KÖLELİK VE KÖLELEŞTİRME HAKKINDA
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com

  1. Yüce Allah'a Kulluğu Esas Kabul Etmek

  2. İnsanın Köleleştirilmesi ve Sebepleri

  3. Tarih Boyunca Köleleştirme Süreci

  4. Kölelik Hakkında İslâm'ın Görüşü

  5. İslâm'da Köleleştirmenin Yolu

  6. İslâm'ın Kölelere Ve Cariyelere Karşı Tutumu

  7. İncelememizin Sonuçları

  8. Köleliğin Tarihî Süreci

  9. Köleleştirmenin Kaldırılması Yönündeki Bakış Açıları Ne Ölçüde Doğrudur?

  10. Özgürlükler Ne Kadar Kısılır?

  11. Köleliği Kaldırma Kararı Ne Sonuç Verdi?


KÖLELİK VE KÖLELEŞTİRME HAKKINDA

 

Kur'ân-ı Kerim'in "Eğer onları azaba çarptırırsan, onlar senin

kullarındır." (Mâide, 118) ifadesi, köleliğin ve kulluğun anlamını açıkça

ortaya koyan bir cümledir. Gerçi Kur'ân'da bu anlamı içeren

ayetlerin sayısı çoktur, ama bu ayet bu konuda akla uygun bir gerekçe

getiriyor ve bu gerekçe şu gerçeği ortaya koyuyor: Eğer ortada

bir kul varsa, akıl şunu kesin olarak kabul eder ki onun efendisi,

onun üzerinde azaba çarptırma tasarrufunda bulunabilir.

Çünkü efendisi onun malikidir.

 

Aklın kul hakkında azabı caiz görmesi ve ağır tasarrufları mubah

kılması, ancak ağır olmayan diğer tasarrufları mubah görmesinden

sonra söz konusu olabilir. Buna göre efendi, kulu üzerinde

dilediği zaman ve dilediği gibi tasarrufta bulunmaya yetkilidir. Aklın

bu konuda istisna ettiği tasarruflar, sadece çirkin gördüğü tasarruflardır.

Bunları caiz görmemesi, bu tasarrufların kendilerinin

çirkin, iğrenç olmalarından kaynaklanır. Yoksa kul, kul olması hasebi

ile efendinin her türlü tasarrufuna açıktır.

 

Bunun gerekli kıldığı sonuç, kulun yükümlülüklerinde efendisine

itaat etmesi, efendisinin isteklerine uymasıdır. Kul, efendisinin

razı ol-madığı hiçbir işte kendi başına hareket etme hakkına

sahip değildir. Nitekim şu ayetlerde bu gerçeğe kısmen işaret ediliyor:

"Bilâkis (onlar) onurlu, değerli kullardır. O'ndan önce söz

söylemezler ve onlar, sadece O'nun emri ile hareket ederler."

(Enbiyâ, 26-27) "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının

malı olan bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızktan

gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Hiç

bunlar bir olurlar mı?" (Nahl, 75)

 

Kur'ân'ın ışığında kölelik ve kulluk meselesini çeşitli yönleri ile

birkaç bölüm hâlinde incelemek yerinde olur:

 

1- Yüce Allah'a Kulluğu Esas Kabul Etmek

 

Kur'ân'da insanları Allah'ın kulları sayan pek çok ayet vardır.

İslâm çağrısı bu temel esasa dayanır: "İnsanlar kuldur ve Allah onların

gerçek mevlâları, efendileridir. Hatta bunun da ötesinde göklerdeki

ve yerdeki varlıkların tümü kul olarak adlandırılır. Çok sa

 

.................................................. 473

 

yıdaki melekler ile cinler bu varlıklara örnektir. Şu ayette

buyrulduğu gibi: "Göklerde ve yerde bulunanların tümü Rahman'a

kul olarak geleceklerdir." (Meryem, 93)

Hiç şüphesiz, yüce Allah'a ubudiyet (kulluk) kavramı, objektif

bir analize, yani kelimenin kendisinden elde edilen anlamının analizine

dayanır. Şöyle ki: Önce ubudiyetin (kulluğun) anlamı temel

elementlerine çöümleniyor. Arkasından temel anlama eklenen,

fazlalık niteliğindeki özellikler atıldıktan sonra gerçek niteliğinin

akıllı varlıklarda sabitleştiğine hükmediliyor.

Şöyle ki, insanlar arasında kul-köle diye adlandırılan fertler

vardır. O fertlerin bu isimle anılmalarının sebebi başkalarının mülkü

olmalarıdır. Bu mülkiyet, kölenin maliki ve efendisi olan o başkalarına

köle ile ilgili istediği gibi tasarrufta bulunma imkânı veriyor

ve kölenin bağımsız iradesini mutlak anlamda ortadan kaldırıyor.

Eğer bu anlam üzerinde iyi düşünülürse insanın, daha doğrusu

bütün bilinçli ve irade sahibi varlıkların gerçek anlamı ile yüce Allah'ın

kulları, köleleri olduğuna hükmedilir. Çünkü Allah, mülkiyetin

ger-çek anlamı ile mülk olarak adlandırılan bütün nesnelerin

malikidir. Hiçbir nesne kendinden veya başkasından kaynaklanmış

olarak hiçbir şeye, meselâ faydaya, zarara, ölüme, hayata,

tekrar dirilmeye malik değildir. Varlık âleminde hiçbir nesne ne

zatı, ne sıfatı ve ne de fiili ile bağımsız değildir. Sadece Allah'ın

kendisine bağışladığı kadarı ile bir şeylere maliktir. Ama bu mülkiyet,

Allah'ın mülkiyetini ortadan kaldırmaz, mülkiyeti Allah'tan

başkasına geçirmez. Başka bir deyişle, varlıklara verdiği mülklerin

asıl maliki ve onlara sunduğu gücün asıl sahibi Allah'tır. O her şeye

kadirdir ve her şeyi kuşatmıştır.

 

İşte kulların, Allah'ın teşriî iradesine boyun eğmeleri gerekliliğinin

gerekçesi, bu gerçek otorite ve bu hakikî mülkiyettir. Bu

yüzden kullar Allah tarafından kendi işilerini düzene sokan iki cihanlarının

mutluluğunu sağlayacak olan dinî kurallara ve Şer'î yasaklara

boyun eğmekle yükümlüdürler.

 

Kısacası Allah, kullarının tekvinî mülkiyetle malikidir. Onlar bu

gerekçe ile O'nun takdirine ister istemez boyun eğen kulları olurlar.

O'nu tanımaları veya bilmemeleri, yükümlülüklerine itaat et

 

474..................................................

 

meleri veya isyan etmeleri bir şeyi değiştirmez. Yine Allah teşriî

mülkiyet anlamında da onların malikidir. Bu gerekçe ile O'nun

emirlerini dinleyip O'na itaat etmeleri, kötülüklerden kaçınıp O'na

kulluk etmeleri gerekmektedir.

 

Bu maliklik ve efendilik, hüküm itibari ile insanlar arasında

egemen olan mülkiyetten ve efendilikten ve bu efendiliğin karşıtı

olan diğer kulluk türünden şu bakımdan ayrılır: Yüce Allah, mutlak

olarak tekvinî anlamda malik olduğu için, O'nun dışında bu anlamda

başka bir malik olmadığı için teşriî kulluk aşamasında onun

dışında bir efendi edinmek, O'ndan başka birine kulluk etmek

caiz değildir. Nitekim yüce Allah, "Rabbin, sadece kendisine kulluk

etmenizi... emretti." (İsrâ, 23) buyuruyor. Ama insanlardan olan

diğer efendiler böyle değildir. İnsanlar arasındaki mülkiyet, üstünlük

metotlarından herhangi biri ile üstünlük kuranlara ait olur.

Bunun yanı sıra insanlar Allah'ın mülkü olmayan hiçbir şeye

sahip olmadıklarından, varlıkları mülk olan ve olmayan diye ikiye

ayrılmadığından, bilâkis tekvinî anlamda zatları ile, sıfatları ile,

hâlleri ve davranışları ile bir bütün olarak Allah'ın mülkü olduklarından,

teşriî mülkiyet de bunu izlemiş [dolayısıyla onlar Allah'ın

teşriî mülkiyetinin de dahilindedirler] ve bu (teşriî) mülkiyet gereği

onlar üzerinde kulluğun devamına ve şu veya bu bakımdan kendileri

ile ilgili olan her alanı kapsadığına hükmedilmiştir. Bu yüzden

kendileri ile ilgili alanların bir bölümü ile O'na kulluk etmeleri söz

konusu edilemez. Meselâ dilleri ile Allah'a kulluk edip elleri ile

etmemeleri düşünülemez. Kulluklarının bir bölümünü Allah'a ve

diğer bir bölümünü Allah'tan başkasına yöneltmeleri de olacak

şey değildir. Ama insanlar arasında geçerli olan efendilikte durum

böyle değildir. Çünkü akıl gereği insandan efendi, her istediğini

yapamaz. Bunun üzerinde iyice düşünün.

 

Şu ayetlerin ve benzerlerinin mutlaklığının delâlet ettiği gerçek

işte budur: "Sizin O'nun dışında bir veliniz ve şefaatçiniz yoktur."

(Secde, 4) "O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlkte

de, sonda da (dünyada da, ahirette de) hamd O'na mahsustur.

Hüküm de O-nundur." (Kasas, 70) "Göklerde ve yerde bulunanların

hepsi Allah'ı tesbih ederler. Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur.

O her şeye kadirdir." (Teğâbun, 1)

 

............................................................. 475

 

Kısacası yüce Allah için geçerli olan kulluğun analitik bir anlamı

vardır. Bu anlam insanların toplumlarında geçerli saydıkları

kulluktan, kölelikten alınmıştır. Bu kurumun insan toplumlarında

bulunan bir dayanağı vardır. Şimdi bu dayanağın ne olduğunu görelim.

 

2- İnsanın Köleleştirilmesi ve Sebepleri

 

Yaklaşık yetmiş yıl öncesine kadar köleleştirme, köle edinme

geleneği insan toplumlarında geçerli idi. Belki de günümüzde de

bazı uzak ve ilkel Afrika ve Asya kabileleri arasında geçerlidir. Köle

ve cariye edinmek, başlangıcı belli olmayan bir tarihten beri eski

kavimler arasında yaygındı. Bu geleneğin milletler arasında geçerli,

kendine özgü bir düzeni ve genel kuralları vardır. Ayrıca sadece

belirli milletlerde geçerli olan özel kuralları da olmuştur.

Bu geleneğin anlamının özü şudur: Bazı şartların varlığı hâlinde

insanın kendisi, hayvan, bitki ve cansız madde kökenli eşyalar

gibi bir eşya olarak kabul edilmektedir. İnsan mülk olunca iradesi

ortadan kalkıyor, davranışları ve davranışlarının sonuçları başkasının

yetkisinde olup onların üzerinde istendiği gibi tasarruf edilebiliyordu.

İnsanlar arasında geçerli olan köleleştirme geleneği bu idi.

Yalnız bu gelenek başı boş veya hiçbir şartı olmayan mutlak bir iradeye

dayalı değildi. İnsanlar hoşuna giden herkesi mülkiyetine

alamıyor, satın alma veya hibe gibi yöntemlerle her istedikleri, her

diledikleri insanı köleleştiremiyorlardı. İşin temeli başı boşluk ve

keyfîlik değildi. Gerçi kavimler arasındaki görüş ve gelenek farklılığına

bağlı olarak uygulanan kanunlarda birçok başı boşluklar

vardı.

 

Köleleştirme geleneği aslında, galip gelip üstünlük kurma

türlerinden birine dayanıyordu. Savaşta galip gelmek gibi. Bu

galibiyet, ga-lip gelen tarafın yenilen düşmanına istediğini

yapması sonucunu doğuruyordu. Öldürmek, esir almak veya

başka bir işlem gibi. Başka bir üstünlük yolu reisliğin, şefliğin

sağladığı üstünlüktü. Zorba bir şef, zalim bir hükümdar egemenlik

alanında dilediğini yapabiliyordu. Diğer bir üstünlük yolu da

dünyaya getirme ayrıcalığı idi. Yeni doğan güçsüz çocuk babasının

veya velisinin güçlü avucuna düşmüş bir eşya gibi idi. Ona aklına

 

476 .........................................

 

avucuna düşmüş bir eşya gibi idi. Ona aklına geleni yapabilirdi.

Satmak, hibe etmek, değiştirmek, kiralamak gibi.

Daha önceki incelemelerimizde sık sık vurgulandığı gibi, insan

toplumunda mülk edinmenin temel dayanağı, insanın mümkün

olan her şeyden, mümkün olan her şekilde yararlanma iç güdüsüdür.

Sömürücülük insanın doğasında saklıdır. İnsan, hayatını devam

ettirme yolunda gücünün yettiği, sömürebildiği, faydalanabildiği

her şeyi kullanır ve sömürür. Bu iş hammaddeden başlar. Ardından

değişik maddî (cansız) temel elementler ve bileşiklerden

hayvana, hayvandan hemcinsi olan insana kadar her şey bu kullanma

ve yararlanma iç güdüsünün hedefidir.

 

Yalnız insanın dayanışmaya ve birlikte yaşamaya muhtaç olması

onu, diğer hemcinslerinin çalışmaları ile meydana gelen

faydayı paylaşmayı kabul etmeye zorlamıştır. Bu yüzden toplumdaki

her ferdin ayrı bir işi, bir mesleği oluyor, sonra toplu olarak bu

çalışmaların hepsinden ortaklaşa yararlanıyorlar. Başka bir deyişle,

çalışmaların sonuçları fertler arasında bölüştürülüyor ve her

fert toplumsal ağırlığı oranında bu çalışmaların sonuçlarından yararlanıyor.

İşte bundan dolayı şunu görüyoruz: Toplumun üyesi olan

fertler güçlenip egemen oldukları oranda doğal uygarlığı ortadan

kaldırıyorlar ve üstünlük kurma yolu ile insanları sömürmeye,

onları boyundurukları altına almaya, şahısları, malları ve ırzları

üzerinde canlarının istediği gibi hâkimiyet kurmaya başlıyorlar.

Bundan dolayı toplumların insanı köleleştirme hususundaki

geleneklerini objektif ve özgür bir şekilde değerlendirdiğimizde şu

sonuca varırız: İnsanlar toplumlarının içinde yer aldıkça, toplumlarının

bir parçası olduğu sürece insanı mülk edinmeyi caiz

görmüyorlar. İnsanın mülk edinilmesi için ya toplum dışında olmasına

hükmedilmesi gerekir. Savaşan düşman gibi ki, böyle bir

insanın toplumu yok etmekten, fertlerin varlıklarını ortadan kaldırmaktan

başka bir amacı olmaz.

 

O hâlde böyle bir insan, düşmanı olan toplumun dışındadır. Bu

yüzden toplumun onu yok etmesi, onu dilediği gibi mülkiyetine

alması mubahtır. Çünkü hiçbir dokunulmazlığı yoktur, saygınlığı

ortadan kalkmıştır. Küçük çocukları ve kendisine bağlı olanlar

karşısında baba da böyledir. O eli altındakileri, toplumun kendisi

 

.................................................... 477

 

ne bağlı fertleri olarak görür. Bu fertleri kendisi ile denk, benzer ve

eş ağırlıklı saymaz. O hâlde onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta

kendisini yetkili kabul eder. Öldürmeyi, satmayı ve başka uygulamaları

bile bu yetkinin kapsamında görür.

 

Ya da köle edinen kimsenin (malik insanın) imtiyazlı bir kimse

olması gerekir. Bu ayrıcalık kendini toplumun üstünde görmesine

yol açar. Toplumun diğer fertlerini kendisine eş ağırlıkta veya toplumsal

menfaatlerden eşit pay alma hakkına sahip kişiler olma

hakkına sahip kişiler olarak görmez. Tersine kendini sözü geçerli

egemen olmaya, avantajlı tercihlerden yararlanmaya, mülk edinme

ve köleleştirme de dahil olmak üzere toplumun diğer fertleri

üzerinde tasarrufta bulunmaya yetkili kabul eder.

Anlattıklarımızdan şu sonuç çıkıyor: İnsanoğlunun köleleştirme

geleneğini dayandırdığı temel esas, insanın kendisinin kendisi

için varolduğuna inandığı ayrıcalık ve mutlak mülk edinme yetkisidir.

İnsanoğlu bu yetkisinden sadece kendisi ile eşit sosyal ağırlıkta

olan, dayanışma ve işbirliği zırhına bürünebilen fertleri müstesna

sayar. Diğer fertleri mülkiyetine alıp köleleştirmesi önünde

hiçbir engel görmez.

 

Bu anlayışa göre, köleleştirilmesi mubah görülen insanlar başlıca

şu üç zümreden oluşur:

 

1- Savaş hâlindeki düşmanlar. 2- Babalara nispetle güçsüz konumda

olan evlâtlar ve velilerine nispetle kadınlar. 3- Üstün konumdaki

ga-liplere nispetle boyunduruk altına düşmüş mağluplar.

 

3- Tarih Boyunca Köleleştirme Süreci

 

İnsan toplumunda kölelik geleneğinin ne zaman yaygınlaşmaya

başladığı bilinmemekle birlikte ilk kölelerin savaşlardaki galipler

tarafından alınmış olması çok muhtemeldir. Sonra bunlara köleleştirilen

kadınlar ve çocuklar eklendi. Bundan dolayı diğer milletlere

oranla güçlü savaşçı milletlerin tarihlerinde esirlerin köleleştirilmesi

ile ilgili masallara, hikâyelere, kanunlara ve hükümlere

daha çok rastlarız.

Köleleştirme geleneği Hind, Yunan, Roma ve İran gibi eski uygar

milletlerde yaygındı. Tevrat'tan ve İncil'den edindiğimiz bilgilere

göre, eski dinlerin ümmetlerinde de bu gelenek vardı. İslâm ge

 

478..............................................

 

lince, uygulama alanını daraltarak ve hükümlerini düzelterek aslını

yürürlükte tuttu. Bundan yaklaşık yetmiş yıl önce ise Bruksel

kongresinde köleliğin kaldırılmasına karar verildi.

Ferdinand Tautal, Doğunun ve Batının Ünlü Simaları adını taşıyan

ansiklopedisinde bu konuda şöyle diyor: "Kölelik eski milletlerde

yay-gındı. Köleler savaş esirlerinden ve savaşta yenilen milletlerden

alınır-dı. Yahudilerde, Eski Yunanlarda, Romalılarda,

Cahiliye ve İslâm dönemi Araplarında köleliğin belirli bir yasal düzeni

vardı."

"Kölelik düzeni tedricî bir şekilde Hindistan'da (1843), Fransız

Sömürgelerinde (1848), iç savaş bölümü sonrasında Amerika'da

(1865) ve Brezilya'da (1888) ortadan kaldırıldıktan sonra 1890 yılındaki

Brüksel kongresinde kesin olarak lağv edildi. Fakat bazı

Afrika ve As-ya kabileleri arasında fiilen varlığını sürdürmektedir."

"Köleliğin kaldırılışının dayanağı bütün insanların haklarda ve

yükümlülüklerde eşit oldukları ilkesidir." (Alıntı burada son buldu.)

 

4- Kölelik Hakkında İslâm'ın Görüşü

 

Daha önce söylediğimiz gibi İslâm başlıca köleleştirme sebeplerini

üç olarak belirledi. Savaş, üstünlük kurma, babalık ve benzeri

velilik. İslâm bu üç sebebin ikisi olan üstünlük kurma ile veliliği

kökünden yasakladı.

Padişah-halk, yöneten-yönetilen, komutan-er, efendi-hizmetçi

ayırımı yapmadan bütün insanların saygınlığını yasal teminata

bağladı. Şöyle ki: Hayatî ayrıcalıkları ve farklılıkları ortadan kaldırdı.

Herkese can, ırz ve mal saygınlığı hususunda eşitlik sağladı. İnsanların

bilinçlerine ve iradelerine özen gösterdi. Yani saygın haklar

çerçevesinde herkese eksiksiz bir tercih serbestisi tanıdı. Ayrıca

yaptıklarına ve kazandıklarına da özen gösterdi. Yani [çalışma

ve kazanma özgürlüğü getirerek] insanları malları edinme ve mallarından

elde edilen menfaatleri üzerinde yetkili kıldı.

Buna göre, İslâm'da devlet başkanlarının halkı yönetmenin,

hadleri ve hükümleri uygulamanın ve topluma yönelik kamu yararını

gözetmenin dışında bir yetkisi yoktur. Ferdî hayatı için canının

istediği ve sevdiği hususlarda ise diğer fertler gibidir, herhangi bir

ayrıcalığı yoktur; şahsî arzularının ne çoğu ve ne azı ile ilgili emir

 

........................................................ 479

 

leri uygulanmaz. Böylece üstünlük kurma ile köleleştirme geleneği,

konusu ortadan kaldırılmak suretiyle ortadan kalkmış oluyor.

İslâm, babalarının çocukları üzerindeki velilik yetkisine de

dengeli bir düzen getirdi. Çocuklara korunma ve bakılma hakkı

tanıdı. Velilere çocukları yetiştirme, eğitme, mallarında tasarruf

etmekten uzak tutuldukları küçüklük yaşlarında mallarını koruma

görevi verdi. Çocuklar bulûğ ve rüşt çağına erince de bütün sosyal

haklarda ana-babaları ile eşit olurlar. Hayatlarında özgürler, kendileri

için istedikleri tercihi yapabilirler.

 

Evet; İslâm, evlâtların ana-babalarına iyilik etmelerini, büyütülmeleri

için verilen emeklere saygı ile karşılık vermelerini ısrarla

tavsiye etmiştir. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Biz insana, anababasını

tavsiye ettik. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık döneminde

(karnında) taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde

olmuştur. '(Öyleyse:) Bana ve ana-babana şükret, dönüş banadır.'

Eğer onlar seni, hakkında bir bilgin olmayan bir şeyi bana

ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada

iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz

banadır; (o zaman ben) size yaptıklarınızı haber vereceğim."

(Lokmân, 14-15) "Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı ve ana-babaya

iyilik etmenizi emretti. İkisinden biri veya her ikisi, senin yanında

ihtiyarlık çağına ulaşırlarsa, sakın onlara 'öf' deme. Onları azarlama,

onlara güzel ve saygılı sözler söyle. Onlara karşı besleyeceğin

acımadan dolayı küçülme kanadını indir (alçak gönüllü ol)

ve 'Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse,

sen de bunlara (öyle) acı!' de." (İsrâ, 24) İslâm şeriatinde, anababaya

asi olmak mahvedici büyük günahlardan biri sayılmıştır.

Kadınlara gelince; İslâm onlara toplumda öylesine yüksek bir

konum verdi, kendilerine öylesine itibarlı sosyal ağırlık tanıdı ki,

aklıselim gereği onun bir adım bile önüne geçilmesi caiz değildir.

Böylece kadınlar insan toplumunun iki (onurlu) kesiminden biri

oldu. Oysa daha önce dünyada bu konumdan yoksundular. Evlenme

ve mal edinme dizginleri ellerine verildi. Oysa daha önce bu

yetkilerden ya yoksundular veya o yetkileri tek başlarına

kullanamıyorlardı.

 

Bazı konularda erkeklere ortak olurlarken, bazı konular onlara

ve bazı konular da erkeklere mahsus sayıldı. Bütün bu konularda

 

480 ............................................

 

kadınların fonksiyonları ve yapısal nitelikleri gözetildi. Sonra bazı

alanlarda yükümlülük erkeklerin omuzlarına yüklenerek onlara

kolaylık tanındı. Geçim temini, savaş alanlarında görev almak ve

benzeri gibi.

 

Daha önce ikinci ciltte Bakara suresinin sonlarında ve dördüncü

ciltte Nisâ suresinin başlarında bu konuda ayrıntılı açıklamalar

yaptık. Bu açıklamalarda, İslâm'da kadınlara erkeklerden daha

fazla yumuşaklıklar tanındığı ve bu yumuşaklıkların bir benzerine

eski yeni hiçbir sosyal sistemde rastlanmadığı ortaya konmuştu.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Erkeklere de kendi kazandıklarından

bir pay var, kadınlara da kendi kazandıklarından

bir pay vardır." (Nisâ, 32) "Kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde

size bir günah yoktur." (Bakara, 234) "Erkeklerin kadınlar üzerindeki

hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları

vardır." (Bakara, 228) "Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizden

çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmam." (Âl-i İmrân, 195)

Sonra bu ilkeler bir tek açıklamada şöyle dile getirilmiştir: "Herkesin

kazandığı (iyilik) kendine ve işlediği (kötülük) de kendinedir."

(Bakara, 286) "Herkesin kazanacağı kendisine aittir. Hiçbir

suçlu başkasının suçunu yüklenmez." (En'âm, 164)

Bu anlamda Kur'ân'da daha başka ayetler de vardır. Bu ayetler

mutlak ifadelidir. Her ferdi, toplumun eksiksiz bir birimi olarak

ele alırlar ve o ferde davranışlarının sonuçları bakımından kendisini

diğer fertlerden ayıran tam bir bağımsızlık tanırlar. Bu davranışların

sonuçları ister hayır, ister şer, ister fayda, ister zarar olsun.

Bu konuda küçük-büyük, erkek-kadın ayırımı yapılmaz ve bunların

hiçbiri bu hükmün dışında tutulmaz.

 

Arkasından İslâm bütün fertleri onur ve üstünlük bakımından

eşit ilân ederek takva ve iyi amelle kazanılan dinî üstünlük dışındaki

her türlü üstünlüğü ve onuru ortadan kaldırdı. Şu ayetlerde

buyrulduğu gibi: "Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, Peygamberin

ve müminlerindir." (Munafikun, 8) "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek

ile bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere

ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yolunda en üstün

olanınız en çok korunanınızdır." (Hucurât, 13)

İslâm köleleştirme sebeplerinin üçüncüsü olan savaş sebebini

 

.......................................................... 481

 

yürürlükte bıraktı. Bu da Allah'a, Peygambere ve müminlere savaş

açan kâfirlerin esir alınmasıdır. Müminlerin aralarında çıkan savaşlarda

esir almak ve köleleştirmek yoktur. Böyle durumlarda

saldırgan tarafla Allah'ın emrine teslim olmayı kabul edinceye savaşılması

emredilmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eğer müminlerden

iki grup birbiriyle vuruşurlarsa, aralarını düzeltin. Şayet biri

diğerine saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran

tarafla savaşın. Eğer dönerse (Allah'ın emrine teslim olursa), artık

aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz,

Allah adaletli davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler.

Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin." (Hucurât, 10)

Şöyle ki, insanlığı yok etmekten, maddî ve manevî her şeyi

yakıp yıkmaktan başka amacı olmayan bir saldırgan düşman düşünelim.

Böyle bir düşmanın, hayatın nimetlerinden ve toplumsal

hukukun avantajlarından yararlanmaya hakkı olan toplumun bir

parçası sayılmaması gerektiği, onun öldürülerek veya başka yollarla

ortadan kaldırılması gerektiği hususunda insan fıtratının en

ufak bir şüphesi olamaz. İnsanoğlunun yeryüzüne yerleştiği günden

bugüne kadar bu kural geçerli olmuştur ve gelecekte de geçerli

olmaya devam edecektir.

 

İslâm dini, bir toplum olarak toplumunun temelini tevhit esasına

ve İslâm hükümetine dayandırdığı için tevhit inancını ve dinî

hükümeti reddeden fertleri dışlıyor, onları toplumun parçası

saymıyor. Onları ancak zimmî veya antlaşmalı olarak toplumunda

barındırmayı kabul ediyor. Buna göre dinin, hükümetinin ve antlaşmalarının

dışında kalan kimseler, İslâm nazarında insan toplumunun

dışındadırlar. İslâm onlara insan değillermiş gibi davranır

ki, insan böylelerini insanın haytta yararlandığı nimetlerden

mahrum edebilir, onu ortadan kaldırıp müstekbirliğinin ve fesadının

pisliğinden yeryüzünü temizleyebilir. Böyle bir kimsenin can,

çalışma ve çalışmasının sonuçlarına sahip olma saygınlığı,

dokunulmazlığı yoktur. Dolayısıyla İslâm ordusu onu savaşta yendiği

takdirde esir alıp köleleştirmeye de yetkilidir.

 

5- İslâm'da Köleleştirmenin Yolu

 

Müslümanlar sınırdaşları ve komşuları olan kâfirlere karşı as

 

482.........................................

 

kerî hazırlık yaparlar. Arkasından o kâfirleri hikmetle, tatlı öğütlerle

ve en güzel ifadeli tartışmalarla hakka çağırarak onlara hücceti

tamamlarlar [ve tanıtım çalışmalarını eksiksiz bir şekilde gerçekleştirirler].

Eğer bu çağrıları kabul ederlerse, din kardeşleri olurlar;

onların da Müslüman-lar gibi hakları ve sorumlulukları olur. Yok,

eğer hak çağrısını reddederlerse, eğer Ehlikitap iseler ve cizye

vermeyi kabul ederlerse, zimmî olarak kendi hâllerine bırakılırlar.

Eğer kendileri ile bir anlaşma yapılırsa, Ehlikitap olsunlar, olmasınlar

yapılan antlaşmaya uyulur. Eğer bunların hiçbiri söz konusu

değilse, kendilerine savaş ilân edilerek öldürülürler.

Savaşta onların sadece kılıç çekip savaşa katılanları öldürülür.

Barış teklif edenleri öldürülmez. Güçsüz durumdaki erkekleri, kadınları

ve çocukları öldürülmez. Onlara karşı pusu ve suikast

düzenlenmez. Suları kesilmez. Kendilerine işkence ve müsle

yapılmaz. Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya

kadar onlarla savaşılır. Eğer düşmanlığa son verirlerse,

zalimlerden başkasına saldırılmaz.

 

Savaş alanında yenilgiye uğratıldıklarında ve savaş sona erdiğinde,

Müslümanlar onlardan ele geçirdikleri insanlara ve mallara

sahip olurlar. Peygamberimizin (s.a.a) yaptığı savaşları anlatan tarih

kitaplarının sayfaları parlak ve adil uygulamalarla doludur. Bu

uygulamalarda, en güzel mertlik ve erkeklik örnekleri ile en duygulandırıcı

iyilik ve merhamet örnekleri vardır.

 

6- İslâm'ın Kölelere Ve Cariyelere Karşı Tutumu

 

Köle olanların köleliği kesinleşince efendilerinin mülkü olurlar.

Artık onların kazançları başkalarının olur ve geçimlerini sağlamak

efendilerine düşer.

İslâm efendilere, kölelerine ailelerinin bir ferdi gibi davranmayı

tavsiye etmiştir. Köle aileden biridir; dolayısıyla hayatî gereklerde

ve ihtiyaçlarda aile fertleri ile eşittirler. Nitekim Peygamberimiz

(s.a.a) köleleri ve hizmetçileri ile birlikte yemek yer, onlarla bir arada

oturur-du; yemek, elbise gibi konularda kendini onlardan üstün

tutmazdı.

Bunların yanı sıra İslâm kölelerin angaryalara koşulmamasını,

işkence edilmemesini, sövülmemesini ve zulmedilmemesini de

 

................................................... 483

 

tavsiye etmiştir. Kölelerin ailelerinin izni ile birbirleri ile evlenmelerini,

hür kişilerle de evlilik yapmalarını, hem köle iken, hem azat

edildikten sonra şahitlik yapmalarını ve ortak işler yapmalarını serbest

bırakmıştır.

 

İslâm'da onlara gösterilen yumuşaklık, kamu görevlerine katılmalarına,

bütün işlerde hür insanların yanında yer almalrına

varmıştır. Sadr-ı İslâm tarihinin bildirdiğine göre, aralarında birçokları

vali, emir ve ordu komutanı olabilmişlerdir. Büyük

sahabîler arasında Selman ve Bilal gibi azımsanmayacak sayıda

köleler vardır.

 

İşte Peygamberimiz (s.a.a) cariyesi Safiyye bint-i Hayy b.

Ahtab'ı azat edip onunla evlenmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.a)

Benî Musta-lak olayından sonra bu savaşın esirleri arasında bulunan

Cüveyriye bint-i Haris ile evlenmiştir. Bu esirler, kadınlar ve

çocuklar da dahil iki yüz aileden oluşuyordu. Peygamberimizin

(s.a.a) Cüveyriye ile evlenmesi bu esirlerin hepsinin serbest bırakılmasına

sebep oldu. Bu kitabın dördüncü cildinde bu olayı kısaca

anlatmıştık.

 

İslâm'ın kaçınılmaz bir tavrı da şudur: Bu din takva sahibi bir

köleyi, hür fakat fasık bir efendiye tercih eder. Ailesinin izni ile kölenin

mülk edinmesini ve hayatın her türlü nimetinden yararlanmasını

serbest bırakır. Bunlar İslâm'ın köleler hakkındaki tutumunun

özetidir.

 

Ayrıca İslâm ısrarla ve en güzel yöntemlerle köleleri azat etmeye,

onları kölelik çemberinden özgürlük alanına çıkarmaya çağırmıştır.

Bu çağrının sonucu olarak kölelerin sayısı sürekli biçimde

azalmış ve birçok köle Allah rızası için kölelikten kurtularak efendi

ve özgür insan konumuna kavuşmuştur.

 

Bununla da yetinmeyerek köle azat etmeyi adam öldürme ve

oruç yeme keffaretleri gibi keffaretlerin bir unsuru yapmış ve onlara

iştirat [=efendinin kölesine şart koşması, özgürlüğünü belli bir

işi yapmasına bağlaması; örneğin, evimi yapınca sen artık özgürsün,

demesi], kitabet [=efendinin yazılı anlaşma yaparak her ay

belli miktarda ödeyeceği bir bedel karşılığında kölesinin yavaş yavaş

özgür kılınması] veya tedbir [=efendinin, kölesinin özgürlüğünü

ölümüne bağlaması ve sonuçta efendinin ölmesiyle kölesinin azat

 

484 ..........................................

 

olması] hakkı tanımıştır.

Bütün bunların amacı, onlarla yakından ilgilenmek, kurtulmalarını

istemek, onları bir daha zillete düşmeyecek şekilde sağlıklı

bir toplumun bünyesine tam olarak katmaktır.

 

7- İncelememizin Sonuçları

 

Şimdiye kadar söylediklerimizden şu üç sonuç çıkar:

 

a) İslâm, kölelik sebeplerini ortadan kaldırmaya, azaltmaya ve

etkisizleştirmeye büyük önem vermiştir. Bu çabaların sonucu olarak

kölelik sebeplerini bire indirmiştir ki, fıtratın kesin hükmü gereği

olan bu sebebi geçerli saymak kaçınılmazdır. Bu da dine karşı

savaş açan, insanî topluma düşman, hiçbir şekilde hakka boyun

eğmeye yanaşmayan kimselerin köleleştirilmelerinin caiz olmasıdır.

 

b) İslâm, özgür toplumun normal üyeleri gibi olmasalar da onlara

yakın konumda olmaları için kölelere ve cariyelere iyi davranıp

hayat standartlarını toplumun öbür fertlerinin hayat standardına

yaklaştırmak hususunda mümkün olan bütün araçları kullanmıştır.

Denebilir ki, onların üzerinde sadece tül bir perde kalmıştır.

O da şudur: Ortalama bir hayatın zarurî ihtiyaçlarından artacak

olan kazançları onların değil, efendilerinin olacaktır. Başka

bir deyişle İslâm'da özgür kimse ile köle arasındaki tek fark, köle

için efendisinin izninin gerekli olmasıdır.

 

c) İslâm, köleleri özgürlerin toplumuna katmak için bütün etkili

çarelere başvurmuştur. Bunun için bazı durumlarda teşvik yöntemini

kullanmış, kefaretler gibi diğer bazı durumlarda zorunluluk

yöntemine başvurmuş, iştirat, tedbir ve kitabet gibi durumlarda da

bu anlaşmaları caiz kılarak geçerlilik kazandırma yoluna gitmiştir.

 

8- Köleliğin Tarihî Süreci

 

Tarihçilere göre1 kölelik ilkönce savaş esirleri alınması ile or-

-----

1- Kaynaklar: 1- Dairet'ul-Mearif, Din ve ahlâk maddesi, Jhon Hysining, İng.

baskısı. 2- Mücmel'üt-Tarih, (Kısa Dünya Tarihi), H. G. Wels, İngiltere baskısı. 3-

Ruh'ul-Kavanîn (Kanunların Ruhu), Montesqiu, Tahran baskısı..

 

.................................................... 485

 

taya çıktı. Daha önce kabileler savaşlarda galip geldiklerinde aldıkları

esirleri hemen öldürüyorlardı. Sonra onları sağ bırakıp diğer

savaş ganimetleri gibi mülkiyetlerine geçirmelerini uygun gördüler.

Bunu onların emeklerinden yararlanmak için yapmadılar. Bilâkis,

esirlere iyilik yapmak için, insan türüne kıymaktan kaçındıkları

için ve uygarlık yolundaki adım adım ilerlemelerinin sonucunda

ortaya çıkan ahlâk kurallarını gözetmek için bu yolu seçmişlerdir.

Bu geleneğin kabileler arasında ortaya çıkması, avcılıkla geçinme

döneminin sona ermesi ile olmuştur. Çünkü avcılık döneminde

köleleri ve cariyeleri besleme imkânı yoktu. Kabileler avcılık

dönemini aşıp yerleşik düzene geçtikten sonra köle besleyecek

ekonomik imkânlara kavuşabildiler.

 

Hangi süreci izleyerek olursa olsun kabileler ve milletler arasında

köleliğin yaygınlaşması ile insanların sosyal hayatı değişti.

Birinci olarak toplumlarda belirli bir düzen ve disiplin ortamı meydana

geldi. İkinci olarak işbölümü düzeni oluştu.

O dönemde kölelik dünyanın her tarafında aynı süreci izlemedi.

Meselâ Avustralya, Orta Merkezî Asya, Sibirya, Kuzey Amerika,

Ku-tup, Nil Irmağının kuzeyinde ve Rambiz'in güneyinde kalan bazı

Afrika yörelerinde bu uygulama gelenekleşmedi.

Bunun tersine kölelik Arap Yarımadasında, ilkel Afrika kabileleri

arasında, Avrupa'da, Güney Amerika'da ve Yahudiler arasında

yaygındı. Tevrat'ta kölelerin efendilerine itaat etmeleri ile ilgili bir

çağrı vardır. Hıristiyanlar arasında kölelik yaygındı. Nitekim

Pols'un Wil-men'e yazdığı mektupta Efsimos'un kaçak bir köle olduğu

ve Pols tarafından efendisine geri verildiği bildiriyordu.

Kölelerine karşı en yumuşak davranan millet Yahudiler idi.

Bunun göstergelerinden biri şudur: Yahudilerde Mısır'da inşa edilen

piramitlere ve tarihî Aşûr yapılarına benzer görkemli yapılara

rastlamıyoruz. Çünkü bu yapılar kölelerin ağır çalışmaları ile meydana

getiriliyordu. Kölelere karşı en sert davranan milletler ise,

Romalılar ve Yunanlılar idi.

 

Doğu Roma'da İmparator Konstantin'den sonra köleleri azat

etme akımı yaygınlık kazandı. Bu akımın sonucu olarak Miladî on

üçüncü yüz yılda orada kölelik kaldırıldı. Batı Roma'da ise şekil

 

486 ........................................

 

değiştirerek devam etti. Bu yeni şekle göre tarla çiftçiler ile birlikte

alınıp satılıyordu. Tarla ekip biçmek ise köleler tarafından yapılan

bir işti. Fakat Batı Roma'da da kölelerin zorla çalıştırılmasına

son verilmişti.

 

Kölelik, Avrupa ülkelerinin çoğunda Miladî 1772 yılına kadar

uygulamada idi. Bu tarihten önce İngiltere ile İspanya arasında

yapılan bir anlaşmaya göre, otuz yıl boyunca her yıl İngiltere dört

bin sekiz yüz Afrika kökenli köleyi yüklü bir ücret karşılığında İspanya'ya

satmayı taahhüt etmişti.

 

İngiliz kamuoyu Miladî 1761 yılında köleliğe karşı çıktı. Bu

karşı çıkışın başını Quaker adlı bir dinî tarikat çekiyordu. Halkın bu

tepkisinin devam etmesi üzerine Miladî 1772 yılında Britanya topraklarına

ayak basan herkesin özgür olacağını ön gören bir kanun

çıkarıldı.

 

Fakat titiz araştırmalardan sonra Miladî 1788 yılında ortaya

çıktı ki, İngiltere yılda iki yüz bin köle alıp satıyor ve bunların yüz

bin tanesi Afrika'dan alınıp Amerika'ya gönderiliyor.

Bu durum Miladî 1833 yılına kadar devam etti. Bu tarihte İngiltere'de

kölelik tamamen kaldırıldı. Devlet köle ticareti yapan

kumpanyalara ellerindeki köleleri ve cariyeleri azat etmeleri karşılığında

yirmi milyon İngiliz Lirası tazminat ödedi. Bu uygulama ile

İngiltere'de 770380 (yedi yüz yetmiş bin üç yüz seksen) köle özgürlüğe

kavuştu.

 

Amerika'da kölelik halkın büyük mücadeleleri sonucunda Miladi

1862 yılında kaldırıldı. Köle edinme konusunda Amerika'nın

kuzeyi ile güneyi arasında tutum farklılığı vardı. Kuzey Amerikalılar

sadece lüks olsun diye köle alırken, Güney Amerika'da ekonomik

faaliyetler tarıma dayalı olduğu için el emeğine şiddetle ihtiyaç

vardı. Bu yüzden onlar emeklerini sömürmek için köle alıyorlardı.

Bundan dolayı genel köle yasağını kabul etmek

istemiyorlardı.

 

Böylece köle yasağı kampanyası ülkeden ülkeye yayılarak devam

etti. Nihayet Miladi 1890 yılında Bruksel'de imzalanan bir anlaşma

ile kölelik geleneği tamamen kaldırıldı. Bu anlaşmayı bütün

devletler imzalayıp ülkelerinde yürürlüğe koydular. Böylece

dünyada kölelik uygulaması son buldu ve bu kararla milyonlarca

 

.................................................. 487

 

köle özgürlüğe kavuştu. (Kısaca alıntısını yaptığımız sözler burada

son buldu.)

 

Şu nokta dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmaz: Bu açıklamalarda

uzun ve çetin mücadelelerden sonra çıkarılan yasalardan

ve bu yasaların yürürlüğe konmasından söz ediliyor. Bunların

hepsi velilik veya üstünlük kurma yolu ile yapılan köleleştirmeler

ile ilgilidir. Bunun böyle olduğu, alınan kölelerin çoğunluğunun veya

tümünün bu uygulamaların revaçta olduğu Afrika kökenli oluşlarından

anlaşılıyor. İslâm'ın yürürlükte tuttuğu savaşta esir alma

yolu ile meydana gelen köleliğe gelince, okuduğumuz açıklamalarda

ondan hiç söz edilmiyor.

 

9- Köleleştirmenin Kaldırılması Yönündeki Bakış Açıları

Ne Ölçüde Doğrudur?

 

Doğuştan özgürlüğün sadece insana bağışlanmış bir ayrıcalık

olduğu söylenir. Oysa (bu özgürlüğün diğer hayvan türleri için söz

konusu olamayacağının hangi gerekçeye dayandırıldığını

bilmiyoruz. Halbuki o hayvan türlerinde de insanda olduğu gibi

psikolojik bilinç ve harekete geçirici irade vardır. Sadece şunu söyleyebiliriz

ki: İnsan sırf kendisi ondan yararlansın diye bu özgürlüğü

hayvanların elinden alıyor.) İşte bu doğuştan (fıtrî) özgürlüğün

temel dayanağı şudur: İnsan batınî bir bilinç ile ve harekete geçirici

bir irade ile donatılmıştır. Batınî bilinci sayesinde kendisine haz

veren şeyler ile acı veren şeyleri birbirinden ayırt ediyor; iradesi

sayesinde de haz veren şeyleri kendine çekerken, acı veren şeyleri

kendinden uzaklaştırıyor. Buna göre istediği şeyleri seçme hakkı

vardır.

 

İnsan bilinci, bir şeyle bağlantı kurup diğer bir şeyle bağlantı

kur-mayacak şekilde kayıtlı değildir. Yani zayıf ve ezilen bir insan,

güçlü ve üstün konumlu bir insanın hissettiklerini hissetmez diye

bir şey yoktur. Aynı şekilde insan iradesi, hoşlandığı bazı şeylerle

bağlantı kurmasını engelleyen veya başkasının iradesinin ilişki

kurduğu şeylerde kendini unutup başkasının yararına kenara çekilerek

o şeylerle ilişki kurmamaya zorlayan bir sınırla sınırlanmış

değildir.

 

Başka bir deyişle yenik düşmüş zayıf bir insan da, kendisini

 

488 .....................................

 

yenip boyunduruğu altına alan insanın istediği şeylerin hepsini

kendisi için ister. Dolayısıyla zayıf insanın iradesi ile güçlü kişinin

iradesi arasında şöyle doğal bir ilişkinin olduğu söylenemez: Zayıf

kişinin iradesi güçlü kişinin iradesinin bağlantı kurduğu şeyler ile

bağlantı kurmayacak veya zayıf kişinin iradesi güçlü kişinin iradesinde

eriyerek iki irade bir tek irade olacak ve bu bileşik irade güçlünün

çıkarına işleyecek ya da zayıfın iradesi bağımsızlığını yok

edecek şekilde güçlünün iradesine bağlanacaktır. [Böyle bir şey

düşünülemez.]

 

Durum böyle olunca ve hayatla ilgili kanunların doğal yapıya

dayalı olması gerektiğine göre, insanın şahsî itibari ile ve davranışlarında

özgür olarak yaşaması gerekir. İşte köleliği kaldırmanın

beslenme kaynağı budur.

 

Fakat insana bağışlanan bu özgürlüğü düşünmemiz gerekir.

Acaba bu özgürlük, ortaya çıktığından ve insanlık bünyesinde varolduğundan

beri insan toplumunda yaşayan bütün fertleri kapsayacak

şekilde mutlak mıdır?

 

Bildik bileli insan türü toplum hâlinde yaşamaya devam ediyor.

Yapısal özelliklerinin gereği olarak onun için başka türlü bir

hayat mümkün değildir. Öte yandan bir toplumun belirli bir süre

için bile olsa hayatını devam ettirebilmesi için mutlaka fertleri arasında

ortak bir konunun gelenek sistemi olması gerekir. Bu gelenek

sistemi, ister akla dayalı adil bir sistem olsun, ister keyfî arzulardan

kaynaklanan zalim bir sistem olsun, isterse başka bir nitelikte

olsun varlığı kaçınılmazdır ve hangi nitelikte olursa olsun,

bu sistem ferdî özgürlüğü sınırlar.

 

Üstelik insanın yaşayabilmesi için mutlaka âlemdeki maddeler

üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunması gerekir. Hayatını

devam ettirebilmesinin teminatı budur. Bu tasarrufun mümkün

olabilmesi için tasarrufta bulunduğu maddenin şöyle veya böyle

ona ait olması gerekir ki, biz bu ait olmaya mülkiyet diyoruz. -

Mülkiyet derken de maksadımız onun genel anlamıdır; hem temel

hakları, hem de bildiğimiz mal edinmeyi kapsamına alır.- Meselâ

falanca kişinin giydiği elbiseyi, elbise onun üzerindeyken filânca

kişi giyemez. Bir kişinin yediği yemek, içtiği su ve oturduğu ev aynı

zamanda başkasının olamaz. Bu da belirli bir maddeyi kullanma

 

............................................................. 489

 

yanın mutlak iradesini kayıtlandırmak, özgürlüğünü sınırlandırmak

anlamına gelir.

 

İşte bu nedenledir ki, insanlar yeryüzüne yerleştikleri ilk günden

beri çatışmalarla boğuşuyorlar. Yeryüzüne dağılan fertlerin

her günü yeni bir çatışma ile başlayıp yeni bir çatışma ile bitiyor.

Bu çatışmalar insanların ölmesi, ırzların çiğnenmesi ve malların

talan edilmesi ile son buluyor. Eğer insan kendisinin -yani insanlığın-

mutlak özgür olduğu görüşünde olsaydı, bu çatışmaların hiçbiri

meydana gelmezdi.

 

[İnsanların özgürlüğünü kısıtlayan bir diğer husus da, toplumlarda

ceza kanunlarının varolmasıdır.] Cezalandırma kanunu uygar

ve ilkel bütün toplumlarda hep geçerli olmuştur. Cezalandırmanın

tek anlamı, suçlunun doğuştan sahip olduğu bazı nimetlere

toplum tarafından el konması ve özgürlüğünün kısmen elinden alınmasıdır.

Eğer toplum veya toplumun yöneticileri idama mahkum

edilen bir katilin hayatına malik olmasalar, canını

alamazlardı. Eğer toplum organ kesme, dövme ve hapsetme gibi

ceza türleri ile suçluyu rahatı, hayatı ve mülkiyeti ile ilgili bazı haklardan

mahrum etmeye yetkili olmasa, bu cezaları hükmedip uygulaması

mümkün olmazdı. Zalimin ve saldırganın özgürlüğünü

kısıtlamadan onu zulümden ve saldırıdan alıkoymak nasıl mümkün

olabilir? Zorbanın bazı özgürlüklerini elinden almadan can, ırz

ve mal dokunulmazlığı sağlanabilir mi?

 

Kısacası aklı başında hiç kimse şüphe etmez ki, toplumda insanın

bir an için olsa bile mutlak özgürlüğe sahip olması hemen

sosyal düzenin bozulmasını gerektirir. Toplum insan için fıtrî bir ihtiyaçtır.

İnsan onsuz yaşayamaz. İşte bu toplum insana iç güdüsel

kaynaklı iradesi ve bilinci tarafından sağlanan fıtrî özgürlüğün

mutlaklığını kayıtlandırır. İnsan toplumu nasıl özgürlüğü kökünden

yok ederek yaşayamaz ise, onu belirli oranda kayıtlandırmadan

da yaşayamaz. İnsanlık toplumu, bu ifrat ve tefrit kutupları arasında

bu özgürlüğünü eskiden beri koruyor. Oysa, yoğun Batı propagandasının

etkisi altında kalan bizler, özgürlüğün içeriği ile ve

adı ile Batılılar tarafından icat edilip mutlak niteliği ile korunduğunu

sanıyoruz.

 

Evet, fıtratın çağrısına uyan bir toplumun kendisi, işte fıtrî olan

bu özgürlüğü kayıtlandırıp sınırlandırıyor. Tıpkı bedenî ve bedenî

 

490 .......................................

 

olmayan doğal güçlerin birbirlerini kayıtlandırmaları gibi. Bazı tabiî

güçler, yerlerini alan başka bazı güçlerin fonksiyonlarını yerine

getirmelerini sağlamak için işlemeleri durdururlar. Meselâ mutlak

olarak görmenin kaynağını oluşturan görme gücü gibi. Bu güç,

gözler duyarlığını kaybedinceye veya düşünme gücü yoruluncaya

kadar fonksiyonunu yerine getirir. Duyarsızlık ve yorgunluk belirince

görme gücü, yerini alan gücün fonksiyona geçmesi ile kayıtlanarak

çalışmasını durdurur. Tat alma duygusu da lezzetli besin

maddesini ağza alıp çiğnemekle ve yut-makla tat alır. Fakat sindirim

sisteminin adaleleri yorulunca, tat alma duygusu kayıtlanır ve

istediği yiyeceklerden uzak durur.

 

Buna göre fıtrata dayalı bir toplumun varolup devam edebilmesi

için insanın davranışlarla ilgili bazı özgürlüklerinden ve nimetlerden

yararlanma serbestliğinden bazı fedakârlıklar yapması

gerekir.

 

10- Özgürlükler Ne Kadar Kısılır?

 

Fıtratın çağrısına uyan bir toplum tarafından bağışlanan özgürlüklerin

kısıtlanma miktarı ve bu özgürlüklerin fıtrî mutlaklığının

kayıtlanma derecesi toplumdan topluma değişir. Bunu belirleyen

faktör toplumdaki kanunların çokluğu ve azlığıdır. Toplumun kendisinden

sonra özgürlükleri kısıtlayan husus, fertlere uygulanan

kanunlardır. Bu kanunlar ne kadar çok olur ve fertlerin davranışlarını

ne kadar titizlikle denetim altına alırlarsa, özgürlükten ve serbestlikten

mahrum kalma oranı artar. Kanunlar ne kadar az ve

davranışların denetim altında tutulma oranı ne kadar düşük ise,

özgürlükten mahrum olma derecesi o kadar düşer.

Fakat düşünülebilecek her toplumda kaçınılmaz olan ve toplum

hâlinde yaşayan insanın umursamazlıkla karşılayamayacağı

ve önemsiz sayamayacağı gereklilik, toplumun varlığını ve sürekliliğini

korumaktır. Çünkü onsuz hayat olmaz. Bunun yanı sıra toplumda

geçerli olan geleneklerin ve kanunların çiğnenmemelerini

sağlamak da zorunludur. Bundan dolayı dünyadaki her toplumda

mutlaka mensuplarını ve gelecek nesillerini yok olmaktan koruyacak

bir savunma mekanizması ve geçerli gelenekleri ile aralarında

saygı gören âdetlerini çiğnetmeyen bir baş yetkili vardır. Bu

 

................................................ 491

 

amaçlara varmak için toplumsal güvenlik yaygın hâle getirilir ve

zorba saldırganlar cezalandırılır. Elimizdeki tarih de bunu doğruluyor.

Durum böyle olunca, fıtrat kanununa göre toplumun başta gelen

ilk hakkı, özüne kasteden düşmanının özgürlüğünü elinden

almasıdır. Başka bir deyişle toplum, hayatını yok edecek, maddî

ve manevî varlığına kasteden düşmanının şahsına ve davranışlarına

el koyarak irade özgürlüğünü dilediği şekilde elinden alma

hakkına sahiptir. Bu amaçla söz konusu düşmanını ölüm cezası

da dahil olmak üzere dilediği her cezaya çarptırabilir. Bunun yanı

sıra toplum, geleneklerinin ve kanun-larının düşmanını davranış

özgürlüğünden ve ilkelerini çiğneme serbestliğinden yoksun bırakabilir.

Böylece toplum, düşmanını canından, malından ve diğer

varlıklarından mahrum ederek cezalandırmak suretiyle onun yüzünden

kaybettiklerini ondan geri alabilir.

 

Toplumlarına saygı göstermeyen, onunla işbirliği içinde kaynaşmayan,

onu yok etmekten ve mahvetmekten kaçınmayan

düşmanlarına toplumun göz yummasını, onların kendi başlarına

bırakmasını insan -hatta tek bir insan bile- nasıl kabul edebilir?

Topluma yönelik fıtrî ilgi ile bu tür bir düşmanı davranış özgürlüğü

ile baş başa bırakmak, iki apaçık zıddı bir araya getirmekten, aptallıktan

ve delilikten başka nedir?

 

Yaptığımız bu açıklamalardan şunlar ortaya çıkıyor:

1- İnsan özgürlüğünün mutlak olduğu görüşü, insanın fıtrî ve

meşru hakkına açıkça ters düşer ki bu, fıtrî ve meşru hakların başında

gelir.

 

2- İslâm'ın geçerli saydığı köleleştirme hakkı fıtratın kanununa

uygundur. Bu da İslâm toplumuna savaş açan, hak dinin düşmanlarının

köleleştirilmesi ve davranış özgürlüklerinin elinden alınmasıdır.

Bunlar köleleştirilip İslâm toplumunun içine çekilecekler,

köle olarak yaşamaya zorlanacaklar. Bu sırada sağlıklı dinî

terbiye ile eğitilecekler ve tedricî bir şekilde azat edilerek sağlıklı

ve kazançlı bir şekilde özgür topluma katılacaklar. Bu arada İslâm

devletinin başı, eğer toplumun yararını o yolda görürse, bütün köleleri

satın alıp azat edebilir veya bu konuda ilâhî hükümlerle çelişmeyen

başka bir yol izleyebilir.

 

492 ................................................

 

11- Köleliği Kaldırma Kararı Ne Sonuç Verdi?

 

Büyük devletler, Brüksel Anlaşmasını yürürlüğe koyarak köle

alıp satmayı şiddetle yasakladılar. Böylece köleler ve cariyeler özgürlüklerine

kavuştular. Günümüzde artık onlar kumpanyaların

pazarlarında dizilip görücüye çıkarılmıyorlar ve koyunlar gibi oradan

oraya taşınmıyorlar. Bunun sonucu olarak artık harem ağaları

kullanma geleneği de ortadan kalktı. Günümüzde küçük örnekler

hâlinde de olsa, ne bunlara ve ne onlara rastlanmıyor. Sadece ilkel

toplumlarda bu tür uygulamaların olduğundan zaman zaman

söz ediliyor.

 

Fakat bu kadarı, yani köleleştirme isminin dillerden düşmesi

ve bu isimle anılan insanların gözlerden kaybolmaları, bu konuda

dikkatli araştırmacıları tatmin eder mi? Acaba şöyle sormazlar

mı? Bu mesele bir kelime meselesi midir ki, bu konuda ismin zikredilmesinin

yasaklanması yeterli olsun ve uygulamada köleye

özgür insan denmek kafi görülsün de bu özgür denen kişinin emeğinin

yararına el konulması ve başkalarının iradesine bağlı olması

önemli görülmesin. Yoksa mesele bir içerik, bir anlam meselesi

midir ki, özü ve objektif sonuçları bakımından içeriğinin durumu

değerlendirilsin?

 

Alın size İkinci Dünya Savaşı. Henüz üzerinden sadece on küsur

yıl geçti. Galip devletler mağlup düşmanlarına şartsız teslim

olmayı dayattılar. Sonra yurtlarını işgal ettiler. Milyonlarca mallarını

aldılar. Hayattaki insanlarını ve çocuklarını tahakküm altına

aldılar. Milyonlarca esirlerini ülkelerine taşıdılar. Onları orada istedikleri

işlerde, istedikleri gibi kullandılar. Öyle ki bu durum, günümüze

kadar aynen böyle yürüyor.

 

Biri bana söylesin: Acaba köleliğin, kelime olarak söylenmesi

yasaklansa bile, vazgeçilmez bir içeriği yok mu? Acaba bu kavramın,

mutlak özgürlüğün ortadan kaldırılmasından, iradeye ve davranışlara

el konmasından, güçlü ve üstün kişinin zayıf ve ezilen kişi

üzerinde hükmünü adaletle veya zulümle dilediği gibi yürütmesinden

başka bir anlamı var mı?

 

Hayrete şayandır ki, İslâm'ın hükmünün mümkün olan en düzeltilmiş

şekli köleleştirme diye adlandırılıyor da Batılıların hükmüne

bu ad verilmiyor. Oysa İslâm bu konuda en kolay ve en hafif

 

........................................................ 493

 

tutumu takınırken, onlar en ağır ve en zor tutumu takınıyorlar. Batılılar

sevgi, koruma ve kayırma adı altında ülkelerimizi işgal ettiklerinde,

onların sevgilerinin ve dostluklarının ne olduğunu gördük.

Acaba düşmanlık ve cezalandırma amacı ile işgal ettikleri ülkelerdeki

insanların başlarına neler geliyor?

 

Buradan ortaya çıkıyor ki, köleliği kaldırma kararı aslında

verme biçiminde alma olan siyasî bir oyundur. Önce savaş sebebi

ile köleleştirmeyi ele alalım. İslâm bunu yürürlükte tuttu. Batılılar

da her ne kadar kelime olarak söylenmesini yasakladılar ise de fiiliyatta

onu yürürlükte tuttular. Babaların evlâtlarını satmaları şeklindeki

köleliğe gelince, Batılılar bu tür köleliği yasakladılar; ama

İslâm onu çok daha önce yasaklamıştı. Üstünlük ve siyasî egemenlik

yolu ile ortaya çıkan köleliği de İslâm çok önce yasakladı.

Batılılar da bu tür köleliği söz birliği ile yasakladılar. Fakat acaba

bu yasaklama tıpkı savaş esirleri konusunda olduğu gibi sözde mi

kaldı yoksa söz aşamasını aşıp içerik ve anlam aşamasına geçerek

uygulamalara yansıdı mı?!

 

Avrupalıların Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki sömürgelerinin

tarihini, buralarda işledikleri cinayetleri, döktükleri kanları,

çiğnedikleri ırzları, talan ettikleri malları, işledikleri yüzlerce ve binlerce

zu-lümleri gözden geçirerek bu sorunun cevabını ortaya çıkarmak

mümkündür.

 

Aslında bu sorunun cevabını bulmak için bu uzun -eğer gerçekten

uzun ise- yolu izlemek gerekmez. Cezayir halkının Fransızlardan

çektiği kıyımları, yıkımları, baskıları, bunun yanı sıra Arap

ülkelerinin İngilizlerden çektiklerini, bunlara ilâve olarak Sudan

halkının başına gelenler ile Amerika da Kızılderililerin dramını,

Doğu Avrupa'ya Sov-yetler Birliğinin çektirdiklerini ve bizim kendimizin

bunlardan ve onlardan gördüğümüz zulümleri incelemek

yeterlidir. Bütün bu işleri yaparken, söyledikleri sözler kelime itibariyle

şefkat ve hayırhahlıkla dolu olsa da, anlam ve içerik itibariyle

köleleştirmeden ibaretti.

 

Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç şudur: Batılılar, fıtrî

sebebinin varlığı hâlinde mutlak özgürlüğün ortadan kaldırılmasını

öngören İslâmî uygulamayı fiiliyat aşamasında benimsediler. Bu

fıtrî sebep, toplumu yıkmak ve insanlığı mahvetmek isteyenlere

karşı savaşmaktır. Bu yaklaşım, fıtrat yasasına göre meşru bir hü

 

494.......................................

 

kümdür. Objektif ve değişmez bir temeli vardır. Bu temel, insanlığın

varlığını sürdürebilmesi için varlığına kastedenleri ve kalıcılık amacına

karşı olanları başından savmak ihtiyacındadır. Bunun yanı sıra

bu hükmün bir de akla uygun, sosyal bir temeli vardır. Hükmün objektif

temelinin uzantısı olan bu temel, insan toplumunu yok olmaktan

ve yıkımdan korumaktır.

 

İşte Batılıların fiiliyatta gaye edindikleri, sözde karşı çıkıp içerik

ve anlam plânında benimsedikleri prensip budur. Fakat onlar

bu meşru kısmı aşarak gayri meşru alana daldılar. Bu da üstünlüğe

ve egemenliğe dayalı köleleştirme uygulamasıdır. Çünkü onlar

sözde köleliğin yasaklanmasından önce olduğu gibi yasaklama

kararından sonra da binlerce, milyonlarca insanı köleleştiriyorlar,

alıp satıyorlar, bağışlıyorlar ve kiralıyorlar.

 

Fakat bu yaptıklarına köleleştirme adını vermiyorlar. Uygulamalarına

sömürgeleştirme, dominyonlaştırma, denetim altında

tutma, koruma, ilgilenme, yardım etme gibi isimler takıyorlar. Bütün

bu kelimelerin bir tek fonksiyonu vardır. O da köleleştirme içeriğine

örtü oluşturmaktır. Bu isimler ve sözcükler yıprandıkça, aşındıkça

atılıyor ve yerine başkaları konuyor.

 

Batılılar, Brüksel anlaşması ile bütün dünya insanlarının kulaklarını

tırmalıyorlar, ileri uygarlığın öncüsü olan büyük devletler

ellerinde özgürlük bayrağı taşıyarak bu anlaşma ile övünüyorlar.

Fakat meseleye yakından bakınca, bu anlaşmanın sadece çocukların

ve harem ağalarının alınıp satılması yolu ile gerçekleşen kölelik

türünü ve iğdiş etmeyi ortadan kaldırdığı görülür. Ki, bu kölelik

türü onlara önemli bir çıkar sağlamıyordu. Üstelik bu kölelik türü

sosyal bir meseleden çok ferdî bir meseleye benziyor. Buna

rağmen köleliğin bu türünün kaldırılmış olması, onların elinde

sözden ibaret bir propaganda malzemesidir. Tıpkı kuru bir söz olmaktan

öte bir anlam içermeyen öbür propaganda dayanakları

gibi.

 

Evet; bu konuda incelenmesi gereken bir başka nokta var ki, o

da şudur: İslâm, silâh zoru ile ele geçirilen topraklar dışındaki yerlerde

elde edilen ganimetlerin ve alınan kölelerin bölüştürülmesine

toplumun fertlerinden başlıyor, sonra devlete sıra geliyor. İslâm'ın

ilk yıllarındaki uygulama böyle idi.

 

..................................................... 495

 

Batılılar ise ganimetlerden yararlanmayı sadece devletlerine

mahsus bir hak sayarlar. Bu da kölelik meselesinin kendisi dışında

kalan başka bir meseledir. İnşallah ileride zekât ve humus

hakkındaki ayetleri ele aldığımızda bu meseleyi enine-boyuna inceleyeceğiz.

Ve ancak Allah'tan yardım istenir.

 

Bütün bunlardan sonra adı geçen Ansiklopedinin yazarının yukarıda

naklettiğimiz, "Köleliğin kaldırılmasının temel gerekçesi,

insanların haklarda ve yükümlülüklerde eşit olmasıdır..." şeklindeki

sözlerine dönelim. İnsanların haklar bakımından eşit olmaları

ne demektir? Acaba bu sözle insanların sahip oldukları ve gözetilmesi

gereken haklarından yararlanmaları, ancak bu hakların

kesin olarak eşit olmadığı, farklı olduğu mu kastediliyor? Meselâ

yönetici ile yönetilen, amir ile memur, kanuna uyan ile kanunu

çiğneyen, adil ile zalim arasında sosyal ağırlıklarının farklılığına

bağlı farklılıklar olduğu gibi.

 

Eğer kastedilen bu ise buna bir itirazımız yok, bu öyledir. Yalnız

bunun böyle olması toplumdaki şerefli ve faydalı bir kişi ile

topluma katılmaya lâyık bir onurun sahibi olmayan, girdiği her

yerde hayatı ortadan kaldıran ve öldürücü bir zehir gibi olan kişinin

eşit sayılmasını gerektirmez. Çünkü bu iki kesimi birbirinden

ayrı tutarak birincisine tam özgürlük tanırken, ikincisinden özgürlüğü

geri almak, fıtratın açık hükmüdür. Düşmanın, düşmanı üzerinde

saldırı konularında hiçbir hakkı yoktur. Koyunun kurda ve avın

arslana karşı da hiçbir yükümlülüğü yoktur.

 

Eğer bu sözle insanlık sıfatının insan fertleri arasında ortak olduğu

ve kim olursa olsun her insanın uygarlıkta ilerleyecek ve

başkalarının elde ettiği mutluluğu elde edebilecek güce sahip olduğu

kastediliyorsa, o zaman gelişmiş toplumlar her insana cömertçe

özgürlük tanıyarak onu sağlıklı topluma katılacak şekilde

eğitmekle yükümlüdürler.

 

Bu görüş de doğrudur. Fakat kimi zaman eğitim faaliyeti, eğitim

süreci tamamlanıncaya kadar belirli bir zaman diliminde eğitilenin

irade özgürlüğünün askıya alınmasını gerektirir. Eğitilen kişi

iradesini bilinçli olarak kullanacak düzeye gelince özgürlük nimetini

tatmakta serbest bırakılır. Tıpkı doktorun hastasına hoşuna

gitmeyen bir ilâç içirmesi ve küçüklerin büyütülmeleri sırasında

ağırlarına giden uygulamalara tâbi tutulması gibi.

 

496 ..................................

 

İslâm'ın, Müslümanlara savaş açan kâfir milletlerin irade ve

davranış özgürlüklerini askıya almaktaki, onları dinî toplumun içine

alarak eğitmekteki ve tedricî bir şekilde özgürlük alanına ulaştırmaktaki

görüşü ve beklentisi budur. Çünkü bu tutum sosyal

amaçlı bir tutumdur. Bu tutumun kendisine, sonuçlarına ve etkilerine

kapsamlı bir açıdan bakılmalıdır.

 

Yoksa bu tutum, ferdî ve sınırlı bir açıdan değerlendirilecek

ferdî ve cüz'î bir tutum değildir. [Dolayısıyla savaşta esir alınarak

köleleştirilen insanların bazılarının ömür boyu kölelikten kurtulup

özgürlüğe kavuşmamaları bu genel kanuna halel getirmez.]

Sonra şurası şaşırtıcı bir noktadır ki, Batılılar da daha önce

değindiğimiz gibi her ne kadar bu uygulamanın isimlendirilmesine

ve iyi niyetle ele alınmasına karşı çıkıyorlarsa da fiiliyatta İslâm'ın

benimsediği gibi bir tavır takınıyorlar.

 

Yoksa bu sözle bütün insanların bir tutulmasının, her insanın

mutlak iradesi ile baş başa bırakılmasının özgürlüğün gereği olduğu

mu kastediliyor?

 

Böyle bir yaklaşımın kabul edilmez olduğu gibi, mutlak olarak

uygulanmasının mümkün olmadığı şüphe kaldırmaz açıklıkta bir

gerçektir. Özellikle savaş açan düşman hakkında uygulanmasını

düşünmek bile mümkün değildir ki, İslâm'ın mutlak özgürlüğü askıya

almakta üzerinde ısrarla durduğu tek gerekçe budur.

Sonra eğer böylesine sınırsız özgürlük bir hak ise bu konuda

bir kişi, iki kişi ve bir topluluk arasında fark olmaz. O hâlde Batılılar

niçin intihar durumunda olduğu gibi bir kişiye ve düello örneğinde

olduğu gibi iki kişiye yasal özgürlük tanıyorlar da kendi cinslerinden

olan yoksullar kesimine tenha bir yere veya bir mağaraya

sığınıp kendileri ile meşgul olma, Rablerinden gelecek rızkı yiyip

kendi hayatlarını yaşama özgürlüğü tanımıyorlar?

 

Geriye bir şey kalıyor ki, o da şudur: Şöyle bir soru sorulabilir:

Niçin İslâm, kölelere mal edinme hakkı tanımadı? Eğer tanısaydı,

köleler edinecekleri mal sayesinde efendilerine yük olmadan zorunlu

ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi. Yine niçin İslâm, köleliği Müslüman

olmakla sınırlamadı? Eğer böyle bir sınırlama olsaydı, köle

Müslüman olunca özgürlüğüne kavuşur ve böylece gerek kendi

alnına ve gerekse kıyamet gününe kadar türeyecek soyunun alnı

 

................................................... 497

 

na vurulmuş olan mahrumiyet damgası silinmiş olurdu.

Fakat bu soruyu soran kimse şuna dikkat etmelidir: Kölelerin

köleleştirilmeleri ve mülk edinmeden yoksun bırakılmaları ile ilgili

hükmün ortaya çıkışı ve uygulanması, bu kölelerin ele geçirildikleri

ilk günlerin şartları göz önüne alınarak yasalaşmıştır. İslam'a

karşı savaş açan düşmanlar olan bu köleler aleyhine fıtratın vermiş

olduğu özgürlüklerini ellerinden alabilme hükmü, onların sağlıklı

İslâm toplumunu yıkmaya yönelik komplolarını etkisiz hâle

getirmeyi ve bu amacı taşıyan direnme güçlerini kırmayı

amaçlıyor. Güç ve kuvvet ancak malla, mülkle olur. Buna göre köleler

çalışmaktan ve çalışmanın ürünlerinden yoksun kaldıkları

zaman çatışacak veya savaşacak gücü kendilerinde bulamazlar.

Evet; İslâm, bir ölçüde kölelere mal edinme hakkı tanımıştır.

Bu mal edinme efendilerin onların mülküne geçirdiği mal üzerinde

olabilir. Bu mülkiyet, efendinin mülkiyetinin uzantısı niteliğindedir;

kölenin kendi başına tasarrufta bulunması anlamında değildir.

Dolayısıyla herhangi bir sakınca doğmaz.

 

Kölelerin köleliklerini Müslüman olmaları ile sınırlandırmaya

gelince, böyle bir siyaset İslâm'ın esasını korumak, dinî toplumu

ayakta tutmak, silâh gücü ile ele geçirilen bu saldırganları köklü

bir İslâmi eğitimden geçirmek gibi temel amaçlarla çelişir. Eğer

bu tedbir alınmazsa köleler, din devletinin egemenliği altına girip

alınlarına kölelik damgası vurulur vurulmaz derhal görünüşte Müslüman

olurlar ve böy-lece sayısal varlıklarını ve güçlerini korurlar,

arkasından da ilk fırsatta kendilerine yasaklanan faaliyetleri

yapmaya koyulurlar.

 

Bu konuda günümüzün milletlerarası uygulamalarını bir yana

bırakarak insanlık tarihinin belgelenebilmiş en eski uygulamalarına

dönelim. O çağlarda iki millet veya iki kabile birbiri ile savaştığında

ve biri diğerini yenip ona karşı üstünlük sağladığında galip

gelen taraf, kılıcı düşmanının göğsüne dayayarak onu kayıtsız

şartsız teslimiyete zorlamaya kendini haklı görürdü.

Galip taraf, bu teslim alma sırasında mağlup düşmanının sadece

silâhlarını yere bırakması ile yetinip onları istediklerini yapmakla

baş başa bırakmaz, buna ek olarak yenilen düşmanının

kendi emrine teslim olmasını, hakkında vereceği kararlara ta

 

498.............................................

 

mamen boyun eğmesini, lehindeki ve aleyhindeki uygulamaları,

şahısları ve malları ile ilgili tasarruflarını peşin olarak kabul etmesini

sağlardı.

 

Düşmana dayatılan bu hâkimiyetin, bu mutlak teslimiyetin

etkisini bozacak, hükmünü geçersiz kılacak, düşmana eski komplolarına

ve tuzaklarına geri dönme yolunu açacak, onun daha önceki

tutumuna dönme ümidini tazeleyecek bir kayıtla kayıtlanması

aptallık olurdu. Galip gelen millet böyle bir aptallığa nasıl düşebilir

ki, kutsal bildiği toplumun bağımsızlığı uğruna birçok insanını

ve maddî varlığını feda etmiştir. Böyle bir tutum kendine zulmetmek,

en kutsal değerlerini hafife almak ve kanlarını, mallarını ve

emeklerini boşa harcamak olmaz da ne olur?!

İnsanlarının hayatlarını ve mallarını feda ederek düşmanını

yenen ve bu galibiyet sonunda düşmanını zillete ve perişanlığa

mahkum ederek onlara köleliği dayatan taraf hakkında şöyle bir

itiraz ileri sürülemez: Efendim, adamlar savaştılar, öldürdüler, yakıp

yıktılar, sonunda düşmanlarını esir aldılar, savaşanların rakipleri

üzerindeki meşru hakkına dayanarak aldıkları esirlerin özgürlüklerini

kaldırmayı caiz gördüler. Peki, daha sonra doğan nesillerin

çocuklarının günahı nedir? Bunlar ne silâh taşıdılar, ne kılıç

çektiler ve ne savaşa katıldılar. Bu dayanaksız itirazın cevabı şudur:

Onlar babalarının ve dedelerinin kurbanıdırlar.

Bütün bunlardan sonra şunu unutmamak gerekir ki, eğer İslâm

hükümeti İslâm toplumunun menfaatinin o yolda olduğuna

karar verirse, köleleri sahiplerinden satın alarak veya başka bir

şekilde kölelere özgürlük verme çarelerine başvurabilir.

 


----------------------------
Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 6. cildinden faydalanılarak hazırlanmıştır
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)