşeri'nin bu sözleri rec'at inancının ta kendisidir.

[Yani, bir grup iyi ve kötü insanların kıyametten önce diriltilerek

yeryüzüne getirilmeleri inancı.]

 

Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili olarak, başka tutarsız görüşler

de ileri sürülmüştür. Bunlardan biri Zeccac'ın açıklamalarından çıkan

şu görüştür: "Kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki

zamir, Ehlikitab'a dönüktür. "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden

önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi de şu anlama

gelmektedir: Ehlikitab'ın tümü şöyle diyorlar: "Biz ahir zamanda

ortaya çıkacak olan Isa'ya inanıyoruz."

 

Ancak bu yorum, makul değildir. Çünkü ayetlerin hedefi Ehlikitab'ın

İsa'yı (a.s) öldürdükleri, çarmıha gerdikleri şeklindeki iddialarını

gündeme getirerek çürütmektir, onu inkâr etmelerinden söz

etmek değil. Bunun, onların ahir zamanda ortaya çıkıp

Israiloğullarının eski görkemlerini yeniden canlandırmasını itiraf

etmeleriyle bir ilgisi yoktur ki, ayetlerin akışı bununla ilişkili olarak

 

............................................ 237

 

devam etsin ve ayetlerin sonuna bu ifade de eklenmiş olsun.

Kaldı ki, ayette kastedilen anlam bu olsa bile, bu durumda "ölümünden

önce" ifadesine artık ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, onsuz da

amaçlanan anlam vurgulanabiliyordu. Ayrıca, "Kıyamet günü de o,

onlara şahit olacaktır." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü

bu takdirde, ayetin akışı içinde gereksiz bir fazlalık konumuna

düşer.

 

Bu akıl dışı yorumlardan biri de bazılarının yaptıkları şu değerlendirmedir:

Ayette kastedilen anlam şudur: "Ehlikitap'tan hiç kimse yoktur ki, kendisinin ölümünden önce Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmasın."

Bu da önceki yorum gibi akıl dışıdır. Çünkü ifadenin öncesinde

Hz. Muhammet'ten (s.a.a) söz edilmiyor ki, zamir de ona dönük olsun.

Ayrıca ifadenin oluşturduğu atmosfer de bu yönde bir işaret

içermemektedir. Dolayısıyla bu yorum mesnetsizdir, kanıttan yoksundur.

Kuşkusuz, bu anlamı destekleyen rivayetler vardır ve bunlara

rivayetler bölümünde değineceğiz; ancak bunların tümü işaret

edeceğimiz gibi birer uyarlama örneğidir. Nitekim rivayetler üzerinde

araştırma yapıp onları inceleyenler bunu bilirler. Çünkü bunun

örnekleri rivayetlerde çoktur.

 


----------------------------
Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsiri'nden faydalanılarak hazırlanmıştır.
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)