İslâm’da Aile Düzeni:::Üstad Hüseyin ENSARİYAN::: Çeviri: Üstad Kadri ÇELİK::: eKitap::: www.islamkutuphanesi.com

İslâm’da Aile Düzeni

 

 

       Üstad Hüseyin ENSARİYAN    Çeviri: Kadri ÇELİK

İÇİNDEKİLER

Bir Değerlendirme- 13
Önsöz 15

1. Bölüm

Varlık Âleminde Evlilik Normu

Cansız Varlıklarda Bileşim Ve Birleşim Normu- 21

Bitkiler Âleminde Birlikte Yaşama Düzeni 24

Hayvanlarda Birleşim, Üreme Ve Döllenme Normu- 26

İnsan Ve Evlilik- 27

Evlilik İşinin Gerçekleşmesinde Zorluk Çıkarmayınız- 28

Rivayetler Açısından Evliliğin Önemi Ve Değeri 31

2. Bölüm

Aile ve Toplumda İlâhi Takva

Takvanın Hakikati 37

Takva ve Değerli Aşamaları 38

Hacı Sebzevari ve Kanaat 39

Gösteriş ve İsraf 39

Birbirinizi Takvaya Davet Ediniz- 41

Takva Ehlinin Nişaneleri 43

Takvalı Kadın ve Erkek- 44

Örnek Tüccar 45

3. Bölüm

İslâm’da Evliliğin Yüce Hedefleri

Temiz Ev- 49

İnsanların En Kötüsü- 50

Kabiliyetin Yeşermesi 51

Ev ve Aile İçin Çalışmak İbadettir 53

Evlilikte Yüce Hedefleri Göz Önünde Bulundurunuz- 54

Batıda Aile Sistemi 56

4. Bölüm

Beşer ve İslâm Tarihinde Kadının Konumu

Kadın Hakkında Sapık İnsanların Fikri Sapması 61

Kadın Hakkındaki Sapkınlıklara İslâm’ın Cevabı 62

Kadının Konumu Hakkında Tarihe Yeniden Bakış 69

5. Bölüm

İslâm’da Kadın ve Erkeğin İstiklali

İnsanın İstiklal ve Hürriyeti 75

Hürriyet Hakkında İlginç Bir Hikâye- 76

Önemli Bir Mesele- 77

Layık ve Yüce Eş 78

Kadın ve Evlilikteki Özgürlüğü- 82

 

6. Bölüm

Vahiy Mantığında Kadının Makamı

Hakk’ın Pak Dini 87

İlâhi Peygamberlerin Hakk’a Tevessül Etmeleri 89

Hakk’a İbadet ve Kulluğun Yüce Makamı 90

Vahiy Mantığında Kadın- 91

Mutluluk ve Mutsuzluğun Ölçüsü Akıl ve Şehvettir 93

Kadınlarla İlgili Mirac Gecesinden İlginç Bir Hadis 94

7. Bölüm

Evlilik Yolunun Müşkülat ve Engelleri

Evlilik Meselesinde Sıkı Tutum- 99

Kendinizi, Kendiniz İle Diğerleri Arasında Ölçü Kılınız- 101

Kibir İblisin Sıfatıdır 103

İlginç Bir Hikâye- 105

Şeytani Bir Sıfat Olan Gösteriş Meselesi 108

Ağır Mehriye- 109

Kur’ân Evliliğin Gerçek Mehriyesi Olmaktadır 110

8. Bölüm

Evliliğin İslâmi ve İlâhi Şartları

Din ve Dindarlık- 115

Denk Olmak- 117

Eşlerin Denkliliği 119

Birkaç Gruba Kız Vermeyiniz- 120

Şu Kadınlarla Evlenmeyiniz- 122

9. Bölüm

Eş Seçme Yolu

Manevi Açıdan Noksan Kimse Hakk’ın Rahmetinden Mahrumdur 127

Kemal Yolu- 129

İslâm’da Eş Seçmenin Yolu- 130

İlginç Bir Hikâye- 132

Eş Seçiminde İnsani ve İslâmi Şartlar 132

10. Bölüm

Evlilik Hususunda İslâm’ın Özgün Tasarımları

Evlilik İçin Konuşmak- 139

Mehriye yi Ödemenin Farz Oluşu- 140

Gelinin Çeyizi 142

Gelin Çeyizi Hususunda İlâhi ve Manevi Örnek- 143

Evlilik Eşiğinde Dua- 144

Evliliğin Adabı ve Vakitleri 145

Zifaf Adabı 147

11. Bölüm

Aile Düzeninde Sağlık

İslâm’da Sağlık ve Temizliğin Değeri 153

Ağız ve Diş Sağlığı 157

Yiyecekler Hususunda Sağlık Sistemi 159

Çok Yemenin Zararları 160

İbretli Bir Hikâye- 161

12. Bölüm

Aile Sisteminde İslâmi Ahlâk

 

Güzel Ahlâkın Değeri 167

Sevgi ve İlanı 169

Az Beklenti İçinde Olmak- 171

Bağışlama ve Affetme- 173

Görmezlikten Gelmek- 175

Öfke ve Gazap- 177

Üstünlük Satmak- 178

Davranış 179

Sözlü Davranış 180

13. Bölüm

Kadının Hicap ve İffeti

Tesettürün Faydaları 185

Şaşırtıcı Bir Olay- 189

Batılı Düşünürlerin Batı Toplumları Hakkındaki Görüşleri 190

Hz. Hüseyin’den (a.s) Bir Tasarım- 192

Hicap ve Kur’ân'ın Hicap Hakkındaki Görüşü- 193

Kur’ân Açısından Kadının Mahremleri 194

14. Bölüm

Hayatta Güvenlik

İyilikler ve Kötülükler 199

Cehalet ve Bilgisizlik- 200

İlim ve Marifet 201

Hakikatlerin Kaynağı Kalp- 203

Kıyamet Sahnesinde Azap- 206

Salih Anne ve Babalar 207

15. Bölüm

Ailede Fazilet Tecellileri

Niyetin Halisliği 211

Niyet Halisliğinin Zirvesi 211

İlginç Bir İhlâs 212

Takva ve Adalet 214

Erdemli Yüzler 217

Eğitici Bir Hikâye- 219

İlginç Bir Olay- 220

16. Bölüm

Ev ve Ailenin Maddi Meseleleri ve İslâm

Servetin Hayır ve Şerri 225

Mal, Şehvetlerin Aslıdır 226

Helal ve Haram- 227

Kendinizi Helalden Mahrum Kılmayın- 228

Kadının ve Çocukların Nafakasını Helal Yoldan Sağlayın- 228

İslâm Peygamberi ve Helal Yemek Meselesi 229

Rızkın Çoğalmasının Yolu- 231

Haram Mal 232

Tövbe Eden Allah’ın Dostudur 233

17. Bölüm

Ailede Manevi İlkeler

Akıl 239

Kur’ân- 242

Nübüvvet 244

İmamet 245

Din Âlimleri 245

Namaz- 246

 

18. Bölüm

Aile Reisinin Büyük Sorumluluğu

Kendinizi ve Eşinizi Kıyamet Ateşinden Koruyunuz- 251

Amber Kokan Cennet 254

Dört Önemli Görev- 255

19. Bölüm

İslâm’da Kadın ve Erkek Hakları

Aile Haklarının Bir Panoraması 259

Kadının Erkek Üzerindeki Hakları 260

Erkeğin Kadın Üzerindeki Hakları 264

20. Bölüm

Hamilelik, Süt Emzirme ve İsimlendirme Dönemi

Hamilelik Dönemi 273

Hamilelik Döneminin Görevleri 276

Doğum- 279

Bebeğin Elbisesi 279

Çocuğun İlk Gıdası 280

Ezan ve Kamet 280

Çocuğun Doğum Anında Şu Adaplara Riayet Ediniz- 281

Anne Sütü- 282

İsim Koymak- 284


21. Bölüm

İslâm’da Çocuk Bakımı

Çocuğun Önemi ve Değeri 289

Çocuk Aşkı 291

Çocukları Öpmek- 292

22. Bölüm

İslâm’da Kız Çocuğunun Değeri

Çocuk İhsan Etmekte Hak Teâlâ’nın İradesi 297

Kız Çocuğu Hakkındaki Çok Önemli Rivayetler 299

23. Bölüm

Çocuğun Terbiyesinde Annenin Fonksiyonu

Çocuk veya Anne Vücudunun Ürünü- 305

Temizlik Bağının Meyvesi 308

Annem Şekavete Düşmeme Sebep Oldu- 308

İbadet Nuru Bazen Azalmaktadır 309

Nurani Evlilik- 309

Şeyh Şuşteri’nin Annesi 310

Terbiyede Batın ve Zahir Temizliğinin Tecellisi 310

24. Bölüm

Çocuğun Terbiyesinde Babanın Fonksiyonu

Şu Dört Gerçeğe Dikkat Ediniz- 315

Müminlerin Emiri'nin (a.s) Ağlaması 316

Azap Ehli 316

Şeyh Fazlullah Nuri’nin Hayatından İlginç Bir Anekdot 317

Gençler Uyanık Olun- 319

Sapık Babalar Ve Çocukların Görevi 320

Faziletli Bir Baba- 321

Kötü Baba ve Salih Evlatlar 322

Yüce Bir Baba- 322

Haram Yiyen, Ali Ekber Gibi İnsanlar Terbiye Edemez- 323

 

25. Bölüm

Çocuğun Anne ve Baba Üzerindeki Hakları

Hayra Doğru Bir Yol 327

Çocukların Anne ve Baba üzerindeki Hakları 328

Helal ve Haramın Etkileri 329

Zahit Şeyh- 330

Tatlı Bir Hatıra- 331

Anne ve Babalar Dikkat Etmelidirler 332

26. Bölüm

Anne ve Babanın Çocuk Üzerindeki Hakları

Ağır Bir Görev- 337

İlginç Bir Nükte- 339

Zarif Bir Mesele- 339

Anne ve Baba Hakları Hakkında Rivayetler 339

Zekeriya b. İbrahim’in Müslüman Olması 339

Şeyh Ensari ve Annesi 342

Anneye Eziyet Eden Kimse- 343

27. Bölüm

Eşlerin Akrabalarına Karşı Görevleri

Akraba ve Yakınlar 347

28. Bölüm

Sıla-i Rahimde Bulunmak

Kur’ân ve Sıla-i Rahim’de Bulunmak- 355

Kapsamlı ve Güzel Bir Plan- 357

İlginç Bir Anekdot 357

Sıla-i Rahimle İlgili Rivayetleri 358

Akrabalarla İlişkiyi Kesmek Hakkındaki Rivayetler 359

29. Bölüm

Ailenin Mutluluk ve Mutsuzluk Nedenleri

Saadet ve Şekavet 363

İnsaf 364

İdare Etmek ve Yumuşak Huyluluk- 365

Nasihat 366

Edep- 366

Aileyi İthamdan Korumak- 367

Ahde Vefa- 368

İstişare- 369

Tevazu- 370

Çocuklara Merhamet Etmek ve Büyüklere Saygı Göstermek- 371

Misafirlik- 372

Mutsuzluğun Sebepleri 373

30. Bölüm

Boşanma ve Miras

Boşanmanın Çirkinliği 377

Boşanmanın Ön Şartları 378

Gıybet 379

İftira- 380

Eğitici Bir Ders 381

Kur’ân Açısından Boşanma Meselesi 381

Hayatın Sonu- 382

 

 

  

 

Yayınları: 001

 

 

 

Eserin Orijinal Adı

Nizam-i Hanevade der İslâm

 

Yazar

Üstad Hüseyin ENSARİYAN

 

Dizgi

Remziye Çelik

 

  Mizanpaj

Suphi GÖĞEBAKAN

 

Kapak Tasarımı

Hâdi

 

Basım Yeri ve Yılı

Akademi Ajans / İstanbul

Şubat - 2007

 

 

 

İsteme Adresi

Hâdi Basın Yayın

 İstoç 40. Ada No:48

 Mahmutbey / Bağcılar / İstanbul

Tel. & Fax: (0212) 6594597

info@hadiyayincilik.com

www.hadiyayincilik.com

 

 

 

 

Tashih

Fahrettin ALTAN


Bir Değerlendirme[1]

Allah’a hamd, efendimiz ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.a) ve pak, tertemiz ve masum Ehl-i Beyti’ne salât ve selamdan sonra…

Şüphesiz aile teşkilinin önemi ve aile ile ilgili ilkeler İslâm dininde ispat edilmeye ihtiyaç duyulmayacak kadar açık ve nettir. Bu önem sebebiyle azameti yüce olan Allah-u Teâlâ Kur’ân’da, masum imamlar sünnette ve takva ve görüş sahibi müfessirler, İslâm’da aile sistemi hakkında son sözü söylemişler ve en yapıcı konuları beyan etmişlerdir. Bugün mukaddes aile sisteminde çatlaklar oluştuğu ve aile kurumunun zaruri ilke ve değerlerine itinasızlık gösterildiği için bizzat hayatın temelleri yokluğa sürüklenmiştir. Aile sisteminin bozulması ve ailenin temel ilkelerine itinasızlık çağımızı, tedavisi mümkün olmayan“insanın kendine yabancılaşması” hastalığına sürüklemiş ve onu “insanın insana yabancılaşması” diye adlandırmaya layık kılmıştır.

Aile düzeni ıslah edilmeden“makul toplumsal hayat” diye de yorumlanabilecek salih bir toplumun vücuda gelebileceğini düşünmek, tümüyle yersiz ve de gerçeklere aykırı bir beklentidir.

İslâm’da aile sistemi hakkında dikkate değer ve faydalı kitaplardan biri de Hacı Şeyh Hüseyin Ensariyan’ın (Allah-u Teâlâ onu teyit etsin) yazmış olduğu bu “İslâm’da Aile Düzeni” kitabıdır. Ben bu kitabın büyük bir bölümünü okudum. Söylemek gerekirse bu kitapta söz konusu edilen araştırmalar ve yapılan düzenlemeler, insanların geneli için faydalı bir eserin önemli şartlarına sahiptir. Örneğin:

1- Kaynakların araştırılması.

2- Kaynakların konuyla tam bir uyum içinde uyarlanması ve yorumlanması.

3- Kaynakların bütün açıklığıyla zikredilmesi.

4- Maksadı anlatmak için akıcı ve güzel ifadelerin kullanılması.

5- Yazarın çeşitli araştırmalardaki iman ve ihlâsı.

Dolayısıyla İslâm’da aile düzeni ile ilgili meselelerde hakikati arayan kimselerin bu değerli kitabı okumaları ve araştırmaları oldukça faydalı ve eğitici olacaktır.

Yüce Allah’tan değerli yazar Hüccet’ül-İslâm ve’l-Müslimin Ensa-riyan’ın günden güne artan başarı ve teyitlerini dilerim.

 

H.Ş. 21.1.1376

(11 Nisan 1998)

 Muhammed Taki Caferi

Önsöz

 “Sana iki nasihat vereyim de dinle, yüz hazine elde et,

Hayat kapısından gir, ayıplama peşinden koşma!

Yine bahara eriştin, buna şükrane olarak

İyilik fidanını dik, doğru yolda yürü

Sevgilinin yüzünü görmek istiyorsan aynayı temiz tut.

Yoksa demir ve tunçtan ne gül biter, ne nesrin![2]

Aile kurmanın önemi ve zarureti İslâm’da ispat etmeye bile gerek kalmayacak kadar açık bir konudur. Zira insanın yaratılış hedeflerine ulaşmasında en büyük katkısı olan toplumsal barış ve huzur, sadece salih ailelerin bir araya gelmesiyle oluşan erdemli bir toplumda mümkündür. Büyük insanlık toplumunun küçük bir birimi olan aile kurumunu ıslah etmeksizin, insan için akla dayalı bir toplumsal hayat düşünmek yersiz bir düşüncedir ve de gerçekten uzaktır. Kur’ân-ı Kerim’in “Ey İnsanlar!”, “Sakının” ve “Tümünüz Allah’tan sakınınız”[3] gibi genel hitaplarının sırları ve “Bir topluluk kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez”[4] ayetinden elde edilen genel prensipler de, bu hakikati ifade etmektedir.

İlâhi rahmetin ve gaybi yardımların bir topluma inişi, elbette ki bir takım şartları gerektirmektedir. Bütün toplum genelinde bir ıslahın gerçekleşmesi ve ıslah için gerekli ortamların[5] oluşması da bu şartlardan sadece bir kaçıdır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Hud’un dilinden şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın.[6]

Başka bir yerde ise Allah-u Teâlâ gaybi yardımlarını sabır ve toplu takvaya bağlı kılmış[7], Hud suresi 3. ayette güzel hayattan nasiplenmenin koşullarından birinin de toplu olarak Allah’a dönmek ve mağfiret dilemek olduğunu beyan etmiştir.

Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere bir toplumun ıslahı sadece toplumsal düzlemde hareket edildiği takdirde mümkündür. Ferdi ıslah hareketiyle bir toplumu ıslah edebilmek mümkün değildir. Bir topluluğa ilâhi rahmetin inişi de, bizzat o topluluğun değişim içinde oluşuna bağlıdır. Bu önemli nükte Kur’ân ayetlerinde yer alan ifadelerden de açık bir şekilde istifade edilmektedir.[8] Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi cehennem ateşinden koruyun.[9]

Huzur ve barış içinde bir toplum oluşturmak isteniyorsa, bu işe önce aile kurumundan başlamak gerekir.

Şüphesiz evlilik hususunda en önemli şart, gelin ve damadın başlatmak istedikleri bu yeni evlilik hayatına fiziksel ve ruhsal açıdan hazırlıklı olup olmadığıdır. Zira tıp ilminde bazı fiziksel hastalıklar insanın evliliğine engel teşkil ettiği gibi, psikoloji ilminde de bazı ruhsal hastalıklar evliliğe engel teşkil etmektedir. Hatta ruhsal engeller, fiziksel engellerden çok daha önemli ve hayati bir konumda bulunmaktadır. Dolayısıyla evlenmek isteyen genç kız ve erkekler önce bu yeni hayata fiziksel ve ruhsal açıdan hazırlıklı olup olmadıklarını test etmek zorundadırlar. Keşke insan evlenmeden önce birçok fiziksel tahliller yaptırdığı gibi, yetkili merkezlere gidip ruhsal tahliller de yaptırsaydı da, bu tahliller doğrultusunda akıllıca hareket edebilseydi. Bu durumda eminim birçok ailevi sorunlar ortaya çıkmayacak ve çıksa da çok kolay bir şekilde çözüme kavuşmuş olacaktı.

Şüphesiz bu kitap da insanın evlilik için hazırlıklı olup olmadığını test edebileceği bir laboratuar konumundadır. Kitapta yer alan ayetler, hadisler ve öğütler bu konuda insana çok yardımcı olmakta ve bu yeni hayata giriş yolunu aydınlatmaktadır.

Ayrıca toplumda aile içinde çekişmeleri ve toplumda boşanmayı da en aza indirgemek istiyorsak, önce aile bireylerini, birbirine karşı taşıdıkları hakları ve görevleri, kısaca aile hayatı hakkında bilinçlendirmek gerekir. Şüphesiz toplumda ortaya çıkan birçok ailevi ihtilafların ve sonuçta boşanmaların en büyük sebebi, bu aile bireylerinin aile içinde taşıdıkları görev ve haklarını bilmeyişi ve de başkalarının yersiz müdahaleleridir.

Elinizdeki kitap, Kur’ân ve rivayetlerden istifade ederek mutlu ve salih bir aile teşkili için gerekli olan bilgileri vermek, bu konuda okuyucuyu görüş sahibi kılmak;[10]

“Eğer bakışın Allah’a olursa

Şüphesiz görüş sahibi olursun”

ve de aileyi oluşturan bireyleri ile bu bireylerin oluşturduğu toplumun kalbinde, Hakk’ın nurunu tecelli ettirmek istemektedir.

“Eğer Hakk’ın aşk nuru ruhuna yansıyacak olursa,

Şüphesiz gökyüzündeki güneşten daha güzel olursun.”

Elbette bu başarıyı elde etmek için sadece bilmek ve sevmek yeterli değildir. Ayrıca bu bilgilerle birlikte amel etmek de gereklidir.

“Başında eğer vuslat isteği varsa Hafız

Sanat ehlinin dergâhının toprağı olmalısın.”

Elinizdeki kitap; “Nizam-i Hanevade der İslâm” kitabının tercümesidir. Kitabın konuları 30 bölümden oluşmaktadır. Bu kitabın yazarı, güçlü hatip, Hüccet’ül-İslâm ve’l-Müslimin Üstad Hüseyin Ensari-yan’dır.[11]

Yazar 1985 yılında toplumda hissedilen ihtiyaç gereğince, muharrem, sefer ve ramazan aylarında bu konuları konuşma şeklinde beyan etmiştir. Bu konuşmalar, toplum genelinde, aileler üzerinde olumlu etkiler yaratmıştır. Kitabın en önemli özelliği ise mukaddes Kum ilmi havzaları tarafından kadınlara ait ilmi havzalar için ders kitabı olarak seçilmiş olmasıdır. Şu anda da kadınların ilmi medreselerinde ders kitabı olarak okutulmaktadır. Kısa bir müddet zarfında bu kitap on dokuz baskı yapmıştır. Şimdiye kadar Türkçe dışında, Arapça, İngilizce ve Urducaya da çevrilmiştir. Allah’ın lütfü sayesinde bu değerli eser Türkçeye de kazandırılmış ve okuyucuların istifadesine sunulmuştur. Bu kitabın ilmi nezaretini bizzat kendim üstlendim.

Kitabın tercümesini yapan Kadri Çelik’e, tashihini yapan Fahrettin Altan’a ve bu konuda zahmet çeken diğer kardeşlere Allah’tan başarı dilerim.

Gelin ve damada götürdüğünüz ve birkaç saat sonra da solup sararan bir demet gül yerine, aile hayatı hakkında çok önemli bilgiler içeren bu kitabı hediye olarak verebilirsiniz. İnşallah Hakk’ın rahmet eserleri yeni evli çiftin hayatında açık bir şekilde tezahür eder ve sizler için de hayırlara vesile olur.

 

Seyyid Ali Hüseyni Buhti

01 Ağustos 2003


 “İbret alasınız diye her şeyi çift yaratmışızdır.” (Zâriyât/49)

 

 

 

 

Birinci Bölüm

 

Varlık Âleminde Evlilik Normu

 

Cansız Varlıklarda Bileşim ve Birleşim Normu

Hak Teâlâ’nın âdilce, hekimce ve âlimce iradesi, sağlam varlık düzeninde ve yaratılış meydanını yaymada her şeyden bir çift yaratmıştır. Bu düzende çift bulmak ve bu düzende her şeyin çift ve eş olması istisnası olmayan bir gerçektir. Beşeri ilimler ve ilmi araştırmalar henüz onu keşfetmeden önce, Kur’ân-ı Kerim birçok ayetlerde, örneğin, mübarek Zâriyât suresi 49. ayette cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, kısacası bütün bir varlık âlemine hâkim olan bu gerçeği haber vermiştir.

Bu büyük haber, ilmi söz ve bu açık beyan özellikle de yaratılış evi; ve yuvasının bütün varlıklarına oranla ilmi Rönesans’tan asırlar öncesine ait olduğuna teveccüh ederek bir okuryazarın, kitabın ve okulun olmadığı Mekke ve Medine gibi bir şehirde Kur’ân-ı Kerim’in mucizelerinden bu kitabın asaletine delalet eden sağlam bir delil, bu defterin ilmi olduğuna dair büyük bir burhan; ve peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’in (s.a.a) nübüvvetinin doğruluğunun güçlü bir etkeni konumundadır. Kur’ân-ı Kerim’in yaratılışın diğer meseleleri hakkında da bir takım ayetleri vardır ki bugünkü beşerin ilimleri bunun karşısında şaşkınlığını ifade etmiş, hayrete düşmüştür. Hangi makam ve mertebede olursa olsun insanlardan hiç kimse için burada Kur’ân'ın hakkaniyeti ve insanların hayatının hidayet meşalesi olduğu hususunda hiçbir şek ve şüphe bırakmamaktadır.

“Bu kitap (Kur’ân), onda asla şüphe yoktur[12]

Allah’ın rahmet ve inayeti her türden çiftler ve eşlerin zatında bir çekim, cazibe, âşıkane ilişki ve birbirine karşı istek karar kılmıştır. Böylece bu cazibe, çekim, istek ve ilişki belli bir düzen altında ve belli şartlar doğrultusunda hem yaratılış âleminde ve hem de yasama alanında evliliğe, çiftleşmeye, üretime ve neslin devamına ve türün çoğalmasına sebep olmaktadır ve bu yolla da yüce yaratılış düzeninin bekasına neden olmaktadır. Aynı zamanda bütün varlıklar, hangi türden ve çeşitten olursa olsun, hayatın lezzetine, hayatta mutluluğa, kendisinin ve diğerlerinin varlığından faydalanmaya çalışmaktadırlar.

Cansız varlıklar âleminde üretim ve neslin devamı ilişkisi ise var olduğu şekliyle bir unsurun diğer bir unsurla bileşimi ve neticede de üçüncü bir unsurun ortaya çıkışı şeklindedir. Örneğin, yanan ve yakıcı olan hidrojen ve oksijen gibi iki unsurun bileşimi ve bu yanıcı ve yakıcı iki gazın birleşimi ile soğuk hayat ve neşat sebebi bir su vücuda gelmektedir. Veya cezp etme veya cezp olma suretinde birçok sonuçlarıyla beraber veya iki negatif ve pozitif akım suretinde birçok menfaatler ortaya çıkmakta ve varlık âleminin ilginçliklerinden ve de âlemlerin Rabbi olan Allah’ın rahmet ve iradesinin ürünü sayılmaktadır. İşte bu iki veya daha fazla element arasındaki ilişki, birbirine meyletme ve özetle cansız varlıklar arasındaki bu aşk çizgisi türün devamını ve neslin çoğalmasını sağlamakta, yüce yaratılış düzenin ve varlık boyutunun güzel tecellisini sağlamaktadır.

Gerçekten de bu ne ilginç bir kudret ve ne büyük bir iradedir ki iki yanıcı ve yakıcı element arasında öylesine bir ülfet, ilişki ve aşk haleti karar kılmıştır ki bu iki elementin birleşiminden soğuk bir suyu, sefalı bir kaynak, kaynayan nehirler, büyük denizler, sonsuz okyanuslar ve latif yağmurlar vücuda gelmektedir.

Bu ne kadar ilginç bir güçtür ki elementlerin birleşmesiyle siyah ve kara toprağın bağrında ve kayaların kalbinde, katran gibi ve geceden daha karanlık bir yatağın kalbinde elmas vücuda gelmektedir.

Bu ne üstün bir iradedir ki, Yemen madenlerin karanlığında birkaç maddenin bileşimi ile kırmızı akik taşı, Nişabur’un toprağının derinliklerinde gök mavisi firuze taşı ve toprağın hayvan fosilleri ile karışımı sayesinde beşerin ihtiyaç duyduğu binlerce tür madde vücuda gelmektedir.

Bu ne rahmet ve lütuftur ki, taş toprak ve diğer maddelerin taş ve toprakla bileşimi sayesinde altın, gümüş, bakır ve demir gibi faydalı ürünler yaratılış evine teslim edilmektedir.

Bu ne irade ve hikmettir ki, birkaç elementin birbiri ile bileşimi ve birleşimi sayesinde bunca nimetler kullara ihsan edilmiştir?

Bu ne irade ve hikmettir ki güneş ile yer arasında, bu ateş ve yeryüzü elementleri topluluğunda bunca sevgi, ülfet, aşk ve muhabbeti yaratmıştır. Öyle ki güneşin elementlerinin yeryüzü elementleri ile bileşimi ve güneş maddelerinin yeryüzü maddeleri ile birleşimi sayesinde bunca büyük nimetler vücuda gelmiştir. Nitekim Allah-u Teâlâ da Kur’ân-ı Kerim’de bu nimetleri hiçbir gücün sayamayacağını açıkça bildirmiştir.

Allah-u Teâlâ gökleri ve yeri yaratmış, yukarı âlemden su indirmiş, onun sebebiyle sizlere rızık olarak meyveler yaratmış, gemileri sizin emrinize müsahhar kılmıştır ki denizde O’nun emriyle hareket etsin. Nehirleri bütün bir yeryüzünde sizin emrinize vermiş, hareket halinde olan ve varlık denizinde akıp giden güneş ve ayı sizlere ram etmiştir. Gece ve gündüzleri sizin iradenize boyun eğdirmiş ve Allah’tan istediğiniz her şeyi sizlere ihsan buyurmuştur. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sizler asla O’nun nimetlerini sayamazsınız.[13]

Elementlerin meyil, çekim, cezp etme ve cezp olma, negatif ve pozitif ölçüsü ve aralarındaki üretim ve tenasül için aşk ilişkisi belli bir düzen, özel kanunlar ve âdilce ilke ve esas üzeredir.

Bu istek ve çekiş gücü ifrat ve tefritten uzaktır. Bu ilişki ve muhabbet asla soğumamaktadır. Bu güzel ve âşıkane meydanda ihtilaf, dağılma, kahır ve kavga yoktur. Bu candan evlilikte ayrılık ve boşanmanın anlamı yoktur.

Eğer yaratılış alanının bu sahnesinde ihtilaf, darılma, boşanma, ayrılık ve sevgisizlik olmuş olsaydı, şüphesiz fesat ve bozulma lanetli sofrasını açar, durum altüst olur ve düzen tümüyle yok olup giderdi.

Cansızlar âlemindeki elementlerin her birinin belli bir hacmi ve ağırlığı vardır. Aralıkları belli bir ölçüye dayalıdır. Gelişimi ve akışı kendi durumuyla uyum içindedir. Her birinin diğeri ile bileşimi eşitlik esasına dayalıdır.

Elementler kendine ait bu sistemden el çekmemekte bir diğeri ile düşmanlık ve kavga içinde bulunmamaktadır. Bu en güzel sistem içinde her nerede yer alırlarsa kendi kanuni ve varlıksal sınırlarına riayet etmektedirler.

“Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler”[14]

Elementler ağırlık, hacim, uzunluk, genişlik, derinlik, renk ve sıfat açısından kendi düzen ve sistemlerini korumaktadırlar. Yukarıdaki âlemde yer alan unsurların birbirinden uzaklıkları örneğin yaklaşık yüzeli milyon kilometre birbirinden uzak olan yeryüzü ve güneşin uzaklığı asla bu uzaklığı azaltmamakta veya çoğaltmamaktadırlar.

Zira uzaklığın çoğalması yeryüzündeki bütün varlıkların donmasına sebep olacak, azalması ise toprak yerküresindeki elementlerin bütünüyle yanmasına neden olacaktır. Dolayısıyla âlemde Hak Teâlâ’nın bütün varlıkların varlığında tecelli eden sonsuz hikmet, adalet ve ilminden başka bir şey göze çarpmamaktadır. Bu yüzden hâl, basiret, insaf ve vicdan sahibi, uyanık, gözü açık ve temiz kimseler batın ve kalp gözleriyle bu varlık âlemine baktıklarında tam bir huzu ve huşu içinde bütün varlıklarıyla yaratış sahibini, varlığın yaratıcısını ve insanı şaşkınlığa düşüren bu düzenin düzenleyicisini anmakta, kalp ve ruhlarının derinliklerinden şöyle feryat etmektedirler: “Rabbimiz! Bunu batıl ve boş yere yaratmadın”[15]

“Vücut kapısı ve duvarındaki bunca ilginç resim.

Her kim seni düşünmezse duvara olur resim”

Evet, düzen ve kanun, had ve hudut, hak ve hakikat varlık âlemindeki bütün unsurların batınında ve zahirinde tecelli etmiştir. Bütün varlıkların vücut tablosunda Hakk’ın isim ve sıfatları göze çarpmaktadır. İsim ve sıfatlar çizgisi o kadar açıktır ki okuryazar olmayan sıradan bir kimse tarafından bile kolayca okunabilir ve derk edilebilir.

“Canı tecellide olanın nezdinde

Bütün âlem Hak Teâlâ'nın sıfatıdır.”

Hepsinden daha ilginç olanı ise bütün bu varlıkların kendine has bir sistemle Hz. Rab’den ibaret olan sevgililerine ve hedeflerine ulaşmak için doğru bir yolda hareket etmeleridir.

“Doğrusu son varış Rabbine’dir.”[16]

Bitkiler Âleminde Birlikte Yaşama Düzeni

Bitkilerin hayat alanındaki bileşim programı veya başka bir tabirle aşılama, üreme ve tenasül bakanları şaşkınlık ve hayrete düşüren bir hâlet içindedir. Elde ettiğim kısa bir fırsat bu önemli konunun bütün boyutlarını açıklamaya ve yorumlamaya izin vermemektedir. Birkaç cümlede özel şart, ilginç kanun, oldukça dakik ve düzenli programlamalarla birlikte olan bu hakikatin uzaktan bir panoramasını siz dostların bilgisine arz etmek istiyorum.

Eğer çiçeklerin arasına dikkatle bakacak olursak, onların arasında zarif birer bayrağı andıran erkek organların olduğunu görürüz. Bunların çiçeklerdeki sayısı farklılık içindedir. Aynı zamanlarda belli bir hesaba dayanmaktadırlar.

Bu erkek organların üzerinde küçük bir çıkıntıyı andıran sarı renkli başçık vardır ve bu erkek organlarının başçık kısımlarında ise oldukça küçük dört tane polen kesesi bulunur. Onların arasında da birçok diploide, polen ana hücreleri mevcuttur.

Polenler mikroskobik küçük taneler olup pratik olarak hayvanların nutfesiyle tam bir uyum içindedirler.

Bu polenler ile dişi bölüm arasında döllenme olduğunda çiçeğin tohumu oluşmaktadır. Polenler küçük olmasına rağmen kendince oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir ve çok ilginç incelikleri bulunmaktadır.

Onlar arasında çok sayıda protoplazma maddeleri, yağ maddeleri, şeker, nişasta ve azot maddeleri bulunmaktadır. Yine aralarında biri büyük ve biri de küçük olan iki çekirdek vardır. Büyük olan çekirdeğe tüp çekirdeği, küçük olan çekirdeğe ise generatif çekirdek denmektedir. Her ikisinin de önemli görevini yakında bilgilerinize arz edeceğiz.

Dişi organ: Bu çiçeğin üstünde yer alan kısımdır, üzerinde de dişi organın tepecik kısmı denen bir çıkıntı vardır. Yüzeyi yapışkan bir sıvı ile örtülüdür. Bu yapışkan sıvının işi erkek polenleri kendine çekip korumak ve onları döllendirmektir.

Çiçeğin alt bölümündeki dişi kısmında embriyo kesesi denen bir çıkıntı vardır. Onun ortasında da küçük çekirdekler bulunmaktadır. Belli bir kanalla embriyo duvarına bağlanmıştır. Onun vesilesiyle su ve gerekli maddeleri kendine cezp etmektedir. Çekirdeklerin de kendi payınca mülahaza edilmesi gereken ilginç bir yapısı vardır.

Tozlaşma ve Döllenme: Başlıklardaki polen kesesi yırtılıp polenler dişi organın tepecik kısmına geldiğinde hemen büyümeye başlar ve burada hatırlatmak gerekir ki polenlerin dişi organının tepecik kısmına getirilmesi hususunda birçok farklı araçlar vardır ki onları müşahede etmek yaratılış âlemini inceleyen kimseler onları müşahede edince derin bir şaşkınlığa uğramaktadırlar.

Örneğin bu hayati görevi, kendi işlerinin farkında olmaksızın çeşitli böcekler yerine getirmektedirler. Yani çiçeğin taç yapraklarındaki renk, güzel koku, özel şeker maddesi sebebiyle bu böcekler çiçeklere doğru hareket etmekte, çiçeklere konmakta ve bu polenler onların tüylü ayağına yapışarak bir noktadan diğer bir noktaya götürülmektedirler. Bu iş özellikle dişi ve erkek kanalları ayrı olan iki gövde üzere duran çiçeklerde oldukça büyük bir öneme sahiptir.

Söylediğimiz gibi polenler dişi organın tepecik kısmına konunca hemen gelişmeye başlamaktadırlar. Böylece tüp çekirdeği de onunla birlikte büyüyerek embriyo kesesine doğru akmaktadır. Onun yakınlarında tümüyle ortadan kalkmakta ve yok olmaktadır ama daha küçük olan generatif çekirdek bu ince kanal arasından geçerek embriyoya girmekte ve bileşik çekirdeklerle o gizli ve karanlık ortamda döllenme vücuda getirmektedir. Böylece çiçeğin döllenmesi gerçekleşmekte ve asıl tohum meydana gelmektedir.

Hava, su ve insan da, bitkilerin bu döllenme ortamını sağlayan diğer aracılar konumundadırlar.

Bitkilerin hayatında da cansızların durumunda olduğu gibi bir takım kanunlar birleşim şartları döllenme ve üreme normları hiçbir ihtilaf sevgisizlik çekişme ve boşanma olmaksızın Hakk’ın iradesiyle işini sonuçlandırmakta ve bu yolla canlı varlıkların özellikle de insanın rızık sofrasını çeşitli meyveler ve tahıl ürünleri ile süslemektedir.

Hayvanlarda Birleşim, Üreme ve Döllenme Normu

Erkek canlının dişi canlıya, dişinin erkeğe meyli ve hayattan lezzet alma, üreme ve neslin bekası için bu iki canlı arasında cari olan aşk ilişkisi nitelendirilemeyecek ilginçliklerden biridir.

İrade, bilinç, canlıların bu hayati meseleye ilgisi, aralarında çiftleşme ve birlikte yaşama işinde hâkim olan düzen ve normlar, dikkatlice bakan herkesi şaşkınlık ve ilginçlikler deryasına boğmaktadır.

Yuva yapma, sınırları koruma; yer, mekân, vakit ve zaman tercihi, hepsinden de önemlisi döllenme, yavru bakımı, yavru için yiyecek temin etmek, çocuk için gerekli işlerin öğretimi, olaylar ve tehlikeler karşısında çocuğun korunması ve hayvanların hayat alanlarına hâkim olan ve hakikatte Hak Teâlâ’nın iradesinin tecellisi olan diğer programlar, varlık meselesinin ilginçliklerinden sayılmalıdır.

Yumurtlayan ve memeli hayvanların çiftleşme, döllenme, yumurtaları koruma, cenin veya yavrunun korunma işinde ilginçliklerle dolu dünyası, insanı hayret ve şaşkınlığa düşürmektedir.

Hayvanlarda birleşme, üreme ve çiftleşme normları uyumlu normlar ve ilâhi yasalardır.

“Hiç bir canlı yoktur ki Allah ona el koymamış bulunsun. Rabbim elbette doğru yoldadır.”[17]

Hiçbir hayvan cinsel şehvet küpü olduğu hâlde kendi türünden erkeği olan başkasına asla rağbet etmemektedir.

Erkek hayvan şehvetini kirliliğe bulaştırmamaktadır ve aksi bir işe asla yeltenmemektedir. İlâhi doğru yoldan asla sapmamaktadır.

Hayvanların cinsel içgüdü alanında hiçbir kirlilik ve sapma işlemi yoktur.

Erkek hayvanın dişi hayvan için spermi bizzat kendine aittir ve bu yolda başkasına teveccüh etmemektedirler.

Onlarda; başkasına göz koymak, başkasını takip etmek ve başka bir erkeğin eşi olan dişiye saldırı ve tecavüz söz konusu değildir.

Bu konuda yumurtlayan veya memeli hayvanlar arasında hiçbir fark yoktur.

“Yaratılış tümüyle kalbe sahibinin bir uyarısıdır.

Allah’ı ikrar etmeyenin kalbi yoktur”

Hayatın tüm konularındaki düzen ve uyum olayı, özellikle de kuşlar, sürüngenler, otobur hayvanlar ve deniz hayvanlarındaki üretim ve soyun bekası çok ve dikkat ehli kimseler içinse çok şaşırtıcıdır.

Hayvanların kendilerine hâkim olan kanun ve şartlarla yaşama şekli, Hakk’ın hidayet fezasından uzak düşen ve maneviyat ve nuraniyet ortamından uzak yaşayan kimseler için bir ibret ortamı ve ders sınıfı konumundadır.

Hayvanlar da, düzen ve kanunlar açısından cansız hayvanlar, elementler, ay, güneş, gök, yeryüzü ve bitkiler gibidirler!

İnsan ve Evlilik

Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar âleminde birleşme, bileşim, üreme, neslin bekası ve türeme yaratılış kanunları ve içgüdülerin doğru bir yönlendirişi ile gerçekleşmektedir. Ama bu hayati konu ve doğal yüce program mutlaka Kur’ân-ı Kerim ve peygamberler ile imamların sözlerinde tecelli eden ilâhi kanunlar ve şer’i normlar üzere olmalıdır.

Bu gerçeğin ilk mayası Hak Teâlâ’nın iradesiyle kadın ve erkekte içgüdü, istek, dostluk, aşk ve sevgi şeklinde takdir edilmiştir:

“İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen topluluk için dersler vardır.”[18]

“İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren o’dur. Rabbin her şeye kadirdir”[19]

Temiz ve asil İslâm kültüründe eş seçimi bizzat müstahaptır, oldukça beğenilmiş bir iş ve güzel bir programdır. Elbette bu insanın bekâr kaldığı ve evli olmadığı zaman hayatın temiz iffetini günah, suç, fuhuş ve kötülüklerle kirletmediği takdirde geçerlidir. Aksi takdirde evlilik ve hayat teşkili zaruri, farz bir konu ve kesin bir teklif olarak ortaya çıkmaktadır.

İşte burada Hak Teâlâ’nın evlilik hususundaki emirlerini can ve gönülden hayata geçirmek ve de özellikle maddi, geçim ve masraflar boyutunda bu evliliğin geleceğinden asla korkmamak gerekir. Zira Hayat geçimini sağlamaktan korkma hususunda geleceğinden endişeye kapılmak şeytani bir şeydir ve de nefsin zayıflığından ve varlık âleminin yöneticisine itimat ve tevekkülünün olmayışından kaynaklanmaktadır.

Şimdi de evlilik ve geçimi temin etme hususunda garanti veren Allah-u Teâlâ’nın mübarek Nur suresinde ne buyurduğunu hep beraber okuyalım:

“İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır, bilendir.”[20]

“Enkihu” (nikâhlayınız) edebi kaideler açısından emirdir ve bu emirde toplumdaki tüm bireyleri kadın erkek herkesi kapsamaktadır. Bu ayet-i şerifeden evliliğe ihtiyaç duyan ve bu yol dışında temizlikleri ve esenlikleri temin edilmeyen kimseler için evliliğin farz olduğu istifade edilmektedir. Ayrı bir boyutta ise ailelerin özellikle annelerin babaların ve bu konuda mali güçleri olan kimselerin kız ve erkeklerin ortak hayatını teşkil için teşebbüste bulunmalarının gereği istifade edilmektedir.

Evlilik İşinin Gerçekleşmesinde Zorluk Çıkarmayınız

Erkeğin kadına ve kadının erkeğe meyli özellikle de içgüdüler goncasının şehvet gülünün, şiddet, kudret ve kuvvetin tomurcuklanmaya başladığı bir dönemde evliliğe duyulan ihtiyaç doğal, insani ve hayati bir iştir ve hiç kimse bunu asla inkâr edemez.

Gelecek hakkında ortak hayatın başlangıcında ve evlilik sözleşmesinin yapıldığı anda kız ve erkek tüm gençlerin vücudundaki istekler arzular ve emeller herkes için özellikle de evliliğe hazırlıklı kız ve erkek çocukları olan anne, babalar için gün ortasındaki güneş gibi belirgin ve apaçık bir gerçektir.

Hepsinden önemlisi de günahı önlemek ve toplumu fuhuş ve kötülük girdabına yuvarlanmaktan kurtarmak için en üstün, en sağlam ve en iyi metot ve program, kız ve erkek çocukları ihtiyaç duyulduğunda ve münasip bir zamanda evlendirmektir. Bu, ahmak kimseler, cahil insanlar, şuursuz kadın ve erkek dışında hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir.

Bu esas üzere birinci aşamada baba, anne, akvam, akraba ve ailenin kız ve erkeklerini evlendirme meselesinde payı olan herkesin bu ilâhi isteğin hazırlıklarını kolaylaştırması kendi elleriyle en sade metot ve en kolay şivelerle evlilik ortamını sağlaması gereklidir. Sonraki aşamada ise birbiriyle evlenmek isteyen kız ve erkek çocukların istek, içgüdü, şehvet ve meyillerinin doğal bir yolda yer alması, saadet dolu bir hayatın temellerinin atılması, dünya ve ahiret hayrının temin edilmesi, birbirine karşı yersiz beklentiler içinde olunmaması ve zor şartlar icat etmekten kaçınılması için zaruridir.

Şüphesiz Kur’ân ayetleri ve rivayetler esasınca da kendi işinde özellikle de geçim konusunda ve hususen de kız ve erkeklerin evlilik meselesinde sıkı tutmayan ve kolaylaştıran kimselere Allah-u Teâlâ da dünya ve ahirette özellikle de kıyamet sahnesinde, hesap, kitap ve mizan hususunda merhametli davranacaktır. Ama işleri zorlaştıran kadın ve erkekler, yersiz bahane peşinde koşanlar, kız ve erkeklerin içgüdüler ve şehvetlerin baskısı altında sinirsel, ruhsal ve şiddet hastalıklarına duçar olmasına ve o masum yüzlerin günah ve suçla kirlenmesine, istek ve arzularının körelmesine sebep olanlar, dünya ve ahirette ve özellikle de kıyamet sahnesinde kötü bir şekilde hesaba çekilecek, Allah’ın gazap ve hışmına uğrayacak ve Allah’ın ateşinde yanacaklardır.

Nikâh meselesinde fazla dikkat göstermek, insanı farkında bile olmadan sıkı tutmaya duçar kılar. Oysa tabiat sisteminde iki çiftin evliliği çok sade ve basit bir şekilde gerçekleşmektedir. Eğer varlıkların hayat sahnesinde evlilik işi zor ve sıkı bir iş olsaydı şüphesiz bu en güzel sistem bugün olduğu şekliyle var olmayacaktı.

Anneler ve babalar! Kızlar ve erkekler! Bu insani ve ilâhi programın ön hazırlıklarında, mehriye tayininde, şartların ve nişan töreninin düzenlenmesinde, nikâh ve evlilik merasiminde ve yerel adet ve geleneklerin icrasında sıkı davranmayınız. İki ailenin kudret ve gücü dışında bir takım programlar önermeyiniz ve böylece evlilik işini kolaylaştırınız ki rahmet sahibi olan Allah-u Teâlâ da dünya ve ahirette sizin işlerinizi kolaylaştırsın.

Geliniz takva ehlinin yolunu takip ediniz. O hayır ve bereket kaynaklarından ders alınız. Hayatı, o hak evliyalarının sıfatları esasınca düzenleyiniz ki iyi talih, saadet, dünya ve ahiret hayrının temini, şerafet ve yüceliğin gerçekleşmesi, ezel ve ebed cemalinin âşıklarıyla uyum içinde olmaya bağlıdır.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) takva ehlini şöyle tanımlamaktadır: “Nefisleri iffetli, hacetleri hafif, hayırları umulur ve kötülüklerinden güvende olunur.”[21]

Özetle evlilik işinde pay sahibi olanlar, yersiz beklentilerden, gücü aşan işleri yüklemekten, heva ve hevese uymaktan, yanlış adet ve geleneklere bağlanmaktan, birbirini çekememekten, birbiriyle yarışmaktan ve nikâh işlerindeki bütün sıkı tutma hareketlerinden sakınmalıdırlar. Başlangıçta evlilik binasını takva, hayır, salah, kolaylık ve sadece Hakk’ın rızayetini elde etme temeli üzere kurmalıdırlar. Evlilik işi gerçekleştiğinde ise erkek daha önce evlenmek için gördüğü, beğendiği, kendisi ile evlenmek üzere sözleştiği eşiyle hayatını sürdürmeli ve o ikisi arasında ortaya çıkan ilâhi rahmet ve sevginin bekasını garanti etmelidir. Ayrıca kadın da nikâh akdinden önce nikâh unvanıyla şer’i olarak görüştüğü, kendisini kabul ettiği eşiyle uyum içinde olmalı, hayatı kendisine kolaylaştırmalı, tüm boyutlarında haklarına riayet etmelidir.

Makam ve şahsiyetini korumak, fazla mehriye tayin etmenin, lüks toplantılar düzenlemenin, çok misafir ağırlamanın, gereksiz ve mantıksız adet ve gelenekleri yürürlüğe koymanın ve şartlarda sıkı davranmanın ipoteğinde değildir. Haysiyetini koruma, kendine denk bir eş seçmek, sade ve kolay programlar düzenlemek, iki aile tarafından İslâmi ahlâka uymak, birbirine karşı kadın ve erkeğin insani ve ilâhi haklara riayet etmesi, sevgi ve muhabbeti sürdürmesi, eşliğin bekası için kadın ve erkek tarafından birbirine aşk ve sevgi beslenmesi hayatın kargaşalıklardan ve fitneden uzak kalması, sinirsel ve ruhsal hastalıklara sebep olan etkenlerden soyutlanması sayesindedir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) ve Fatımat’üz Zehra (a.s) gibi bir kadın ve erkeğin hayatı, Müslüman olan her kadın ve erkek için en iyi hayat dersi konumundadır.

Hz. Fatıma (a.s), aile bireylerinin huzuru, özellikle de değerli eşinin rahatlığı için evinde hayat ortamını sağlarken Hz. Ali (a.s) da iyi bir eş olma, merhametli bir baba, çocuklar için bir pedagog ev aile işlerinde merhametli bir yardımcı olmanın en yüce örneği konumundaydı. Hz. Ali (a.s) evin sıradan işleri olan temizlik, hamur yoğurma ve çocuklara bakma hususunda yardımlaşmaktan asla sakınmıyordu.

O, eşinin ev işlerini yapmakta zorluğa düşmesine izin vermiyor, hayatın tüm işlerinin Fatıma’nın (a.s) boynunda olmasına rızayet göstermiyordu.

Kadın ve erkeğin birbirlerinin haklarına riayet etmeleri ve hayatın tüm alanlarında birbirlerine yardımcı olmaları farzdır. Zulüm ve baskının sadece Firavun, Nemrut ve tarihteki tağutların amellerine özgü olduğunu zannetmeyiniz. Aksine, haksız yere başkasının incinmesine sebep olan her davranış zulümdür. Allah-u Teâlâ zulmü ve zalimi sevmez. Allah-u Teâlâ her ne kadar az da olsa ve her kimden olursa olsun en küçük bir saldırıdan bile uzaktır.

Sonraki sözlerimizde ve gelecekteki konuşmalarımızda tedrici olarak İslâm'da aile nizamıyla ilgili bütün meselelere Allah’ın izniyle işaret edeceğiz. Bu bölümde evliliğin önemi ve değeri, nikâhın faydaları, hayatın teşkil zamanı ve ilâhi tertemiz ilâhi kültürdeki konumu ile ilgili olarak önemli hadis kitaplarından bazı rivayetleri nakletmekle yetineceğim. Sizleri dikkatle bu hadisler üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Bu yolla ilâhi meseleleri sağlamlığına vakıf olacak ve böylece sizler için İslâm dininin hikmete dayalı güzel programların başka hiçbir kültürde olmadığını görmüş olacaksınız.

Rivayetler Açısından Evliliğin Önemi ve Değeri

Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Gök kapıları dört zamanda açılır: Yağmur yağarken, çocuk babasının yüzüne bakarken, Kabe kapısı açılırken ve nikâh anında.”[22]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Evleniniz ve bekâr kız ve erkeklerinizi evlendiriniz. Müslüman erkeğin mutluluğunun belirtisi bir kadın veya erkeğin evlilik masraflarını üstlenmesidir. Allah-u Teâlâ nezdinde hiçbir şey İslâm'da nikâh sebebiyle imar edilen bir evden daha sevimli değildir.”[23]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bekâr çocuklarınızı evlendiriniz. Şüphesiz Allah-u Teâlâ onların ahlâkını güzelleştirir, rızıklarını ve mürüvvetlerini artırır.”[24]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Nikâh benim sünnetimdir. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”[25]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim evlenirse dininin yarısını korumuş olur diğer yarısı hakkında da Allah’tan korkmalıdır.”[26]

İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Bir adam babamın yanına geldi ve babam ona şöyle dedi: “Senin eşin var mıdır? ” O, “Hayır” deyince babam şöyle buyurdu: “Dünya ve içindekiler benim olduğu hâlde bir gece olsun eşim olmaksızın tek başıma yatmayı hoş görmüyorum.”[27] Babam daha sonra konuşmasını sürdürerek şöyle buyurdu: “Evli bir erkeğin kıldığı iki rekât namaz, bekârın geceyi ibadetle gündüzü de oruç tutarak geçirmesinden daha üstündür.”

Daha sonra babam ona yedi dinar verdi ve şöyle buyurdu: “Bu parayla evlilik işlerini temin et. Zira Allah’ın Resulü şöyle buyurmuştur: “Evleniniz, şüphesiz bu sizler için rızkın genişlemesine sebep olur.”

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ey gençler! Sizden her kimin gücü varsa evlensin. Şüphesiz bu gözleri daha iyi (haramlara karşı) kapatır ve cinsel organları (haram işlemekten) korur.”[28]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ katında İslâm'da evlilikten daha sevimli bir bina yoktur.”[29]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim evlenirse şüphesiz kendisine saadetin yarısı verilmiş olur.”[30]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim gençliliğin ilk yıllarında evlenirse şeytan şöyle feryat eder: “Eyvahlar olsun! Eyvahlar olsun! Bu genç dininin üçte ikisini benden korudu.” O hâlde kul dininin diğer üçte biri hakkında da Allah’tan sakınmalıdır.”[31]

Gerçekten de İslâm’da ne kadar yüce değerler vardır! İslâm kadın ve erkeğe ne kadar büyük menfaatler nasip kılmıştır. İslâm evliliğe ne kadar da büyük bir önem vermiştir. Keşke aileler bu ilâhi ve insani iş hususunda kolaylaştırıcı önlemlere başvursalardı sıkı tutmaktan ve gücü aşan şartları gerçekleştirmek için ortam sağlamaktan sakınsalardı. Kendi makamlarına uygun olarak bu merasimi yerine getirmeye teşebbüste bulunsalardı. Bu mesele hakkında hazır olan ve elden gelen şeyle yetinme yolunu kat etselerdi de kız ve erkek çocuklar kendi doğal isteklerine ulaşsalardı ve arzuları yerine getirilseydi. Hakk'ın nimetleri olan şehvet ve içgüdüleri inkâra dönüşmeseydi. Onların temiz iffetleri günah ve suçlarla kirlenmeseydi.

Arzu ve isteklerin hapsedilmesi, içgüdü ve şehvetlerde sapıklık, fesat ve kirliliğin yaygınlaşması, namahreme bakmak ve günah isteği, kendi kendini tatmin ve zina, başkasının namusuna tecavüz, eğitimde gevşeklik, ibadette tembellik, sinirsel ve ruhsal hastalıkların ortaya çıkması ve diğer belaların kökleri nereden kaynaklanmaktadır?

Birinci aşamada bu soruları önce sıkı davranan anne ve babalara, yanlış adet ve geleneklerin esiri olanlara, başkalarıyla adeta yarışanlara; ikinci aşamada, takvadan uzak olan kız ve erkeklere; üçüncü aşamada da, gençleri evlendirme hususunda yardım etmeye gücü olduğu hâlde Allah-u Teâlâ yolunda mal infakından sakınanlara sormak ve onlardan cevap almak gerekir. Onların bu dünyada verecekleri her mantıklı, akli ve kabul edilir cevapları şüphesiz kıyamet günü ilâhi adalet mahkemesinde de verecekleri cevap olacaktır.
 

“Takva örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır.” (A’râf/26)

İkinci Bölüm

 

Aile ve Toplumda İlâhi Takva

Takvanın Hakikati

Kavramsal olarak en güzel ve en asil kavrama sahip olan bu manevi kelimenin kökü ve terminolojik mastarı “veka” dır.

“Veka” kelimesi ise kendini korumak, sakınmak, haramlar ve ilâhi yasaklar karşısında varlığını tümüyle korumaktır.

“Veka” hakikatte ruhiye, kudret, kuvvet ve bir güçtür ki, günahı terk etmek riyazet, nefsi haram lezzetler ve günahlar karşısında koruma yoluyla elde edilmektedir.

Takva elde etmek ve günahtan sakınmak ruhiyesini elde etmek için atılan adım en iyi adımdır ve ameller arasında da en beğenilmiş amellerdendir.

Takva elde etmek ibadettir ve bu ibadet Hz. Rabb’ın emriyle gerçekleşmektedir. Takva şüphesiz Hakk’ın hoşnutluğuna sebep olan önemli programlardan biridir.

Bedensel, mali ve ahlâki ibadetleri yerine getirme felsefesi, insani hayat alanında takvanın tahakkuk etmesidir.

Takvayı vücuda getirmeyen bir ibadet, hareket ve amel, ibadet değildir.

Takva yüceliğin esası, şerafetin kökü, saadetin temeli, dünya ve ahiret hayrının anahtarıdır.

Bir toplum, binlerce aileden; bir aile, kadın, erkek ve birkaç çocuğun bileşimidir.

Hakikatte aile ve toplum binasının malzemesi bireylerdir. Eğer tüm insan bireyleri takva ruhuna sahip olursa, salim bir aile ve yüce bir toplum ortaya çıkar. Böyle bir aile ortamında iç ve dış güvenlik hâkim olacaktır. Bireylerin tekâmülü takva sebebiyle en iyi şekilde gerçekleşecektir. Sonuç olarak da bütün bireyler birbirine oranla hayır kaynağı olacak ve hepsi birbirinin kötülüğünden güven içinde olacaktır.

Takva ehli kimse, Hakk’ın sevgilisidir. Peygamberlerin (a.s), imamların, menfaat ve yücelik sahibi varlıkların inayetine mazhardır.

Takva ehli olan kimsenin, güzel bir sireti, ilâhi ve melekuti bir sureti vardır. Bu kimseler ahlâki güzelliklerle birliktedirler. Çirkinlikler, kötülükler ve aşağılıklardan da uzaktırlar.

Fert, aile ve toplumun haysiyeti, ilâhi takva iledir. Allah-u Teâlâ katında hiçbir fert, aile ve toplum, takva ehlinden daha değerli değildir.

Kadın, erkek, baba, anne, çocuk ve toplum bireylerinin birbirlerinden gördükleri zararlar onların takvasızlığının sonucudur.

İnsanların evlerde ve toplumda birbirlerinden gördükleri vahşet, takvanın olmamasının acı meyvesidir.

İnsanların hayat sahasında gördükleri birçok zararlar takvanın olmamasından dolayıdır.

Gerçekten de sağlam bir aile teşkil etmek, takva ile süslenen kadın ve erkeklere ilâhi bir farzdır. İlâhi menfaat ile birlikte olan bu takva çocuklara da sirayet ettirilmelidir. Kadın ve erkek, işlerinin başlangıcında, çocuklarında takva ortamının hazırlanmasına olanak sağlamalıdırlar.

Kur’ân ayetlerinde ve rivayetlerde yer alan takvanın birçok menfaatlerine bakmak ne de güzeldir! Böylece bunun bir değerlendirmesini yapınız ve bu gerçeğin bir panoramasına bir göz atınız. Eğer kız ve erkek çocuklarının tümü takvalı olursa ve bunlar da bu melekuti sermaye ile evlilik işine teşebbüste bulunurlarsa nasıl bir aile ve nasıl bir toplum vücuda gelir?

Takva ve Değerli Aşamaları

Bilinç ve basiret sahibi olanlar Kur’ân'ın tabiriyle basiret ehli olan kimseler, ruhsal ve manevi yolculuğu kat edenler, takva için üç aşama zikretmişlerdir:

Hass’ul-hassın takvası, hassın takvası ve halkın genelinin takvası.

İmam Sadık (a.s) çok önemli bir rivayette bu üç mertebeyi şu şekilde açıklamaktadır: “İlâhi takvasının ilk mertebesi; Allah rızası için olan takvadır. O da bırakın şüpheyi terk etmeyi, helalı bile terk etmektir ve işte bu, hass'ul-hassın takvasıdır.

Takvanın ikinci aşaması Allah’tan olan takvadır. Bu da kendisini bütün şüphelerden korumaktır. Nerede kaldı ki harama bulaşsın! Bu ise hassın takvasıdır.

Takvanın üçüncü mertebesi ise cehennem azabı ve Allah’ın elim cezası sebebiyle korkudan kaynaklanan takvadır ve bu takva, bütün günahları ve haramları terk etmekten ibarettir. Bu takva ise genelin takvasıdır.”[32]

Elbette İmam Sadık’ın (a.s) sözündeki helali terk etmekten maksat, bu tür bir takvaya sahip olan kimselerin helal olan birçok şeyin ardından gitmemeleridir. Zira onlara bir ihtiyaç duygusu içinde olmazlar. İhtiyaç duydukları helal hususunda da tam bir kanaat içinde bulunurlar.

Herkesin kanaate gücü yeter ve eğer bir kimse kanaate gücünün yetmediğini söyleyecek olursa bu söz pek inandırıcı olmaz.

 Helal ile yetinmek, hayatın maddi işlerini sınırlandırmak, lüks evlerde oturmaktan sakınmak, pahalı bineklere binmekten sakınmak, pahalı elbiseler giyinmekten kaçınmak ve renkli sofralar kurmaktan imtina etmek ahlâki bir iştir, beğenilmiş bir programdır ve ilâhi takvanın hayatın bütün boyutlarında gerçekleşmesi için bir ortamdır.

Hacı Sebzevari ve Kanaat

1983 yılında tebliğ için Sebzevar şehrine gitmiştim. Orada büyük filozof ve değerli arif Hacı Molla Hâdi Sebzevari’nin ailesini araştırdım. İlim, bilgi, hikmet, felsefe ve Kur’ân-ı Kerim'in tefsiri hususunda derin bilgisi olan torunlarından birinin hayatta olduğunu söylediler. İmamı olduğu camide iki defa Kur’ân-ı Kerim'in tümünü tefsir ettiğini belirttiler. Bu yüzden onu görmeye gittim. Onun ahlâki durumu, tutumları ve hayat modeli Hacı Sebzevari’nin temiz hayatının bir panoraması gibiydi. Değerli atasının durumu hakkında bilgi istedim. Benim için onun hâletlerinden ve programlarından uygun şeyler söyledi. Örneğin dediğine göre Hacı Sebzevari ülke büyüklerinin ve ilmi şahsiyetlerin teveccüh ettikleri bir kimseydi. Farklı bölgelerden hatta en uzak mekânlardan onun ilminden istifade etmek için yanına geliyorlardı. Hacı Sebzevari ev, hayat, yiyecek, elbise hususunda az ile yetiniyordu. Hacı Sebzevari bazen temizlik ve sağlığına riayet ederek bir elbiseyi on yıldan fazla giyiniyordu. O elbiseyi yamamaktan asla utanmıyordu ve bu program ilâhi veli kulların ve peygamberlerin metodudur.

Gösteriş ve İsraf

Gösteriş ve israf hak açısından şeytani, beğenilmeyen bir iştir. Nefsani istekler ve hayvani şehvetlerle uyum içinde olan bir programdır. İnsanın hayatın bütün kesimlerinde ilâhi hadlere ve özellikle de kanaate riayet etmesinin ne sakıncası olabilir ki? Kanaat rahatlık sebebi, özgürlük nedeni, ıstırap, endişe ve deruni güvensizliğin devasıdır. Kanaat olduğu takdirde kendine yakışır bir ev, bir araç, sıradan bir taşıt, elbise ve yeterli derecede yiyeceklere olan ihtiyaç giderilir.

Hayatı yaşarken gösteriş yapmaktan sakınmak gerekir. Normal harcamalarda bulunmaya alışmak gerekir. Fazladan masraflardan ve moda diye adlandırılan şeylerden kaçınmak gerekir.

Kıyafet ve hayat modeli hususunda batıyı örnek almamalıyız. Onların birçok hataları ve yanlışlıkları vardır. Sanat ve teknik, onların dedikleri, yazdıkları, söyledikleri ve ifade ettikleri her şeyin doğru olduğunu bize düşündürmemelidir. Onların kıyafet ve yaşam modeli hakkındaki tutumlarının gerçeklerle mutabık olduğu kanısına kapılmamalıyız.

İslâm dininde önemli olan şey ruhsal, bedensel, şehirsel, bölgesel, mahalle ve çevre temizliğidir. Bu kültürde maddi, manevi, ahlâki, ferdi ve toplumsal olarak göz önünde bulundurulan şey, insanın ahiret ve dünya maslahatına olan şeylerdir.

İsraf, gösterişe kaçmak, ağır masraflara katlanmak, kanaatten ve iktisattan uzak hayatın zahiri şeklini süslemek hatta Müslümanların ibadet yeri olan mescitlerin yapımında bile gösterişe kaçmak bu temiz kültürde ve insan yetiştiren ekolde kınamıştır.

Mescitler ve evler, batın açısından maneviyatın en üst düzeyinde ve zahir açısından ise sade ve süssüz olmalıdır. Böylece kalpler heva ve hevese duçar olmaz ve ruhlar haktan uzaklaşmaz.

Sade elbiseler giyiniz ama giyinmenin adabına riayet ediniz. İhtiyaç duyduğunuz kadar yiyecek temin ediniz ama yeme adabına riayet ediniz. Size uygun bir taşıt temin ediniz ama sürücülük kurallarını görmezlikten gelmeyiniz. Yaşamak için bir ev alınız ama bu ev ruhunuzu esir almamalıdır. Bütün bunlar takvanın ve Hak Teâlâ’ya teveccühün sonuçlarıdır.

Yahudi ve Hıristiyanların hayatı, ev, ev eşyası, taşıt, giyecek, yiyecek ve süslenme hususunda israf içindedir. Hıristiyanların kiliseleri ve havraları altınlarla süslenmiş heykellerle, antika, tablo ve milyonlarca dolar değerindeki mobilyalarla döşenmiştir.

Hahamların, keşişlerin ve hatta Hıristiyanların önderi Papa’nın bile insanı hayrete düşüren israf ve savurganlık derecesinde bir yaşamı vardır. Eğer Papa’nın özel başlığını veya elbisesini satacak olurlarsa milyonlarca insan açlıktan kurtulur. Mal biriktirmek, faiz yemek, gün ortasında büyük yolsuzluklar yapmak ve diğer binlerce rüsva işler Allah’ın düşmanlarının işidir. Hakk’ın dostları ise hak isteklerle uyum içinde olmalı, israf ve savurganlığa düşmekten kendini korumalıdır.

Bütün bu konumların etkeni ve koruyucusu şüphesiz takvadır. Takva ile süslenmiş bir ev, takvalı kadın ve erkek ilâhi bir hazineye ve arşi/ilâhi bir sermayeye sahiptirler. Onların hayatı mutluluk, incelik, sefa, samimiyet, rahatlık, güvenlik, insaf, yücelik ve şerafet ve gerçeklerle iç içedir.

Ev ve ibadet yerleri öyle bir şekilde olmalıdır ki, insan onda güvenlik içinde olmalı ve kendisi için Hz. Maşuka (Allah) kavuşacağı bir platform konumunda olmalıdır.

Özetle evin temellerini takva ve kanaate riayet, Allah’a ve kıyamete teveccüh ederek öyle bir şekilde bina etmek gerekir ki ahireti bayındır kılmak için bir vesile olsun ve insana Allah’ın rızayetini kazandırsın.

Bugün de, takva ve kanaat şartıyla az bir gelirle dahi yaşamak mümkündür. Eğer program boyunca bir sorun ortaya çıkar ve mümin de az bir geliri ile bu sorununa karşı koyamazsa, diğer müminlerin ve Allah-u Teâlâ ehli kimselerin hiç vakit kaybetmeksizin mümin kardeşinin yardımına koşmaları, onu sıkıntı, zorluk, zahmet ve acıdan kurtarmaları gerekir.

Birbirinizi Takvaya Davet Ediniz

Bütün kadın ve erkeklerin takvanın iki mertebesine yani hasların hassının takvası ile hasların takvasına gücü yetmeyeceğine teveccüh ederek kadın ve erkekleri takvanın bu iki aşamasına davet etmekten sakınmak gerekir. Zira takvanın bu iki mertebesi peygamberlere, imamlara ve Allah’ın has velilerine aittir. Ama bütün kadın ve erkeklerin genel takva ile süslenmesi yani ahlâki, şehevi ve mali haramlardan sakınması mümkündür. O hâlde insanlar birbirlerini yumuşak bir dille ve güzel bir ahlâkla genel takvaya davet etmelidirler ve birbirlerini çeşitli haramları terk etmeye teşvik etmelidirler. Böylece takva melekuti perdesini ve arşi/ilâhi sevgisini hayat çölüne rahatlıkla serebilsin ve herkes özellikle de aile ve toplum onun menfaatlerinden istifade edebilsin.

Bütün boyutlarıyla halkın genelinin takva ile süslenmesi, özellikle de kadın ve erkeğin takvalı olması ve takvayı çocuklarına da intikal ettirmesi ilâhi bir görevdir.

Hak ve hakikat ehli kimseler şöyle demektedirler: “Çocuk ilâhi bir emanettir. Çocuğun kalbi, ruhu, nefsi ve batını her türlü resimden ve suretten arınmış bir cevher, tablo ve temizlik sebebidir.

Bu resimsiz ve şekilsiz tablo, her türlü resim ve şekli kabullenme kabiliyetine sahiptir. Eğer evde çocuğu her türlü hayırlı söz, amel ve ahlâka alıştıracak ve yüzüne gerçekleri öğrenme yolu açacak olurlarsa, çocuk dünya ve ahiret saadetine ulaşır. Onun böyle bir makama ulaşmasına sebep olan anne ve baba da onların sevabına ortak olur. Bu anlamda çocuk pedagogları ve çocuğu terbiye eden kimseler ortaktırlar.

 Ama eğer baba ve anne, günah ve takvasızlık sebebiyle çocuğun nefis, ruh ve kalp sayfasına şeytani resimler ve çizgiler çizecek olurlarsa ve çocuk onların yanında ahlâki rezaletlere ve aşağılıklara bulaşacak olursa, dolayısıyla tıpkı hayvanlar gibi sadece karnını ve şehvetini düşünecek; şekavet ve helak olma meydanına oturacak olursa onun da günahı şüphesiz anne babasının veya öğretmen veya pedagogu’nun boynunadır.

“Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun.”[33]

Anne ve baba, çocuklarını tandır veya mangal ateşine düşmesinden korudukları ve gaz alevlerinden sakındırdıkları ve çocuğun tehlikeli yerlere yaklaşmasına engel oldukları gibi daha sıkı bir şekilde çocuklarını Hak Teâlâ’nın kıyamette kahır ateşine düşmesinden sakındırmalıdırlar. Zira kıyamette Hakk’ın gazap ateşi de insanın takvasızlığının, kötü amellerinin, kötü ahlâkının, iman ve salih amelden yoksunluğunun bir ürünüdür. Çocuğu yarınki azaptan kurtarmanın pratik yolu, ilk aşamada anne babanın takvalı olması, sonraki aşamalarda ise takvayı çocuğa da öğretmeleridir.

Anne ve baba çocuğunun gelişimi cihetinde değerli bir davetçi, yüce bir öğretmen, iki merhametli ve hayra davet edici kimse olmalıdırlar. Onlar kendi vücutlarını takva, iman ve salih amelle süslemelidirler. Daha sonra da çocuğun terbiye ve tezkiyesine, ahlâki yücelikleri öğrenmesine, kötü arkadaşlardan sakınmasına, çirkin öğretmenlerden uzak durmasına yardımcı olmalıdırlar. Onlar, çocuğun haddinden fazla süs ve ziynete, israfa, servete ve mala yönelmesine ve kalbinin dünya sevgisiyle dolmasına müsaade etmemelidirler. Aksi takdirde yarın savurgan, tamahkâr, yağmacı, bencil, şehvetine düşkün ve kıskanç bir kimse olur. Eğer toplumun binası bozuk malzemelerden ve başka bir tabirle; takvasız kimselerden kurulacak olursa, o bina o toplumun başına yıkılır ve o toplumdaki hayat herkes için dayanılmaz bir hâle gelir.

Eğer bütün evlerin temeli takva üzere olursa, eğer kadın ve erkek takva ile süslenirse, eğer anne ve babanın takvası çocuklara sirayet ederse toplum zindan, sayısız memur, mahkeme, adliye ve benzeri kurumlara fazla ihtiyaç duymaz ve böyle bir durumda da devlet ve milletin omuzları, insanların refahı yolunda harcanması gereken çok ağır bir yükten kurtulmuş olur. Zira hırsızları, fesat ehlini ve yağmacıları engellemek için yapılan harcamalar azaltılacak olursa şüphesiz toplumun yükü de azalır.

Takva Ehlinin Nişaneleri

Din büyükleri takva ehlinin nişanelerini, Kur’ân ayetlerinden ve rivayetlerden istifade ederek aşağıdaki meselelerde sıralamaktadırlar:

Mükellefin amel, ahlâk, muamelat, ailevi ve toplumsal ilişkilerinde ihtiyaç duyduğu ölçüde şer’i ilimleri elde etmek.

Sağlığa riayet yoluyla bedensel sağlığını korumak, içme ve yemek adabıyla amel etmek.

Hayat işlerinde feraset ve zekâsını kullanarak hayatın tüm boyutlarında emin olmak.

Nefsin iffetini korumak, sözde doğru olmak, ahlâki güzelliklerle süslenmek, rezaletlerden uzak durmak, riyadan ve iki yüzlülükten temizlenmek, hayatında dünyanın fazlalık maddelerinden beri olmak. Hıyanet, özür ve desiseden beri olmak, ilim ve fazilet ehline saygılı davranmak, farz ve nafile bütün şer’i görevlerini yerine getirmek, insanı Allah’ın dini, helalı ve haramı ile tanıştıran, insanın kemal ve gelişiminden başka bir beklentisi olmayan Rabbani bir âlimin elinden tutmak. Zira Rabbani olmayan bir âlime yönelmek şekavet ve helak oluş sebebidir.

İmam Sadık (a.s) bu hakikati yani Rabbani âlime uyma hususunu tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz yalancı insanın nişanesi, sana yer ve göklerin haberini verdiği halde helal ve haram konularından bir şey sorulduğunda, nezdinde(cevap verecek) hiçbir şeyin olmamasıdır.”[34]

Hakeza takva ehlinin nişanesi olaylar karşısında sabretmek, bütün işlerinde İslâmi sünnet ve adaba riayet etmek, zikir ehli olmak, sürekli zikretmek, ihlâslı bir niyete ve batın sefasına sahip olmak ve nefsini kontrol etmektir. Böyle bir insan bu yolu kat ederek ilm’ul-yakine, ilm’ul-yakinden ayn’ul-yakine ve ondan da hakk’ul-yakine ulaşır.

Takvalı Kadın ve Erkek

Takvalı erkek, evinin giderlerini temin etmek için sadece helal kazançlara yönelir. Helal mal dışında bir şey kabul etmez. Böyle bir erkek ilâhi helali elde ederek kendisiyle ticaret yoluyla ilişkide olduğu herkesin hakkına riayet eder. Başka bir tabirle, evin dışında hiçbir Allah’ın kulu onun varlığından dolayı zarar görmez. Bu kimse sahip olduğu ilâhi takva sebebiyle haramın etrafında gezmez. Nefsin iffetini ve kanaat hazinesini asla terk etmez.

Takvalı bir erkek, işini gücünü bitirdiğinde ve evine döndüğünde bütün sıkıntılarını evin kapısında döker. Sevinç, mutluluk, hoş kalplilik ve hoş bir halle eve girer. Eşine sevgi tebessümünde bulunur. Ev temizleme, yemek pişirme ve çocuklara bakmaktan dolayı çektiği sıkıntıları takdir eder, ona değer verir, eşine ve çocuklarına karşı sevgi ve muhabbetle davranır. Her birine makamına uygun olarak saygı gösterir.

Takvalı bir erkek, bazen aile bireylerine helal ve haramı, iyiliği ve kötülüğü, güzellikleri ve çirkinlikleri hatırlatır. Onların din ve dindarlık konusunda gaflete düşmesine izin vermez.

Takvalı bir erkek, bütün ömrünü ve vaktini dışarıda geçirmez. Gülme ve sevincini sadece dostlarına ayırmaz. Dini merasimlere katılma ve camiye gitme hususunda ifrata düşmez.

Takvalı bir erkek, İslâm’ın bütün işlerde, hatta ibadetlerde bile itidali emrettiğini ve dostlarına gidip gelmek veya toplantılara katılmak bahanesiyle eşinin ve çocuklarının haklarını çiğnemeyi yasakladığını bilir.

Burada İslâmi emirler esasınca mescitler ve heyetleri idare eden azizlere tavsiye ediyorum ki, camilerdeki toplantıları ve merasimleri kısa tutunuz. Cemaat namazı, bir saat da hüküm ve marifetleri beyan etmek ve birkaç dakika da Ehl-i Beyt’e yapılan zulümleri zikretmekle kanaat ediniz. Bu metot, Hak Teâlâ’nın Resulü ve büyük İmamların metodudur. Onlar az bir vakitle ve sözlerde kanaatle yetinerek birçok büyük kadın ve erkek terbiye etmişlerdir.

İbadetlerde özellikle de müstahaplarda aşırı gitmek, toplantıları uzatmak, dinleyicilerin sevincini ortadan kaldırır. Yavaş yavaş insanda dini programlara karşı bir nefret uyandırır. Bu programlar cami ve heyetler için hüsrana sebep olur. Halka zarar verir. Özellikle de yüksek seviyeli olmayan kimseler için hüsran nedeni olur.

Her haliyle takvalı bir erkek hayatın bütün boyutlarında gerekli adaba riayet eder, bu yolla aile binasını güçlendirir, kadın ve çocukların sevgisini elde etmeye yardımcı olur.

Takvalı bir kadın ise ismet, iffet ve namusunu korur, büyük bir şevkle ev işlerine koyulur ve eşinin dışarıda çalışmasından oluşan yorgunluğunu ortadan kaldırmaya çalışır. Çocuklarını en güzel bir şekilde büyütür. Eşine ve çocuklarına karşı İslâmi ahlâk üzere davranır. İbadetinden gaflet etmez. Evini aşk, sefa, sevgi, muhabbet, heyecan ve şevk ocağı haline getirir.

Takvalı bir kadın, ilâhi ilkelere dayanarak eşine itaat eder, onun haklı isteklerine olumlu cevap verir, sinir, gazap ve kibirden uzak durur. Eşinin akrabalarına karşı sevgi, muhabbet ve İslâmi ahlâk üzere davranır. Eşinin, işinden eve döndüğü vakit evin kapısına kadar onu karşılamaya gider. Eşi evden çıkarken onu uğurlar. Eşinden, Allah’ın helali dışında eve bir şey getirmemesini ister. Az da olsa Allah’ın helaliyle kanaat ettiğini ifade eder. Haram yükünü yüklenmez. Eşine, evin giderlerini karşılama bahanesiyle ilâhi sınırları çiğnememesini öğütler ve ondan hayatı haramla kirletmemesini talep eder.

Takvalı bir kadın, başkalarına gösteriş yapmaktan sakınır. Eşini, akrabalarının veya kendi yakınlarının hayatı gibi yaşama uğruna zorluğa düşürmez ve onu utandırmaz.

Böyle bir kadın ve erkek Hak nezdinde makbul olur. Hayır kaynağı haline gelir. İlâhi bir insanın en açık örneğini teşkil eder. Bu ikisi sayesinde Allah’ın istediği bir ev oluşur ve o evin atmosferinde hakkı talep eden çocuklar terbiye olur. Her haliyle kadın ve erkek hayatının bütün boyutlarında tıpkı ilâhi veliler gibi ilâhi marifetler, İslâmi kaideler ve fıkhi kanunlar esasınca birbirine yardımcı olur.

Örnek Tüccar

Babaannem şöyle diyordu: “O zamanlar bir şehirden diğer bir şehre dört ayaklı hayvanlarla yolculuk ediyorduk. Dostlarımla birlikte İsfahan’ın etrafındaki Hansar bölgesinden Hz. Rıza’yı (a.s) ziyaret için yola koyulduk. Ben dostlar arasında ihtiyaç duyduğumuz şeyleri almakla görevlendirildim. Damgan şehrinde sabahın ilk saatlerinde bir markete girdim ve bir şey istedim, beni dükkânın içine davet etti ve ziyaretçi olduğumdan bana ikramda bulundu. Bir şahıs bir şeyler almak için dükkâna girdi ve birçok şeyler almak istedi. Dükkân sahibi o gelen şahsa, istediği malları karşı dükkândan almasını söyledi. Müşteri gidince ben ona; müşterinin istediği mallar dükkânda olduğu halde neden ona satmadın? Dediğimde şöyle dedi: “Sabahleyin karşı dükkânın sahibini üzüntülü gördüm. Ona sebebini sorunca borçlu olduğunu ve bugün de borcunu ödeme günü olduğunu ve dünden bugüne borcunu ödeyecek miktarda alışveriş yapmadığını söyledi. Ben de onun sıkıntılarına göz yumamazdım. Dolayısıyla müşterimi ona gönderdim ki sıkıntılarından kurtulsun. Zira mümin diğer mümin kardeşine yardımcı olmalıdır.”

Evet, bütün işlerde birbirimize yardımcı olmalıyız. Özellikle de evin erkeği eşine yardımcı olmalı ve kadın da eşine yardımcı olmalıdır ki evi ve yuvası ilâhi ve insani adap üzere şekillensin ve o evden keramet ve yücelik sahibi çocuklar topluma kazandırılsın.

Değerli kardeşlerim! Evinizi, özellikle de sabah namazında Kur’ân okuyarak güzel kokuyla doldurunuz ki melekuti sesiniz Kur’ân okurken çocuklarınızın ve eşinizin kalp ve yürek kulağını okşasın, onları ibadet ve Kur’ân'la daha çok tanıştırsın ve onlardan böylece hayır, takva ve yücelik kaynağı vücuda gelsin.


“Allah sizden yükü hafifletmek ister.” (Nisa/28)

                                                                       

 

Üçüncü Bölüm

 

İslâm’da Evliliğin Yüce Hedefleri

Temiz Ev

Kız veya erkek bir gencin veya kadın ve erkeğin evlenmedikleri takdirde fesat ve ifsattan temiz kalabilmesi mümkün değildir. Birkaç milyonluk kadın ve erkek arasında evlenmediği halde temiz ve iffetli kalabilen bir genç bulabilmek çok zordur.

Eğer bir genci evlenmediği bir halde zahir ve batın temizliği içinde görecek olursak, onu ilâhi velilerden biri olduğunu söylememiz gerekir.

Evlenmediği halde günahtan korunmak, kirliliklerden uzak durmak, isyan ve tuğyandan sakındırmak, Yusuf-i bir iştir.

Evlenmedikleri halde kadın ve erkeğin bir arada yaşadığı ev, fesattan uzak olamaz.

Erkek kadın olmaksızın ve kadın da erkek olmaksızın şehvet ve içgüdüleri etkili olduğu halde ve de şehvet ve içgüdülerin baskısı altında ezildikleri takdirde her ne kadar da az da olsa fesattan arınamaz, ruhsal, ailesel ve toplumsal çeşitli sıkıntılardan rahat bir hayat sürdüremez.

İlâhi ve doğal bir gerçek olan evlilik bir takım sorunları kolaylaştırıcıdır. Gençlerin temizliğinin devamını sağlayan bir etkendir. Onların takva ve iffetini korumaktadır.

Toplum içinde olan bir ev, kadın ve erkeğin evlenerek ve birbirinin hakkına riayet ederek onda yaşadıkları takdirde esenlik ve huzur içinde olur.

Müslüman’ın evi nerede olursa olsun vahiy ışığı ile aydınlanmalı, Allah’ı zikretme tecellisi içinde olmalı, yücelik ve azamet ocağı haline gelmeli, gece gündüz Hakk’ın tespih edildiği bir yer olmalıdır.

“Allah’ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam o’nu tespih ederler.”[35]

Böyle bir ev, Hakk’a ibadet ve itaatle aydınlandığı ilâhi emir esasınca, evliliğin gerçekleştiği ve içinde kadın ve erkeğin tüm ilâhi ve insani haklara riayet ettikleri takdirde bir müminin evi olabilir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim evliliği emretmesiyle bu sünnetin hayata geçirilmesiyle, kadın ve erkeğin bir takım sıkıntılarının azalmasını, her ikisinin de terbiye ve rahmet eteklerinin kirlilik ve fesattan uzak durmasını istemiştir. Kadın ve erkek ortak bir hayat kurarak ve birlikte hareket ederek evi Allah’ın zikredildiği ve Hak Teâlâ’nın tespih edildiği bir yer haline getirmelidirler.

Böyle bir evin atmosferinde, kadın ve erkek Hakk’ın gerçek kulu olur, çocukları fazilet meyvesi haline gelir, amel, davranış, ahlâk ve hareketleri ilâhi adabın bir tecellisi olur ve metotları da Hakk’ın değerli peygamberlerinin metoduna benzer.

Mümin bir kadın mümin bir erkekle evlenince, onların her ikisi de ilâhi meselelere riayet etmekle yükümlüdürler. İki yardımcı, iki merhametli dost, iki arkadaş, iki yoldaş, iki sırdaş, iki iman kaynağı, iki aşk ve muhabbet direği olarak hayat atmosferini her türlü zorluklardan korur ve bir sorun ortaya çıktığı zaman da çok kolay ve sade bir şekilde o sorunu çözmeye, sabır ve tahammül silahıyla da hastalıkları tedavi etmeye çalışırlar.

İnsanların En Kötüsü

Yalnızlık, yalnız yaşamak ve yardan uzak durmak birçok sorunların, bitkinliklerin, kalplerin ölmesinin, ruhsal heyecanların, sinirsel hastalıkların, ruhsal ve bedensel her türlü hastalığın ortaya çıkış sebebidir.

Yalnızlık insanı mantıksız fikir, vehim ve hayaller denizine sürükler. Birçok ahlâki ve ruhsal hastalıklara düşürür. İnsana birçok sorunlar dalgası armağan eder.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ateş ehlinin çoğu bekârlardır.”[36]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ölülerinizin en kötüsü bekârlardır.”[37]

Hakeza başka bir rivayette ise Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ölülerinizin en rezili bekârlardır.”[38]

Hakeza Peygamber (s.a.a) hikmet dolu bir sözünde ise şöyle buyurmuştur: “En kötüleriniz bekârlarınızdır; bekârlarınız da şeytanların kardeşleridir.”[39]

Arşi bir sözde ve melekuti bir beyanda ise Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin iyileri evlilerdir; ümmetimin kötüleri ise bekârlardır.”[40]

Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bekâr iken ölenleriniz dünyaya gelecek olurlarsa, mutlaka evlenirler.”[41]

Hakeza Peygamber (s.a.a) bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ evlenmekten sakınan bir erkeğe lanet etmiştir.”[42]

İslâm’ın yüce Peygamberi evlenmeyen kimseleri ateş ehli, aşağılık kimseler, şeytanın kardeşleri, kötüler ve lanetlenmiş kimseler olarak adlandırması evlilikten yüz çevirdiği takdirde insanın bozmaya, bozulmaya, şeytanlığa, günaha ve masiyete düşmesinden dolayıdır. Evlenmekten yüz çevirenler, aile ve toplum için sıkıntılar yaratır ve hayatın tüm boyutlarında birçok sorunlara sebep olurlar.

Ayetler, rivayetler ve hayat tecrübelerine teveccüh edildiği takdirde, evlilik insana yücelik ve şerafet vermektedir. Onu ilâhi azap nedenlerinden, aşağılık ve iğrençlikten kurtarmaktadır. Şeytanın tuzağına düşmekten, fesat ve kötülüğün kaynağı olmaktan ve Hakk’ın lanetine maruz kalmaktan güvende kılmaktadır. Bütün bunlar insanın rahatlığına, istirahatına, huzuruna, güvenliğine, temizlik ve takvasına, hayat işlerinin kolaylaşmasına, hayat yükünün hafiflemesine sebep olmaktadır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’de evliliğin teşri ve yasama sebebi şöyle beyan edilmiştir: “Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister.”[43]

Kabiliyetin Yeşermesi

Biz kız veya erkek fıtrat veya tabiat esasına dayanarak, Hakk’ın emirlerine ve ilâhi peygamberlerin metoduna uyarak, evlendikleri zaman, ilâhi azap uçurumundan, batın kötülüğünden şeytanın tehlikeli esaretinden ve bekâr kadın ve erkeğin sıfatlarından olan Allah’ın lanetine maruz kalmaktan kurtuldukları zaman ve evlilik sayesinde fikri huzura ve batıni emniyete kavuştukları zaman, bekâr olmaktan kaynaklanan sorunların üstesinden geldikleri an, yalnız yaşamanın sıkıntısından şifa buldukları zaman, ilâhi ve melekuti çevreye kavuştukları vakit, kendileri için doğru düşünce ve geleceği görme ortamı temin edildiği zaman, şehvet ve içgüdüler tuğyanı dindiği zaman, şüphesiz batında gizli olan kabiliyetlerin tomurcuklanması için kendilerine bir yol açılır ve hayat ağaçlarında yüce mahsuller, meyveler ve ürünler biter.

Birçok ilim adamları, büyük insanlar, bilginler ve İslâm âlimleri-nin, tarihin de tanıklık ettiği üzere evlendikten sonra yüzyıllık yolu bir gecede kat etmişlerdir. Fikri güvenliklerini ve huzurlarını temin eden evlilik sayesinde yüce makamlara ve ilim ve bilgi derecelerine ulaşmışlardır. İlim, takva, temizlik, yücelik, hizmet ve ibadet hususunda dillere destan olmuşlardır.

Ayetullah Burucerdi’nin biyografi kitabının 95. Sayfasında şöyle okumaktayız: “1935 yılında henüz 22 yaşında iken babası kendisine bir mektup yazdı ve onu Burucerd’e çağırdı. O babasının, eğitimini sürdürmek için Şia’nın en büyük ilmi havzasının bulunduğu Necef-i Eşref’e göndermek istediğini sandı ama babasını ve yakınlarını ziyaret ettiğinde beklentisinin tam aksine evliliği için gereken hazırlıkların görüldüğünü müşahede etti.

Bu olaya üzüldü. Babası onun üzüldüğünü görünce kendisine neden üzüldüğünü sordu. Ayetullah Burucerdi şöyle diyor: “Ben huzur içinde ve büyük bir ciddiyetle ilim tahsil ediyordum. Ama evliliğin benimle hedeflerim arasına engel olacağından ve beni hedefime ulaştırmaktan alıkoyacağından korkuyordum.”

Babası ona şöyle dedi: “Oğlum şunu bil ki eğer babanın sözüne uyacak olursan göz önünde bulundurduğun önemli ilerlemeleri kat etmen için Allah’ın sana başarı vermesi ümit edilir. Şunu da ihtimal ver ki, eğer babanın bu isteğine olumlu cevap vermeyecek olursan tahsilinde bütün bu ciddiyetine rağmen bir yere ulaşmayabilirsin.”

Babasının bu sözü onu çok etkiledi. Her türlü şüpheden kurtardı. Sonunda evlendi ve bir müddet sonra da yeniden İsfahan’a dönerek beş yıl daha çeşitli ilimleri ve fenleri öğrenmeye koyuldu.

Kendisinin dengi olan vefadar eşi İsfahan’da onun rahatlığı, güvenliği ve huzuru için gerekli olan araçları öylesine bir temin ediyor; ve sevgili bir eş olarak kendisine şefkatli bir yardımcı, sebatlı bir hizmetçi, sevgili bir arkadaş olarak eşinin çeşitli konularda ilerlemesini temin eden ortamı sağlıyordu ki, İsfahan’da o yüce kadınla yaşadığı beş yıl boyunca yaygın olan birçok ilimleri ve fenleri öğrendi. Öylesine büyük bir sevinç ve arzu ile ilim öğrenmeye koyuldu ki, bazı geceler sabahlara kadar mütalaa etmekle meşgul oldu. Öyle ki bazen o büyük insan defalarca boş vakitlerinde Kur’ân-ı Kerim'i ezberlemeye koyulduğunu ve netice de İsfahan’da olduğu müddet boyunca Kur’ân’ı Berat suresinin sonuna kadar hıfzettiğini ve ömrünün sonuna kadar da onu sürekli ezberden okuduğunu beyan etmiştir.

Değerli el-Mizan tefsirinin sahibi merhum Allame Tabatabai, ilmi ve manevi ilerlemeleri ve kemalleri hususunda büyük eşine borçlu olduğunu ifade ediyordu.

Evet, evlilik, güven ve huzurun sebebidir. Birçok kemallerin gerçekleşmesinin ve kabiliyetlerin tomurcuklanmasının ortamıdır.

Ev ve Aile İçin Çalışmak İbadettir

Evlilik, eşlik etmek ve çocukların işlerine teveccüh etmek, dünyevi olumlu etkilerinin yanı sıra insan için ilginç manevi etkiler de vücuda getirmektedir.

İslâm’ın tertemiz kültüründe eş ve çocukların maddi ihtiyaçlarını temin etmek için çalışmak, büyük bir ibadettir. Allah-u Teâlâ yolunda cihat etmek ile eşit sayılmıştır. Öyle ki Masum’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Helal yoldan ailesinin geçimini temin etmek için çalışan kimse, Allah-u Teâlâ yolunda cihat eden kimse gibidir.”[44]

Kadın ve çocuklarının hakkına riayet etmek, onların manevi işlerine teveccüh etmek, kadının eşinin hakkına riayet etmesi ve annenin çocuğu üzerindeki hakkı oldukça zor ve ağır bir iştir. Hakikatte Hak Teâlâ’nın emirlerini icra etmektir. Onların geçimlerini temin etmek için çaba göstermek, hem ibadettir, hem de insan için uhrevi sevap ve mükâfata neden olmaktadır.

Salih bir nesil yetiştirmek, topluma yararlı salih ve layık çocuklar teslim etmek, oldukça önemli bir konudur ve Hak Teâlâ’nın rızayetine neden olmaktadır.

Evi ve ev halkını bozulmaktan ve bozmaktan uzak tutmak, kadın ve çocuklarının gelişim, terbiye ve tekâmül ortamını sağlamak, en önemli işlerden biridir. Allah’a ibadet ve kulluk türünün en iyisidir.

Dördüncü İmam (a.s) hikmetli bir sözünde şöyle buyurmuştur: “Kim eşi ve çocukları için maddi ve manevi tam bir sofra sererse, diğerlerine oranla Hakk’ın hoşnutluğuna daha yakın olur. [45]

Velhasıl, toplum, evin meyvesi ve ürünüdür. Bir milletin Avukatı, bakanı, cumhurbaşkanı ve işçi ve memurlarının kökleri evde ve ailededir. Onların asıl terbiye ve şekillenme kaynakları evde ve evin yöneticilerindedir. Aile de tıpkı bir toprak gibidir. Eğer toprak hak ve hakikatten uzak bir toprak olursa, gül ve sümbülü olmayan kurak bir çöl haline gelir. Ama eğer toprak hak ve hakikate bağlı olursa, o topraktan gül ve sümbül beklentisi içinde olmak makul ve mantıksal bir beklentidir.

İnsanın mutluluğu ve şekaveti, ilk aşamada anne babasından kendisine intikal etmektedir. Eğer anne ve baba çocuğunun saadete ermesi hususunda çaba gösterirse, büyük bir ibadete koyulmuş olur ve evliliğin ebedi menfaatlerinden nasiplenir. Ama eğer şekavet etkeni olurlarsa, evliliğin temiz ağacından nasiplenmemiş olurlar. Hatta kendi elleriyle kendi zarar sofralarını seçmiş olurlar. Bu yüzden yüce İslâmi rivayetlerde Allah-u Teâlâ Resulü’nden şöyle nakledilmiştir: “Mutsuz kimse annesinin karnında mutsuzdur. Mutlu kimse de annesinin karnında mutludur.”[46]

Büyük şair Kelim Kaşani’nin dediği gibi: “Testiden, içinde var olan şey sızar.”

Çocuğun varlık testisine anne ve babası ne dökmüşse, çocuğun kalbini, duyu organlarını, sinirlerini ve beynini hangi konularla şekillendirmişse ve hangi programlara yönlendirmişse çocuk o şekilde gelişir.

Evlilikte Yüce Hedefleri Göz Önünde Bulundurunuz

İnsanın evlilikten hedefi manevi mukaddes ve temiz bir hedef olmalıdır. Evlilik Hak Teâlâ’nın emirlerine itaat, peygamberlerin metotlarına uymak, eşinin saadetini temin etmek ve çocukların melekuti ve ilâhi terbiyesini gerçekleştirmek amacıyla olmalıdır.

Kadın ve erkek evlilik meselesinde, kendilerini büyük bir hayata giriş için hazırlıklı görmek zorundadırlar.

Kadın ve erkek evlilik hususunda, Hakk’ın rızayetini göz önünde bulundurmalı ve her ikisinin de sulb ve rahim yoluyla Yüce Hakk’ın emanetçileri olduklarını bilmelidirler.

Kadın ve erkek, çocuklarının kısa bir müddet için babasının sulbünün misafiri ve altı ile dokuz ay müddeti arasında da annesinin rahminin misafiri olan Hakk’ın bir emaneti olduğunu bilmelidirler. Bu iki müddet zarfında Hz. Hakk’ın cenine verdiği oldukça güçlü alıcılar vasıtasıyla anne ve babasından onların tüm haletlerini ve özelliklerini hiç bir iradesi olmaksızın kendisine intikal ettirmektedir.

Nakledildiği üzere Allah-u Teâlâ Resulü (s.a.a) hamile olan kadınlara, bazen hak ile batıl savaşını seyretmeleri için izin veriyordu. Böylece kadınların Allah-u Teâlâ yolunda kılıç sallama ve cihat etmenin güzel manzarasını görmelerini, mücahitlerin ilâhi ve melekuti şiarlarını can kulağıyla dinlemelerini, göz ve kulak yoluyla da bunları rahimlerindeki çocuğa intikal ettirmelerini sağlıyordu. Böylece çocuk annesinin rahminde eğitilmesi ve cesur, himmetli ve melekuti ses eşliğinde büyümesini sağlıyordu.

Siz duymadınız mı ki Hz. Fatıma’nın Allah-u Teâlâ Resulü’nün sulbünde meydana gelişinden önce tarafından Peygamber’e kırk gün oruç tutması emredildi. Peygamber akşam iftarını da cennet gıdalarıyla açıyordu. Böylece o yüce kızın nutfesi annesinin rahmine intikal etti.

Sizinle evlilik arasındaki araç, göz olmamalıdır. Evlilik tellalı, şehvet olmamalıdır. Evlilikten hedef mal, servet, makam ve karşı tarafın ailesi tarafından bir şöhret olmamalıdır. Bu programın yüce hedefi güzel bir yüze ve kandırıcı bir zahire ulaşmak olmamalıdır. Zira bu işler şimdiye kadar da ispatlandığı üzere güzel bir sonuçla sonuçlanmamıştır ve de meyvesi ve ürünü oldukça azdır.

Evlilik hususunda evliliğin ürünlerinin daimi ve ebedi olması için hedefiniz Allah, maneviyat, ibadet, eşin haklarına riayet etmek, salih evlat terbiye etmek ve özetle Hakk’ın rızasını elde etmek olsun.

Helal lezzet, faydalanma ve şehveti bu yüce ve semavi hedeflere tabi kılınız ki, lezzet ve faydalanma kemale ersin ve o lezzet ve şehvetten de uhrevi bir sevap nasibiniz olsun.

Evlilik ilâhi olursa, asla boşanma yolu ortaya çıkmaz. İlâhi ve melekuti bağlar daimi ve sürekli olur.

Allah için evlenen kimse, eşinin hakkına bütün vücuduyla riayet eder ve eşine en küçük bir eziyette bulunmaz.

Çocukları ve akrabaları karşısında eşinin haysiyetini korumak şer’i bir görevdir. Kadının erkeği ve erkeğin de kadını aşağılaması ise ilâhi bir haramdır.

Müslüman kadın ve erkekler, Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin ve Hz. Fatıma’nın (a.s) evliliğini kendileri için bir örnek ve model olarak almalıdırlar. Zira o yüce evlilik sadece Allah-u Teâlâ için şekillendi ve bu evlilikte ilâhi ve arşi hedefler göz önünde bulunduruldu. Bunun da meyvesi, melekuti ve ilâhi temiz çocuklar oldu. Şia rivayetleri aşağıdaki ayetleri bu temiz evliliğe tevil etmişlerdir:

“İki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır; birbirinin sınırını aşamazlar. Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar.”[47]

Bu iki denizden maksat Müminlerin Emiri Hz. Ali ile Hz. Fatımat’üz Zehra’dır (s.a). Onlar marifet, görüş, sabır, hilim, iman ve basiretin iki denizi idiler. Berzahtan ve ayırımdan maksat ise yüce İslâm Peygamberi’dir (s.a.a). İnci ve mercandan maksat ise Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir (a.s)”[48]

Aile sistemi yüzde yüz İslâmi ve ilâhi bir sistem olmalıdır ki Hz. Hakk’ın lütuf ve rahmetini kendine cezp edebilsin.

Eğer evlilikte beğenilmeyen sünnetlerden, ilâhi olmayan adetlerden, şeytani şartlardan özetle Resulullah’ın (s.a.a), “İslâm’ın yasallaştırdığı ve onayladığı dışında bütün cahili işleri öldür.”[49] Kesin emriyle öldürmesini istediği cahili kültürden uzaklaşılmazsa, çirkinlikle ortaya çıkar ve bu kirli ağacın çok acı meyveleri vücuda gelir.

Batıda Aile Sistemi

Avrupa’da ve Amerika’da aile düzeni temelsiz, muhtevasız ve yanlış bir düzen üzere kuruludur. Batının aile sistemini taklit etmek yersiz ve yanlış bir taklittir ve mutsuzluk uçurumuna yuvarlanmanın yolunu açmaktır.

Onların evlilik hususunda mukaddes ve temiz bir hedefleri yoktur. Batıda kadın ve erkeğin evlilik aracı sadece ve sadece şehvet ve içgüdüleri tatmin etmektir. Orada salih ve layık olan kadın ve erkek çok azdır. Bu yüzden de Avrupa ve Amerika’da fesat ve bozulma bahar yağmurları gibi yağmaktadır.

Batıda çoğunlukla erkekler ve genel olarak da kadınlar fesat ve meşru olmayan arkadaşlık dönemini geçirdikten sonra birbiriyle evlenmektedirler. Evlendikleri zaman da çocuklarını doğduktan sonra kreşlere vermektedirler ve sonra da o çocuk anne ve baba sevgisini tatmadan temiz duygular ve hisler kaynağı haline gelmeden toplumun arasına karışmakta, her fesat sofrasına oturmaktadır. Daha sonra da zahiri terbiyeden geçmek ve birkaç kavrama aşina olmak için okula göndermektedirler. Çocuk on sekiz yaşına gelince de onu kendilerinden uzaklaştırmakta, toplum ve çevre ümidiyle salıvermektedirler.

Onlar eğer ev ve okulda çocuğa ahlâk öğretecek olurlarsa, bu ahlâk centilmence bir ahlâktır. İktisadi ve maddi menfaatlere dayalı bir ahlâktır. Onlar batıni köklere ve deruni gerçeklere teveccüh etmemektedirler. Kabul edilir bir insan terbiye etmekten tümüyle acizdirler. Gördüğünüz gibi bir toplum veya devlet kurmak istediklerinde kurdukları bu toplum fesat kaynağı, devlet ise yeryüzündeki mustazafları sömürme kaynağıdır. Batılı evlerde büyüyen okul ve üniversitelerden mezun olan kimselerin işlediği cinayetler telafi edilemeyecek boyutlara varmıştır.

Eğer kısa bir müddet kendilerini vakarlı, sakin edepli ve temiz gösterecek olsalar da bu bir av avlayamadıkları, yağlı ve lezzetli bir lokma bulamadıkları içindir. Onların hikâyesi dostuna, “Bir kedi terbiye ettim” diyen kimsenin hikâyesidir.

O şahıs sözde bir kedi terbiye etmişti. Bu kedi, üzerinde çeşitli yemeklerin olduğu bir sofranın başında misafirlerin yemek yemesi için kendisine verilen mumu tutuyordu. Arkadaşı ona kedinin bu şekilde terbiye olmasına güvenilemeyeceğini söyledi. Sofranın başında bu gerçeği kendisine ispat etmesi için de arkadaşını evine davet etti. Arkadaşı, sofranın başında, yemeklere saldırıdan el çekmiş, odayı aydınlatmak ve misafirlerin sofrayı görmesini sağlamak için eline bir mum almış bir kedi gördü. Durumun kargaşasında kendisiyle getirmiş olduğu fareyi sofranın ortasına bırakınca fare kaçmak istedi. Kedi ise mumu bir tarafa atarak tıpkı bir aslan gibi sofranın ortasına atladı ve fareyi yakalamak için sofrayı altüst etti. Böylece ev sahibinin ve misafirlerin huzurunu kaçırdı.

Evet, batıda ve Avrupa’da terbiye olan kimseler de kendilerine has yemeği kendi hayallerince görmedikçe sakin ve edepli olan kedinin terbiyesi gibidirler. Gözleri altın petrol ve zayıf milletlerin diğer madenlerine ilişince, başkalarının hakkını yutmak için hidayet meşalesini yere atmakta ve yırtıcı bir hayvan gibi zayıf milletlerin bütün maddi ve manevi haysiyetine saldırmaktadırlar. Maddi işleri için günahsız kanlar nehrinin içinden geçmektedirler.

Fesat ve ifsadın çokluğu, haram şehvetlerin galebesi, çirkin ahlâk, cinayet; yağma, fuhuş ve her türlü kötülük, batılı milletler arasında ev ve aile sisteminin bozukluğunun bir ürünüdür.

Eğer Amerika ve Avrupa’daki evler, Hakk’ın zikri, Hz. Mabud’un tespihi ile dolu olmuş olsaydı, şüphesiz o evlerin ürünü de yüce, azametli, gelişmiş, duygusal, Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanan insanlar olurdu. Ama batıdaki bu evler, hak ve hakikatten uzak olduğu için ürünleri de acı, kötü kokulu ve tadı kötü meyvelerdir. Böylesine dağılmış aile sistemi, taklit edilmeye layık sistem değildir. Onlara tabi olan kimseler, şüphesiz ki onlardan daha kötü olacaklardır.


Hz. Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hayrın çoğu kadınlardadır.”

(Vesail’uş Şia, c. 14, s. 11)

 

 

Dördüncü Bölüm

 

Beşer ve İslâm Tarihinde Kadının Konumu

Kadın Hakkında Sapık İnsanların Fikri Sapması

Semavi kitaplar ve peygamberlerin temiz diliyle tebliğ edilen hak öğretilerden, kibirleri ve bencillikleri sebebiyle ayrı yaşayan milletler ve kavimler, insan ve evren ile tüm hususlarda fikri sapıklığa düşmüşler ve genel olarak varlık ve yaratıklar hakkında verdikleri hükümlerinde karanlıklara koyulmuşlar, hakikatten uzak konuları ve gerçeğe aykırı hususları dile getirmişlerdir. Bu yanlış algılamalar ve zalimce hükümler esasınca yaşamışlardır. Bu yolla da hem kendisine ve hem de diğerlerine büyük zulümler reva görmüşler hayat tarihinin sayfalarını sayısız çirkinlikler ve aşağılıklarla doldurmuşlardır. Onların verdikleri bu hükümlerden biri de kadın haklarında vermiş hükümleridir. Onların kadın haklarında verdiği hükümler, hakikatten uzak, ahlâk ve insanlığa aykırı, hak ve gerçeklerin aksine hükümlerdir.

Ben gerek batıda ve gerekse de doğruda yazılmış olan kitapları mütalaa edince şu neticeye vardım ki, haktan ayrı ve vahiyden kopmuş, nefsin isteklerine gömülmüş, gerek batıda ve gerekse de doğuda yanlış düşüncelere kapılmış millet ve kavimler, kadın hakkında zalimce akıl mantığından ve insanlık dilinden uzak başlıca on hüküm vermişlerdir:

1- Sözde kadın yüzde yüz zayıf ve güçsüz bir varlıktır. Bu esas üzere erkeğe oranla bütün boyutlarda sorgusuz sualsiz tabi olmalı, itaat etmeli ve mahkûm edilmelidir. Kadının hiçbir işe hatta şahsi evi çerçevesindeki işlere dahi müdahale hakkı yoktur.

2- Sözde kadın şeytani bir ruha sahiptir, insanlık sınırlarının yüzde yüz dışında kalan bu ölçüye göre de kadına bir değer verilecek olsa da kadının makamı insanlık ve hayvanlık arasındaki bir makamdır. Bu hesap üzere de hiç bir değere de sahip değildir ve saygınlığı yoktur. Kadın için hiçbir şahsiyet düşünülemez.

3- Kadının, malikiyet ve mülkiyet hakkı düşünülen hiçbir eşya hususunda özgürlüğü yoktur. Eğer erkek uygun görürse malik olabilir. Bu da istediği her şey hususunda söz konusu değildir.

4- Miras bırakanların hiç bir malına varis olma hakkı yoktur, hatta kendisi miras üyelerinden biridir. Eşinin veya babasının ölümünden sonra başkalarına miras olarak geçmektedir.

5- Kadının, kulluk, ibadet ve maneviyat alanına girme hakkı yoktur. Zira kadının ibadetlerinin değeri yoktur ve yaptığı ibadetler için bir mükâfat söz konusu değildir. Zira kadın akıl açısından oldukça zayıf ve de bol hevesli bir varlıktır.

6- Kadın hukuksal ve yargı açısından eşine ve çocuklarına mensup olma liyakatine sahip değildir. Onlar arasında var olan tek ilişki kandır. Kadını sadece babası ve çocuklarına oranla kandaş olarak saymak mümkündür. Babasının çocuğu veya çocuğunun annesi olamaz.

7- Kadın evlenince çocukları babasının torunları değildir. Kayın baba ve kadının çocukları arasındaki yabancılık kesin hüküm sürmektedir. Ve dolayısıyla nispet ve oranlar erkek evlat tarafındandır.

8- Kadınla erkek ölüm hususunda da birbirinden tümüyle farklıdır. Erkek öldükten sonra bakidir. Kadın ise ömrü sona erdikten sonra fanidir.

9- Tasarrufta “şey’iyyet” (nesnellik) hükmü vardır. Bu hesap üzere erkek kendi malında her türlü tasarrufta bulunma hakkına sahiptir ve bu tasarrufu kadın hakkında da geçerlidir. Dolayısıyla onu borç verebilir, bağışlayabilir, satabilir, sokağa atabilir ve hatta nihayetten öldürebilir.

10- Kadın şehvet aracıdır. Sadece erkeğin lezzetlerini gidermek için yaratılmıştır. Erkek de ondan lezzet alma ve faydalanma hususunda hiç bir kanun tanımamaktadır. Bu konuda peygamberlerin nübüvvetinden ayrılmış olan Amerika ve Avrupa toplumları kadın hakkında sayılmayacak kadar yanlış yollara saplanmışlardır. Batının büyük bir kısmında kadın bir sinema, televizyon, video, uydu anteni ve çeşitli magazin dergilerinin aracı konumundadır. Kadınlar daha fazla müşteri bulmak için bir araçtır. Kadın bu hayvani ve şehevi kurumlar için büyük bir gelir kaynağıdır.

Kadın Hakkındaki Sapkınlıklara İslâm’ın Cevabı

İslâm ilâhi bir dindir. İslâm fıtrat kültürüdür ve insan ve insanlığı ilgilendiren tüm hususlarla uyum içindedir. İslâm’daki kanun ve hükümler sistemi insanı yaratan büyük Allah-u Teâlâ tarafından ortaya konmuştur. Zira Allah-u Teâlâ insanın ne ve kim olduğunu nasıl bir zahiri ve batını bulunduğunu bilmektedir ve insanın haysiyeti ve varlığı esasınca da kanunlar yasamış ve insanı ulaşması gereken gerçeklere hidayet etmiştir.

İslâm kadın hakkında tarih boyunca söylenen, milletlerin düşüncelerine ve fikirlerine sızmış olan ve bir kültür haline gelen bu on yanlış ve sapık düşünceye şöyle cevap vermektedir:

1- Kadının yaratılışı ve varlığının niteliği de tıpkı erkek gibidir ve Hz. Hakk’ın kadının yaratılışından amaçladığı gerçeklerin yüzde yüz bir örneği konumundadır. Kadın bütün varlığıyla insanlık hakikatine sahiptir. Özetle bütün haysiyetiyle kadın bir insandır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz biz insanı en güzel bir surette yarattık.”[50]

Hakeza: “Bu her şeyi sağlam tutan Allah’ın işidir. Doğrusu O, yaptıklarınızdan haberdardır.”[51]

Hakeza: “Yarattığı her şeyi güzel yaratan…”[52]

2- Kadın için de salt ilâhi ve insani bir ruh takdir edilmiştir. Hak Teâlâ tarafından kadına ilâhi ruh üfürülmüş, bu ruh sebebiyle kendisine özel toleranslar tanınmış ve kadın birçok kemallerin zuhur kaynağı karar kılınmıştır. Kadının ruhuyla erkeğin ruhu arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla kadın da erkekle aynı kimliği taşımaktadır. Kadının cevheri erkeğin zati cevheriyle eşit konumdadır.

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinizden sakının.”[53]

“İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, o’nun varlığının belgelerindendir.”[54]

Ayyaşi’nin tefsirinde İmam Bakır’dan (a.s) rivayet edildiği üzere Allah-u Teâlâ Havva’yı Âdem’in toprağından arta kalanlardan yaratmıştır.

Bu tür ayetlerin de gösterdiği gibi kadının yaratılışında zahir ve batın açısından hiçbir eksiklik ve kusur yoktur. Kadının ruhu da hak tarafından kendisine üfürülmüş bir ruhtur. Kadın bil kuvve kâmil bir varlıktır. En güzel ve en sağlam bir şekilde yaratılmıştır. Kadın kendi kabiliyet, fıtrat, ruh ve aklını kullanarak ve Hakk’ın hidayetinden yardım alarak en üstün ve manevi makamlara ulaşabilir. Ve hakeza bütün gerçeklerden yüz çevirerek aşağılıkların en aşağılığı makamına da düşebilir.

3- Kadın malikiyet hakkına sahiptir ve beğenilmiş ve meşru işlerde çektiği zahmetlerinin karşılığı bizzat kendi hakkıdır. Kadının malikiyet meselesi ve mülkü olan her şeydeki tasarrufu hiçbir eksiklik ve noksanlık olmaksızın tıpkı erkek gibidir.

“İnsan için sadece çalıştığı vardır.”[55]

Evet, insan kendi çabasının, gayretinin, amelinin ve hareketinin malikidir ve bu Hz. Hakk’ın dünya ve ahirette kadın ve erkek herkese verdiği bir hak ve gerçektir.

“Kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal değildir.”[56]

İmam Sadık (a.s) bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Hırsızlar üç çeşittir: “Zekât vermekten kaçınan kadının mehriyesini helal sayan ve insanlardan ödeme niyetiyle olmadığı halde borç alan kimse.”[57]

“İçinizden ölüp, eşler bırakacak olanlar, evlerinden çıkarılmaksızın, bir yıla kadar eşlerinin geçimini sağlayacak şeyi vasiyet etsinler.”[58]

Kur’ân-ı Kerim, mehriye ve erkeğin ölümünden sonrası için kadının ihtiyaçlarını giderme hususunda vasiyette bulunmasına ilave boşandıktan sonraki zaman için de onların hakkında erkeğe tavsiyede bulunarak ve şöyle buyurmuştur:

“Boşanan kadınları, takva sahiplerine bir borç olmak üzere, uygun bir surette faydalandırma vardır.”[59]

4- Kadın baba, anne, eş ve çocuklarından da miras alma hakkına sahiptir.

 “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer hayır (mal) bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi muttakilere bir hak olarak size yazıldı/takdir edildi.”[60]

Hakeza: “Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar, az veya çok, belirli bir hissedir.”[61]

Bu ayeti şerife, kadınlar ve çocukları kendi kesin haklarından mahrum kılan yanlış gelenek ve adetlere karşı savaş açmaktadır. Bu zalimce adetler, Araplara ait uygulamalardı. Ayet-i şerife bu haince adetleri iptal etmiştir.

5- Hak Teâlâ nezdinde kadının ibadeti de tıpkı erkeğin ibadeti gibi bir değer ifade etmektedir. Hak Teâlâ’nın cenneti, mükâfatı, ecri ve kullarına vereceği sevap sadece erkeklere mahsus değildir. Allah-u Teâlâ’nın inayeti ve rahmeti ister kadın olsun ister erkek bütün kulların nasibidir.

Kur’ân-ı Kerim'de şöyle okumaktayız:

“Kadın, erkek, iman etmiş olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.”[62]

Ayetten açıkça anlaşıldığı üzere hak terazisinde yegâne ölçü insanın iman ve imanının meyvesi olan salih ameldir. Tertemiz hayatı ve uhrevi mükâfatı elde etmek için başka bir şart söz konusu değildir. Kadın ve erkeğin bunda farkı yoktur. Ne yaş, ne ırk, ne kabile, ne cinsiyet, ne makam, ne de zahiri rütbenin etkinliği söz konusu değildir.

Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Cennet ehli kadınların en üstünü Hatice bint-i Huveylid, Fatıma bint-i Muhammed, Meryem bint-i İmrân ve Asiye bint-i Mezahim'dir.”[63]

Kadın eğer ibadet, Hakk’a kulluk, iman ve marifet ehli olursa, şüphesiz Allah-u Teâlâ nezdinde de tertemiz bir hayata ve büyük bir mükâfata sahip olacaktır.

Eğer fasık erkekler gibi dinsizliğe ve fesada yönelirse, ebedi azap ehli olacaktır.

Nuh ve Lut’un eşleri ilâhi dini kabul etmedikleri ve kendi inkârlarında ısrar gösterdikler için Kur’ân'ın ifadesiyle azap ve cehennemde ebedi kalmaya mahkûm olmuşlardır.

“Allah, küfredenlere, Nuh’un karısıyla Lut’un karısını misal gösterir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun nikâhı altında iken onlara karşı hainlik edip küfürlerini gizlemişlerdi de iki peygamber Allah’tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: “Cehenneme girenlerle beraber siz de girin” dendi.”[64]

Kur’ân-ı Kerim'de Meryem suresi, Dehr suresi ve Firavun’un mümin eşiyle ilgili ayetler bütünüyle kadının ibadet meselesinde yüce bir makama sahip olduğunu ve kıyamette de büyük bir ecre, fevkalade bir sevaba sahip olduğunu göstermektedir. İşte bunlar tümüyle tarihte boş konuşan ve kadının ibadetinin Allah-u Teâlâ ve dinler nezdinde hiç bir değerinin olmadığını söyleyenlerin ağzına inen bir yumruk konumundadır.

6- Kadın, babasının ve annesinin çocuğu ve kendi çocuklarının annesidir. Hiç kimse onu bu mensubiyetinden azledemez. Bu mensubiyeti ortadan kaldırmak zalimce ve haince bir iştir.

Kur’ân-ı Kerim, kızı da tıpkı erkek gibi anne ve babasının gerçek bir evladı olarak kabul etmektedir. Kadını erkekle aynı konumda tutmuş ve kadın çocuk sahibi olunca da onu çocuklarının annesi saymıştır.

Kur’ân, kız çocuklarını diri diri gömen Araplara karşı bu cinayet karşısında öfkesini ilan etmiş, çocuklarına zulmetmeyi ifade eden bu çirkin işten şiddetle sakındırmıştır:

“Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.”[65]

Gördüğünüz gibi bu ayet apaçık bir şekilde kız çocuğunu da insanın bir çocuğu olarak zikretmiştir. Kur’ân-ı Kerim hakeza mirasla ilgili ayette ise şöyle buyurmuştur:

“Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder.”[66]

Bu ayette de kız çocuğu evlat olarak ifade edilmiştir. Bu metot da tarihte boş söz söyleyenlere verilen bir cevap mahiyetindedir.

Kur’ân-ı Kerim kadının çocuklarının annesi olduğu hususunda ise şöyle buyurmuştur:

“Anneler çocuklarını, tam iki sene emzirirler.”[67]

Kur’ân-ı Kerim Musa’nın hikâyesinin kıssası hususunda da şöyle buyurmuştur: “ve Musa’nın annesine vahyettik.”[68]

Allah Resulü de Hz. Fatıma (a.s) hakkında da şöyle buyurmuştur: “Fatıma benden bir parçadır.”[69]

Başka bir rivayette ise şöyle buyurmuştur: “Evlatlarımız ciğerlerimizdir.”[70]

7- Kadının evlatları da şüphesiz babasının torunlarıdır. Resulul-lah’ın Hasan ve Hüseyin’e iki değerli torun olarak şiddetli bir ilgi duyması da kadının doğurduğu çocukların, kadının babasının torunları olmadığını söyleyen tarihteki cahillerin boş sözlerini boşa çıkarmaktadır.

İslâm fıkhı, annesinin “seyyide” olduğu kimselerin peygamberle kesin bir soy bağı bulunduğunu ifade etmektedir. Hatta Şia’nın taklit mercisi olan Seyyid Murtaza anne tarafından Resulullah’a bağlı olan kimselere bile humus verilebileceğine dair fetva vermiştir.

8- Kadın da ölünce fani olmamaktadır. Tıpkı erkek gibi beka ve ebedi bir hayata sahiptir. Hakk’a kulluk ettiği takdirde cennette ebedi kalacaktır. İbadetten uzak olduğu durumda ise ebedi olarak azapta kalacaktır. Kur’ân'da kıyametle ilgili binlerce ayet açık bir şekilde bu anlamı ifade etmektedir.

9- Kadın eşya ve meta değildir. Aksine hak kitabın ayetlerinin de açıkça buyurduğu gibi akıl ve irade sahibi bir varlıktır. Yaratılış cevheri ve tabiat mayasında erkekle eşittir. Bütün ilâhi ve insani ayrıcalıklardan ve özelliklerden pay sahibidir.

10- Kadın bir şehvet aracı değildir. Aksine erkeğin ortağı, türün beka sebebi ve hayatın yarısını teşkil eden bir varlıktır. Kadınla evlenmek temiz bir niyetle olduğunda ibadet, doğru ve salim bir tavırla olduğu takdirde ise insan için ahiret azığı ve uhrevi hayatın esenliğine sebep olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur:

“Kadınlarınız sizin için bir tarladır, tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah’tan korkun. O’na, hiç şüphesiz kavuşacağınızı bilin ve (bunu) iman edenlere müjdele.”[71]

Kur’ân, ince ve anlamlı “tarla” ifadesini kullanarak insani toplulukta kadının varlığının zaruretini ortaya koymaktadır. Kadın, şehveti söndürme aracı değildir. Aksine beşer türünün hayatını korumak için temiz bir vesile ve pak bir ortam sağlayıcısıdır.

Bu söz kadına bir oyuncak ve şehvet vesilesi olarak bakan ve düşünen kimselere karşılık ciddi bir uyarı sayılmaktadır.”kaddimu li enfusikum” ifadesi de, “Kadınla kaynaşarak ahiretiniz için azık gönderiniz” Anlamında olup cinsel ilişkiden nihai amacın sadece lezzet almak olmadığı gerçeğine işaret etmektedir. Mümin insanlar bu konudan, layık çocuklar yetiştirmek için istifade etmelidirler. Bu mukaddes hizmeti, kendi yarınları için manevi bir azık olarak önceden göndermelidirler. Böylece Kur’ân eş seçiminde bir takım ilkelere riayet etmemizi emretmektedir. Şüphesiz bunun neticesi de salih çocukları terbiye etmek, bu büyük insani ve toplumsal azığı temin etmektir.

Sözünü ettiğimiz konu, cinsel ilişkiyi ifade eden ayetin başlangıcında çok önem arz ettiğinden, cinsel içgüdülerden ibaret olan insanın en çekici içgüdüsü ile ilgili olduğundan “Allah’tan korkunuz” cümlesiyle insanı cinsel ilişki hususunda dikkat göstermeye ve Hakk’ın emirlerine teveccüh etmeye davet etmiş, hemen ardından ayetin sonunda da kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ile görüşeceklerini ve amellerinin sonuçlarını elde edeceklerini hatırlatmaktadır. Ayetin son bölümünde ise maddi ve manevi hayatlarının lehine olan bu emirler karşısında teslim olan imanlı kimselere müjde vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Müminleri müjdele”[72]

İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen önemli bir rivayette de bu sevgi ocağının azamet ve değeri şöyle ifade edilmiştir:

“Havva yaratıldığı zaman Âdem Hz. Hakk’a şöyle arz etti: “Allah’ım! Kendisine yakın olduğumda ve baktığımda beni yalnızlıktan kurtaran bu güzel yaratılış nedir? O benim için ünsiyet ve ülfet sebebidir.” Allah-u Teâlâ kendisine şöyle hitap etti: “Ey Âdem! Bu benim cariyemdir. Seninle olmasını, arkadaşın olmasını, seninle konuşmasını ve haklı isteklerine tabi olmasını istiyor musun? ” O şöyle arz etti: “Evet.” Bunun üzerine kendisine şöyle hitap edildi: “O halde hayatta olduğun müddetçe senin için karar kıldığım bu yâr sebebiyle bana şükret.”[73]

Evet, salih kadının ve vefalı eşin varlığı Hakk’ın bir nimetidir. İnsanın ömrünün sonuna kadar da bu değerli nimet karşısında hamd etmesi ve şükretmesi gerekiyor.

Altıncı İmam şöyle buyurmuştur: “Hayrın çoğu kadınlardadır.”[74]

Evet, gerçekten de çoğu hayrın kaynağının kadın olduğunu söyleyen bu rivayet çok ilginçtir. Evet, kadınla evlenmek dinin yarısını korumaktadır. Kadının haklarına riayet ibadettir. Ona muhabbet Hakk’a itaattir. Ondan salih evlat edinmek ahiret azığıdır. Ona hizmet Hakk’ın rızayetine sebep olmaktır.

Nitekim Allah Resulü de kadınlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Cennet annelerin ayakları altındadır.” İmam Sadık’ın (a.s) buyurduğu hayırların çoğu da işte bunlardır.

Ben evlenmek isteyen veya evlenmiş olan aziz gençleri ve mümin erkekleri, kadın hakkındaki bu ilâhi gerçeklere teveccüh etmeye ve kadının haklarını çiğnemekten sakınmaya davet ediyorum. Onlar hayatlarını ne değerli cevherle değerlendirdiklerini bilmelidirler. Evlenmek isteyen veya evlenen genç kızlara ve değerli kadınlara da bütün bu konulara teveccüh ederek kendi değerlerini bilmelerini, kadın olma nimeti sebebiyle merhamet sahibi Allah’a şükretmelerini tavsiye ediyorum. Onlar gerçekten de eşleri için, Kur’ân'ın hidayeti, Allah Resulü’nün ve değerli imamların emirleri esasınca, layık ve uygun bir eş olmalıdırlar.

Kadın olma, kocasına eşlik etme ve anne olma meselesinde, kendi tertemiz duygularından istifade etsinler. İlâhi emirlere hayatlarının bütün boyutlarında riayet etsinler. Böylece salim bir ev ve aileye, layık ve temiz çocuklara ve güvenlikle mutluluk dolu bir hayata sahip olacaktırlar. Bu yolla Hakk’ın hoşnutluğunu ve rızayetini elde edeceklerdir. Amelleri, davranışları, ahlâki ve hareketleriyle, hayata sefa, samimiyet, tatlılık, nur ve güzellik bağışlayacaklardır.

Kadının Konumu Hakkında Tarihe Yeniden Bakış

Tarihte cahiliye halkının kadın cinsine karşı gösterdiği vahşetler fevkalade ilginçtir.

Hak mantığından ve vahiy nurundan uzak yaşayan kimseler kadını erkeğin şehvet dolu hayatı için bir araç olarak kabul etmişler ve kadını erkek için çeşitli lezzetleri temin etme aracı olarak saymışlardır.

Kadın için okuma yazmayı tehlikeli görmüşler, hayatın doğal işleri ve yakınlarını ziyaret için dahi evinden çıkmasını caiz görmemişlerdir. Onlar, kadın evin dört duvarı arasında yaşaması gerektiğini söylemiş ve istediğini yapan bir varlık olarak gördükleri erkek karşısında kadını iradesiz bir varlık kabul etmişlerdir.

İlâhi Hıristiyanlık dininden yüz seksen derece sapmış olan Hıristiyan bölgelerde şöyle diyorlardı: Kadın, tıpkı köpeğin ağzını bağladıkları gibi ağzını bağlamalıdır. Onlar kadının ruhunun hayvani mi yoksa insani bir ruh mu olduğu hususunda şüphe taşıyorlardı.

Afrika’da kadın bir mal ve servet konumundaydı. Onun için bir inekten ve koyundan daha fazla değer tanımıyorlardı. Her kimin elinde daha çok kadın varsa daha çok zengin saylıyordu. Kadının alınıp satılması ve toprağı çapa yapması için kullanılması sıradan bir iş olarak kabul ediliyordu.

Kelde ve Babil'de ise kadınlar diğer mallar gibi satılıyor, her yıl bu iş için bir Pazar kuruluyor ve evlilik çağına gelmiş kızların satılması için ortam sağlanıyordu. Hindistan’da kız çocuklarını beş yaşında evlendiriyor, onlar için hiç bir hak tanımıyorlardı. Kadının hayatını erkeğin paraziti olarak kabul ediyor ve eşi öldüğünde onu eşiyle birlikte yakıyorlardı. Hiç bir varlığın kocası ölmüş kadından daha aşağı olduğunu kabul etmiyorlardı.

Bugün de aynı şekilde gazeteler birçok Hinduların çeyiz temin edemediği korkusuyla kızlarını küçükken ortadan kaldırdığını yazmaktadırlar.

Çin ve Tibet’te kadınların dört duvar arasında çalışma dışında hiçbir hakkı yoktu. Kadının yol yürüme gücünü dahi ortadan kaldırmak için doğduktan sonra ayaklarını demirden bir kalıba koyuyor, on beş yaşına geldikten sonra da o kalıbı ayağından açıyorlardı.

İlim, bilgi, felsefe ve hikmet merkezi olan antik Yunan’da da kadının kız çocuk doğurması bir suç sayılıyordu. İkinci defa kız doğurduğunda mahkemede yargılanıyor ve cezaya çaptırılıyordu ve üçüncü defa ise idam edilmesine hükmediyorlardı. Arabistan’da Kur’ân-ı Kerim’in de buyurduğu gibi kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi çok sıradan bir işti.

“Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar! ”[75]

Bu hususlar cahil ve akılsız halkların kadın cinsine reva gördükleri cinayetlerden sadece birer örnektir. Bunların detayları kadın hayatıyla ilgili kitaplarda kaydedilmiştir. O kaynaklara müracaat edebilirsiniz. Önceki satırlarda kadına reva görülen on hususta ilâhi mukaddes İslâm dininin görüşlerini okudunuz. Oysa Kur’ân ve rivayetler dilinde kadının cinsi hakkında şu başlıklar yer almıştır:

Ümm: Her şeyin kökü kaynağı ve merkezi –anne- [76]

Ekin: Türün beka sebebi, [77]

Elbise: Hayatın örtüsü[78]

Teskin: Huzur sebebi[79]

Reyhan: Gül dalı ve zarif [80]

Nimet: Hakk’ın inayeti [81]

Evlenen veya evlenmek isteyen gençler ve erkekler, Hakk’ın bu güzel ve fayda dolu yaratığının varlıksal etkilerine, manevi konumuna daha çok dikkat etmelidirler ve Allah’ın peygamberleri, imamlar, veliler, âlimler, arifler, filozoflar, yazarlar, büyük fakihler ve Allah’ın kulu olan salihlerin bu kadınların temiz ve iffetli eteğinden varlık âlemine ayak bastığını bilmelidirler. Kadınlar, insana hayatında bütün bu hayırların ve bereketlerin kaynağı konumunda olmuşlardır. Değerli anne ve babalar da kızlarının vücudunda da sayısız kemallerin ortaya çıkması için daha dikkatli davranmalı, fedakârlık derecesinde onların insani ve ilâhi terbiyesi için çaba göstermelidirler. Erkekler de eşlerinin haklarını büyük bir kemal, vakar ve edep içinde riayet etmelidirler ki, anne ve babaların evinde ve eşlerin haklarına riayeti sayesinde, salih nesil yetiştirmeye hazırlıklı olsun ve bu yolla insanlık toplumu en iyi şekilde manevi doyuma ulaşsın.

Hıristiyan bir kızın savaşta esir düşmesinden, İmam Hâdi’nin (a.s) evine gelmesinden onuncu İmam ve Hz. Hekime Hatun’un ilâhi terbiyesi sayesinde evrensel adaleti yayacak olan on ikinci İmam’ı dünyaya getirecek bir konuma gelmedi mi? Kadın böylesine kemallerin ve hakikatlerin bil kuvve çeşmesi konumundadır; vahiy hidayetinin ve hayır öğretmeninin nuru sayesinde fiiliyata ulaşmış ebedi kaynakların ve etkilerin kaynağı haline gelmiştir.

Kadını aşağılamak, onun şahsiyetine saldırmak, dinin hikmete dayalı emirlerine aykırı olarak kadını sınırlandırmak, kadına eziyet etmek, anne babasını ve akrabalarını görmesini yasaklamak, acıyla ve asık suratla kadınla birlikte yaşamak, günlük işlerden yorgun ve dışarıdaki işleri başından aşkın bir halde eve dönerek kadının karşısına geçmek, kadının içgüdülerini özellikle de cinsel içgüdülerini tatmin etmemek ve benzeri birçok konu din açısından beğenilmeyen bir iştir. Oldukça çirkin bir davranış ve aşırı bir zulümdür.

Eğer hayatın aşk ve muhabbet üzere olmasını istiyorsanız, kadının şahsiyetine riayet ediniz. Kadına dostluk ve sevgi gösteriniz. Onun gönlünü almaya çalışınız. Ev işlerinde ona yardımcı olunuz, ona eziyetten sakınınız. Günlük işlerinden yorgunluğundan, varlıksal sınırlılığından oluşan bazı işlerini, bütün vücudunuzla görmezlikten geliniz ki, hayatın tatlılığını tadasınız ve bu metotla rahmet sahibi Allah’a en yüce derecede ibadet etmiş olasınız.

Kadın hayrın kaynağı, insanlığın tarlası, hayatınızdaki örtü, huzur sebebi, varlık gülistanının zarif ve latif gül ve yanınızdaki Hakk’ın nimetidir. Yüce İslâm Peygamberi kadına sevgi göstermeyi, güzel koku ve namaza ilgiyi bir arada zikretmişlerdir:

“Bana dünyadan kadın, güzel koku ve gözümün nuru olan namaz sevdirildi.”[82]

Eğer insan kadının haklarına riayet ederek ve şahsiyetine saygı göstererek ondan salih ve layık evlatlar edinirse ölüm sonrasında bile amel defteri kapanmaz ve ölümden sonra çocuğunun salih olmasından ve temiz etkilerinden yararlanır. Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “İnsan ölünce şu üç şey dışında ameli kesilir: “Sadaka-i cariye[83], istifade edilen ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.”[84]

O halde babalar ve anneler kızlarının değerini bilmeli, erkekler temiz ve layık eşlerini takdir etmelidirler ki, kız yetiştirmek ve hanımına eşlik etmek, insan için dünya ve ahirette hayır kaynağı haline gelsin.


İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:“Başkasına köle olma; Şüphesiz Allah seni hür kılmıştır! ” (Bihar, c. 77, s. 214)

  

 

Beşinci Bölüm

 

İslâm’da Kadın ve Erkeğin İstiklali


İnsanın İstiklal ve Hürriyeti

İnsanın yaratılışı, ruh özgürlüğü, hayat işlerinde bağımsızlık ve seçimde özgürlük esasına dayalıdır.

Hiç kimse başka birisini köle ve kul edinme hakkına sahip değildir ve onu kendi isteklerine esir edemez.

Hürriyet ve özgürlüğü ortadan kaldırmak, bağımsızlık ve iradesini yok etmek, büyük bir günah ve hıyanet ve cinayettir.

Özgürlük, irade, bağımsızlık ve hürriyet insanın mayasıyla karışmıştır. İnsanın tabiatı ve yaratılışı bu hakikat üzere yaratılmıştır. Özgürlük ve bağımsızlık, Hakk’ın insanın vücuduna bağışladığı en büyük nimettir. Gelişmek, kemale ermek, zahiri ve batıni yüce makamlara ulaşmak için en üstün bir kaynaktır. Özgürlük atmosferi en yüce atmosferdir. Özgürlük ve hürriyet hal ve haleti ise insan için en güzel hal ve halettir.

İslâm’ın zulümle mücadelesinin en önemli örneklerinden biri de işte bu alandadır. İslâm, sömürmek isteyen ve özgür yaratılmış insanları kulluğa ve köleliğe sürüklemek arzusu içinde olan kimselere karşı büyük bir savaş açmıştır. İslâm’ın cihat hususundaki önemle vurguladığı emirler, zulüm ve zalimlerin boynuzunu kırmak içindir. Zulüm, zalimlerin ve insanların özgürlüğüne saldırıda bulunanların boynuzlarını kırmak içindir.

Hayat tarihi boyunca hayat alanına girmiş olan bütün zararlar, işte bu özgürlükleri ortadan kaldırmanın ve insanların bağımsız ve özgürlüğüne saldırının sonucudur.

Zulmü kabul etmek, özgürlük ve hürriyetini satmak, en büyük günahlardan sayılmıştır ve insanın, Hakk’ın rahmetinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Aynı zamanda maddi ve manevi menfaatlerin tehlikeye düşmesidir.

Özgürlük, hürriyet, seçim ve Hak Teâlâ'nın insanın kabiliyetinin tomurcuklanması, kemale ermesi ve gelişmesi için kendisine inayet buyurduğu iradeyi korumak farzdır. Saldırı tehlikesi karşısında her ne kadar can verme pahasına da olsa bunu savunmak gerekir.

Hürriyet Hakkında İlginç Bir Hikâye

Tarihte yer aldığı üzere Yezit veya bir valisi hacca gitmek için Medine’ye girdi. Kureyş’ten birine haber gönderdi. O şahıs, zalimin meclisine gelince ona şöyle dedi: “Benim kölem ve kulum olduğunu ikrar et. Eğer seni istersem bir köle gibi satarım eğer istersem de bir köle olarak tutarım.” O şahıs şöyle cevap verdi: “Allah’a yemin olsun ki sen kök, asalet ve nesep açısından benden daha yüce değilsin. Baban cahiliye döneminde ve İslâm’ın hâkim olduğu yıllarda da benim babamdan daha iyi değildi. Senin dinin ve imanın da benden üstün değildir. İyilik hususunda da benden hiçbir üstünlüğün yoktur. Bendeki bütün bu hususiyetlere rağmen nasıl olur da senin kölen ve kulun olduğunu ikrar ederim” O zalim şahıs ise şöyle dedi: “Eğer burada bunu ikrar etmezsen seni öldürmelerini söylerim.” O şahıs şöyle cevap verdi: “Benim öldürülmem Hz. Hüseyin’in öldürülmesinden daha büyük bir olay değildir.” Durum böyle olunca zalim, o şahsın öldürülmesini emretti. O şahıs da hürriyet, özgürlük, irade ve bağımsızlığını korumak için yüce şahadet feyzine ulaştı.”[85]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Şüphesiz insanoğlu köle ve cariye olarak doğmamıştır. Şüphesiz insanların tümü hürdür.”[86]

Hakeza Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Başkasına kul olma şüphesiz Allah seni hür kılmıştır.”[87]

Dikkat etmek gerekir ki, özgürlükten maksat insanın kendi türdeşine kulluk ve kölelikten, şehvetler yanlış içgüdüler ve ahlâki çirkinliklerden bağımsız olması anlamındadır.

İnsan dünyaya gelince pak temiz, değerli bir cevher, yüce bir varlık, başkasına kölelikten özgür, nefsi yüceliklere sahip, vücut şerafeti ve tek kelimeyle rezaletlerden, aşağılıklardan özgür ve irade sahibi bir varlık olarak dünyaya gelmektedir.

Hz. Hakk’ın hidayeti akıl, fıtrat, peygamberlerin nübüvveti, imamların imameti, Kur’ân-ı Kerim ve basiret sahipleriyle birlikte bu özgürlüğü ve iradeyi kullanması için insanı takip etmektedir ki, Allah-u Teâlâ'nın bütün bu lütufları ve inayeti sayesinde kendi özgürlüğünden istifade etsin, güzellikleri seçmeye kalkışsın ve bu yolla dünya ve ahiret saadetini elde etsin.

İnsan eğer bu manaya teveccüh etmez, Hakk’ın hidayetinden yüz çevirirse, şüphesiz özgürlük ve iradesini Firavun gibi kimseler, zamanın tağutları, hırs, kibir, haset, içgüdüler ve şehvetler karşısında kaybeder. Dünyanın kölesi ve başkalarının kulu olur. Şehvetlere, içgüdülere, hırsa ve tamaha esir olur. Yücelik, saadet, dünya ve ahiret hayrı hakkında asla nasiplenemez.

Her türlü kötülüğe bulaşan ve her türlü şehvet ve günahı işleyen kimseler, herkese itaat edenler, bu lakaytlığın ve laubaliliğin adını özgürlük olarak adlandırmaktadırlar. Oysa bunlar hakikatte cahil bir kul, aşağılık ve zillet içinde bir köle ve çaresiz bir varlık haline gelmişlerdir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim şehvetleri terk ederse, hür olur.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Dünya geçit yurdudur ve içindeki insanlar da iki kısımdır: Biri nefsini satar ve onu böylece helak eder; diğeri ise nefsini bütün bunlar karşısında satın alır ve böylece de onu (dünya ve ahirette her türlü kötülükten özgür kılmış olur.”

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kimde bu beş sıfattan biri olmazsa, onda faydalanılacak fazla bir şey olmaz. Birincisi vefa; ikincisi, tedbir; üçüncüsü, hayâ; dördüncüsü, güzel ahlâk ve beşincisi de bütün bu hasletler içinde barındıran hürriyettir.”[88]

Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Hırs ve tamah, seni köle etmesin oysa Allah seni hür yaratmıştır.”[89]

Yine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hür insanın başarısından biri de, helal yoldan mal kazanmaktır.”[90]

Önemli Bir Mesele

Özgürlüğün anlamına, hakikatine, iradenin değerine ve insanın, Hakk’ın hidayeti gölgesinde özgürlük, hürriyet ve iradesinden nasiplendiği zaman yüce makamlara, yeterli derecelere ve düşünülemeyecek gerçeklere ulaştığına teveccüh ettiğiniz takdirde, ömrümüz boyunca ve bütün olaylar ve belalar karşısında hürriyetimizi korumaya çalışırız. Hürriyetini korumak ise, Rabbin rızayet ve hoşnutluğuna erişmesine neden olur.

Bildiğimiz gibi atom iki merkezli çekirdekten ve birkaç tane elektrondan oluşmaktadır. Elektronlar özel bir düzen ve belirlenmiş bir süratle Allah-u Teâlâ'nın iradesi çerçevesinde merkezi çekirdeğin etrafında ona cezp olmuş bir halde dönmektedirler. Bu dönem ve sürat bu özel düzenin, bu çekme ve cezp olmanın bereketiyle vücuda gelmiştir. Atom nerede olursa olsun ve hangi programı üstlenirse üstlensin sadece fayda verme ve menfaat bağışlama dışında bir programa sahip değildir. Ama bu çekim ve cezp olma durumu ortadan kalkar ve elektronlar kendi özel sisteminden dışarı çıkacak olurlarsa ve protonlar ile merkezi çekirdek arasına ayrılık düşecek olursa, tahrip, fesat, zarar ve isyan dışında bir neticesi olmaz. İnsanlar da tıpkı bir atom gibidir. Vücudun merkezi çekirdeği, onun fıtratı, tevhidi Allah’ı istemesi ve Allah’ı aramasıdır. Varlığının, vücudunun kıvamı ise, bütün zahiri organlarını ve batıni haletlerini Hakk’a yönlendirmesi ve Rabb’ın istekleri ve emirleri doğrultusunda hareket etmesidir. Ve de bütün hareket ve duruşlarında Hakk’a olan aşktan ve Allah’a olan itaatten ayrılmamalıdır. Zira Haktan ayrılmak, dostun, aşkın ve marifetinin cezbesinden dışarı çıkmak, Allah merkezli çizgiden kaymak, insanın organlarında, batınında ve zahirinde birçok fesatların meydana gelmesiyle eşittir.

Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur: “Küfredenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır.”[91]

İnsanı bazı fesatlar karşısında kontrol eden etkenlerden biri de çok önemli evlilik meselesidir. İnsan iman, ahlâk ve amelden ibaret olan gerekli liyakatten gücü oranında nasiplenirse, dengi olan layık bir eş edinirse, zahiri ve batını bir yere kadar kontrol altına alınır, özgürlük ve hürriyeti korunur. Haram şehvetlere, kirli programlara ve uygunsuz dostlara kölelikten güvende kalır.

Birçok erkekler, iman ve ahlâk yücelikleri sebebiyle eşlerini, insani yüceliklere ve ilâhi makamlara ulaştırmışlardır. Nice kadınlar da basiretleri ve uyanıklıkları sebebiyle erkeklerini insani yüce makamlara ve melekuti yüce derecelere nail kılmışlardır.

Layık ve Yüce Eş

Hicri altmışıncı yılda Zuheyr b. Kayn-i Beceliyy birkaç kişiyle birlikte bir hac yolculuğuna çıktı ve hac ibadetlerini yerine getirdi. Zuheyr’in yönettiği bu kervan kendi evinden Allah’ın evine doğru yola koyulan küçük bir kervandı. Onlar Allah’ın evinden kendi evlerine geri dönüyorlardı. Zuheyr evine dönmekte olduğunu zannediyordu. Ama kendi kaderinden haberi yoktu. Zuheyr Allah’ın evinden kendi evine dönerken bu gerçekten haberdar değildi. Zuheyr’in küçük kervanı hacdan dönerken Hüseyin’in (a.s) büyük kervanıyla aynı yerde konaklamak istemedi ve Mekke dağlarından aşağıya dökülen bu tatlı nehir denize karışıyordu. Hz. Hüseyin’in Kervanı bir yerde konaklayınca Zuheyr’in kervanı oradan gidiyordu ve daha yukarıdaki bir konakta konaklıyordu. Eğer Hüseyin’in kervanı bir konaktan geçiyorsa Zuheyr o konaktan konaklıyor ve rahatlığına bakıyordu. Bütün gücüyle Hüseyin’le karşılaşmamaya ve onun yüzüne bakmamaya çalışıyordu. Neden?

Zuheyr’in toplumsal konumu onun böyle davranmasını gerektiriyordu. Çünkü o Ali’nin dostlarından ve ehlinden biri sayılmıyordu ve bu aileyle bir işi yoktu. Zuheyr Osman’ın dostlarından biriydi. Yezidi hükümetin yakınlarından ve hâkim sınıfın dostlarından biri sayılıyordu. Bir yandan da Hüseyin’i çok iyi tanıyordu. Ali’nin ailesine karşı büyük bir saygı duyuyordu. Ali’nin öldürülmesi olayına karışmak istemiyordu. Kısacası tarafsız kalmak istiyordu. Ama Emeviler'le dostluğunu korumaya çalışsa bile Hüseyin ile savaşmak istemiyordu. Hüseyin ile yüz yüze gelmek bu metoda aykırıydı. Yezit’e Zuheyr’in Hüseyin’le görüştüğü haberi ulaşacaktı. Eğer Hüseyin ondan yardım isterse ne yapacaktı. Hüseyin’e yardım edecek olursa dostlarından olacaktı. Eğer yardım etmezse Hüseyin’e isyan etmek doğru değildi.

Zira o Ali’nin oğluydu, Fatıma’nın oğluydu, yüce bir kimseydi. İslâm Peygamberi’nin yadigârıydı. Nasıl olurdu da onun emrine itaat etmezdi. Allah’a ne cevap verecekti! Cehennem ateşine karşı ne yapacaktı! Tarafsızlık en iyi yoldu. O halde Zuheyr’in kervanı Hüseyin’le karşılaşma ihtimalinin olmadığı bir yerde konaklanmalıydı. Zuheyr bir şey istiyordu, kaderi ise başka bir şeydi! Arabistan’ın sıcak ve kuru çölleri, uzak ve uzun konakları vardı. Kervancılar mecburen ister istemez bu konaklarda konaklıyordu. Zuheyr’in kervanı da bir konakta konaklamak zorunda kaldı ve böylece Hüseyin’in kervanıyla aynı yerde konakladı. Bu topraklar Osman taraftarı olan bir kişiden Ali taraftarı olan bir kişi ve Yezidi bir kişiden Hüseyni bir kişi yarattı.

Zuheyr’in taraftarlarının çadırları bir yere kuruldu. Hüseynilerin çadırları ise diğer bir tarafta kuruldu. Hüseyin Zuheyr’in kahraman, cömert, meşhur, konuşmacı, güçlü ve bilgili bir kimse olduğunu biliyordu. Dolayısıyla bütün bu liyakatlerine rağmen insanlardan uzak durması Ümeyye oğulları gibi vahşilerin örtüsü altına girmesi, doğru değildi. Özgür bir insanın özgürlüğünü kullanmaması doğru bir iş değildi. Değerli bir cevherin bir harabede olması ve layık bir insan olarak ortaya çıkmaması kabul edilemezdi.

Bu konakta da Zuheyr ihtiyatlı davrandı. Mümkün olduğu kadar Hüseyin’den uzak durmaya çalıştı. Ona yakın olmadı. Hüseyin devletin aleyhine kıyam etmişti. Zuheyr ise devletin taraftarlarından biriydi. Zamanın devleti kendi dostlarından, düşmanlarına karşı düşmanlık içinde olmasını, isyancıları bastırmasını istiyordu. Onlara yakın olmak en büyük suç sayılıyordu. Zuheyr bir çadırda oturdu. Yakınlarıyla yemek yiyordu. Aniden Hüseyin’in gönderdiği elçi ortaya çıktı. Selam vererek şöyle dedi: “Zuheyr! Hüseyin b. Ali seni istiyor! ”

Zuheyr, Hüseyin ile karşı karşıya gelmekten korktuğu için dehşete kapılarak bir söz söyleyemedi. Artık düşünecek bir durum kalmamıştı. Böyle bir durumu ön görmemişti. Ne yapacağını şaşırmıştı. Ya Hüseyin’in mesajını görmezlikten gelecek ve emrine isyan edecekti ya da Yezit’e sırt çevirerek Hüseyin’e doğru gidecekti. Her iki işte hedeflediği tarafsızlığına aykırıydı. Artık şimdi tarafsızlık oyunu yürürlüğe koyulamazdı. Oradakiler derin bir sessizliğe büründü. Ağzından lokmalar düştü. Yemek unutuldu, söz unutuldu. Hüseyin’in elçisi ayakta durmuş, durumu gözden geçiriyordu. Hayretler içinde kendi kendisine şöyle soruyordu: “Bu sessizliğin sebebi nedir? Neden Zuheyr gelmemektedir ve neden en azından gelmediğini söylememektedir. Hüseyin onu zorlamamıştır. Zuheyr cevap vermek hususunda özgürdür.”

Birkaç dakika böyle geçti, Zuheyr karar veremedi. Evet mi demeliydi yoksa hayır mı? ” Bir nur penceresi Zuheyr’i şaşkınlık ve tereddüt karanlığından kurtarmalı ve karar almasını sağlamalıydı. Zuheyr’in ömrünün en hassas anlarıydı. Ölüm ve hayatın yol ayrımında kalmıştı. Zuheyr devletin gücünden haberdardı. Hüseyin’in dostları da tanınmış kimselerdi. Hüseyin ölecek olursa, Hüseyin ile olan herkes de ölecekti. Hüseyin’in ailesinin de esir düşeceğini biliyordu. Hüseyin’in kendisini neden çağırdığını çok iyi anlıyordu. Hüseyin’in yolunun cennet, Yezit’in yolunun ise cehennem olduğunu çok iyi biliyordu. O saadet idi, bu ise şekavet!

Aniden bir şimşek çaktı. Bir kadın sessizliği bozdu. Zuheyr’e karar alma gücünü geri döndürdü. Zuheyr’in eşi Delhem dışında kimse değildi. Delhem şöyle dedi: “Zuheyr! Allah Resulü’nün Oğlu seni çağırıyor. Sen neden gitmiyorsun? Suphanallah! Git bak ne diyor! Sözlerini işit ve geri dön.”

İyi kadın gerçekten ne de iyi bir şeydir. Zuheyr hemen yerinden kalktı. Hüseyin’e doğru gitti, çok geçmeden geri döndü. Yüzünde tebessüm vardı. Yüzündeki hüzünler gitmişti. Yanakları sevinç doluydu. Karanlık gitmiş, nur geri gelmişti. Tarafsızlık bitmiş, tek taraflılık geri dönmüştü. O kısa zaman içinde Hüseyin’in Zuheyr’e ne dediğini ve Zuheyr’in neler işittiğini hiç kimse bilmiyordu. Zuheyr kervanının başına gelince şöyle dedi: “Çadırımı götürünüz ve Hüseyin’in çadırının yanına kurunuz.” Böylece bir nehir bir denize karıştı. Yezidi olan Zuheyr Hüseyni oldu. Zulmün darlıklarından dışarı çıktı. Adaletin geniş alanına girdi. Osman taraftarı biri gitti, Ali taraftarı biri geldi. Gerçekten de saadet insanın peşinden gelmektedir. Zuheyr dostlarına hitap ederek şöyle dedi: “Herkim bana tabi oluyorsa benimle olacaktır. Aksi takdirde vedalaşmamız gerekir.”

Zuheyr’in amcası oğlu olan Selman-i Beceliyy, Zuheyr’e katıldı, Hüseyni oldu ve şehadet günü de öğle namazını Hüseyin ile kıldıktan sonra şehadete erişti. Zuheyr dünyadan ve içindekilerden yüz çevirdi, Hüseyin’e katıldı, Hüseyin ile can verdi. Şimdi de o âlemde Hüseyin ile birliktedir. Zuheyr kendi değerli eşiyle vedalaşınca şöyle dedi: “Sen akrabalarının yanına geri dön ki benden taraf sana bir zarar gelmesin.”

Malını ve mülkünü eşine verdi, eşini amcasının oğluyla birlikte kabilesine geri döndürdü. Delhem ağladı ve değerli kocasıyla vedalaşırken şöyle dedi: “Allah senin yârin ve yaverin olsun! Senin için hayır dilesin! Bu son anda senden bir isteğim var. Kıyamet günü Hüseyin’in ceddi Resulullah’ın huzuruna varınca beni an ve beni unutma.”[92]

Evet! Zuheyr’in hürriyeti, özgürlüğü, güzel seçimi ve iradesi Emeviler tarafından yağma edilmişti. Ama onun layık eşi bütün bu değerlerin Zuheyr’e geri dönmesine neden oldu. Zuheyr tağuta kulluktan kurtuluşa ererek ebedi saadetin kucağına doğru koştu!

O halde evliliğin, insanın hürriyetini, iradesini veya özgürlük ve bağımsızlığa geri dönüşünü garantilediğini söyleyecek olursak, hiç de boş bir söz değildir.

Evlenerek kendimizdeki ilâhi ruhu koruyalım. Allah-u Teâlâ tarafından bizlere verilen hilafet makamını, şehvetlerin ve fesatların elinden güvende kılalım. İman ve salih amelimizin gelişimini arttıralım. Dinimizin yarısını koruyarak diğer yarısı hususunda takva ve haramlardan sakınmakla zarar görmekten uzak tutalım.

Erkek evlilik atmosferinde kadının kemallerinin tomurcuklanmasında pay sahibidir ve kadın da erkeğin makamlarının gelişmesinde ortaktır.

Kadın bilgili, layık ve değerli bir varlıktır. Öyle ki büyükler şöyle buyurmuşlardır: “Erkeğin vücudunda hakikatlerin zuhur etmesine neden olan kadındır. Erkek şerafetli asil ve yüce bir varlıktır. Nitekim onun hakkında kadının ilâhi derecelere ulaşma sebebi olduğu söylenmiştir.”

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünya kadınlarından cennete giren ilk kadın Hatice’dir.” Bu anlam da kadının ilâhi ruhuna, hak adına üstlendiği hilafet makamına, yüce değerlere sahip olduğuna, insani, ahlâki ve imani sermayesi bulunduğuna delalet etmektedir.

Evet, kadın heva ve hevesten özgür, tağutları esaretten bağımsız, haram şehvetlerden ve isteklerden özgürdür. Hakeza erkek de böyledir. Kadın ve erkeğin her ikisi de değerli bir cevherdir ve yaratılışın azametli genişliğinde iki yüce hakikattir. İmam Hüseyin (a.s) Hürr b. Yezit’in özgürlüğünü ve hürriyetini o şehidin yücelik sahibi annesine isnat etmektedir. Müminlerin Emiri de Malik-i Eşter’in azametini annesinin ilâhi ve temiz eteklerinin tecellisi olarak kabul etmektedir. Erkek, evde kadın için iyiliklerin örneği olmalıdır. Kadın da erkek için aynı konumda bulunmalıdır. Her ikisi de çocukları için iyiliğin ve güzelliğin sembolü olmalıdırlar.

Kadın ve Evlilikteki Özgürlüğü

Anne ve babalar dikkat etmelidir ki eş seçimi değerli İslâm’ın buyurduğu önemli şartlar eşliğinde evlenmek isteyen çocuğun kendisine aittir. Anne ve baba evlilik işinde kızlarını istemedikleri bir kimseyle evlendirme hakkına sahip değillerdir. Hakeza anne ve baba kızını beğenmediği bir kimseyle evlendiremez. Onlar eş seçiminde hak tarafından özgürlüğe ve bağımsızlığa sahiptirler. Çok önemli bir rivayette de evlilik hususunda seçim özgürlüğüne şöyle işaret edilmiştir.

İbn-i Ebi Ya’fur şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: “Ben evlilik için bir eş seçtim. Anne ve babam ise başka birini seçtiler. Ne yapmam gerekir? ” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Senin sevdiğini seç. Anne ve babanın seçtiğini ise bırak.”[93]

Şia’nın büyük taklit mercisinin ilmihalinde şöyle okumaktayız: “Eğer kız için uygun bir eş bulunur ve şer’i ve örfi açıdan kendisine denk olan bu kimseyle evlenmek ister de babası veya büyük babası buna engel olur ve sıkı davranırlarsa bu durumda onların izni gerekli değildir.”[94]

O halde erkek kendisine denk gördüğü bir kızı ve kız da kendisine denk gördüğü bir erkeği seçebilir. Bu konuda anne ve babanın rızayeti gerekli değildir. İslâm’ın izni ve rızayetiyle evlenebilir.

Anne ve babanın kız ve çocukların evliliği hususunda kabilesel ve sınıfsal isteklerini heva ve heveslerini hayata geçirmemek gerekir. Zira İslâm’da zorbalık haramdır. Zorbalığı kabul etmek de aynı şekilde haramdır.

“İki astarla yılanın iğnesi altında uyumak,

İki sırtla karıncanın iğnesinin üzerinde yürümek,

Zahmet ve zorlukla bedeni yağlayıp,

Arıların kovanının içine girmek,

Titreme ve ateş arasında yaralı bir bedenle,

Kışın tuzlu suyun altına girmek,

Dağa sütunsuz ve kılavuzsuz,

Geceleyin iki gözü kör yürümek,

Bana göre binlerce defa daha iyidir,

Arpa boyu zorbalık yükü altına girmekten.”[95]

Kadın ve erkek meşru iş seçimi hususunda da özgür ve bağımsızdır. İşlerinin ürünü ise onların kendisine aittir. Onların gelirleri üzerindeki malikiyeti meşru malikiyettir. Kadın, erkeğin izni dışında onun malı üzerinde hiçbir hakka sahip değildir; erkek de kadının izni olmaksızın onun malına karışamaz. Ayrıca kadın ve erkeğin bağımsızlığının hayatın tüm boyutlarında korunması gerektiğine dikkat da edelim.



“Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi. Âlemlerin Kadınlarından seni üstün kıldı.” (Âl-i İmrân/42)

 

 

 

Altıncı Bölüm

 

Vahiy Mantığında Kadının Makamı

 

Hakk’ın Pak Dini

Mukaddes İslâm dininin diğer din ve ekollerle bütün hususlarda çok derin ve temelli farklılıkları vardır.

Peygamber’in Ehl-i Beyti’nin ve Resul-i Ekrem’in hak üzere olan vasilerinin tefsir ettiği ve masum imamların beyan ettiği İslâm olan Şia, tevhid, kıyamet, melekler, nübüvvet, imamet, Kur’ân, fert, aile, toplum, maddi ve manevi işler, ahlâki ve pratik konular, kadın, erkek, evlat, iş ve kazanç, terbiye, siyaset, hükümet ve benzeri birçok konularda diğer ekollerden, kültürlerden ve mevcut dinlerden çok büyük farklılıklar içindedir.

İslâm’ın bu açıdan söylediği her şey hakikat, ölçü, zahir ve batın dünyasında gerçek örnekleriyle uyumludur. Özetle; Hakk’ın ilminde ve varlık âleminin bağrında yer alan gerçeklerle uyum içindedir.

İslâm dininde hakikat müfessirlerinin beyanı, onların ilâhi görüş ve temiz bilgisinin ürünüdür. Kur’ân-ı Kerim'in ayetlerinin derinliklerinden algıladıkları verilerdir.

Kur’ân-ı Kerim'de bu dinin konulara girişi ve Kur’ân-ı Kerim'in başlangıcı Hakk’ın mukaddes vücudunun rububiyet, rahimiyet ve rahmaniyet sıfatıyladır. Bu gerçeklerin hakikatlerinin başlangıcı, İslâm Peygamberi’nin melekuti ve ilâhi kalbinden başlamış, devamı ise Ali b. Ebi Talib’ten On ikinci İmam’a kadar bütün masum imamların beyanlarıyla sürdürülmüştür.

Rahman, Hz. Hakk’a özgü isimlerdendir ve Allah’tan başkası hakkında kullanılmamaktadır. Ama Rahim Hak’tan gayrisi hakkında da kullanılan bir sıfattır.

Her iki sıfatın da kökü rahmettir. Hakk’ın mübarek vücuduna oranla tercümesi de bağışlayan ve esirgeyen Allah demektir.

Kur’ân ayetlerini izah edenlerden bir grup şöyle demişlerdir. Rahman, Hakk’ın iyi ve kötü bütün kullarına oranla sergilediği genel rahmetine işarettir. Rahim ise salih ve itaatkâr kullara özgü olan Hakk’ın özel rahmetine işarettir.

Rahmaniyet sıfatının zuhuru dünyada rahimiyet sıfatının tecellisi ise ahirettedir. Ama bizzat Kur’ân-ı Kerim'de bu farklılık hakkında bir bilgi mevcut değildir. Kuran-ı Kerim’de şöyle yer almıştır: “Benim rahmetim her şeyi kapsamıştır.”[96]

Bu sıfatın varlıkların yaratılışındaki tecellisi, onların rızıkları ve olaylardan kurtuluşları dikkate değerdir.

Bu iki sıfatın yardımıyla Allah’ın dergâhından yardım dilemek, irfan-i bir halete, özel bir ruhiye ye ve özgün bir sevince sebep olmaktadır. Bunun tepkisi de Hak Teâlâ'nın kula inayet ve teveccühüdür.

İslâmi eserlerde de yer aldığı üzere Hz. Hak şöyle buyurmuştur: “Kulum beni rahmaniyet ve rahimiyet sıfatıyla çağırdığı zaman, onun isteklerine icap et etmemekten hayâ ederim.”

İnsanların yaratılışı ve rızıklandırılışı rahmaniyetin bir tecellisidir; hidayet ve başarıları ise rahimiyetin bir ürünüdür.

Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de kendisini başka bir şekilde de rahmetle övmüştür: Hayr'ur-Rahimin, Erham’er-Rahimin ve Zü'r-Rahmet.[97]

Bu hakikatin zihne yakınlaştırılması için Allah Resulü bu gerçekleri işte bu şekilde insanların anlayabileceği bir ifadeyle beyan etmiştir; yoksa o âlemde zaten sayı ve derecenin bir anlamı yoktur.

Allah’ın yüz rahmeti vardır; onlardan birini yedi gök ve yere yaymıştır. O bir derece ile kendilerine uygun bir şekilde bütün yaratıklara merhamet bağışlamaktadır. Yaratıklar da o rahmetin yardımıyla birbirlerine sevgi göstermekte ve acımaktadırlar. Diğer doksan dokuz derecesi ise Allah’ın nezdinde saklı tutulmuştur. Böylece kıyamet koptuğunda, dünyada dağıtılan bu bir derece rahmet de doksan dokuz dereceye katılacak ve müminlere ve itaat edenlere dağıtılacaktır.

Rab ise, malikiyeti evrendeki bütün varlıkları ve bütün gerçek âlemleri kapsayan malik anlamındadır ve bu malikiyet ortadan kaldırılamayan malikiyettir. Varlıkların tedbiri, gelişimi ve yetişmesi bu gerçek malikin kudret eli ile gerçekleşmektedir.

Hak Teâlâ’nın varlık âlemindeki bütün zerrelerle malikiyet ve tedbir bağlantısı, hakiki, ebedi, daimi ve zati bir bağlantı olduğu için insanın, Allah’ın rububiyeti karşısında başka bir rab edinmesinin, başka bir malik, tedbir, müdebbir ve O’nun kanununun dışında bir kanun kabul etmesinin bir anlamı yoktur.

Hayatın bütün boyutlarında gerçek tevhidin tecellisi ise insanın bütün vücuduyla Allah’ın malikiyet ve tedbirinin gölgesinde baki kalmasıdır. Her kültür ve ekolde Hakk’ın zıddına zorla insanın hayatını idare etmek isteyen her türlü malik ve malikiyet iddiasında bulunan kimseleri nefyetmesidir. Temiz “La ilâhe illallah” kelimesinin, hayatın bütün boyutlarında bunun dışında bir anlamı yoktur. Evet, insanın bütün zahiri ve batıni ihtiyaçlarını, Hakk’ın rahmeti ve rububiyet nuru gidermektedir. İnsanın dünya ve ahiret saadetini Allah’ın lütuf, inayet, rahmet, merhamet ve tedbiri garanti etmektedir.

İlâhi Peygamberlerin Hakk’ın Rahmet ve Rububiyetine Tevessül Etmeleri

Hak Teâlâ'nın rahmet ve rububiyetinden başka bir rab, malik, müdebbir, mürit, rahmet ve lütuf kabul etmeyen, kendilerini her an o malikin memluğu ve o Rabb’ın merbubu ve o Mabud’un abdı (kulu) sayan, diğer rablerle ve yersiz yere tedbir iddiasında bulunanlarla bütün vücuduyla savaşan, bazılarının bu savaş sahnelerinde can verdiği ve canlarıyla Hakk’ın rahmetini, kültürünü ve malikiyetini ebedileştiren ilâhi peygamberler, bütün olaylar, sıkıntılar, ihtiyaçlar ve hacetler anında Hakk’ın rahmet ve rububiyetine tevessül etmişlerdir.

“Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz hüsrana uğrayanlardan oluruz”[98]

Nuh (a.s) ise kendisinin ve müminlerin kurtuluşu ve zalimlerin ise kökünün yok olması için yaptığı bir duasında şöyle buyurmuştur: “Rabbim! Yeryüzünde hiç bir kâfir bırakma.” [99]

İbrahim (a.s) ise bir duasında şöyle arz etmiştir: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için Senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vadiye yerleştirdim.”[100]

Musa (a.s) da Medyen şehrinin kapısında çaresizlik içinde kalınca Hak Teâlâ'ya münacat ederek şöyle arz etmiştir: “Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım”[101]

Hz. Yusuf (a.s) ise şöyle arz etmiştir: “Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin; benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” [102]

Zekeriya (a.s) ise şöyle arz etmiştir: “Rabbim! Beni tek başıma bırakma, sen varislerin en hayırlısısın”[103]

Allah-u Teâlâ yüce Peygamberi'ne de dua ve münacatlarında şöyle demesini emretmiştir: “Rabbim! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.”[104]

Kur’ân-ı Kerim Allah’ın veli ve âşık kullarının gece karanlığında ayakta iken, otururken ve yaratılışı düşünürken şöyle dediklerini nakletmektedirler: “Rabbimiz bunu boşuna yaratmadın.”[105]

Masum imamlardan nakledilen, özellikle Kumeyl, Ebu Hamza, Arefe ve Hz. Seccad'ın on beş münacatında mübarek Rab kelimesi birçok defa tekrar edilmiştir. Peygamberlerin bu makama tevessülü ve dualarda bu hakikatin tekrarı bu meselenin azametini göstermekte ve de insan hayatının tüm boyutlarındaki tecellisinin ifadesidir. Sadece dua edenler yaptıkları dualarında bu makama tevessül etmemişlerdir. Hatta Hakk’ın rububiyeti insanların hayat fezasında, inançlarında, amellerinde ve ahlâklarında ilmi ve ameli olarak tecelli etmiş bulunmaktadır

Hakk’a İbadet ve Kulluğun Yüce Makamı

İster kadın ister erkek insanın bir tek hüviyeti ve cevheri vardır. Kemal ve insanlık belirtilerinin zuhur yolunu kat etmek ve manevi makam ve derecelere ulaşmak hususunda aralarında hiçbir farklılık yoktur. Eğer batıni bir meyil ve fıtri bir çekimle akıl, nübüvvet, imamet, merhamet sahibi öğretmenler ve şartları haiz mürebbilerin yardımıyla Hakk’ın rububiyetini kabul edecek ve Hz. Hakk’ın hidayet, tedbir ve malikiyetini hayatın bütün boyutlarında kabullenecek olursa, tağuta kölelik bataklığına, nefsin heva ve isteklerine düşmekten ve şeytani ekol ve kültürlere yakalanmaktan güvende olur. Gerçek malike oranla kul olmanın bereketiyle yüce, melekuti ve arşi makamlara yükselir.

Kadın ve erkek zahiri ve batıni yaratılışında rahmaniyet, rahimiyet ve Hz. Hakk’ın rububiyetinin tecellisidir. Bu ilâhi kitabın apaçık ayetlerinden de istifade edildiği hiçbir inkâr, itiraz, şek ve şüphe kabul etmeyen bir gerçektir. Kadın da insandır; kadın da kabiliyetlere ve manevi güçlere sahiptir. Kadın vahiy dilinde erkekle eşit bir cevhere ve kimliğe sahiptir.

Kadın ilâhi rahmettir. Kadın Hakk’ın rububiyetinin tecellisidir. Kadını aşağılamak, kadına saldırmak ve haklarını çiğnemek onun haklı programlarını korumaktan yüz çevirmek, insanlık dairesinde onu zayıf saymak, yersiz yere onu boşamak, kadınla çocuğunun arasını ayırmak ve benzeri birçok kötülükler beşer üzerinde malikiyet iddiasında bulunanların, tarihteki Firavunların, sultacı kültürlerin, zalimlerin, zorbaların ve diktatörlerin uğursuz eserleridir.

İtalya’da insanlar erkek kız çocuğuna sahip olunca çok sevinmekteydi. Çünkü eşyasına yeni bir şey eklenmişti. On üç veya on dört yaşına geldikten sonra da onu pazara götürüyor, satıyor ve aldığı parayla da günlük ihtiyaçlarını gideriyordu.

Bazen İtalya’da kadınlara kızdıkları zaman da onu içinde kaynar zeytinyağının bulunduğu bir kazana atıyor ve yok ediyorlardı.

Kadın onlara göre bir hizmetçi, köle, cariye, şehvet aracı olarak kullanılıyordu. Henüz de beşeri kültürlerde kadın birçok haklarından mahrum bulunmaktadır.

Ama hak dininde ve vahiy mantığında kadın yüce bir varlıktır. Manevi birçok hayırların kaynağıdır, kabiliyet ve ilâhi güçlerle donanmış bir kâinattır.

Kadın eğer değerini tanıyacak, insani konumunu koruyacak ve gelişimi ve terbiyesi hususunda İslâm’ın yüce öğretilerinden gücü oranında istifade edecek olursa, tertemiz bir Meryem, yüce bir Hatice, layık bir Zeynep ve Hz. Hakk’ın dergâhında layık bir makam sahibi olacaktır. Aksi takdirde nankörlük yolunu kat eden, Hakk’ın nimetlerini inkâr eden ve Hakk’ın hidayetinden yüz çevirdiği için de dünya ve ahirette rüsva olan Hakk’ın ebedi lanetine maruz kalan erkeklerin konumuna düşecektir.

Vahiy Mantığında Kadın

Çok değerli Mecme’ul Beyan tefsirinde[106] şöyle yer almıştır: Esma bint-i Ümeys, değerli eşi Cafer b. Ebi Talib’le ilâhi ve salt dini korumak için yaptıkları hicretten geri döndüklerinde Peygamber’in eşlerini görmeye gitti ve onlara şöyle dedi: “Kur’ân’da kadınlar hakkında bir ayet var mıdır? ” Onlar, “Hayır” dediler. Böylece Esma hemen Allah Resulü’ne koştu ve şöyle arz etti: “Kadınlar ümitsizlik ve ziyan içindedirler.” Peygamber, “Hangi açıdan? ” O şöyle arz etti: “Erkekler hayırla anıldığı gibi kadınlar anılmamıştır. Bunun üzerine merhamet sahibi olan Allah şu ayeti nazil buyurdu: “Doğrusu erkek ve kadın Müslümanlar, erkek ve kadın müminler, boyun eğen erkekler ve kadınlar; doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır.”[107] Bu ayet-i şerife de açık bir şekilde yer aldığı üzere kadınlar da erkekler gibi manevi ve melekuti on yüce makama ulaşabilirler ve bu yolla Hakk’ın mağfiretini ve uhrevi büyük mükâfatı elde edebilirler. O makamlar şunlardır: 1- İslâm makamı, 2- İman makamı, 3- İtaat makamı, 4- Doğruluk makamı, 5- Bütün olaylar karşısında sabır ve istikamet makamı, 6- Hakk’ın cezasından ve azametinden korku makamı, 7- Ürünü sadaka olan yücelik ve cömertlik makamı, 8- Oruç makamı, 9- Nefsini kontrol etmek ve şehvetlerine malik olmak makamı, 10- Hakk’ı zikir ve hatırlama makamı.

Esma bint-i Yezit-i Ensari Allah Resulü’nün huzuruna vardı. Peygamber ashaptan bir grup ashapla oturmuş bulunuyordu. Esma şöyle arz etti: “Annem babam sana feda olsun! Ben kadınların temsilcisi olarak sana gelmiş bulunmaktayım. Canım sana feda olsun! Bil ki, doğu ve batıda bulunan her kadın bu inanç üzeredir ve benimle aynı görüşü taşımaktadır. Allah seni bütün kadın ver erkeklere risaletle gönderdi. Biz de sana ve Hz. Hakk’a iman ettik. Ama tür olarak kadınlar oldukça sınırlı, evin içinde mahpusturlar. Birçok eksiklikleri vardır. Erkeklerin şehvetlerini tatmin hususunda teslimiyet içindedirler. Uzun bir müddet çocuğa hamile kalmaktadırlar. Ama siz erkekler cuma ve cemaat namazına gidiyor, hastaları ziyaret ediyor, cenazelerin teşyii merasimine katılıyorsunuz. Defalarca hac ziyaretine gidiyor, hepsinden de önemlisi Allah yolunda cihat etmekle kadınlar üzerinde üstünlük sahibisiniz. Erkekler, hac, umre veya sınırları korumaya gitmektedir. Biz kadınlar ise erkeklerin malını koruyor, elbiselerini dikiyor ve çocuklarını terbiye ediyoruz. Biz hangi mükâfat, ecir, nasip ve menfaat hususunda erkeklerle ortak durumdayız? ”

Allah Resulü dostlarına bakarak şöyle buyurdu: “Din hususlarında bu kadının sözünden daha güzel bir söz işittiniz mi? ” Onlar şöyle dediler: “Kadının böyle bir gerçeklere ulaşacağını asla düşünmüyorduk.” Peygamber (s.a.a) Esma’ya dönerek şöyle buyurdu: “Git ve bütün kadınlara da haber ver ki kocasına iyi eşlik etmek, eşinin rızayet ve hoşnutluğunu talep etmek ve doğru bir hayat işlerinde eşiyle uyum içinde olmak, bütün o amellerden erkeklere nasip olan paylara denktir.” Kadın Peygamber’in meclisinden çıkınca sevincinden “Allah-u Ekber! La ilâhe illallah” diyordu.”[108] [109]

Sekizinci İmam da babalarından, onlar da Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Allah nezdinde müminin örneği mukarreb meleğin örneğidir. Şüphesiz aziz ve celil olan Allah nezdinde mümin, melekten daha yücedir. Allah nezdinde tövbe eden kadın ve erkek müminden daha sevimli bir şey yoktur.”

Mutluluk ve Mutsuzluğun Ölçüsü Akıl ve Şehvettir

Hakikatleri derk eden, gerçekleri kabullenen, saadet ve esenlik yolunu ortaya koyan ve insan hayatında sabit işleri yönlendiren güç akıldır.

Usul-i Kafi’de akıl babında Ehl-i Beyt'ten nakledilen rivayetlerde bu değerli cevher “batın peygamberi” olarak adlandırılmıştır.

Şehvet doğal olarak Hakk’ın nimeti, maddi hayattan lezzet alma sebebi, hareket, iş, çaba ve insanın dünyevi ve bazen de uhrevi hayatında gösterdiği faaliyetlerin etkenidir.

Şehvet eğer akıl nuruyla kontrol altına alınır ve bu manevi nurlu meşaleye tabi olursa, hayatın atmosferi salim bir atmosfer haline dönüşür, hayat sofrası Hakk’ın rahmet sofrası haline gelir. İnsanın varlığı insanlığın bir örneği olur ve melekten üstün bir değer elde eder.

Akıl eğer şehvet zindanında esir olur ve kendi nurunu yaymaktan mahrum kalırsa, insan hayatını kayıtsız şartsız şehvet ve hesapsız isteklere yönlendirirse, zahir ve batın gözü şehvetin ardı sıra sadece maddi işleri görürse, insanın hayat ölçüsü, karnı ve cinsel içgüdüler olursa, insanlık etkileri ortadan kalkar ve insan hayvanlardan aşağı bir konuma düşer.

Abdullah b. Sinan şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) şöyle sordum: “Melekler mi üstündür yoksa insanoğlu mu? ” İmam Sadık (a.s) bu konuda Müminlerin Emiri’nin (a.s) şöyle cevap verdiğini nakletti: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah, meleklerde şehvetsiz bir aklı takdir etmiştir. Hayvanlarda ise akılsız bir şehveti takdir etmiştir. İnsanoğlunda ise her ikisini takdir etmiştir. O halde her kimin aklı şehvetine galip gelirse o meleklerden daha üstündür. Ve her kimin de şehveti aklına galip gelirse şüphesiz o hayvanlardan daha kötüdür.”[110]

Bu hakikat eğer erkekte olduğu gibi kadında da tecelli ederse, şüphesiz kadının değeri, kıymeti ve yüceliği meleklerden daha üstün olur. Eğer bu varlık uzak görüşlü akıldan, batın peygamberinden ve batıni göz nurundan yüz çevirecek, bütün çabasını altın, süs, işve, naz, süslenme, şehvet, tecelli ve başkaları karşısında gösteriş yolunda harcayacak olursa Allah’a yabancı bir halde yaşarsa, tıpkı bozuk, kâfir ve nankör erkekler gibi hayvanlardan daha aşağılık bir hale düşer.

Kadınlarla İlgili Mirac Gecesinden İlginç Bir Hadis

Hak taifenin büyük âlimlerinden, Şia’nın büyük şahsiyetlerinden, İslâmi muteber ravilerden ve Hz. Hâdi’nin (a.s) buyurduğu gibi ziyaretinin Hz. Hüseyin’in (a.s) ziyareti kadar sevap olduğu Hz. Abdulazim Hasan-i İmam Cevad’tan (a.s), İmam Cevad da masum babalarından onlar da Müminlerin Emiri’nden (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: Ben ve Fatımat’üz Zehra Peygamber’in yanına gittik ve onun şiddetle ağladığını gördük ve kendisine şöyle arz ettim: “Annem babam sana feda olsun! Neden böyle ağlıyorsun? Peygamber şöyle buyurdu: “Bir gece beni Mirac’a götürdüler. Orada ümmetimin kadınlarından bazılarının şiddetli bir azapta olduğunu gördüm. Onların bu şiddetli azabından dolayı ağlamaya başladım. Bir kadının perçeminden cehennem duvarına asıldığını ve beyninin azabın şiddetinden kaynadığını gördüm.

Bir kadının da diliyle cehennem duvarına asıldığını ve cehennemdeki en kötü kokan ve en sıcak maddeden ağzına ve boğazına döküldüğünü gördüm.

Bir kadının da göğüslerinden cehennem duvarına yapıştığını gördüm. Bir kadının ise iki ayaklarından cehennemde asıldığını gördüm. Bir kadının da kendi bedeninin etini yediğini ve ateşin etinin ve derisinin altından dışarı çıktığını müşahede ettim.

Bir kadının el ve ayaklarının bağlandığını, bir sürü yılan ve akreplerin o kadına saldırdığını ama eli ve ayakları bağlı olduğundan kaçamadığını kendisini savunma gücüne de sahip olmadığını gördüm. Bir kadının ise sağır, kör ve lal olduğunu gördüm. Onu ateşten bir tabuta koymuşlardı. Bütün bedeninden cüzam hastalığına yakalanan kimseler gibi et ve deri parçaları dökülüyordu.

 Bir kadının da ateşten olan makasla etinin biçildiğini gördüm.

Bir kadının da yüzünün ve bedeninin alevlendiğini gördüm. Onu karnında olan her şeyi pençeleriyle dışarı çıkarıp yemeye zorluyorlardı.

Bir kadının da başının domuz başı, bedenin ise eşeğin bedeni olduğunu gördüm. O da bir milyon azaba çaptırılmıştı.

Bir kadının ise yüzünün köpek yüzü olduğunu gördüm. Ateş arkasından giriyor ağzından çıkıyordu. Azap melekleri başına ve bedenine cehennem aletleriyle vuruyorlardı.”

Hz. Zehra (a.s) şöyle arz etti: “Ey sevgili babacığım ve göz nurum! Bana söyle bakayım onların dünyadaki ameli ve metodu ne idi ki böylesine zor ve şiddetli azaba maruz kaldılar? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Perçeminden cehennem duvarına asılan kadın alnına dökülen saçları namahremden korumayan kadındı. Diliyle cehennem duvarına asılan kadın ise, eşine diliyle eziyet eden ve dokunaklı söz söyleyen kadındı.

Göğsünün iki tarafından cehennem duvarına asılan kadın ise cinsi konularda eşine itaat etmeyen ve onu bu doğal içgüdülerini tatmin etmesine izin vermeyen kadındı.

İki ayaklarından cehennemde asılan kadın ise eşinin izni olmadan istediği yere giden kadındı. Bedeninin etini yiyen ve cildinden ateş fışkıran kadın ise kocasından başkası için süslenen ve süslerini namahrem erkeklere gösteren kadındı.

Elleri ve ayakları bağlanmış ve yılan ve akreplerin saldırısına maruz kalan kadın ise namazı hafife alan, necaset, cenabet ve hayızdan temizlenmeyen kadındı.

Kör, sağır ve lal olan kadın ise kocasından başkasıyla yatan, ondan çocuk sahibi olan ama çocuğunu kocasının evine getiren kadındı.

Ateşten olan makasla eti biçilen kadın ise kendisini yabancı erkeklere teslim eden kadındı.

Yüzü ve bedeni ateş içinde kalan ve karnında olan her şeyi yemeye zorlanan kadın ise fuhuş ve kötülüklere aracılık eden ve kadınları diğer erkeklerin şehvetine alet eden kadındı.

Başı domuz ve bedeni ise eşeğin bedeni olan ve bir milyon azaba çaptırılan kadın ise arabozucu ve yalancı olan kadındı.

Yüzü köpeğin yüzüne benzeyen, arkasından ateş girip ağzından çıkan kadın ise işret/eğlence meclislerinde şarkı söyleyen ve haset hastalığına maruz kalan kadındı.” [111]

Velhasıl kadın vahiy mantığı esasınca en yüce manevi makamlara ve derecelere ulaşabilir ve Meryem gibi olabilir. Ama hak dine teveccüh etmez ve insani şahsiyetini önemsemezse en düşük konuma düşer, hayvanlardan daha aşağı bir hale gelir. Bu iki mertebe hem kadın ve hem de erkek için söz konusudur.


“Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.” (Bakara/185)

 

 

Yedinci Bölüm

 

Evlilik Yolunun Müşkülat ve Engelleri

 

Evlilik Meselesinde Sıkı Tutum

Kız ve erkeğin evliliğe olan ihtiyacı doğal ve zati bir ihtiyaçtır. Şehvet içgüdüsünün saldırısı karşısında uzun bir süre direnmek, kız ve erkek için oldukça zor bir iş olarak gözükmektedir.

Bazen uzun bir zaman sürdürülen bu direniş bozulmaya, bozmaya ve evliliğe olan ihtiyacın ortadan kalkmasına sebep olmaktadır.

Bazen de içgüdülerin isyanı, bireylerin fesat ve günah çukuruna yuvarlanmasına sebep olmaktadır.

Bazen kız ve erkeklerin evliliğine engel olmak birçok sorunlar çıkarmakta, onları çeşitli hastalıklara duçar kılmaktadır.

Bazen evlenmek istediği halde bu yolda çıkarılan engeller, meşru olmayan aşklara sebep olmakta, gençlerin iffet ve temizliğini bozmakta, bir ülkenin sermayesi olan gençleri intihara kadar sürüklemektedir.

Bazı anne ve babalar, evlilik çağındaki çocuklarını kendilerine evlilik tekliflerinde bulunduklarında onları çocuk olarak kabul etmektedirler ve onların aile kurma hakkındaki tekliflerini hayâsızlık ve utanmazlık olarak saymaktadırlar. Bu konuda çocuklarına saldırarak onları kınamakta ve aşağılamaktadırlar.

Onlara kendilerini eziklik içinde hissedecekleri bir şekilde davranmaktadırlar. Eğer onlar güçlü bir imana sahip olmazlarsa kendilerini sapık bir yolda hareket etme zorunda hissederler.

Bazı anne ve babalar da, gelin veya damadın ailelerine yapamayacakları çok zor ve mümkün olmayan bir takım önerilerde bulunmaktadırlar. Bu önerilerinde öylesine diretmektedirler ki, böylece kız ve erkeğin evlilik çağı geçmekte ve insanlık bağının gülleri yaprak yaprak dökülmektedir.

Bazen bir erkek bir kızı istemeye gitmektedir ama gelin ailesinin kötü ahlâkıyla karşılaşmakta ve o kızla evlenmekten pişman olmaktadır. Bu durumda da kız da evinde kalmakta, ruhi açıdan zarar görmekte ve evlilik çağı geçmektedir. Böyle bir durum bazen de erkeğin evinde ortaya çıkmaktadır.

Bazen kız ve erkekler karar alma durumunda olmadıklarından ata erkil veya ana erkil atmosfer dâhilinde evliliğe razı olmamakta ve bu yolla da birçok zararlar görmektedirler. Bazen de bizzat kız veya erkek karşı tarafa ağır tekliflerde bulunarak evlilik işinin gerçekleşmesine engel olmaktadırlar.

Değerli İslâm dini bu sıkı tutumları ve inatlaşmaları, insaf ve mürüvvete aykırı, insanlık ahlâkından uzak, ilâhi ve şer’i olmayan bir iş olarak kabul etmektedir.

İslâm, böylesine sıkı tutan kimselere bu işlerin dünya ve ahirette insanın bizzat kendi yakasından tutacağı hususunda uyarılarda bulunmaktadır.

İslâm, rahmet sahibi Allah’ın işlerde kolaylaştırıcı olan kimselere sıkı davranmadığını ve zorlaştıran kimselere de sıkı davranacağını belirtmiştir.

Bu konuda sıkı tutmak, kız ve erkeklerin insani ve doğal arzuları, emelleri, şehvetleri ve içgüdüleri ile savaşmaktır. Hak Teâlâ da şüphesiz sıkı davrananlara sıkı davranacak, onları lütuf ve muhabbetinden mahrum kılacaktır.

Hamad b. Osman şöyle diyor: “Bir şahıs İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda birisinden şikâyette bulundu. Çok geçmeksizin şikâyet edilen şahıs oraya gelince İmam Sadık (a.s) ona: “Neden falan şahıs senden şikâyet ediyor? ” diye sordu. O şahıs şöyle dedi: Bana borçludur ve ben de son kurşuna kadar bütün paramı almak hususunda diremekteyim.” İmam (a.s) sinirlendiğinden oturma şeklini değiştirdi ve şöyle buyurdu: “Son kuruşuna kadar alacağını ondan almakla kötü olacağını sanmıyor musun? Hak Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim'deki şu sözünü okumadın mı? : “Kötü hesaptan korkarlar”[112] Sen kötü hesabın Allah tarafından kula zulmedilmek anlamında olduğunu mu sanıyorsun? Hayır! Allah’a yemin olsun ki: “Onlar son zerresine kadar amelden hesaba çekileceklerinden korkarlar.” O halde bil ki, kim hesap işinde bu kadar sıkı davranırsa, şüphesiz kötü iş yapmıştır.”

Anneler ve babalar! Erkekler ve kızlar! Bu evlilik işinde sıkı davranmaktan korkunuz. Bu insani olmayan işten sakınınız. Evlilik işini kolaylaştırınız, şartlarını kolay tutmaya bakınız. Kolay şartlarla bir kızı veya erkeği evlendirmek, fesat yatağının ve günah sofrasının açılmasının önünü alır.

Kendinizi, Kendiniz İle Diğerleri Arasında Ölçü Kılınız

Anne ve babalar kendilerinin de bir gün genç olduklarını ve evlilik iştiyakının ateşinde yandıklarını unutmamalıdırlar.

Onlar da bir an önce anne ve babalarının kendilerini evlendirmelerini arzu etmiş ve sıkı tutmadan, zor şartlar ortaya sürmeden, evlilik sofralarını sefa, aşk ve muhabbet atmosferinde sermelerini istemişlerdir. Onlar anne veya babalarının bu mesele hakkında ilâhi temiz sünneti erteleyecek veya bu yolda engel çıkartacak veya anne babaların durumunun buna bir engel çıkardığını gördüklerinde çok rahatsız olmuşlar, ruh haletleri bozulmuş anne ve babalarına karşı kötümser ve sonuç olarak da kin duymaya başlamışlardır.

Bugün de kızlarını veya oğullarını evlendirmek istiyorlarsa, kendilerini çocuklarının yerine koymalı, arzu ve isteklerini, şehvet ateşinin taşkınlığını ve yeni bir hayat kurmaya duydukları aşk ateşlerini göz önünde bulundurmalıdırlar. Zira insanın kendisini onun yerine koyması, sıkı tutmaları ortadan kaldıracak, kız veya erkeğin evlilik işini şüphesiz kolaylaştıracaktır.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) çok önemli bir rivayette insanın kendisini kendisiyle diğerleri arasında ölçü kılma konusunu şu şekilde işaret etmektedir: “Kendini kendin ile başkası arasında ölçü kıl. Kendi nefsin için sevdiğini başkası için de sev. Sevmediğin bir işi başkası için de sevme. Sana zulmedilmesini sevmediğin gibi sen de zulmetme, sana iyilik edilmesini istediğin gibi sen de iyilik et. Başkasına çirkin gördüğün bir şeyi kendine de çirkin gör. Kendinden onlar için razı olduğun şeye onlardan da kendin için razı ol.”[113]

İmam Hasan-ı Mücteba (a.s) şöyle buyurmuştur: “İnsanlarla seninle arkadaş olmalarını sevdiğin gibi arkadaş ol.”[114]

İslâm’ın bütün insanlardan istediği haklı isteği işte budur. Dinin fayda veren emirleri bunlardır. Bunlar bir arada yaşamayı kolaylaştıran metotlardır. Bu emirler, hayat alanına günahların saldırısını önlemekte ve hayat programını nur, sefa, aşk, vefa, esenlik, samimiyet, sadelik ve kolaylıkla doldurmakta ve tatlı kılmaktadır.

Ey anne ve babalar! Gençlik çağınızda evlilik meselesinde kendiniz için sevdiğiniz şeyleri bugün çocuklarınız için de seviniz. Sizler o zaman kendinize denk bir aile ile evlenmek, evlilik işinde her iki ailenin de zor ve tahammül edilmez şartlardan kaçınmalarını, bir an önce evlilikleri için gerekli ortamı sağlamalarını, aşırı giderlerden kaçınılmasını, fazla konuşulmamasını istiyordunuz. Öyleyse aynı işi bugün çocuklarınız için de yapın.

Evlilik için aracı olmak, Hak Teâlâ nezdinde birçok sevabın nedenidir. Siz anne ve babalar, diğerlerinden daha önce çocuklarınızın evliliği için aracı olunuz ve bu yolu sonuna kadar aşk, muhabbet, tatlılık ve yücelikle kat ediniz.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim müminleri evlendirmek hususunda Allah onları bir araya getirinceye kadar çalışırsa, Allah onu bin hur’ul-ayn ile evlendirir. Bu yolda attığı her adım veya konuştuğu her söz sebebiyle kendisine bir yıllık amelin sevabını verir.”[115]

Evlilik işinde, kolaylık ve sade tutmayı sağlayabilecekleri halde zorluk çıkaranlar kendilerini Hak Teâlâ nezdindeki büyük sevaptan mahrum kılmaktadırlar.

Eğer çocukları bir fesada uğrar, ruhsal veya fikirsel darbelere maruz kalır veya ruhsal bunalımlara girerlerse, korku dolu mahşer sahnesinde ve ilâhi adalet mahkemesinde ne cevap vereceklerdir? !

İmam Musa b. Cafer (a.s) değerli halasına bir mektup yazarak yanındaki falan malı Muhammed b. Cafer’in eşinin mehriyesine yardım için göndermesini istedi. O yüce kadın bu mektubu alınca hemen bu işe teşebbüste bulundu. O mektubun içeriği şu idi: “Allah’ın kıyamette sadece peygamberinin, vasisinin, mümin bir kulu azat eden kimsenin, bir müminin borcunu verenin veya bekâr olan bir mümini evlendirenin nasiplenebileceği bir gölgesi vardır.”[116]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “En büyük suç Müslüman kimsenin malına saldırıda bulunmaktır. En üstün aracı ise Allah bir araya getirinceye kadar iki insanın evliliği hususunda aracılık eden kimsedir.”[117]

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Kim bir bekârı evlendirirse Allah’ın kıyamet günü kendisine lütuf ve rahmet gözüyle bakacağı kimselerden olur.”[118]

Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah kıyamet günü dört kimseye bakar: Geri getirilen malı kabul eden kimseye, bir kalpten hüznü giderene, bir köleyi azat edene ve bir bekârı evlendirene.”[119]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim kararlaştırılmış bir evliliği bozar, kadın ve erkeği birbirinden ayırırsa, dünya ve ahirette Allah’ın azabına ve lanetine maruz kalır. Hak Teâlâ onun başına ateşten bin taş yağdırır. Kim bir kadınla erkeği birbirinden ayırmaya çalışır da hedefine ulaşmazsa, dünya ve ahirette Allah’ın lanetine ve gazabına uğrar ve Hakk’ın rahmetini görmekten mahrum kalır.”[120]

Keşke anne ve babalar bütün bunları bilselerdi de bu gerçeklerle amel ederek büyük ilâhi sevaptan nasiplenselerdi! Keşke bu konuları bilenler de bunlarla amel etme noktasında kibre kapılmasalardı da kıyamet günü Hak Teâlâ’nın ebedi azap, lanet ve gazabına maruz kalmasalardı.

Kibir İblisin Sıfatıdır

Bugün çabuk gelip çatan erginlik çağı insanların sıkıntısını çoğaltmıştır. Bugün yabancıların kültür saldırısı birçok sıkıntılar icat etmiştir. Bugün evrensel küfür medyasının sesli ve görüntülü yayınları halkın, özellikle de gençlerin ruh ve fikrini işgal etmiş durumdadır. Bugün tüm dünyada uygunsuz filimler her yere girmiş bulunmaktadır. Bütün bunlar sadece şehvetleri tahrik etmekte ve içgüdüleri alevlendirmektedir. Dolayısıyla da anne, baba, kavim, zenginler, özetle İslâmi devlet ve milletin şer’i ve ahlâki görevlerinden biri de bütün gücünü gençlerin evlilik işlerini kolaylaştırmaya, yanlış adet ve gelenekleri ortadan kaldırmaya, batılı adetleri yok etmeye, ağır şartları görmezlikten gelmeye, sarf etmelidirler. Böylece genç kız ve erkeklerin iman, ahlâk, davranış ve insani amelleri bir yere kadar korunmuş olur ve bu insanlık bağının gülleri solmaktan ve günah çukuruna düşmekten korunmuş olur.

İlâhi emirler ile Resul-i Ekrem ve masum imamların buyruklarını hayata geçirme noktasında kibre kapılmayınız. Ne yazık ki bazı anne ve babalar görüldüğü gibi evlilik toplantılarında güçlü bir şah ve çocukları da şehzade edasını takınmaktadırlar. Nikâh ve evlilik işinde Firavun ve Firavuncular gibi davranmakta; öyle bir takım öneriler ve isteklerde bulunmaktadırlar ki karşı tarafın ailesi şaşkınlığa düşmekte ve çocuklarını evlendirmeye kalkıştıkları için pişman olmaktadırlar. Böylece de sonuç olarak kendi içgüdülerini tatmin etmek için meşru olmayan bir metres aramaya koyulmakta ve kendilerini birçok cinsel günahlara bulaştırmaktadırlar.

Kur’ân-ı Kerim hak karşısında kibirlenmeyi İblisin özelliklerinden biri saymış ve şöyle buyurmuştur: “İblis’ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O, büyüklük taslamış ve küfredenlerden olmuştu.”[121]

Hakeza: “Ona: “Öyleyse in oradan, orada büyüklenmek sana düşmez, defol, çünkü sen aşağılıklardansın! ” dedi.” [122]

Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Kibirden sakın; şüphesiz kibir, en büyük günah ve en aşağılık ayıptır. Kibir iblisin süsüdür.”[123]

Hakeza Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kibirden sakın. Şüphesiz kibir taşkınlığın başı ve Rahman’a karşı isyandır.”[124]

Hakeza Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “En kötü ahlâk, kibirdir.”[125]

Allah Resulü (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “Kibirden sakınınız! Şüphesiz kul kibirlenince, aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur: “Bu kulumu zorbalardan yazınız.”[126]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) Ebu Zer’e (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ey Ebu Zer! Kim kalbinde zerre miktarınca kibir bulunduğu halde ölürse, cennetin kokusunu asla alamaz, meğerki ölmeden önce tövbe etmiş olsun.”[127]

Gerçekten de nutfeden yaratılmış, dünyevi hayat halinde zayıf ve güçsüz olan, olaylar karşısında gücü ve kudreti bulunmayan ve bu varlık alanında hiçbir şeyin kendi iradesi ile hareket etmediği böyle bir varlığın Hak Teâlâ’ya ve yaratıklara karşı tekebbür etmesinin ve kendisinin diğerlerinden üstün olduğuna inanmasının haklı bir yanı var mıdır?

İmam Sadık (a.s) babalarından şöyle rivayet etmektedir: “Selman bir şahısla kavga etti. O şahıs özel bir haletle Selman’a şöyle dedi: “Sen kimsin ki ben seninle muhatap olayım? ” Selman şöyle dedi: “Benim ve senin başlangıcımız necis bir nutfe idi. Sonumuz da kabir evinde kötü kokan bir leş olacaktır. Kıyamet olunca, teraziler kurulunca, kimin terazisi ağır gelirse, yüce olacaktır, kimin de amelleri değersiz ve hafif olursa o da aşağılık olacaktır.”[128]

Allame Meclisi de bu tehlikeli hastalığın tedavisi hususunda şöyle buyurmuştur: “Kibri tedavi etmenin ve mütevazı olmanın iki yolu vardır: Biri ilmi, diğeri ise ameli. İlmi yol; insanın hem kendisini hem de Allah’ını tanımasıdır. Bu tanıma, insanın batınının kibirden temizlenmesi için yeterlidir. Zira insan hakikati elde edince ve varlığı hakkında gerçek bir irfana erince, her aşağılık varlıktan daha aşağılık olduğunu, her düşük varlıktan zatı ve kimliği hasebiyle daha düşük bulunduğunu, tevazu, zillet ve teslimiyetten başka bir hakkının olmadığını anlar. Rabbini, afaki ve enfüsi ayetler ve Kur’ân-ı Kerim’de göstereceği dikkat vasıtasıyla tanırsa, o zaman da azamet, kibriya ve yüceliğin Allah’tan başka hiç kimsede olmadığını anlar.

Kibri ortadan kaldırmanın ameli yolu ise, Hak Teâlâ ve bütün yaratıklar karşısında mütevazı olması ve mütevazı kimselerin ahlâkıyla ahlâklanmaya özen göstermesidir. İnsan salihleri kendisine örnek almalı ve varlıkların en üstünü olan yüce İslâm Peygamberi’nin haletine dikkat etmelidir. Zira Allah Resulü de yere oturuyor, yemek yiyor ve şöyle buyuruyordu: “Bir kul, Allah’ın diğer kulları gibi yemektedir.”[129]

Bu konuya teveccüh ederek evlilik işinde kız ve erkek çocuklarınıza karşı da tevazu gösteriniz. Tevazu sadece doğal şehvetlerin, arzuların ve emellerin zirvesinde olan çocuklarınızı gözetmenizdir; kendi gelenek, adet, ahlâk ve haletlerinizi değil! İlan ettiğimiz şartlar hususunda da zorluk çıkarmayınız. Karşı taraftan beklentilerinizi en aza indirgeyiniz. Böylece bereket dolu bir evlilik vaki olsun, devamı ve kalıcılığı garantilensin, kız ve erkek evlendikten sonra da rahat bir şekilde birlikte yaşayabilsinler.

İlginç Bir Hikâye

Büyük fakih ve eşsiz bilgin olan merhum Muhammed Taki Meclisi’nin üç bilgin erkek çocuğu ve dört tane de fazilet sahibi kızı vardı. Birinci kızı Amine Begüm (Hanım) dır ki bu kızın, Usul-i Kafi’yi on iki cilt halinde şerh eden değerli ve bilgin eşi Molla Salih Mazenderani ile evlilik macerası çok ilginç, tatlı, arşi, ilâhi ve melekuti bir maceradır.

Molla Muhammed Salih, ünlü Şia âlimlerinden biriydi ve çok olaylı bir hayata sahipti. Özetle Molla Salih Mazenderani’nin babası olan Molla Ahmet oldukça fakir bir kimseydi. Öyle ki çocuklarının geçimini temin edemiyordu ve bu yüzden de ona şöyle dedi: Ben senin giderlerini temin etmekten aciz olduğum için kendi geçimini temin etmeye bak.”

Muhammed Salih o zamanlar daha yeni yetişmiş bir genç olarak İsfahan’a geldi ve okulların birinde okumaya başladı. Okuduğu bu okul vakıf malı bir okul olup her öğrenciye ilmi rütbesi ölçüsünce bir aylık veriyorlardı. Muhammed Salih’in daha yeni okumaya başladığı için de maaşı oldukça azdı ve geçimine yetmiyordu.

Bu yüzden büyük bir rahatsızlık içindeydi. Öyle ki akşamları bir köşede yakılan okulun genel lambasından istifade ediyordu. Ama o, bilahare büyük bir ciddiyet ve yüce bir himmetle kendi mahrumiyetine üstün geldi, yüce makamlara ulaştı ve sonunda da Allame Meclisi Molla Muhammedi Taki’nin derslerine katıldı. Çok geçmeden değerli üstadının özel ilgi ve iltifatına mazhar kaldı ve öğrencilerinin tümünden üstün geldi. Öyle ki Mir’at’ul-Ahval kitabının yazarı şöyle yazmaktadır: Henüz genç bilgin olan Molla Salih sonunda evlenmeyi düşündü. Allame Meclisi de bu konudan haberdar olunca dersten sonra ona şöyle buyurdu: “İzin verirsen senin için bir eş seçeyim.” Molla Salih başını önüne eğdi bir müddet sonra da rızayetini ilan etti.”

Allame Meclisi oradan kalkıp evine gitti. Bütün ilimlerde kemal derecesine ulaşmış olan değerli bilgin kızı Âmine Begüm’ü yanına çağırdı ve ona şöyle dedi: “Kızım, sana öyle bir eş buldum ki oldukça fakir ama faziletli salahiyetli ve kemal sahibi biridir. Ama bu iş senin iznine bağlıdır.”

O yüce ve fazilet sahibi kız özel bir hayâ içinde şöyle dedi: “Babacığım! Fakirlik erkeklerin ayıbından değildir.” Bu beyanla evliliğe razı olduğunu bildirdi. Birkaç saat sonra da nikâhını kıydılar. Gelini damadın evine göndermeye hazırlandılar.

Düğün gecesi mutlu damat gelinin yüzünü açtı, onun eşsiz cemalini gördükten sonra kudreti sonsuz Allah’a hamd etmek için bir köşeye gitti ve derslerini mütalaa etmeye başladı.

Oldukça halledilemeyecek bir sorun ortaya çıkmıştı. Âmine Begüm bu konuyu kendine has ferasetiyle çok güzel derk etmişti. Ertesi gün damat ders için evinden dışarı çıkınca Âmine Begüm konuyu izah eden bir mektup yazdı ve onu yerine koydu. Ertesi gece Molla Salih o değerli kadının mektubunu okuyunca, çözülmeyen sorunun fazilet sahibi bu kadının elleriyle çözüldüğünü gördü. Bu yüzden şükür secdesine kapandı ve sabaha kadar ibadetle meşgul oldu. Böylece üç gün boyunca evliliğin gerekleri ertelenmiş oldu. Allame Meclisi olaydan haberdar olunca ona şöyle buyurdu: “Eğer bu kadın senin makamına senin isteğine uygun değilse bana söyle ve sana başka birisini nikâhlayayım.” Molla Salih şöyle dedi: “Hayır bu açıdan değildir. Aksine benim ondan ayrı durmam Allah’ın şükrünü eda etmem içindir. Zira Allah bana öylesine bir nimet vermiştir ki ne kadar çalışsam yine de nimetinin şükrünü eda edemem.” Allame Meclisi bu sözleri duyunca şöyle buyurdu: “Allah’a şükredememenin ikrarı da kulların şükrünün nihayetidir.”[130]

Gördüğünüz gibi Allame Meclisi evvela; büyük bir yücelikle kızı için yüce ilmi makamı elde etmesi için gerekli ortamı sağladı ve kızı böylece büyük bir ilmi yüceliğe erişti. İkinci olarak; o yüce kızını iffet, ismet, hayâ kaynağı, İslâmi ahlâk örneği, mütevazı ve kanaatkâr bir kız olarak terbiye etti. Üçüncü olarak; o kızının evliliği hususunda en kolay yolu seçti. Hiçbir sorun çıkarmadan iman, ahlâk ve amel açısından kendisine denk olan birisiyle evlendirdi. Dördüncü olarak; onu Molla Salih ile zorla evlendirmedi ve bu konuda kibre kapılmadı. İlâhi öğretilerin de insana yol gösterdiği gibi eş seçimini kızının iznine ve rızayetine bıraktı. Hepsinden de önemlisi hiçbir kibre kapılmadan şükretme makamında olan Molla Salih’in evliliğinden üç gün geçtikten sonra da evliliğin gereklerinden kaçındığı için onun kızını istemediğini düşünerek bu kızın kendisine layık olmadığı takdirde bunu kendisine söylemesini ve yerine başka birisini seçmesini teklif etti.

Hakk’ın velilerinin ve hakikat âşıklarının, salih ve layık erkeklerin, iffetli ve imanlı kızların, pak ve temiz ailelerin ahlâkı işte budur.

Bu tür evlilikler ilâhi bereketler içinde dalgalanır. Hak Teâlâ’nın lütuf ve rahmeti bu evin atmosferine hâkim hale gelir. Molla Salih’in o ilim ve fazilet sahibi kadından altı bilgin fakih, edip ve hatip erkek çocuğu ve iki de fazilet sahibi kızı oldu.

Bir kızı Ebu’l Meali-i Kebir’in eşi ve Mir Ebu Talib’in annesidir ki bu baba ve çocuğun her ikisi de ünlü âlimlerden olmuşladır.

Birinci Meclisi’nin kız tarafından torunu olan Ayetullah’il-Uzma Burucerdi’nin beşinci ceddi Seyyid Muhammed Burucerdi, işte bu Mir Ebu Talib’in damadıdır ve buradan çocukları Meclisi’nin ailesiyle bağ kurmuşlardır. İkinci kızı ise Ayetullah Burucerdi’nin altıncı atası olan Seyyid Abdülkerim Tabatabai’nin eşi ve Seyyid Muhammed Tabatabai’nin de annesidir.

Masum imamlardan rivayet edildiği üzere Allah beşerin ihtiyaç duyduğu her şeyi Resulü’ne öğretmiştir. Nitekim bir gün Peygamber Allah’a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Vahiy emini, gizliliklerden haberdar olan Allah tarafından bana nazil olarak şöyle buyurdu: Bakireler, daldaki meyve gibidir; yetişince onları toplamak gerekir, aksi takdirde güneşin harareti ve rüzgârların esişi onları helak eder. Bakireler de buluğ çağına erişince içgüdülerinin tuğyanı karşısında onları evlendirmekten başka çare yoktur; aksi takdirde bozulabilirler; zira onlar da insandır.”[131]

Anne ve babalar şu manaya da dikkatle bakmalılar ki kız gerekli rüşte, evlenme salahiyetine, evleneceği erkeğin yaşıyla münasip bir hale gelince ve gerekli doğal kabiliyetlere sahip olunca, onun evliliği için en sade ve kolay bir yol seçmelidirler ki Hakk’ın emriyle amel etmiş ve bu yolla da sonsuz sevaba ve büyük bir mükâfata erişmiş olsunlar.

Şeytani Bir Sıfat Olan Gösteriş Meselesi

Bazı kimselerin çirkin adetlerinden birisi de gösteriş meraklısı olmalarıdır. Yani birey veya aile akrabalarının, komşularının ve diğerlerinin yüksek mali durumlarını ölçü kabul ederek mümkün olan her yolla kendisinin de aynı makama sahip olması için çırpınıp durmasıdır.

Kız çocuğu, akrabalarındaki maddi durumuna göz dikmekte ve müstakbel eşinin nikâh ve gelin merasimlerinin falan kızınki gibi olmasını arzu etmektedir. Bu yüzden de o düzeyden bir maddiyata ve servete sahip olmayan ama haletiyle uyum içinde bulunan görücülerini kabul etmeme hususunda ısrar etmektedir. Sonunda uzun bir süre evliliği kabul etmediği için de artık evlilik için uygun olan zaman hızla geçip gitmektedir ve mecbur kaldıklarını gördükleri zaman da yaşlı veya eşi ölmüş bir erkekle evlenmek zorunda kalmaktadırlar veya ömrünün sonuna kadar evde kalmayı yeğlemektedirler. Artık evlenseler bile gençlik neşatinden ve ruhi heyecandan mahrum haldedirler. Artık ne eşine tahammül etme gücüne sahiptirler, ne çocuk sahibi olmaya ve ne de çocuk terbiye etmeye! İşte bu yersiz beklentiler, evlilik yolunun engellerindendir çirkin şeytani bir sıfat ve adettir.

Kur’ân-ı Kerim Hicr suresi 88. ayette ve hakeza Ta-ha suresi 131. ayette dünya sahibi olanların dünyasına zenginlerin malına göz dikmekten sakındırmıştır. Masum imamların rivayetinde de yer aldığı üzere başkalarının dünyasına göz diken ve onlara ulaşmaya arzulayan kimselerin varlıkları birçok hasretlere ve sonsuz hüzünlere maruz kalacaktır.

Evlilik işi, halis bir niyetle ve Allah için olmalıdır. Evlilikten hedef ise Resulullah’ın sünnetini icra etmek, salih evlat sahibi olmak, Hakk’ın rahmet ve lütfü sayesinde temiz bir hayat kurmak olmalıdır.

Eğer evlilik bu esaslar üzere gerçekleşirse sağlam ve kalıcı olur. Hz. Hakk’ın atmosferinde tecelli edecek ve manevi meyveler verecektir.

Evliliğin ön hazırlıkları görüldüğü zaman etrafındakiler bu programın gerçekleşmesine dikkat etmelidirler, onlar gereksiz müdahaleleriyle bu ilâhi işe karışmaktan sakınmalıdırlar. Kendini tatlı göstermekten, âdil olmayan hükümler vermekten, fitne çıkaran açıklamalarda bulunmaktan ve evlilik işini gevşeten kimseler olmaktan ciddi bir şekilde kaçınmalıdırlar.

Ağır Mehriye

Mehriye meselesi İslâm’da oldukça önemli, zarif, dakik ve dikkate değer bir konudur. İslâm hafif mehriye alınması hususunda ve ağır mehriye ye karşı nefret duymaktadır. Öte yandan değer ve kıymeti olan mal ve amelden her hangi bir şey kadının mehriyesi olabilir.

Bağ, mağaza, arsa, ev, nakit para, ilim öğretmek ve benzeri şeyler kadının mehriyesi olabilir.

Kur’ân ayetlerinden sonra Resulullah’tan ve masum imamlardan en muteber kitaplarda çok önemli rivayetler yer almıştır. Bu rivayetlerden bir kısmına teveccüh ediniz. Mehriyenin hafif tutulması ve ağır mehriye almaktan kaçınılması hususunda tekitte bulunan rivayetlerdir bunlar. Zira ağır mehriye talep etmek, gençlerin evlilikten yüz çevirmesine ve kızların evlerde kalmasına sebep olmaktadır: Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin kadınlarının en üstünü, yüzleri en güzel, mehriyeleri ise en az alanlarıdır.”[132]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Mehriyeleri fazla tutmayın; şüphesiz bu düşmanlığa sebep olur. [133]

Evet, bir genç akrabalarından, komşularından veya herhangi bir aileden bir kızı istemeye gidince ve orada ağır tahammül edilmez bir mehriyeyle karşılaşınca, evlilik işinde yenilgiye uğradığını hissedince, o kıza ve kızın ailesine karşı kin duymaya başlar. Kendinden ümidini keser, Allah korusun fesada yönelir, ömrü heder olur, gençliğine ve neşatine telafisi mümkün olmayan zararlar verir.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadının bereketinden birisi de masrafının az, doğumunun ise kolay olmasıdır; uğursuzluğundan birisi de masrafının çok, doğumunun ise zor olmasıdır.”[134]

Allah Resulü (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “Kadınların mehriyesini fazla tutmayın. Zira münezzeh olan Allah sevgi ve muhabbeti kalplere yerleştirmektedir. Para, sevgi ve muhabbet doğurmaz.” [135]

Allah Resulü, Havle adında bir kadına şöyle buyurmuştur: “Ey Havle! Beni hak üzere peygamber ve elçi olarak gönderene andolsun ki, kim kocasının üzerine ağır mehriye yüklerse, Allah da onun üzerine ateşten olan ağır zincirler yükler.” [136]

Ağır mehriye gençlerin evlenmekten kaçmasına günah ve suç çukuruna düşmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla ağır mehriye isteyen kimseler, gençlerin sapmasında ortak ve bu yüzden de ilâhi azaba müstahaktırlar.

Kur’ân Evliliğin Gerçek Mehriyesi Olmaktadır

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir kadın Allah Resulü’nün yanına vardı ve şöyle arz etti: “Beni evlendiriniz.” Peygamber (s.a.a) yanındakilere şöyle buyurdu: “Sizden hanginiz bunu eş olarak kabul etmek istiyor? ”

Bir şahıs ayağa kalkarak: “Ben hazırım” dedi. Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu: “Mehriye olarak ne verebilirsin mehriye olmaksızın olmaz.” Adam: “Verecek bir şeyim yoktur” dedi. Peygamber (s.a.a) bu sözünü tekrarladı ama o şahıstan başka hiç kimse cevap vermedi. Üçüncü defa o gönüllü kimseye şöyle buyurdu: “Kur’ân’dan bir şey biliyor musun? ” O şöyle arz etti: “Evet” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “O kadını, Kur’ân’dan bildiğini kendisine öğretmek şartıyla seninle evlendiriyorum.”

İmam Rıza (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz mümin, mümin kardeşinin ailesinden kız ister ve bunun için de beş yüz dirhem mehriye verirse, fakat o mehriye az verdiğinden dolayı kızını onunla evlendirmezse, şüphesiz ona zulüm etmiştir ve Allah’ın da onu rahmetinden mahrum kılması bir haktır.” [137]

Söylenildiği üzere İslâm’ın ilk yıllarındaki kadınlardan ve asil bir aileden olan Ümmü Selim, kendisini istemeye gelen bir gence mehriye olarak Müslüman olmasını teklif etti. Bu kadın çocuğunun ölümünde eşine teselli vermiş, sabırsızlık yapmamış, feryat etmemiş, Allah da bu sabır ve direnişine karşı ona bir çocuk vermiş ve bu çocuk muvahhitlerin mevlası olan Hz. Ali’nin en yakın dostlarından biri olmuştur.

Muhterem kızlar da dikkat etmelidirler ki, kendilerine denk olan biri kendilerini istemeye geldiğinde, aileleri evlilik hususunda, özellikle de mehriye hususunda zorluk çıkarırlarsa aileleri karşısında tam bir edep ve saygıyla hak bilgiler beyan ederek onların zorluk çıkarmasına engel olmalıdırlar. Zira fazla bir beklenti içinde olmamak, peygamberlerin ve velilerin ahlâkındandır fevkalade seçkin ve yüce bir sıfattır.

Resulullah (s.a.a) de bütün dünya kadınlarının efendisi olan değerli kızını Ali (a.s) ile evlendirince, onun mehriyesini çok az karar kıldı ki, bütün ümmet için bir örnek olsun. Ailelerin evlilik hususunda, özellikle de mehriye hususunda aziz Peygamber'e tabi olmamaları ne kadar da çirkindir!



“…İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin…”(Nur/32)

 

 

Sekizinci Bölüm

 

Evliliğin İslâmi ve İlâhi Şartları

Din ve Dindarlık

Mukaddes İslâm dini, itikadi, ahlâki ve ameli bir dindir. İslâm’da akide, kalbin Hz. Hak ile bağlantı içinde olması, kıyamette meleklere, peygamberlere ve Kur’ân-ı Kerim’e iman etmesidir.

İslâm’da ahlâk ise tevazu, huzu, huşu, edep, sabır, hilim, tahammül, göğüs genişliği, sevgi, muhabbet, ra'fet, utufet, yumuşaklık, sefa, samimiyet, eşitlik, adalet, yücelik ve cömertliktir.

İslâm’da amel ise namaz, oruç, hac, zekât, humus, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, cihat, Allah için sevmek, Allah için düşman olmak, anne babaya iyilik ve kendisiyle ilişkisi olan herkesin hakkına riayet etmektir.

Elbette bu konular, İslâm’ın bütün meselelerinin üç boyutunda söz konusu değildir. Sadece insanların dünya ve ahiret esenliğini hayatın bütün boyutlarında sağlayan kapsamlı bir din ve kâmil İslâm dininden birer örnek konumundadır.

Din hakikatte hayatın güneşi, yaşamın meşalesi, Hakk’a doğru bir önder ve insanın dünya ve ahiretini bayındır kılan bir gerçektir. Yaratılış hazinesinde, dinden daha değerli bir cevher yoktur. Bütün peygamberlerin, imamların ve Hak velilerinin tebliğ ettiği din, herkesin kendisiyle süslendiği zaman Allah’ın rengiyle süslendiği bütün saadet kapılarını yüzüne açtığı ve uzak duranların ise kendi yüzüne bütün şekavet kapılarını açtığı bir dindir.

Din, Hak Teâlâ nezdinde değerli olduğu kadar dindarlık da değerlidir.

Hak diniyle süslenen kimse, en yüce insan, en üstün varlık ve yaratılış âlemindeki en yüce varlıktır.

Şüphesiz iman edip salih amel işleyenler, işte yaratıkların en hayırlısı onlardır. [138] Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerde yer alan müminin sıfatları, mümin insanı kabul edilir bir mümin kılacak düzeyde beyan edilmiştir. Onlardan bazıları şunlardır:

“Namazda huzu içinde olmak, boş ve batıl şeyler konuşmaktan sakınmak, zekât vermek, haram şehvetten kendini korumak, emanete riayet etmek, namaza dikkat etmek,[139] yeryüzünde tevazu ile yürümek, nefis esenliği içinde cahillerle karşılaşmak, geceyi secde ve kıyamla sabahlamak, azaptan kurtuluş için dua etmek, infak anında israftan kaçınmak, cimrilikten sakınmak, itidal ve ılımlı olmaya riayet etmek, şirk, cinayet ve zinadan sakınmak, haksız ve zorbalıkla tanıklık etmekten sakınmak, özellikle boş şeylerden uzak durmak, Allah’ın ayetlerine basiretle bakmak, eşi ve çocukları için dua etmek, takva ehli temiz kimselerin başında yer almak.[140]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müminin adet ve huyu, dünyaya rağbetsizliği; himmeti, diyaneti; izzeti, kanaati; ciddiyeti ise ahiret için çalışmasıdır. Şüphesiz, iyilikleri çoktur, dereceleri yücedir. Özgürlük ve kurtuluşu için yarışmaktadır.”[141]

Hakeza Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mümin sürekli zikreder, çok düşünür, nimetlere karşı şükreder ve belalarda sabırlı olur.”[142]

İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Mümin, kazandığı temiz, ahlâkı güzel, batını doğru, malının fazlalığını infak eden ve fazla konuşmaktan sakınan kimsedir.”[143]

Müminin değeri hakkında ise rivayetlerde İmam Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Müminin saygınlığı, Kâbe’nin saygınlığından daha büyüktür.”[144]

Beşinci İmam (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Erkeğin ailesini ve çocuklarını tanıdığı gibi mümin de gökte (melekler tarafından) tanınmaktadır. Şüphesiz mümin, aziz ve celil olan Allah nezdinde mukarreb melekten daha yücedir.”[145]

Allah Resulü (s.a.a) ise şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz övgüsü yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır: “İzzetim ve celalime yemin olsun ki yaratıklarım arasında mümin kulumdan daha sevimli bir varlık yaratmadım.”[146]


Denk Olmak

Din ve dindarlık hakkında açıkladığımız bu önsözden sonra şimdi de evliliğin önemli şartlarından birinin de eşlerin denk olduğu anlamına dikkat edilmesi gerektiğidir. “Kufv” lügatte benzer anlamındadır. Evlilik meselesinde de bir yere kadar batın ve zahir açısından kız ve erkek arasında bir benzerlik olması gerekir. Benzerliğin en önemli aşaması, dindarlık çehresinde tecelli etmelidir. Yani temiz hak kültüründe mümin müminin dengi ve dindar da dindarın benzeridir. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur: “Temiz kadınlar, temiz erkekler içindir.”[147]

Hak kitap şöyle buyurmaktadır: “O halde temiz kadınlarla evleniniz.”[148]

Kadın ve erkeklerdeki bu temizlik ilk aşamada batın temizliğidir ve bu da Allah’a, kıyamete, nübüvvete, Kur’ân’a ve meleklere iman etmek ve Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

O halde Müslüman ve mümin bir erkek, Müslüman ve mümin olmayan başka bir kadınla evlenemez. Eğer bu evlilik gerçekleşirse batıldır. Çocukları şüphesiz zina zade sayılır. Hakeza mümin bir kadın da mümin olmayan bir erkekle evlenemez. Zira şer’i açıdan bu evlilik batıldır, haramdır ve çocukları da haramdan doğan çocuklardır.

Mümin ve mümine, mümin olmayan kadın ve erkeklerin dengi değildir. Eğer bu batıl evlilik gerçekleşirse, her ikisinin de yüzüne kıyamet azabından bir kapı açılmış olur.

Kur’ân-ı Kerim, temiz bir insanın, yani müminin, temiz olmayan bir insanla evliliğini şiddetle yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Allah’a şirk koşan kadınlarla onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. İman eden bir cariye, hoşunuza gitse de müşrik bir kadından daha iyidir. İman edinceye kadar puta tapan erkeklerle mümin kadınları da evlendirmeyin. İman eden bir köle, hoşunuza gitmiş olsa da, müşrik bir erkekten daha iyidir. İşte onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırır ve insanlara ibret alsınlar diye ayetlerini açıklar.”[149]

O halde dikkat ediniz de imanlı kızınızı hak ve hakikat ehli olmayan, gerçekleri inkâr bataklığında çırpınan bir erkeğe vermeyiniz. Hakeza mümin ve temiz erkek çocuğunuzu da ilâhi ilkeleri inkâr eden bir kızla evlendirmeyiniz. Evliliğin sıhhati hususundaki ilk şart kız ve erkeğin iman ehli oluşudur. Eğer ikisi de mümin olursa, iki nur, iki temiz varlık ve iki mümin birbirine kavuşur. Onların birbirine kavuşmasından da salih çocuklarından ibaret olan temiz ve layık ürünler vücuda gelir.

İman etmemiş olan bir erkekte veya hakikatle süslenmeyen bir kadında var olan güzelliğin, malın ve makamın, saadet, esenlik, neşat ve hayatın sürekliliği hususunda etkili olduğunu sanmayınız.

Elbette ailelerin, eşlerin denk oluşu meselesinde de, zorluk çıkarmaması gerekir. Kız ve erkek, inanç, ahlâk, İslâmi amel, kıyafet ve zahiri şekil açısından birbirine yakın olurlarsa, bu ikisi mukaddes şeriat açısından da birbirine denk ve eşittir ve onların evliliği Hakk’ın bereket ve rahmetinin tecellisi olacaktır.

Eşlerin denk olması hususunda aşağıdaki rivayetlere teveccüh ediniz:

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eşitlik, iffetli olmak ve de yanında kolayca yaşamaktır.”[150]

Allah Resulü (s.a.a) ise bu konuda şöyle buyurmuştur: “Dininden ve emanete riayet edişinden razı olduğunuz biri size gelir de size görücülüğe gelirse onu evlendiriniz. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat ortaya çıkar.”[151]

Allah Resulü bir başka rivayette şöyle buyurmuştur: “Ahlâkını ve dinini beğendiğiniz biri size görücülüğe gelirse, onu evlendiriniz. Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat doğar.”[152]

Evet, evlilik konusunda zorluk çıkarmak, engel icat etmek, yanlış adet ve geleneklere dayanmak, zor şartlar öne sürmek, güzellik, servet ve makam talep etmek, kız ve erkek aileleri tarafından sorunlar yaratmak, kendi kendini tatmin, eşcinsellik, zina, sinirsel baskılar ve ruhsal hastalıkların kız ve erkeklerde artışına sebep olacaktır. Bütün bu fitne ve fesatların günahı ve onların dünya ve ahiretteki kötü sonuçları, evlilik konusunda zorluk çıkaran anne, baba, kavim ve akrabaların boynunadır.

Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Denkleri evlendiriniz, onlarla evleniniz, onları (salih çocuklar dünyaya getirsinler diye) nutfeniz için seçiniz.”[153]

Evet, kız ve erkekteki iman, ahlâk, emanet ve dürüstlük, denklik sebebidir. Anneler, babalar ve ailelerin bir an önce, tam bir kolaylaştırıcılık ile ilâhi ve ahlâki olmayan şartlar öne sürmekten sakınma haleti içinde, iki denk insanın evlilik ortamını temin etmelidirler ki Hak Teâlâ’nın kendileri hakkında rızayet, hoşnutluk ve rahmetini elde edebilsinler.

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mümin bir genç, mümin kardeşinin kızını istemeye gelir de, “Beni evlendir” derse, kardeşi buna karşılık, “Ben böyle yapmam, şüphesiz ben senden daha zenginim” derse, bu en şiddetli musibettir.”[154]

Evlilik hususunda kavmi, şehri, kabileci bağnazlıklar göz önüne alınmamalıdır. Zira bu tür bağnazlıklar, ilâhi dinde reddedilmiştir ve batıl ilan edilmiştir.

Fakirlik ve zenginlik, bu şehir ve o şehir, bu kabile ve o kabile, evlilik hususunda ölçü olmamalıdır. Kadın ve erkeklerin tümü bir anne ve babanın kız ve erkek çocuklarıdır. Hiç kimse için takva dışında başka birinden üstünlük ve ayrıcalık söz konusu değildir.

Eşlerin Denkliliği

İmam Bakır (a.s) şöyle nakletmektedir: “Yüce babam, Hz. Zeyn’ül-Abidin (a.s), hac merasimini eda ederken, güzel ahlâkından etkilendiği bir hanım gördü ve bu kadının eşinin olup olmadığını soruşturdu. Etrafındakiler, o kadının eşinin olmadığını söylediler. Babam onun soyunu sopunu araştırmadan, kendisine evlilik teklif etti ve bu teklif, onunla evlenmesiyle sonuçlandı.

Ensardan bir kimse, bu olayı işitince böylesine kolay gerçekleşen bu evlilikten dolayı bu evlilik kendisine çok ağır geldi. O kadının, asılsız soysuz olabileceğini ve bu yüzden de İmam Zeyn’ül-Abidin’in kınanmasına sebep olacağını düşündü. Bir müddet sonra araştırmaya koyuldu ve o kadının Şeyban taifesinden olduğunu öğrendi. Dördüncü İmam Zeyn’ül-Abidin’in huzuruna vardı, olayı ona anlattı ve şöyle dedi: “Allah’a şükürler olsun ki eşiniz meşhur ve saygın bir ailedendir.” İmam ona şöyle buyurdu: “Ben, senin bu işlere önem vereceğinden daha akıllı olduğunu sanıyordum. Aziz ve celil olan Allah’ın İslâm’ın bereketiyle, aşağılıkları kaldırdığını, noksanlıkları telafi ettiğini, yüceliği aşağılığın yerine geçirdiğini bilmiyor musun? Müslüman hangi konuda olursa olsun saygındır ve onun için aşağılık söz konusu değildir. Aşağılık ve düşüklük, sadece cahiliyet için söz konusudur.”[155]

O halde aynı kabileden olmak, hemşeri olmak, yeterli kadar servete sahip bulunmak, insanların denk olduğunun delili değildir. İslâmi hükme göre, Arabın Arap olmayana, beyazın siyaha, Kureyşli’nin de Kureyşli olmayana ayrıcalık ve üstünlüğü yoktur. Ayrıcalık ve üstünlük sadece takva iledir. Müslüman bir kadın ve erkek, iman, takva, ahlâk, emanet, iffet, temizlik, taharet ve selamet sahibi oldukları takdirde, birbirine denk sayılırlar. Her ne kadar birisi Arap, diğeri Arap olmasa, birisi bir şehirden, diğeri ise köylü de olsa, birisi zengin, diğeri fakir, birisi beyaz diğeri siyah, birisi kabile sahibi, diğeri kabilesiz bile olsa hiç fark etmez.

Ali b. Esbat, İmam Cevad’a (a.s) şöyle yazmıştır: “Ben, kızlarımı evlendirmek için, ahlâk ve iman hususunda onlara denk olacak birilerini bulamadım.” İmam ona cevap olarak şu mektubu yazdı: “Kızların hakkında yazdığını öğrendim. Allah seni rahmet ve lütfüne mazhar kılsın. Kızların hakkında bu kadar dikkat göstermen gerekli değildir. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer din ve ahlâkından razı olduğunuz biri görücülüğe gelirse, onu kabul ediniz; aksi takdirde yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat kopar.”[156]

İmam Sadık (a.s) da İbrahim adında birine şöyle buyurmuştur: “Hiçbir mümin, servetten daha tehlikeli bir fayda görmemiştir. Malın zararı, alttan ve üstten çobansız bir koyun sürüsüne saldıran iki kurttan daha tehlikelidir. Bu kurtlar, sürüye ne yapabilir? ” Ben şöyle arz ettim: “Fesat dışında hiçbir şey yapamazlar.” İmam şöyle buyurdu: “Doğru söyledin; malın en küçük zararı, bir Müslüman, Müslüman bir kızı istemeye gelince, o malı olmadığından dolayı onu kovması ve kızını onunla evlendirmekten sakınmasıdır.”

Birkaç Gruba Kız Vermeyiniz

İlâhi marifetlerde yer aldığına göre, çocuk, Allah’ın emaneti, Hakk’ın nimeti ve Rabb’ın insana bir ihsanıdır. Hakk’ın emanetini korumak ise, onun dini ve ahlâkı terbiyesine önem vermek, evlilik esnasında da onun için temiz bir eş seçmektir. Eşinin evine giden bir kız, o evin, eşinin ailesinin ve bizzat kocasının etkisi altında kalır. Velhasıl, o muhitte eşi tarafından kendisinden bazı şeyler istenir. Dolayısıyla gittiği bu ev, ilâhi ve mümin bir ev olmalıdır. Eşi, kabiliyetleri ve gücü oranında zahiri ve batıni güzelliklerle donanmış olmalıdır. Bu yüzden ilâhi din, kızları ilâhi ve İslâmi şartlara sahip olmayan kimselere vermekten sakındırmıştır. Nitekim Allah Resulü bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, nikâh bir tür kölelik ve itaattir. Sizden biri kızını evlendirmek istediğinde, onu kocasına itaate ve kulluğa zorlamaktadır. Dolayısıyla da sizden her birisi, kızını kimin köleliğine verdiğine dikkat etmelidir.”[157] Kız çocuğunu din, ilâhi emirler ve hak inançlara bağlı olmayan ve Allah’ın kitabının tabiriyle fasık olan kimselerle evlendirmek caiz değildir. Kızını kibir, böbürlenme, haset, hırs, tamah, cimrilik, kötü dilli ve kötü ahlâklı bir kimseyle evlendirmek yasaklanmıştır.

Kızını, cahil, beyinsiz, hayatını idare etme gücünden yoksun ve kız için sadece sorun çıkaran bir erkekle evlendirmek, şeriata aykırıdır ve insanlıktan uzak bir davranıştır. Kızı şarap içen aşağılık ve ilâhi haramlardan sakınmayan biriyle evlendirmek kesinlikle yasaklanmıştır.

Şimdi de bu konuda çok önemli şu rivayetlere dikkat ediniz: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim kızını bir fasıkla evlendirirse, her gün ona bin lanet iner.”[158] 

Hüseyin b. Beşşar, İmam Musa b. Kazım’a (a.s) şöyle yazmıştır: “Kavmimden biri benim kızımı istemiştir, ama ahlâkı kötüdür.” İmam ona cevap olarak şöyle yazdı: “Eğer kötü ahlâk sahibi ise ona verme.”[159]

İmam Sadık (a.s), Nisa suresinin beşinci ayetine istinat ederek, kendisine malının teslim edilme liyakatine sahip olmayan, ferdi ve toplumsal meselelerde ve emanet hususunda kendisine itimat edilemeyecek olan kimseye, kız vermekten şiddetle sakındırmıştır.[160]

Peygamber (s.a.a) hakeza şöyle buyurmuştur: “Kim Allah şarabı benim dilimle haram kıldıktan sonra onu içerse, görücülüğe geldiğinde ona kız vermeyiniz. Zira o bu evliliğe layık değildir.”[161]

Sekizinci İmam Hz. Rıza (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Şarap içen kimseye kız vermekten sakın. Zira kızını onunla evlendirmek, onu zinaya zorlamak gibidir.”[162]

Evet, ilâhi farzlara bağlı olmayan fısk ve facirlikten el çekmeyen, ahlâki güzelliklere sahip olmayan, ahlâkı kötü olan, gerekli akıl ve fikirden nasibi olmayan, haram içeceklerden sakınamayacak kadar iradesiz olan bir kimseye, Hakk’ın emaneti olan temiz bir kızı emanet etmek, doğru değildir. Bu iş o kızı zayi eder, o kızın fasık için doğurduğu çocuklar da o şahsın varlığının kötü etkilerinden etkilenir. Beşer bu gerçeğe ulaşmadan yıllar önce altıncı İmam (a.s) şu hakikati açık bir şekilde beyan etmiştir: “Haramın etkileri, nesilde de ortaya çıkar.”[163]

Şu Kadınlarla Evlenmeyiniz

İslâm; fasıklar, beyinsizler, kötü ahlâklı ve şarap içen kimselere kız vermekten sakındırmış ve kadının değerini onu bu kimselerle evlilikten men ederek korumuştur. Aynı şekilde mümin ve yüce genç erkeklerin de, ilâhi ve İslâmi şartlara sahip olmayan kadınlarla evlenmelerini caiz bilmemiştir. Bu konuda da vahiy kaynağından en muteber kitaplarda birçok önemli rivayetler nakledilmiştir. Onlardan bir kısmına işaret edelim. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ahmak kadınla evlenmekten sakının. Şüphesiz onunla arkadaşlık, ömrü zayi eder, çocuğu ise zalim olur.”[164] Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çöplükte yetişen çiçekten sakınınız.” Kendisine şöyle soruldu: “Çöplükte yetişen çiçek nedir? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kötü ve aşağılık bir ailede yetişen güzel kadındır.”[165]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) bir duasında şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Şüphesiz ben, bana itaat edeceğine emreden çocuktan, fayda vermeden zayi olacak maldan, beni (cahillik, ahmaklık ve kötü ahlâkı sebebiyle) vaktinden önce yaşlandıran kadından, hilekâr arkadaştan sana        sığınırım.”[166] Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınızın en kötüsü; kısır olanlar, temizliğe riayet etmeyenler, inatçılar, isyancılar, akraba nezdinde düşük, kendi görüşünde aziz, kocasına itaat etmeyen ve diğerlerine teslim olanlardır.”[167] Hakeza Peygamber şöyle buyurmuştur: “Uğursuzluk üç şeydedir: “Binekte, kadında ve evde. Kadının uğursuz olanı, mehriyesi fazla, doğurması ise zor olandır. Bineğin kötüsü ise, hastalığı çok olan ve huysuz olandır. Evin kötüsü ise dar olanı ve komşusu pis olandır.”[168] Hakeza Peygamber şöyle buyurmuştur: “En kötü şey, kötü kadındır.”[169]

Müminlerin Emiri (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Eşlerin en kötüsü, uyumsuz olan eştir.”[170]

 Allah Resulü (s.a.a) ise şöyle buyurmuştur: “Size kadınlarınızın en kötüsünü haber vermeyeyim mi?. Şüphesiz onlar ehlinde zelil olan, eşine karşı üstünlük satan, kısır olan ve kin taşıyan kadındır ki hiçbir çirkin işten el çekmez, eşi olmadığında süslenir, eşinin yanında ise süslenmez, eşine itaat etmez, emirlerini dinlemez, halvet ettiğinde eşinin isteklerine tabi olmaz, eşinin özrünü kabul etmez ve hatalarını bağışlamaz.”[171]


“Nikâh benim sünnetimdir. O halde kim sünnetimden yüz çevirirse  şüphesiz benden değildir.” (Bihar, c. 103, s. 220)

 

 

Dokuzuncu Bölüm

 

Eş Seçme Yolu

Manevi Açıdan Noksan Kimse Hakk’ın Rahmetinden Mahrumdur

Çok önemli bir rivayette yüce İslâm Peygamberi şöyle buyurmuştur: “Nakıs kimse Allah’ın rahmetinden uzaktır.”

Şüphesiz hadiste yer alan “nakıs” (noksanlık sahibi) kimseden maksat, gözü, eli, ayağı veya bir başka bir organı eksik olarak annesinden dünyaya gelmiş kimse anlamında değildir. Aksine nakıs kimse, marifet elde etmeye, güzel ahlâkla ahlâklanmaya ve salih amelle süslenmeye teşebbüste bulunmayan, sadece yemek, uyumak, lezzet ve şehvetine teveccüh eden kimse anlamındadır.

Evet, insan bütün kemallere, gerçeklere ve hakikatlere ulaşma imkânına sahiptir ve bu konuda çaba göstermeli, büyük bir hareket içine girmeli ve hayatta olduğu müddetçe batıni, ruhsal ve fikirsel noksanlıklarını gidermeye çalışmalıdır. Durmaktan, hareketsizlikten, işleri tatil etmekten şiddetle kaçınmalıdır ki eğer noksanlıkları gidermeye çalışmazsa, tıpkı durgun su gibi kokar, bozulur ve işsiz kalırsa Hz. Mahbup’un rahmetinden kovulmuş olur.

Ne yazık ki bir grup kimse seksen yaşlarına geldikleri halde henüz akıl ve fikir açısından bir yaşındaki çocuk gibidirler. Amel ve ahlâk açısından beş yaşındaki çocuğu andırmaktadırlar. Bunlar hayat geçidinde, semavi kitaplar, peygamberlerin nübüvveti, imamların imameti, gerçek ariflerin irfanı, ilâhi filozofların hikmeti gibi manevi ihsanlardan istifade etmemişlerdir. Tıpkı hayvanlar gibi şişmanlamaya, bedenlerinin uzunluğunu, enini ve hacmini çoğaltmaya çalışmışlardır. Varlıklarının birkaç gramlık nutfesini, yemek ve içmekle şişirmiş, seksen ve doksan kiloya varmışlardır.

Bunlar varlık fidanlarını temiz bir ağaca dönüştürebilirlerdi. Kendilerinden kemaller ve hakikatler kaynağı üretebilirlerdi. Ama maddi işlerle gurura kapılarak sadece hayvansal bedenlerini imar etmeye koyulmuş ve ilk günkü gibi nakıs ve fakir kalmışlardır.

Maddi ticaret ve kazanca sahiptirler. Masa, sandalye, üzerinde çalışmaktadırlar. Malları, mülkleri eşleri ve çocukları vardır ama hepsi de nakıstır.

Nakıs oldukları için de zararlıdırlar. Her türlü günah ve isyana bulaşırlar. Diğerlerinin haklarına tecavüz ederler. Zulüm ve zorbalıktan sakınmazlar. Büyük bir utanmazlık içinde Hak Teâlâ’nın serilmiş sofrasından nasiplenirler ama Allah’ın düşmanlarıyla yani insanlarla ve cinlerden düşmanlarla tüm alanlarda işbirliği halindedirler.

Başka bir rivayette ise yedinci İmam Hz. Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kimin iki günü birbirine eşit olursa, şüphesiz zarar etmiştir. Kimin de iki gününün sonu, o iki gününün en kötü zamanı olursa, şüphesiz o melundur; Kim de nefsinde fazlalık hissetmezse, şüphesiz o noksanlık içindedir, Kim de noksanlığa doğru giderse, onun için ölüm hayattan daha iyidir.”[172]

Bu rivayetin bir benzeri de Şia’nın çok değerli kitaplarında hak üzere konuşan Hz. Sadık’tan (a.s) nakledilmiştir. [173]

Bir başka rivayette ise yüce İslâm Peygamberi şöyle buyurmuştur: “Tacir Allah’ın sevgilisidir.”

Şüphesiz en yüce ve en üstün ticaret faziletler ve hakikatleri elde etmek, marifetler, kemaller, insani ve ahlâki güzellikler elde etmek için de teşebbüste bulunmaktır.

Böyle bir tüccar, tıpkı Allah Resulü gibi Allah’ın sevgilisidir. Değerli ve kıymetli bir varlıktır.

Geliniz eksik kalmaktan kaçınalım. İki günümüzün birbirine eşit olmasından uzak duralım. Kemalat elde etmek hususunda kusur etmekten sakınalım. Her kim kıyamet günü manevi işler, akli gelişim, ahlâki ve ameli kemaller hususunda eksiklik içinde olursa mel’undur, kovulmuştur ve aldanmıştır. Kıyamet günü terazisi hafif gelecek ve neticede de azaba müstahak olacaktır. Her kimin de manevi ağırlığı olursa ve başka bir tabirle; iman, ahlâk ve amel açısından terazisi ağır gelirse, kurtuluş, zafer ve galibiyet ehli olacaktır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’deki şu iki önemli ayete dikkat ediniz:

 “Kıyamet günü tartı haktır. Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[174]

 “Tartıları hafif gelenler, ayetlerimize yaptıkları haksızlıklardan ötürü kendilerini mahvetmiş olanlardır.”[175]


Kemal Yolu

Merhamet sahibi Allah Kur’ân-ı Kerim’de kemal yolunu kat etmek için bütün insanlara insani ve ilâhi şartları göz önünde bulundurarak iki gerçeği elde etmeyi tavsiye etmektedir: Maddi hayat yolunu kat etmek ve manevi hayat yolunu kat etmek. Bu iki anlam mübarek Âl-i İmrân suresinin üç ayetinde beyan edilmiştir:

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve dört ayaklı hayvanlara, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

De ki: “Bundan (sevdiklerinizden) daha iyisini size haber vereyim mi? ” Takva sahiplerine Rablerinin katında, altlarından ırmaklar akan ve orada temelli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görücüdür.

Onlar (takva sahipleri) “Rabbimiz! Biz şüphesiz inandık, bunun için günahlarımızı bize bağışla ve bizi ateşin azabından koru” derler. (Takva sahipleri) Sabreden, doğru olan, gönülden kulluk eden, hayra infak eden ve seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.”[176]

Ayeti şerifede yer alan “züyyine” fiili, edebiyat açısından meçhul bir fiildir. Fiilin meçhul olarak beyan edilmesi ise belki de programın azameti ve değerini göstermek içindir. Bu açıdan söylemek gerekir ki, bu fiilin faili Hz. Haktır. O gerçekleri bütün insanlar için süslemiştir ki, kendi isteklerine oranla onlar karşısında şevkli, rağbetli, âşık ve istekli olsunlar. Bu aşk ve rağbet yoluyla evlenerek yeni bir hayat kursunlar. Mal ve çocuk elde etmeye, hayvanları kendilerine müsahhar kılmaya ve toprakları bayındır kılmaya teşebbüs etsinler. Bu yolla maddi hayattan nasibini alsınlar. Öte yandan takva, iman, dua ve ahiret azabından korku ile süslenerek, sabır, doğruluk, ibadet, infak ve istiğfar elde etmeye kalkışsınlar ki Hakk’ın cennetine, dostun rızayetine ve uhrevi temiz eşler elde etmeye ulaşsınlar.

Velhasıl, Kur’ân’daki ayeti kerimeler esasınca da kadının yaratılış zarafeti, güzel yüzü, vakarı, zati hayatı, bu varlığın latif ve cezp edici sesi, bu fevkalade varlığın işvesi ve nazı süslenmenin ve ziynetleşmenin sebeplerindendir. Zira bunlar, erkeğin şehvet ve meylini cezp etmekte, kendini erkeğe sevgili kılmakta, erkeğin eş seçimine, ortak hayat kurmaya, çocuk sahibi olmaya, ticari faaliyetlerde bulunmaya, çabalamaya, maddi hayatını temin için ekin ekmeye, ev ve aile hayatını sürdürmeye olan çok önemli aşk ve ilgisine neden olmaktadır. Bu da takva, günah ve suçtan sakınmak, iman, münacat, sabır, doğruluk, ibadet, infak, seher vakitleri mağfiret dilemek ile birlikte olursa şüphesiz dünya ve ahiret saadetine, maddi ve manevi hayrın teminine sebep olur. İnsan dünyanın lezzet verici işlerinden, ahiretin ebedi ve sayısız menfaatlerinden, hepsinden önemlisi de Hz. Ma’bud’un rızayetinden nasiplenmeye sebep olur.

İslâm’da Eş Seçmenin Yolu

Vahiy rengini ve kokusunu kaybetmiş veya baştan beri semavi olma özelliklerinden mahrum kalmış din ve ekollerdeki eş seçme yolu, İslâm’ın melekuti atmosferinde eş seçme yoluyla büyük bir farklılık içindedir.

İslâm, Müslüman erkeğe ve mümin insana istediği her kadını seçmesine izin vermemektedir. Nitekim Müslüman kadına ve mümin bayana da istediği her erkeği seçme iznini vermemektedir. Zira eş seçiminde dünya ve ahiret hayrı ve insanın bugünkü ve yarınki saadeti ve onun her türlü pislikten temiz kalması ve hayatın şeytani programlardan uzak kalması göz önünde bulundurulmuştur. Zira İslâm’da evlilik kurumunda sadece şehvet, faydalanma, bedensel ve maddi lezzetler göz önünde bulundurulmamıştır. Aksine İslâm’ın evlilik meselesindeki en büyük hedefi kadın ve erkeklerin dinini korumak, ilâhi bir ev kurmak, salih çocuklar dünyaya getirmek ve Hakk’ın rızayetini temin etmektir. Bu yüzden de bu çerçeve dâhilinde evlilik olayı, eşlilik sistemi, şer’i kadına aşk ve ilgi duyma, kadın veya erkeğin mizacının gerektirdiği ölçüde cinsel ihtiyaçları temin etmek, haklara riayet etmek, çocuk sahibi olmak, çocuk terbiye etmek, gerekli sorumlulukları üstlenmek, çalışmak, çabalamak, ev elbise, kadının ve çocuğun beslenmesini temin etmek için çalışmak Allah’a ibadet olarak tanınmıştır. İnsanın bu konuda attığı her adımın büyük bir sevabı ve sayısız ecri vardır.

İşte bu yüzden İslâm’ın, eşlerin denkliliği meselesindeki ısrar mucizesi açıklığa kavuşmaktadır. İnsan, İslâm'da söz konusu edilen ilâhi şartlar karşısında bütün varlığıyla teslimiyete zorlanmaktadır. Zira eğer o ilâhi ve manevi şartlar mülahaza edilmezse, hayatın her tarafından kötülük ve fitne yağar, ev atmosferi azap, sıkıntı, dert, mihnet, üzüntü ve hüzün dolu bir atmosfere dönüşür. Sonuçta da iş boşanmaya, ayrılmaya, sürekli acılara veya eğer kapasite de yoksa delirmeye ve intihara kadar yol açmaktadır.

Marifet elde ederek fikir ve akıl rüştüne, iman, ahlâk ve takva elde ederek kemallerine yardımda bulunmayan kadından sakınmak gerekir. Böyle bir kadınla evlenmekten uzak durmak icap eder. Allah’a ibadetten, ahlâktan, takvadan, tevhidten ve ibadetten uzak bir ailede dünyaya gelmiş bir kadın erkek için sadece bir fitne, fesat ve yok olma sebebi olacaktır.

Bu konuda İmam Bakır’ın (a.s) buyurduğu çok önemli ve fevkalade bir hadis nakledilmiştir: “Allah Resulü bir takım kadınların yanından geçerken onların yanında durarak şöyle dedi: “Sizin gibi, akıl sahiplerinin aklını elinden alan aklı ve dini noksan bir topluluk görmedim. Ben azabınızın diğer cehennem ehlinin azabından daha çok olduğunu gördüm. Ben sizlere imanı kemale erdirerek marifet elde ederek ve güzelliklerle süslenerek Hak Teâlâ’ya yakınlaşmaya çalışmanızı tavsiye ediyorum.”[177]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mümin için en galip düşman, kötü eştir.”[178]

Başka bir rivayette ise şöyle yer almıştır: “Aziz ve celil olan Allah’a ilk olarak şu altı sıfatla isyan edilmiştir: Dünya sevgisi, riyaset sevgisi, uyku sevgisi, kadın sevgisi, yiyecek sevgisi ve rahatlık sevgisi”[179]

O halde kendinizi, eş seçiminde İslâm'ın ilan ettiği ve bendenizin de şartlarını rivayetler yoluyla beyan edeceğim şartlara bağlı kılınız ve sizler için eş seçiminde sadece güzellik kadınla evlenme aşkı, kadının mal ve servetine göz dikmek olmamalıdır.

Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Kadını mal ve güzelliği için seçmeyiniz. Zira malı insanın taşkınlığına, cemali ve güzelliği ise helake sebep olur. Evlilik hususunda kadının din ve imanını göz önünde bulundurunuz.”[180]

Allah Resulü (s.a.a) bir rivayette de şöyle buyurmuştur: “Eğer uğursuzluk bir şeyde olursa, kadınlarda olur.”[181]

Evet, marifet, iman, ahlâk, güzel davranma, vakar ve yücelik sahibi olmayan bir kadın, eşinin hayatının helak olmasına neden olur.

Hakeza Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “En kötü şey, kötülük sahibi olan kadındır.”[182]

İlginç Bir Hikâye

Ebu’l-Futuh-i Razi’nin tefsirinde şöyle yer almıştır: “Genç birisi mescidin minaresine çıkarak ezan okuyordu. Bir gün ezan okurken mescidin etrafındaki evlere baktı; İslâm’ın, insanın maslahatı ve fitnelerden korunması için haram kıldığı bir bakıştı bu.

Aniden gözleri bir evdeki güzel görünümlü, çekici bir kadına ilişti, ona ilgi duydu, ezanı okuduktan sonra o evin kapısını çaldı. Ev sahibi kapıyı açtı ve o genç ona şöyle dedi: “Eğer evlendirecek kızınız varsa ben ona talibim.” Ev sahibi şöyle dedi: “Biz Aşuri mezhebindeniz. Eğer bizim mezhebimizi seçecek olursan ben de kızımı seninle evlendirmek hususunda hiç bir engel görmüyorum.”

Gözlerini kadının gözlerine dikmiş ve denk olma ilkesinden yüz çevirmiş olan bu genç, evlilik hususunda göz, şehvet, cemal ve güzelliği aracı kılmıştı. Kızın babasının ortaya koyduğu bu şartı kabul etti, İslâm’dan yüz çevirdi ve şirke yöneldi. Kıza nikâh kıyıldığı gün, evin merdivenlerinden yuvarlanarak baş aşağı yere düştü ve ebedi olarak helak oldu.

Eş Seçiminde İnsani ve İslâmi Şartlar

Aziz aileler, kız ve erkek çocuklarını evlendirmeden önce, o ikisinin birbirini görmesi için ortam sağlamalıdırlar. Bu konuda nikâh kıymak ve mahremiyet icat etmek de gerekli değildir. Bu İslâm'ın izin verdiği bir gerçektir ve İslâmi fıkıhta bunu sakıncalı görmemektedir. Bu görüşmek her ikisi için de zaruridir. Böylece birbirini görerek zahiri ayıp ve kemalleri anlasınlar, sonra da karar almaya teşebbüste bulunsunlar. Ayrıca evlilik sonrası reddetme, kınama, bahane peşinde koşma yolu kapanmış olsun. Elbette bu görüşmede evlilik niyeti, beğenip beğenmeme maksadı olmalıdır. Böylece program atmosferi Hakk’a isyandan temiz kalmış olsun. Bu konuda nakledilen şu rivayete teveccüh ediniz:

Peygamber (s.a.a) bir kadınla evlenen Muğire b. Şube’ye şöyle buyurdu: “Eğer önceden onu görmüş olsaydın aranızdaki uyum ve uzlaşma daha çok olurdu.”[183]

Muhammed b. Müslim şöyle diyor: “İmam Bakır’a (a.s) bir erkeğin evlenmek istediği kadına bakması hususunu sordum, şöyle buyurdu: “Evet bakabilir. Çünkü onu en ağır kıymetle almaktadır; neden görme hakkına sahip olmasın? ”[184]

Hasan Sırri şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: “Erkek için evlenmeden önce kadının bedenine, arkasına ve yüzüne bakması caiz midir? ” İmam şöyle buyurdu: “Evet sakıncası yoktur. Kadını önden veya arkasından görebilir.”[185]

Bir şahıs altıncı İmam’a şöyle buyurdu: “Erkeğin evlenmek istediği kadının saçlarına ve güzelliklerine bakması caiz midir? ” İmam şöyle buyurdu: “Lezzet alma kastı olmadıkça bunun sakıncası yoktur.”

 Başka bir rivayette ise “Erkeğin bakması için kadının ayağa kalkması caiz midir? ” diye sorulunca İmam şöyle buyurmuştur: “Evet, o zaman ince bir elbise giymesinin bile sakıncası yoktur.”[186]

Resulullah (s.a.a) bir kadını isteyen sahabesine şöyle buyurmuştur: “Yüzüne ve ellerine bak.”[187]

Bu ve benzeri rivayetler şunu söylemek istemektedir: Eğer bir kimse bir eş seçmek istiyorsa, ailesi, ahlâkı ve imanı hakkında gerekli incelemeleri yaptıktan sonra onun bedensel özelliklerinden haberdar olmak için de saçına, kıyafetine, güzelliğine, boyuna, endamına bakabilir. Böylece kadının vücudunda bir noksanlığın, ondan soğumasına ve tefrika çıkmasına neden olacak bir hususun olup olmadığını görmüş olur. Ama ev ev dolaşıp halkın namusunu tek tek gözden geçirmesi, hepsine dikkatle bakması ve istediği takdirde de onlar arasından birini seçmesi anlamında değildir bu.”[188]

2– Bir kadını beğendiğiniz ve onunla evlenmeye istekli olduğunuz takdirde kadının güzelliği, kemal, cemal, sevimlilik ve nazlılığı ile birlikte onunla evlilikteki niyetiniz Allah için olmalıdır. Hz. Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ilâhi peygamberin, özellikle de İslâm’ın yüce Peygamberi’nin sünnetini icra etmek için adım atmak gerekir.

Bu konuda, yani evliliğe teşebbüste bulunma hususunda Hz. Peygamber‘den (s.a.a) Hakk’ın hoşnutluğunu celp etme ve Allah’a yakınlık niyeti içinde olanın gerekliliğini ifade eden çok önemli şu hadis nakledilmiştir: “Her kim Allah için evlenir ve Allah için evlendirirse, Allah’ın velayetine müstahak olur.”[189]

Evet, böylesine faziletli insanlar şu ayet-i şerifenin mazharı konumundadırlar: “Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[190]

Allah insanın eş ve çocuk sahibi olmasını sevmektedir. Bu yüzden de yaşlılık çağında Zekeriya’ya Yahya’yı, İbrahim’e de İsmail’i inayet buyurmuştur. Kitabının bir ayetinde ise tertemiz Peygamberi’ne şöyle buyurmuştur: “Senden önce de elçiler gönderdik ve onlar için eşler ve soy karar kıldık.”[191]

3- Evlilik işinde acele etmek doğru değildir. İslâmi öğretilerde de yer aldığına göre acele etmek şeytanın işidir. Eş seçmek hususunda dikkat edilmeli, vakit harcanmalı, meşverette bulunulmalı ve karşı tarafın ailesi hakkında gerekli bilgi alınmalıdır. Bu konuda iki tarafa da zarar verilmemeli, ruhsal darbeye neden olunmamalıdır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kadın bir gerdanlık gibidir. O halde boynuna neyi taktığına dikkat et.”[192]

4- Allah Resulü’nden (s.a.a) ve temiz Ehl-i Beyti’nden değerli Şia’nın değerli kaynaklarında yer aldığına göre mümin erkeğe ve Müslüman gence layık olan bir kadının taşıması gereken özellikler büyük bir zarafet ve tam bir dikkatle beyan edilmiştir. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri bir kadınla evlenmek istediğinde, (kendisini göremediği takdirde) yüzü hakkında araştırmada bulunduğu gibi saçı hakkında da araştırmada bulunsun. Zira şüphesiz saç iki güzellikten biridir.”[193]

5–13- Cabir b. Abdullah Ensari şöyle diyor: Allah Resulü (s.a.a) ile oturmuştuk; kadınlar ve onlardan bazısının diğer bazısından üstün oluşu hakkında konuşuyorduk. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu : “Ben bu konuda sizlere konuşayım mı? ” Biz: “Evet” diye arz ettik.” Peygamber şöyle buyurdu: “Kadınlarınızın en iyisi çocuk doğuran, merhametli olan, iffetten nasibi bulunan, ailesi nezdinde değerli ve saygın olan, eşinin karşısında mütevazı bulunandır. Hakeza eşi için süslenen, diğerlerine karşı vakarlı ve itinasız gözüken, eşinin sözünü dinleyen, ona itaat eden, halvet ettiğinde onun iradesine teslim olan ve aşağılık erkekler gibi olmayandır.”[194]

14- 18- Müminlerin Emiri şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınızın en hayırlısı beş çeşittir.” Kendisine: “Onlar kimlerdir? ” diye sorulunca şöyle buyurdular: “Kolaylaştırıcı huyu olan, yumuşak huylu, uyumlu olan, eşi sinirlendiğinde onu hoşnut etmedikçe uyumayan ve kocasının gıyabında haysiyetini koruyan kadındır. Bu kadın Hak için amel edenlerdendir ve Rabbinin lütfünden ümitsiz olmaz.”[195]

19- İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir şahıs Allah Resulü’ne (s.a.a) gelerek evlilik meselesi hakkında kendisi ile istişarede bulundu. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evet, evlen; ama dindar bir kadınla evlen ki Allah sana hayır versin. Layık bir kadın kendisine ulaşılması mümkün olmayan a’sem bir karga gibidir.” Kendisine, “a’sem karga nedir? ” diye sorulunca şöyle buyurdular: “Bir ayağı beyaz olan kargadır.”[196]

20–21- İbrahim Kerhi şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: “Eşim vefat etti. O çok uyumlu bir kadındı. Şimdi yeniden evlenmek istiyorum.” İmam şöyle buyurdu: “Kendini nereye bıraktığına, malına kimi ortak kıldığına, dininden, sırrından ve emanetinden kimi haberdar ettiğine dikkat et. Eğer evlenmek zorunda isen hayırla anılan ve güzel ahlâklı bir bakire bul.”[197]

22- Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Müslüman’ın durumunu düzelten ilâhi takdirlerden biri de eşi kendisine baktığında sevinen gıyabında haysiyetini koruyan, huzurunda da emrine itaat eden kadındır.”[198]

23- Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin kadınlarından en üstünü yüz açısından en güzel ve mehriyesi en az olandır.”[199]

24- Müminlerin Emiri’nden (a.s) Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Bana kadınlar için hangi şeyin daha hayırlı olduğunu söyleyin.” Fatıma (a.s) şöyle cevap verdi: “Hiçbir erkeği görmemesi ve hiçbir erkeğin de onu görmemesidir.” Peygamber (s.a.a) bu cevaptan hoşlanarak ve şöyle buyurdu: “Şüphesiz Fatıma benden bir parçadır.”[200]

25–26- İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınızın en hayırlısı; kendisinde ihsanda bulunulduğunda şükreden ve esirgendiğinde ise razı olandır.”[201]

27–30- Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştu: “Kadınlarınızın en hayırlısı güzel kokan, güzel pişiren, yerli yerinde harcayan, yerli yerinde esirgeyendir. Böyle bir kadın Hakk’ın işçilerinden biridir ve Hakk’ın işçisi ise ümitsiz olmaz ve pişmanlık duymaz.”[202]

31- Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadınların bereket açısından en üstünü geçim açısından en az olanıdır.”[203]

32–34- Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadınların en hayırlı hasletleri erkeklerin en kötü hasletleridir: Kibir, korkaklık, cimrilik. Eğer kadın kibir ehli olursa eşinden başkasına teslim olmaz. Eğer cimri olursa, kendisinin ve eşinin malını korur. Eğer korkak olursa, her türlü olay karşısında korkar, kendisini korumaya çalışır ve neticede de başkalarının tuzağına düşmez.”[204]

35–38- Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bakire kızlarla evleniniz; şüphesiz bakirelerin ağzı daha tatlı, rahimleri daha toplu, öğrenmeleri daha hızlı ve sevgileri daha kalıcıdır.”[205]

39–40- İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınızın en hayırlısı eşiyle halvet ettiğinde onun için süslenen ve hayâ perdesini kenara itendir. Giyindiği zaman da hayâ örtüsünü giyinendir.”[206]

İşte bunlar Müslüman bir kadında ve mümin kızlarda bulunulması gereken özelliklerdir. Mümin ve Müslüman değerli gençler, evlilik için hazırlık içinde olduklarında, ayrıntıları bir kenara itildiğinde kırk tane olduğu belirtilen bu özellikleri araştırmalıdırlar. Nitekim bir kızda bu sıfatları yeterince buldukları takdirde onu kendisine eş ve çocuklarına anne olarak seçmelidirler. Elbette bu hususta gereksiz zorluklar çıkarmamak ve seçim hususunda vesveseye kapılmamak gerekir. Zira vesvese ve zorluk çıkarmak işi zorlaştırmakta ve evlilik ortamını çıkmaza sokmaktadır.


 “Onlar: “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder yap” derler.”  (Furkân/74)

 

 

 

Onuncu Bölüm

 

Evlilik Hususunda İslâm’ın Özgün Tasarımları

 

Evlilik İçin Konuşmak

Müslümanlar ve mümin halk arasında adet olduğu üzere kız ve erkeğin ailesi hakkında gerekli araştırma yapıldıktan sonra evlilik mehriye tayini, nikâh ve düğünün şartları hususunda birbirleriyle konuşmaya oturmaktadırlar.

Aileler, meşveret, kız ve erkek hakkında sorulan sorulara cevap hususunda akıl ve şeriat nezdinde kabul gören bir çerçevede bütün varlıklarıyla sadakat içinde olmaları gerekir.

Kız ve erkeğin gerçek yaşı söylenmeli, erkeğin işi, varlığı, ahlâkı, davranışları, ruh haletleri, muaşeret şekli ve eğitim derecesi dürüst bir şekilde beyan edilmelidir. Eğer onda bir kusur ve ayıp varsa bunu dile getirmelidirler. Hakeza kızın ailesi, erkeğin ailesinin sorduğu sorulara karşı sadakat ve insaf üzere cevap vermelidirler. Doğru söz söylemekten ve doğruluktan korkmamalıdırlar. Söylenmesi gereken bütün konuları, gelecekte hiçbir sorun çıkarmayacak ve çıkmaza sürüklemeyecek bir şekilde beyan etmelidirler. Böylelikle zarar, acı hadiseler, tefrika, iki ailenin ilişkilerinin bozulması ve tartışmalara engel olmalıdırlar.

Bu konuda hile, düzen, hokkabazlık, aldatmak, sahtekârlık ve ayıpları örtmek ahlâka aykırıdır şer’i açıdan haramdır ve büyük bir günahtır. Bu ateşin dumanı ilk etapta kadın ve erkeğin, ikinci aşamada ise iki ailenin gözüne girecektir.

Gerçeklik ve sadakat her iki aileyi de isyandan, zarardan acı ve sıkıntılı olayların meydana gelmesinden korur; her iki taraf için de karar almayı kolaylaştırır. Böylece de kurtuluşa sebep olur.

Aldatmak, hile, sahtekârlık ve hokkabazlık nikâhın bozulmasına, mehriyenin düşmesine ve talak olmaksızın boşanmanın gerçekleşmesine sebep olur. Bu da İslâm'ın aldatılan ve kandırılan tarafa sağladığı bir kolaylıktır.

Kur’ân-ı Kerim ve rivayetler insanları her türlü hile, aldatma ve kandırmaktan sakındırmıştır. Öyle ki hile yapan kimsenin, dünya ve ahirette ilâhi azaba uğrayacağını ifade etmiştir. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimseye hile yapan bizden değildir.”[207]

Müminlerin Emiri (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Sana güvenen kimseye hile yapmak küfürdür.”[208]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim hile yaparsa, hilesi kendisini sarar.”[209]

Hz. Ali (a.s) Nehc’ül-Belâğa 193. Hutbede takva ehlinin özelliklerini beyan ederken şöyle buyurmuştur: “Takva ehlinin insanlara yaklaşımı, hile ve aldatma üzere değildir.”

Allah Resulü (s.a.a) ise şöyle buyurmuştur: “Hile, aldatma ve ihanet ehli ateştedir.”

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müslüman olan kimse hile yapmaz ve aldatmaz. Şüphesiz ben Cebrail’den şöyle buyurduğunu işittim: Hile ve aldatma ateştedir.”

Aldatmak, kadın veya erkeğin ayıplarını gizlemek, kandırmak, hile yapmak, hayatını sürdürmek, boşanmak, boşanmaksızın terk etmek, erkeğin mehriye hususunda borçlu olması veya mehriyenin düşmesi ile ilgili hususlar. Bihar, c. 100, (Vefa müessesesinin baskısı) s. 361’den sonraki sayfalarda ve de büyük müçtehitlerin ameli ilmihallerinde evlilik hususunda çok detaylı olarak yer almıştır.

Mehriye yi Ödemenin Farz Oluşu

İki aile veya gelin ve damat arasında yapılan dürüst konuşmanın ardından hiç bir ifrat ve tefrite kaçmadan mehriye hususunda şer’i usuller esasınca bir anlaşma ve uyum sağlanmalıdır.

Elbette mehriye her ne kadar kolay tutulursa ve ölçüsü itidal çizgisinde bulunursa daha çok Hak Teâlâ’nın hoşnutluğuna sebep olur. İslâm’ın velileri, kız ve erkeklerin evlilik ortamı daha iyi ve rahat olsun diye mehriye hususunda zorluk çıkarılmamasını önemle tavsiye etmişlerdir. Aileler, mehriye ne kadar ağır olursa hayat o kadar sağlamlaşır ve nikâh merasimi ve nikâh kurumu devam eder diye düşünmemelidirler. Zira nice kızlar mehriyesi fazla olduğu halde babasının evine geri dönmüşlerdir ve zillet içinde kalmışlardır. Böylelikle de ruhsal huzurları ortadan kalkmıştır. Bu işlerde Hz. Hakk’ın rahmetine, lütfüne ve inayetine güvenmek gerekir. Dolayısıyla sorunların çıkmasına, aşağılamaya ve gelecekte iki aileden birine ihanet edilmesine sebep olan her şeyden kaçınmak gerekir. Mehriye hususunda bir uyum sağlandıktan ve her iki tarafın yani gelin ve damadın rızayeti alınarak mehriye belirlendikten sonra nikâh akdi okunur okunmaz o farz borcun yarısı erkeğin boynunadır. Diğer yarısı ise evlilik oluştuktan sonra şer’i bir borç olarak erkeğin boynunadır. Eğer mehriye nikâh okunurken ödenecek olursa erkeğin boynundan borç kalkmış, kadın da şer’i ve kanuni haklarına ulaşmış olur.

Gençler şu anlama teveccüh etmelidirler ki, mehriye ödemek onlar için gereklidir ve hak sahibine bu borcunu ödememek haram ve büyük bir günahtır.

Mehriyenin edasının farz oluşu Kur’ân-ı Kerim'de mübarek Bakara suresi, 236, 237 ve 241 ayetlerde, Nisa suresi, 4. ayette, Kasas suresi, 27 ve 28. ayetlerde ve Ahzâb suresi 49. ayetlerde açık bir şekilde beyan edilmiştir. Bu konuda ve diğer hususlarda kadına en küçük bir zulümde bulunmak caiz değildir. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim mehriye hususunda kadına zulmederse, Allah katında zinakar sayılır. Nitekim aziz ve celil olan Allah kıyamet günü şöyle buyuracaktır: Ey kulum! Ahdim üzere cariyemi seninle evlendirdim ama sen ahdime vefa göstermedin ve cariyeme zulmettin.” Böylece onun iyiliklerinden alınır ve hakkı miktarınca o kadına verilir. Onun iyiliği bulunmayınca da ahdini bozduğu suçuyla cehennem ateşine atılması emredilir. Şüphesiz ki ahit ve sözleşmenin hesabı sorulacaktır.”[210]

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Hırsız üç çeşittir: Zekât vermeyen, kadınların mehriyelerini helal sayan ve hakeza ödemek niyeti içinde olmadan borçlanan kimse.”[211]

İmam Rıza (a.s) ise değerli babalarından ve onlar da Allah Resulü’nden (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Şüphesiz Allah-u Teâlâ mehriye yi inkâr eden, işçinin emeğini gasp eden veya özgür insanı satan kimse dışında herkesin her türlü günahını bağışlar.”[212]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “En çirkin günah üç şeydir: “Bir nefsi öldürmek, kadının mehriyesini vermemek ve işçinin ücretini ödememek.”[213]

İslâm’ın velileri, yüce kadınlara, mehriyelerini eşlerine bağışlamaya uygun bir ortam buldukları takdirde fedakârlık, cömertlik ve yüceliklerini gösteren bu ahlâki yüce dereceyi görmezlikten gelmelerini tavsiye etmiştir.

Çok önemli bir rivayette Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Cinsel ilişkiye girmeden önce bir kadın eşine mehriyesini bağışlarsa, Allah; bağışladığı her bir dinarına karşılık ona bir köle azat etme sevabını yazar.” Kendisine ey Allah’ın Resulü! Cinsel ilişkiden sonra bağışta bulunursa nasıl olur? ” diye sorulunca da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bu, sevgi ve ülfetten kaynaklanır.”[214]

Gelinin Çeyizi

Mümin ve Müslüman halk arasında adet olduğu üzere babalık, yücelik, lütuf, muhabbet, aşk, ilgi, aile büyüklüğü açısından kızın velisi kendi çocukları, değerli göz nurları için çeyiz hazırlamaktadırlar.

Bu konuda da gelin ve damat aileleri şu anlama teveccüh etmelidirler ki, değerli damat ve saygın ailesi peygamberlerin ve velilerin ahlâkından olan ve de Allah’ın sevdiği bir gerçek olan kanaati unutmamalıdırlar. Gelinin ailesinin kendi gücü oranında kızıyla birlikte gönderdiği şeylere inayet, kanaat ve muhabbet gözüyle bakmalıdırlar ki, Allah korusun kınama, aşağılama, küçümseme, fertlerin şahsiyetine saldırı, bu hayat ortamına girmemelidir. Gelinin saygın babası da çeyiz temin etme hususunda kendisinin ve damadın ailesinin insani makamını ve toplumsal konumunu göz önünde bulundurmalı ve bir taraftan da bu meselede israftan sakınmalıdır. Zira Allah israfa sapan topluluğa düşmandır. Bilindiği gibi çok geniş bir çeyiz hazırlama, değerli eşyalar ve fevkalade kıymetli mallar temin etmeye gerek yoktur. Şer’i ve örfi sınırları aşan bir çeyiz harcaması içine girilmemelidir. Çeyiz hazırlanacak diye insanın belini büken borçlanmalar içine girilmemelidir. Bu konuda kesinlikle gösteriş yapmaktan, başkalarının israfa varan çeyizlerine göz dikmekten sakınmak gerekir.

Gençlerin, ağır çeyiz hususunda beklenti içine girmemeleri icap eder. Gençler, babaları zengin olan kızların peşinden gitmemeli ve böylece diğerleri için de evlilik hususunda halledilmesi mümkün olmayan sorunlar yaratmamak gerekir. Bütün bunlar insanlığa aykırıdır. Hak Teâlâ’nın nefret ettiği bir husustur ve de insanın kıyamet günü azaba ve zorluğa düşmesine sebep olur.

Çeyiz helal maldan ve temiz servetten elde edilmelidir ki gelin ve damadın farz ibadetleri, doğru ve şer’i elbiseler, halılar ve ev içinde yerine getirilmiş olsun.

Kendinizi, çocuklarınız ve haddinden fazla beklentileri sebebiyle zorluklara duçar kılmayınız. Onlar için kendinize kıyamet azabının ve cezasının yolunu açmayınız.

Gelin Çeyizi Hususunda İlâhi ve Manevi Örnek

Allame Meclisi değerli kitabı Bihar’da Hz. Zehra’nın (a.s) halleri hakkında İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmiştir: “Müminlerin Emiri’nin maddi hayat hususunda sadece bir iki elbisesi, bir devesi, bir kılıcı ve bir zırhı dışında başka hiçbir şeyi yoktu. Günlük geliri ise başkalarının tarlasında ve bağında çalışmaktan elde ediliyordu.

Yaratılış âlemindeki kadınların efendisi olan Hz. Fatıma’yı (a.s) istemeye gittiği zaman Allah Resulü’nün huzuruna varınca Peygamber ona şöyle buyurdu: “Kalk ve zırhını sat.”

Hz. Ali şöyle buyuruyor: “Zırhı sattım, parasını Allah Resulü’nün (s.a.a) önüne koydum. Ne ben o paranın ne kadar olduğunu söyledim ve ne de Peygamber o paranın miktarını bana sordu.” Paradan bir avucunu Bilal’a verdi ve şöyle buyurdu: “Onunla kızım için güzel bir koku al” bir kısmını da Ebu Bekir’e verdi ve şöyle buyurdu: “Sen de ev eşyaları ve elbise temin et.” Ammar’a ve ashaptan bir gruba da şöyle buyurdu: “Ona elbise ve ev eşyası alma hususunda yardımcı olunuz.” Böylece alınan şeyler şunlardan ibaretti:

1- Gömlek: yedi dirhem

2- Başörtüsü: dört dirhem

3- Hayber malı siyah bir çarşaf

4- İpten örülmüş bir taht

5- Yüzü Mısır keteninden ve içi ise hurma lifi ve koyunyününden olan bir çift döşek

6- Yüzü Taif derisinden içi ise parçalarla doldurulmuş dört yastık

7- bir yün perde

8- Bir hasır

9- El değirmeni

10- Bir bakır leğen

11- Bir su kırbası

12- Bir bardak

13- Bir su kovası

14- Bir ibrik

15- Su veya yiyecek maddesini saklamak için yeşil renkli bir küp

16- Seramikten bir kaç testi

Bütün bu malları Allah Resulü’nün (s.a.a) yanına getirdiklerinde Peygamber (s.a.a) bu malları inceledikten sonra şöyle buyurdu: “Allah, Ehl-i Beyt için mübarek kılsın.”[215]

Allame Meclisi kitabında şöyle yazmıştır: “Bu sade mallar, babası fevkalade güç ve ilgi odağı olan bir kızın çeyiziydi. Peygamber’in (s.a.a) ashabı altın ve gümüş yerine ona can ve başlarını feda ediyorlardı. Ama Peygamber (s.a.a) ne damadını borca soktu, ne fakirlere yetimlere, genel ve kamuoyuna harcanması gereken beytülmali gösteriş ve gereksiz şeyler yolunda harcadı ve ne de evliliğin masraflarını çoğalttı. Aksi takdirde tarih boyunca birçok kimse onu örnek alacak ve sayısız sıkıntı, mihnet, dert ve hüzne duçar olacaktı. Hepsinden de önemlisi o kadar sefa, samimiyet, ihlâs ve temizlik söz konusuydu ki, ahlâki görevi olan çeyiz temininden kendisini aciz gördüğünde yüce damadına zırhını satmasını teklif etti. Böylece onun parasıyla çeyiz ve ev eşyası aldı. Bunu da kendisi için bir utanç ve bir ayıp vesilesi saymadı. Yüce damadı da o kadar sefa, temizlik, esenlik ve nuraniyet sahibi idi ki, çeyiz kız babasına aittir diye bir söz söylemedi. Bunu temiz gönlünden ve ilâhi kalbinden dahi geçirmedi.

İşte bu evliliğin neticesi on bir masum imam ve bu temiz mahsulü de o günden günümüze kadar binlerce fakih, bilgin hekim, şair, arif, hak aşığı, taklit mercii ve mümin insanlar olmuştur. Bereket açısından bütün varlık tarihi boyunca bu evliliğin bir başka benzeri görülmemiştir.

Evlilik Eşiğinde Dua

Hak Teâlâ’nın dergâhına bütün vakitlerde dua etmek ve yalvarıp yakarmak, beğenilmiş bir ibadet olarak değerlendirilmiştir.

Örneğin bunlardan biri de dua vakitleri ve evlilik merasimini gerçekleşmeden önce elleri Hak Teâlâ’nın dergâhına doğru kaldırmaktır.

Bu zamanda dua icap ete daha yakındır ve meşru arzuların gerçekleşmesi için ortam daha da müsaittir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Evlenmek isteyen kimse, iki rekât namaz kılsın sonra Hamd ve Yasin surelerini kıraat etsin, namazdan sonra da Allah’a hamd ederek şöyle desin: “Alladım! Bana salih, sevimli, doğurgan, şükredici, kanaatkâr, gayretli bir eş nasip et. Öyle ki kendisine iyilik ettiğimde şükranda bulunsun. Kötülük ettiğimde bağışlasın. Allah-u Teâlâ'yı zikrettiğimde bana yarımcı olsun. Unuttuğumda bana hatırlatsın, yanından ayrıldığımda korunsun, yanına geldiğimde sevinsin, kendisine emrettiğimde bana itaat etsin, and içirdiğimde andıma bağlı kalsın, ona gazaplandığımda beni hoşnut kılsın, ey celal ve ikram sahibi! Bu isteklerimi bana bağışla, ben senden diliyorum, şüphesiz sadece bana takdir ettiğini bulacağım.” Müminlerin Emiri Ali (a.s) daha sonra şöyle buyurmuştur: “Her kim evliliğin eşiğinde böyle yaparsa şüphesiz Allah ona istediğini bağışta bulunur.”

Evliliğin Adabı ve Vakitleri

Bazı aileler, evliliğin, istek ve şehvetlerinin gerektirdiği her şeyi yapmaya bir izin olduğunu düşünmektedirler. Dolayısıyla da çocuklarının düğününde, onların veya iki eşin dostlarının veya akrabalarının isteği üzere haramlara bulaşmaktadırlar ve de kendi hayallerince evlilik merasimi için daha fazla lezzet ve mutluluk oluşturmaktadırlar. Oysa evlilik merasimi vakar, yücelik ve şahsiyeti koruma, haram ve günahlardan uzak, şehveti tahrik eden sebeplerden arınmış bir halde olmalıdır ki Hakk’ın rahmetine ve ilâhi bereketin gerçekleşmesine sebep olsun.

Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Haram olmayan lezzet ve güzelliklerden sakınmak asla gerekli değildir.”

Elbette düğün esnasında sevinçli olmak gerekir. Güzel sesle meşru şeyler okumak, sevinmek, sevindirici programlar düzenlemek gerekir.

Hikmete dayalı şiirler okumak, anlamlı marşlar söylemek, sevindirici şiarlar vermek, sloganlar atmak ve Müslüman kadınlar örfünde genellikle bu tür toplantılarda yapılan merasimleri düzenlemek şer’i hiçbir sakıncası olmayan şeylerdir. O gece uyumamak da bu toplantının doğal bir özelliğidir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Üç programda geç vakte kadar uyumamanın sakıncası yoktur. Kur’ân okumak, ilim talep etmek ve gelini eşinin evine götürmek için.”[216]

İslâm, düğünün gece yapılmasının daha iyi olduğunu söylemektedir. Nitekim Hz. Zehra’nın düğünü de akşam yapılmıştır.

Cabir Ensari şöyle diyor: “Allah Resulü Fatıma’yı Ali’ye nikâhlayınca bazı basiretsiz kimseler, “kızını az mehriye ile Ali’ye (a.s) verdin” diyerek itiraz ettiler. Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: “Bu evlilik benim irademle olmamıştır. Allah, Ali’yi Fatıma ile evlendirmiştir.”

Evlilik gecesi Resulullah alaca bineğini hazırladı, üzerine bir kadife parça attı ve Fatıma’ya: “Bineğe bin” diye buyurdu. Selman’a da devenin yularından tutmasını emretti ve kendisi de bineği arkadan sürüyordu. Yol esnasında bir şeyin düşüş sesini duydu, baktığında, Cebrail ve Mikail’in yetmiş bin melekle yüce yerinden indiğini gördü. Onlara geliş sebebini sordu ve onlar şöyle dediler: “Fatıma’yı Ali’nin evine kadar uğurlamak için geldik.” Daha sonra bu düğünü kutladılar, meleklerin tekbir sesleri yükseldi. Allah Resulü de “Allah-u Ekber” dedi. Bu yüzden gelin giderken Allah-u Ekber demek de bir sünnet oldu.”[217]

Evet, düğün merasimi ve sevinç gecelerinin adabı öyle bir şekilde olmalıdır ki meleklerin ve Hak Teâlâ’nın bereketlerinin nazil olmasına yol açmalıdır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gelinleri geceleyin eşinin evine götürünüz.”[218]

İmam Rıza (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Evliliğin sünnetinden biri de gece olmasıdır. Şüphesiz Allah geceyi bir sükunet karar kılmıştır. Kadınlar da şüphesiz sükunet ve huzur sebepleridir.”[219]

Allah Resulü (s.a.a); Abdulmuttalib ile Muhacir ve Ensarın kadınlarına Hz. Zehra’nın (a.s) düğün gecesi onun ardından gitmelerini, sevinç içinde şiir okumalarını, Allah-u Ekber ve'l hamdu lillah" demelerini söyledi ve de Allah’ın razı olmadığı sözlerden sakınmalarını buyurdu.”[220]

Zahmet çekip, iki ailenin davetini kabul eden misafirlere yemek vermek, İslâm'ın müstahap kabul ettiği bir iştir. Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Velime, sadece beş şeydedir: Düğün, çocuğun doğumu, sünnet, ev almak ve Mekke’den (hac ve umreden) döndükten sonra.”[221]

Rivayet edildiği üzere Hz. Zehra’nın düğün gecesi Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ey Ali! Eşine saygı olarak güzel bir yemek hazırla. Et ve ekmeği bizden, hurma ve yağı ise sizden.” Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ben hurma ve yağı aldım” Peygamber (s.a.a) de kollarını sıvayarak hurmayı yağda ezdi, karıştırdı ve “his”[222] haline getirdi, bir koç gönderdi ve onu kestik. Çok sayıda ekmek pişirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Ali! İstediğin kişileri çağır. Ben camiye giderek herkesin Fatıma’nın düğün yemeğine davetli olduğunu haber verdim.”[223]

Allah Resulü insanları düğüne davet hususunda şöyle buyurmuştur: “Düğüne davet edilince acele etmeyin; şüphesiz insana dünyayı hatırlatır. Cenazelere davet edildiğimizde ise süratle koşunuz; şüphesiz bu da insana ahireti hatırlatır.”

Aileler düğün merasimlerini öyle bir şekilde düzenlemelidirler ki, evvela; çocuklar ve gençler için kötü bir örnek olmamalı günah ve suça teşvik unsuru barındırmamalıdır. İkinci olarak; davet edilen mümin erkek ve kadınlar bu merasimlere rahat bir şekilde katılabilmelidir.

İslâmi şartlara uygun olarak düzenlenen ve ilâhi sınırların korunduğu bir toplantı, gençler için bir ders sınıfı ve o meclisin ehli için ise Hak Teâlâ’nın rahmetinin iniş yeri olmalıdır.

Zifaf Adabı

Zifaf ve evlilik konusunda, Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerde çeşitli adaplar zikredilmiştir. Bu adaplara riayet etmek, hem kadının, hem erkeğin ve hem de çocukların faydasınadır.

Bu konuda Allah Resulü’nden ve Ehl-i Beyt’ten muteber hadis kitaplarında zikredilen tavsiyelere dikkat ediniz:

Bir gelin damadın evine getirildiği zaman ahlâki bir gereksinim olarak damat gelinin ayakkabılarını ayağından çıkarmalı, gelinin ayaklarını yıkamalı ve o suyu evde mümkün olan bir yere serpmelidir. Bu program uygulandığı takdirde fakirliğin yetmiş bin kolu evden kesilmiş olacak ve evi yetmiş bin bereket kaplayacaktır. Yetmiş rahmet meleği gelinin başında uçuşur ve onun bereketi evin bütün her yerini kaplar. Gelin o evde kaldığı müddetçe cinnet, cüzam ve abraş (alaca) hastalığından o evde kaldığı müddetçe güvende kalmış olur.

Evliliğin ilk haftasında gelin süt, sirke, kişniş otu ve ekşi elma yemekten sakınmalıdır. Zira bu dört şey onun rahminde olumsuz etkiler yaratır ve kadını kısır bırakma tehlikesi vardır.

Allah Resulü’nün bildirdiği üzere (s.a.a) eğer kadın sirke yerken adet görürse adetten temizlenmesi gecikir. Kişniş otu ise adet durumunu şiddetlendirir ve doğumu kendisine zorlaştırır. Ekşi elma ise adet görmesini süratle keser ve kadının rahminde kanın kalması da birçok hastalıklara neden olur.

Ayın başında, ortasında ve sonunda cinsel ilişkiden de sakınmak gerekir ve özellikle de öğleden sonra cinsel ilişkiye girilmemelidir. O zaman konuşmanın veya cinsel organa bakmanın şiddetli keraheti vardır. Zifaf esnasında başka bir kadını düşünmek de ruh haleti ve doğacak olan çocuklar için oldukça zararlıdır.

Kadın ve erkeğin zifaf esnasında, az da olsa örtülü olmaları ahlâk ve vakara daha yakındır.

Ayakta cinsel ilişkide bulunmak ise hayvanların âdetidir; rahatsızlığa da sebep olmaktadır. Kurban ve Ramazan Bayramları’nın gecesi, güneşe karşı, ezan ve ikame arasında, şaban ayının on beşinci gecesi, dam üstünde ve yolculuk gecesinde de cinsel ilişkide bulunmaktan sakınmak gerekir. Zifaf ve evlilik, pazartesi gecesi, salı gecesinin başlangıcı, perşembe gecesi, perşembe günü, cuma gecesi ve cuma günü ikindi vakti olması da birçok maddi ve manevi faydaları haizdir. Zifaf ve evliliğin yasaklandığı vakitlerde çocuk için cinnet, cüzam, ahmaklık, şaşılık, körlük, cimrilik, kadın sıfatlı olma, ayrılık, tefrika, kısırlık, altı veya dört parmaklı doğma, fakirlik, insanların canına tecavüz hırsı, kalp körlüğü, çirkin yüzlülük ve aptallık gibi çeşitli hastalıkların ve zararlarının ortaya çıkması ihtimali vardır. Zifafın tavsiye edildiği vakitlerde ise çocuk için Kur’ân ezberleme, Hak Teâlâ’nın kaza ve takdirine rızayet, iman, azaptan güvende olma, sevgi ve duygu, kalp inceliği, cömertlik, temiz dillilik, ilim, bilgi, din ve dünya esenliği ve ilâhi velilerin makamına ulaşma gibi çeşitli faydaları vardır.” Bu tür konuları maddi araçlar ve tıbbı vesilelerle teşhis etmek mümkün değildir. Bu gerçekleri İslâm'ın yüce Peygamberi vasiyet ve tavsiye olarak Müminlerin Emiri’ne hitaben söylemiştir ve hakeza ondan zifaf ve evlilik hususunda bu tavsiyeleri yerine getirmesi istenmiştir ve de Peygamber bunları Cebrail’den işittikten sonra ezberlediğini dile getirmiştir.[224] Evlilik ilişkisini hemen yapmaktan da sakındırılmıştır. Zira evlilik ilişkisini (cinsel ilişkiyi) süratle yapmak kadına bir zulüm sayılmıştır. Bu program kadın ve erkek için faydalı olan bedensel ve ruhsal önkoşullar yerine getirildikten sonra yapılmalıdır. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Üç şey zulümdendir: “Biriyle arkadaş olduğu halde ismini ve künyesini sormamak; yemeğe davet edildiğinde icap et etmemek veya icap et ettiği halde yememek ve insanın eşiyle oynaşmadan hemen cinsel ilişkiye geçmesi.”[225]

Altıncı İmam şöyle buyurmuştur: “Üç şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Güzel koku, saçları kısaltmak ve kadının cinsel ihtiyacını gidermek.”

Müminlerin Emiri ise şöyle buyurmuştur: “Kadından uzak durmak ve cinsel içgüdülerini tatminden mahrum bırakmak kabir azabına sebep olmaktadır.”[226] Adet günlerinde zifaf etmek de günahtır. Hakeza kadını hiçbir özrü olmadan veya eşinin rızayetini almadan dört aydan fazla cinsel ilişkiden mahrum bırakmak da haramdır ve azap sebebidir. Cenabet halinde ilişkiye girmek de mekruhtur.

Hz. Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Süratle cinsel ilişkiye girmekten sakınınız; zira kadın için ruhsal ve bedensel ihtiyaçlar vardır. Bu konuda ona yardımcı olunuz. Daha sonra cinsel ilişkiye geçiniz. Gözünüz aniden namahrem bir kadına ilişince, onun güzelliği karşısında şaşkınlığa düşünce hemen eşinizin yanına gidiniz. Zira Allah o namahremde karar kıldığı şeyi sizin eşinizde de karar kılmıştır.”

Namahrem kadına bakmamak ve eşinin yanına gitmek şeytanın insanın kalbini ele geçirme yolunu kapatacaktır.

Eğer eşiniz yoksa hemen iki rekât namaz kılınız ve Allah’a çok hamd ediniz. Peygamber’e ve Ehl-i Beyti’ne salâvat gönderiniz. Ardından Hak Teâlâ’nın lütfünden yardım dileyiniz. Merhamet sahibi olan Allah, merhameti sizleri müstağni kılacak şeyi size helal kılacaktır.”[227]

Kadının cinsel ihtiyaçlarına karşılık vermenin sevabı insanı şaşkınlığa düşürecek kadar büyüktür ve birçok önemli rivayette de bu yer almıştır. Nitekim yüce İslâm Peygamberi bir şâhısa şöyle buyurdu: “Bugün oruçlu musun? ” O şahıs, “Hayır” deyince de, “Bir hastayı ziyarette bulundun mu? ” O şahıs, “Hayır, bir cenaze merasimine katıldım.” Peygamber (s.a.a): “Bir fakiri doyurdun mu? ” O şahıs, “Hayır” diye cevap verince Peygamber şöyle buyurdu: “O halde ehline dön ve eşinle ilişkide bulun. Zira bu senin için onlar hakkında bir sadakadır.”[228] Bir çocuğun olduğu yerde cinsel ilişkiye girmekten de sakınmak gerekir. Zira ruhsal ve ahlâki açıdan çocuk için bu çok zararlıdır. Altıncı İmam’ın buyurduğuna göre; gelecekte çocuk için zina etme ortamının vücuda gelmesine sebep olacaktır.[229] Tıka basa yedikten sonra cinsel ilişkide bulunmaktan sakınmak gerekir. Zira bunun da bedensel zararları vardır.[230] Süt emen çocuğun beşikte olduğu ve gördüğü bir zamanda da cinsel ilişkide bulunmaktan sakınmak gerekir.[231] Gerçekten de İslâm; ahlâki, duygusal ve terbiyevi konular açısından, özellikle kadınların hakkına riayet ve hayatın bütün boyutlarını göz önünde bulundurma hususunda çok yüce bir dindir. Ferdi, ailevi, toplumsal gerçeklere büyük bir basiretle bakmıştır. Bütün maddi ve manevi işler açısından çok ilginç ve kâmil bir dindir. Evet, gerçekten de böyle olması gerekir. Zira bunlar sınırlı düşünceden kaynaklanmayan bir vahiy tecellisi, Hakk’ın bilgisi, Peygamber ve Ehl-i Beyti’nin bakış açısıdır.


“Allah şüphesiz daima tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.” (Bakara/222)

 

On Birinci Bölüm

 

Aile Düzeninde Sağlık

 

İslâm’da Sağlık ve Temizliğin Değeri

Evlilik hazırlıkları sona erdiğinde ve genç kadın ile erkek tam bir aşk ve ilgiyle hayatlarına başladıklarında hayatta temel konumu bulunan işlere dikkat etmeli ve bu işler hususunda lakayt kalmaktan, gevşemekten, tembellik ve gaflet içine girmekten gerçekten sakınılmalıdır. Bu işlerden biri de şüphesiz hayatın bütün boyutlarında sağlık ve temizliğe önem vermektir.

Beden, saçlar, ağız, diş, elbise, halı, ev eşyaları, özellikle de mutfak eşyaları ve özetle günlük hayatla bağlantısı olan her şey sağlık açısından dikkatle kontrol edilmelidir.

Genç çiftlerden bazıları hayatlarının başlangıcında, temizlik ve sağlığa teveccüh etmekten gaflet etmektedirler. Sadece yemek ve zahiri lezzetlerden nasiplenmekle iktifa etmektedirler. Hayatlarında düzen ve temizlikten bir eser yoktur. Bu bilgisizliği selim fıtrat sahibi, faal akıl sahibi ve ilâhi din asla kabul etmemektedir. Hatta ondan şiddetle nefret etmektedir. Ayrıca bu lakaytlık ve dikkatsizliğin, bir zaman geçtikten sonra hayat atmosferine hâkim olması, evi ve ev halkını sağlık ve esenlik açısından tüm batıni ve zahiri işlere oranla tehdit etmesi, özellikle de çocukların durumu üzerinde olumsuz etkiler yaratması mümkündür. Böylece onları lakayt, aptal, hastalıklı, zelil, zayıf, toplumun yükü haline getirebilir, varlıkları her türlü fesat ve günahın kaynağı haline gelebilir.

Merhamet sahibi Allah Kur’ân-ı Kerim’de zahir ve batın taharetine riayet eden, ruh ve beden sağlığına dikkat gösteren, can ve cisimlerini bütün pisliklerden temiz tutan kimselere karşı aşk ve muhabbet ilanında bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır. “Allah şüphesiz daima tövbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.”[232]

İslâm mektebi, başka bir tabirle nübüvvet ve imamet medresesi ve başka bir tabirle Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti’nin, yani masum imamların sözlerinde tecelli eden vahiy dininde, hayatın bütün alanlarında temizliğe ve sağlığa riayet etmek diğer bütün mektepler arasında eşsiz bir konumdadır. Beş bin kanunu geçen bu semavi medresenin sağlık kanunları beş binden fazladır. Bunlardan bir bölümü Vesail’uş Şia kitabının birinci ve ikinci ciltlerinde yer almıştır. Bu kanunlar bütün sağlık kanunlarının üstündedir. Zarafet, letafet ve temizliğe teşvik hususunda, fevkalade ilginç bir konumdadır.

Aziz İslâm dini on beşe yakın etkeni ve temizleme vesilesi olarak tanıtmıştır ki böyle bir akış ve metot, dünyada mevcut mektepler arasında asla görülmemektedir.

İslâm kirlenmek, kirletmek ve birçok hususlarda kirliliğe ortam sağlamayı haram olarak ilan etmiştir ve bunu işleyeni de suçlu kabul etmekte, kıyamet günü cezaya uğramaya müstahak olduğunu söylemektedir.

Akarsu, kuyu suyu, çeşme suyu, yağmur suyu, uzunluğu, genişliği ve derinliği üç buçuk karış olan durgun su, necis bir şeyin üzerine dökülen ve necis şeyi temizleyecek ölçüde olan az su, toprak, yer, güneşin ışığı, ateş, necis olan bir şeyin başka bir şeye dönüşümü, kendi yerinde ve tayin edilen yerlerde temizleyici maddelerden sayılmıştır. Allah Resulü (s.a.a) çok önemli birkaç rivayette temizliğin ve taharetin önemine işaret buyurmuştur. Görüş sahiplerine göre de bu İslâmi meselelerin ilginçliğindendir: “Temizlik imanın yarısıdır.”[233]

Ne kadar ilginçtir ki imanın yarısı ahlâki ve ameli meselelerin tümü diğer yarısı ise temizlik ve taharete teveccüh etmektir: “Kulun hesaba çekildiği ilk şey temizliğidir.”[234]

Allah Resulü, ağız ve dişlerin, saçların, yüzün, elbisenin, giysilerin, evin, ev eşyalarının, sokak ve caddelerin, şehir ve memleketlerin, hatta mezarlıklardaki ölülerin sağlık ve temizliği hususunda çok hassas davranmıştır; sağlık ve temizliğe riayet hususunda bütün dünya insanlarından daha üstün bir konumda idiler.

Peygamber (s.a.a), ölülerin, sedir ağacı suyu, kâfur suyu ve halis suyla yıkanmasını, secde yerlerine kâfur konulmasını, kabrin derin kazılmasını, taşların diziminde ve toprağın dökülmesinde belli bir düzene riayet edilmesini, böylece ölünün bedeninin mezarda çürümesi, toprak ve kâfurla bileşimi hususunda şehir, memleket ve canlıların sağlık ilkelerine riayet edilmesini emretmiştir. Bütün bunlar ilginç emirlerdendir ve o yüce ve üstün insanın ilim ve bakışının ilginçliklerindendir.

Peygamber’in zahir ve batın temizliğine riayet ölçüsü, o kadar yüce idi ki ilim ve basireti Hz. Hakk’ın ilim, hikmet ve ilminin göstergesi ve günahlardan arınmış birisi olan Müminlerin Emiri (a.s), Hz. Peygamber’i en temiz bir insan olarak tanıtmış ve bütün dünya insanlarından o mukaddes vücudu her türlü ruh ve beden temizliği hususunda örnek almalarını istemiştir.

“En pak olan Peygamberi’ne (s.a.a) uy; şüphesiz onda kendisine uyan kimse için bir örnek vardır.” [235]

Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah temizdir, temizi sever; Allah Nazif’tir ve nezafeti sever.”[236]

Temizlik ve paklığın makamı, değeri ve yüceliği nereye kadardır ki onlar hakkında konuşmak, Hakk’ın zatının haremiyle ilişkilidir.

Müminlerin Emiri şöyle buyurmuştur: “Kendinizi başkalarına eziyet eden kötü kokulardan temizleyin, kendi vücudunuz hakkında sorumlu davranın. Allah Teâlâ insanların kendisiyle oturmaktan nefret ettiği kuluna buğz eder.”

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bu bedenlerinizi temizleyiniz ki Allah da sizi temizlesin. Şüphesiz kul temizlik ve paklık içinde sabahlarsa, bir melek ona eşlik eder ve geceden geçen her saatte melek şöyle der: “Allah’ım! Kuluna mağfiret et ki o geceyi temizlikle geçirdi.”[237]

Hak Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kirli insan ne de kötü kuldur.”[238]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Pis insanlar helak olmuşlardır.”[239]

Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Resulullah (s.a.a) dağınık saçları kötü bir şekilde yüzüne dökülen birini gördüğünde şöyle buyurdu: “O kimse saçlarını düzene koyacak ve süslenecek bir şey bulamadı mı? ” Başka birinin ise kirli ve pis elbiseler giydiğini görünce şöyle buyurdu: “Elbisesinin pisliklerini yıkayacak bir su bulamadı mı? ”

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Evleri süpürmek fakirliği giderir.”[240] Altıncı İmam (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Kapları yıkamak ve evin önünü süpürmek rızkı getirir.”[241] Müminlerin Emiri (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Evin toz toprağını kapının arkasında toplamayınız; şüphesiz orası şeytanın sığınağıdır.”[242]

Şeytan kelimesi “şetene” kelimesinden türenmiştir ve bu kelime pis, aşağılık, eziyet eden ve kötü varlık anlamındadır.

Bu ilginç ve azametli mucize, Hak Resulü’nün ve ilâhi veliler olan Şia’nın masum İmamlarının (a.s) görüşünün bir ürünüdür. Mikrobun varlığı keşfedilmeden kaç asır önce şeytan yani pis varlık kelimesini kullanarak bu mikrobu haber vermişlerdir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Süprüntünün akşama kadar evde kalmasına müsaade etmeyin. Onu gündüz vakti evden çıkarınız. Şüphesiz o şeytanın oturağıdır.”[243]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gücünüz yettiği kadar temizlik yapınız. Şüphesiz Allah-u Teâlâ İslâm’ı temizlik üzere bina etmiştir. Cennette de sadece temiz olan girebilir.”[244]

İmam Rıza (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerin ahlâkından biri de temizliktir.”[245]

Allah Resulü (s.a.a) Aişe’ye şöyle buyurmuştur: “Bu iki elbiseyi yıka; sen elbisenin Hak Teâlâ'yı tespih ettiğini bilmiyor musun? Elbise kirlenince tespihi kesilir.”[246]

Yüce Allah’ın temizliğe ve taharete olan aşkı ile Kur’ân ayetlerine ve taharet ve nezafet hakkındaki önemli rivayetlere teveccühen, ev halkı, beden, elbise, ev eşyası, evin içi ve evin dışı hususunda güçleri yettiğince temizliğe riayet etmelidirler. Bu konuda evin erkeği de, takva ve iyilik üzere yardımlaşmayı emreden Kur’ân kaidesi esasınca temizlik işinde eşine yardımcı olmalıdır. Evin kadını da evi, ev eşyalarını, ev ehlinin elbiselerini temizlemeli, bu yolla eşini sevindirmeli ve Hz. Hakk’ın hoşnutluğunu elde etmelidir. Bu kadın için ahlâki bir gereksinimdir. Kadın ev halkının esenliğini garantilemeli, böylece dert, hastalık, sıkıntı ve rahatsızlık nedenleri ortadan kalkmış olacaktır.

Evin kadını şu anlama da dikkat etmelidir ki, ev işleri için adım atmak, evi yönetmek, ev halkının rahatlığını ve huzurunu sağlamak da bir ibadettir. Şüphesiz Hz. Hak nezdinde bu yaptıklarının bir mükâfatı ve bir ecri vardır.

Ağız ve Diş Sağlığı

 Diş ve ağız sağlığı bugün çok önemli dikkate değer konulardandır. Uzman kişiler şöyle demektedirler: Bedensel hastalıkların çoğu, özellikle de son derece hassas olan sindirim organı ile ilgili hastalıkların çoğu ağız ve diş sağlığı ile ilgilidir. Yüce Allah’ın insana inayet buyurduğu diş oldukça önemli bir nimettir. İnsana sağlığını korumada çok önemli bir etken konumundadır. Çiğnemek dişler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Çiğnemek hususu güzel bir şekilde yapılacak olursa sindirim organının doğal çalışmasının sürdürülmesini garantiler ve neticede de insanın sağlığının devamına neden olur.

Başkalarının nefret etmesine ve eziyet görmesine sebep olan hususlardan biri de ağız kokusudur. Bazen çok çirkin bir hale gelen bu ağız kokusu, ağız ve diş sağlığına dikkatsizliğinin ürünüdür ve yiyeceğin diş ve diş etlerinin arasında kalmasının ürünüdür.

Diş ve diş etlerini yok eden pyorrhea[247] hastalığının, birçok hastalıkların, özellikle de kalp hastalığının önemli bir nedeni de diş ve ağız sağlığına dikkatsizliğin bir ürünüdür. İnsanlar eğer biraz vakit ayırarak her yemek yedikten sonra ağzını yıkar, dişlerini fırçalarsa, ağzını tuzlu suyla çalkalarsa bir taraftan, ağız, diş ve boğaz sağlığına yardımcı olmuş olur ve diğer taraftan da dikkatsiz davrandığı zaman ortadan kalkan diş sağlığını tekrar kazanmak için büyük harcamalara düşmekten güvende kalır. Uzun yıllar hatta ömrünün sonuna kadar tam bir huzur içinde dişlerinden istifade edebilir.

İslâm güneşi susuz, bitkisiz, insanlarının okuma yazma bilmediği hatta en küçük bir ilimden dahi nasipleri olmadığı bir ortamda doğmuş olmasına rağmen insanların sağlığı için tüm boyutlarıyla sağlığa riayet ederek özellikle de diş ve ağız sağlığı hususunda bu mektebin azametini ve bu medresenin önemini gösteren bir takım kanun ve ilkeler ortaya koymuş ve bu dinin davetçisinin merhamet sahibi Allah tarafından insanları irşat ve hidayet için geldiğini ve de bu mektebin on iki masum önderinin Hakk’ın seçkinleri olduğunu ispat etmektedir.

Şimdi de bu din bilginlerinin diş ve ağız sağlığı hususundaki bazı sözlerine dikkat ediniz:

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer ümmetime zorluk ve meşakkate düşmeseydi, şüphesiz her namazda dişlerini fırçalamalarını emrederdim.”[248]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Misvak kullanmak Peygamberlerin ahlâkındandır.”[249]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer insanlar misvaktaki faydaları bilecek olsalardı, şüphesiz yatakta da dişlerini fırçalarlardı.”[250]

İmam Sadık’a (a.s) , “Bütün yaratıklar insan mı? ” diye sorulunca İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Misvak kullanmayı terk edenleri bırak.”[251]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Cebrail bana sürekli misvak kullanmamı tavsiye etti. Öyle ki misvak kullanmadığım takdirde dişlerimden mahrum kalmaktan korktum.”[252]

Başka bir yerde ise Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Cebrail bana, sürekli misvak kullanmamı tavsiye etti. Öyle ki onu farz kılacağını sandım.”[253]

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Misvak kullanmakta on iki haslet vardır: Dini bir iştir, ağzı temizlemektedir, gözü aydınlatmaktadır, Hakk’ı hoşnut etmektedir, dişleri beyazlatmaktadır, çürüklüğü gidermektedir, diş etlerini sağlamlaştırmaktadır, insanın iştahını açmaktadır, sindirim organından balgamı sökmektedir, hafıza gücünü çoğaltmaktadır, güzellikleri artırmaktadır, melekleri sevindirmektedir.”[254]

Misvak kullanmanın şekli hususunda ise diş ve ağız hastalıkları uzmanları ve uzman doktorlar dişlerin enine, yavaş bir şekilde birkaç defa misvak edilmesini söylemektedirler. Allah Resulü’nden de bu konuda çok önemli rivayet nakledilmiştir. Biset zamanına teveccühen bunun da Peygamber-i Ekrem’in ilmin mucizelerinden birisi olduğunu söylemek gerekir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Dişlerinizi enine misvaklayınız, uzunluğuna misvak kullanmaktan sakınınız.”[255]

Allah Resulü her gece dişini üç defa misvaklıyordu: Uyumadan önce, uyuduktan sonra (kalkıp) Kur’ân okumak istediğinde ve sabah namazı için camiye gitmeden önce. Cebrail’in tavsiyesi üzere Erak çubuğuyla misvak yapıyordu.”[256]

Yiyecekler Hususunda Sağlık Sistemi

 Büyük sindirim organı, diş, ağız, su, ekmek ve Hakk’ın diğer nimetleri merhamet sahibi olan Allah’ın insana lütuflarındandır. Helal maddeler elde etme, tüketim biçimi, beden sağlığı ile ilgili ilkeler, nihayette ruh ve akıl esenliği, neticede aile ve toplumun esenliği hususunda yüzde yüz etkili olan birçok emirler Kur’ân-ı Kerim’de ve İslâmi rivayetlerde yer almıştır. Öyle anlaşılıyor ki bu emirlerin bazısına uymak şer’i açıdan farzdır diğer bazılarına uymak ahlâki açıdan farzdır, diğer bazılarına uymak ise önemle vurgulanmış müstahap emirlerden biridir. Farz düzeyinde yer alan bu ilkelere aykırı davranmak haramdır ve kıyamet azabına sebep olmaktadır. Önemle vurgulanmış müstahapları terk etmek ise birçok ziyan, zarar, bedenin çökmesine ve bedenin birçok hastalıkları kabule hazır hale gelmesine sebep olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim'de farz olan emirlerden en önemlisi hayatı sürdürmek için mal ve evlat sahibi olmak, helal yoldan ev, elbise ve yiyecek temin etmektir.

“Ey iman edenler! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin; yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, o’na şükredin.”[257]

Hakeza: “Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın; zira o sizin için apaçık bir düşmandır.”[258]

Hakeza: “Yiyin için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.”[259]

Bu emirlerde temiz olmak, helal olmak ve israftan kaçınmak söz konusu edilmiştir. Helal yoldan temin etmek ve yiyeceklerin temiz olmasına özen göstermek farzdır. Tüketimde israfa kaçmak ise haramdır. Helale dikkat etmemek, haram, pis, necis ve temiz olmayan yiyecekler yemek, israfa düşmek, Hakk’a aykırıdır, insanın kendine ve başkalarına zulmetmesidir. Şüphesiz azaba ve ilâhi cezaya da sebep olmaktadır.

Evin erkeği, bu konudaki İslâm'ın yüce öğretileriyle aşina olmalı ve onu evine intikal ettirmelidir ki ev ve aile ortamı tertemiz kalsın, o ev halkı gelişme ve kemal yolunu kat edebilsin, kendisi ve diğerleri için hayır ve iyilik kaynağı haline gelsin.

Çok Yemenin Zararları

 Emir'ul Müminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çok yemek ve çok uyumak insanın vücudunu bozar ve zararlara sebep olur.”[260] Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çok yiyen kimsenin sıhhati azalır ve masrafı kendisine ağır gelir.”[261]

 Yine şöyle buyurmuştur: “Çok yemek açgözlülüktendir; açgözlülük de ayıplardandır.”[262]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müminin kalbi için çok yemekten daha zararlı bir şey yoktur. Çok yemek iki şeye neden olur: Kalp katılığı ve şehvet heyecanına.”[263]

Yüce Allah İsrail oğullarına şöyle buyurmuştur: “Çok yemeyiniz, şüphesiz çok yiyen kimsenin uykusu çok olur, çok uyuyan kimsenin namazı az olur, namazı az olan kimse ise gafillerden yazılır.” [264]

Allah Resulü (s.a.a) ise şöyle buyurmuştur: “Çok yemekten sakınınız; şüphesiz çok yemek, bedeni bozar, hastalıklara neden olur ve ibadet hususunda insanı tembelleştirir. .”[265]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah katında dolu karından daha nefretli bir şey yoktur.”[266]

Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer insanlar yiyecekte itidalli olsalardı, şüphesiz bedenleri de itidalli olurdu.”[267]

 Resulullah’ın (s.a.a) yiyecek ve içecek hususunda çok ilginç emirler vermiştir. Söylemek gerekir ki bunlar Peygamber’in ilginç emirlerindendir ve de tıp ilminin kökleridir:

 “İştahın olduğunda ye ve iştahın varken yemekten el çek.”[268]

Yemek üstüne yemek şüphesiz sindirim organları için çok zararlıdır. Beden sağlığı için ciddi bir tehdit konumundadır. Tam acıktığında yemek ve tam doymadan yemekten el çekmek bedenin neşat ve esenliğini korumak, ömrün devamını sağlamak, insanın dinamik ve hareketli olması için en büyük ilkedir.

İbretli Bir Hikâye

 Meşhur olduğu üzere büyük emirlerden birisi Medine’ye insanları tedavi etmesi için uzman bir doktor gönderdi. Bu doktor bir müddet Medine’de kaldı ama ona müracaat edenler çok azdı veya müracaat eden hiç kimse yoktu. Bu meseleye şaşıran doktor Allah Resulü’nün (s.a.a) huzuruna vararak şikâyette bulundu. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu şehrin durumu böyledir zira ben insanlara tam iştahları olmadıkça yemek yememelerini ve henüz doymadan yemekten el çekmelerini söyledim.” O doktor şöyle arz etti: “Siz tıp ve sağlığın bütün kanunlarını bu bir emrinizle beyan etmişsiniz. Bu yüzden bu şehrin halkı kolay kolay hasta olmamaktadırlar.”

Ali (a.s) yemeğe başlamak hususunda çok önemli bir tavsiyede bulunarak şöyle buyurmuştur: “Yemeğe tuzla başlayınız. Eğer insanlar tuzda olan faydaları bilselerdi, onu denenmiş ilaçlara tercih ederlerdi.”[269]

Allah Resulü (s.a.a) sıcak yemek yemeyi yasaklamış; Allah’ın, sıcaklığı gitmiş yemekleri bereketli kıldığını ilan etmiş ve soğuması için yemeğe üfürülmesini de yasaklamıştır. [270]

İnsan yemek yerken yanında bir canlı varsa insanın ona teveccüh etmemesi şiddetle yasaklanmıştır.

Necih şöyle diyor: “İmam Hasan-ı Mücteba’yı (a.s) yemek yerken gördüm, karşısında bir köpek durmuştu, bir lokmayı kendisi yiyor ve bir lokmayı da köpeğe veriyordu. Ona şöyle arz ettim: Neden bu hayvanı buradan kovmuyorsunuz? ” İmam şöyle buyurdu: “Bırak kalsın; Allah’tan, canlı bir hayvan yemek yediğimde bana bakarken ona karşı ilgisiz kalmaktan hayâ ediyorum.”[271]

Evet, hem yemek, hem de yedirmek gerekir. Zira yemek bedenin bir gereğidir. Yedirmek ise ahlâk ve yüceliğin tecellisidir. İhtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gidermek Hak Teâlâ'nın rahmet lütuf ve mağfiretine sebep olmaktadır.

Bu konuda, aileye, akrabalara ve insanlara karşı sıkı davranmak insaftan uzak bir davranıştır ve de şeytanın rengine bürünmektir.

Hz. Hasan-ı Mücteba (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sofrada on iki haslet vardır ki, her Müslüman’ın onları tanıması gerekir: “Nimeti ve nimet yaratıcısını tanımak, günlük işlerinde Hakk’ın takdirine rızayet göstermek, yemek yerken bismillah demek, yemek yedikten sonra nimete şükretmek, yemek yemeden önce abdest almak, sol tarafına oturmak, üç parmağıyla yemek, parmaklarını yalamak, önüne bırakılandan yemek, lokmayı küçük tutmak, güzel çiğnemek ve sofrada oturanlara az bakmak.”[272]

İmam Rıza (a.s) da şöyle tavsiyede bulunmuşlardır: “Gece az yiyiniz zira az ve hafif yemek, liyakatinize ve zayıflığınıza yardımcı olur.”[273]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kimin Allah nezdinde tespihi ve Allah’ı övmesi çok, yiyeceği, içeceği ve uykusu az olursa, ilâhi meleklerin iştiyakına mahzar olur.”[274]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Elbise, yiyecek ve içecek hususunda beden ve karınlarınıza insaflı davranınız; şüphesiz bu riayet nübüvvetin bir parçasıdır.”[275]

Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Az yemek, nefsin yüceliği ve sıhhatin devam sebebidir.” [276]

Hakeza İmam Ali (as. ) şöyle buyurmuştur: “Münezzeh olan Allah, kulun salahını dilediğinde takdirde ona az konuşmayı, az uyumayı, az yemeyi ilham eder.”[277]

İlk aşamada evin reisinin, daha sonra da ev halkının ciddi ve kesin olarak riayet etmeleri gereken önemli meselelerden biri de sigara, nargile ve benzeri dumanlı maddelerden sakınmalarıdır.

Dumanlı maddeler her türüyle, Şia fakihlerinden bazısının görüşüne göre şer’i açıdan haramdır. Zira tedricen insanın sağlığını tehdit etmekte ve bazen de ahlâki ve toplumsal fesatlara sebep olmaktadır.

İslâm’ın şiddetle yasakladığı şeylerden diğer biri de tarak, havlu, diş fırçası ve genellikle şahsi kullanılan malların ortak kullanımıdır.             Bu meselelerin, bütün aileler ve özellikle de aile reisi tarafından, cisim, ahlâk ve ruhu koruma açısından riayet edilmesi gerekir. Zira bu tür şeylere riayet, dini emirlere riayet olduğundan ibadet sayılmaktadır. Bunlara riayet etmemek ise, günah olmanın yanı sıra kınanmaya ve Hakk’ın cezasına neden olmaktadır.

 



Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:“Güzel ahlâklı olunuz. Şüphesiz güzel ahlâk cennettedir. Kötü ahlâktan sakınınız. Şüphesiz kötü ahlâk ise ateştedir.”  (Vesail, c. 16, s. 29, Alu’l-Beyt baskısı)

  

 

On İkinci Bölüm

 

Aile Sisteminde İslâmi Ahlâk

Güzel Ahlâkın Değeri

Kadın ve erkek, kendileri ve çocuklarının saadeti için Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerin büyük bir önemle vurguladığı bir takım ahlâki meselelere riayet etmesi gerekir. Güzel ahlâka riayet etmek ve ahlâki çirkinliklerden sakınmak hiç de öyle zor bir iş değildir.

Ahlâki gerçekleri hayata geçirmek ve az bir müddet zarfında ahlâki aşağılıklardan sakınmak tahammül edilir bir riyazettir ve bu ilâhi yolu kat etmeyi insana kolaylaştırmakta, evlilik bağlarını güçlendirmekte, birbirine sevgiyi sağlamlaştırmakta, diğerlerine özellikle de aile çocuklarına ahlâki bir ders olmaktadır.

Birbirine karşı ahlâki değerleri hayata geçirmek, sefa, samimiyet, temizlik, esenlik, rahatlık, güvenlik, aşk ve muhabbet atmosferini oluşturur, hayatı, bütün boyutlarıyla kadın ve erkek için baldan daha tatlı kılar.

Ahlâki güzelliklerle süslenmek ve hayata geçirmek hususunda Kur’ân-ı Kerim çeşitli ayetlerde, yüce Peygamber’i överek şöyle buyurmuştur: “Allah’ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.”[278]

Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin.”[279]

Allah Resulü          (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İslâm güzel ahlâktır.”[280]

İmam Hasan-ı Mücteba (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz güzelin en güzeli, güzel ahlâktır.”[281]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Güzel ahlâk, dünya ve ahiret hayrıyla birliktedir.”[282]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Güzel ahlâk, her iyiliğin başıdır.”[283]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Güzel ahlâktan daha tatlı bir hayat yoktur.” [284]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kimin ahlâkı güzel olursa Allah onu gündüzleri oruç tutan, geceleri ise ibadetle geçiren bir kimsenin makamına ulaştırır. [285]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü kulun terazisine konulacak ilk şey güzel ahlâkıdır.”[286]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kıyamet günü bana en sevimli ve en yakın olanınız, ahlâkı en güzel ve tevazusu en fazla olanınızdır.”[287]

Resulullah (s.a.a), Müminlerin Emiri’ne (a.s) şöyle buyurdu: “Sana, ahlâkıma en çok benzeyeninizi haber vereyim mi? ” Müminlerin Emiri (a.s), “Evet” deyince Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ahlâkı en güzel olanınız, hilmi en büyük olan, yakınlarına en çok iyilik eden ve en çok insaf göstereninizdir.”[288]

Ahlâki güzellikler ve güzel ahlâk o kadar değerli ve yücedir ki yüce İslâm peygamberi onun kendisinin biset sebebi olduğunu ilan buyurmuştur: “Şüphesiz ben ahlâki yücelikleri tamamlamak için gönderildim.”[289]

Hakeza: “Şüphesiz ben ahlâk güzelliğini tamamlamak için gönderildim.”[290]

Ahlâki güzellik ve yücelikler; Hakk’ın sıfatlarının nuru, Peygamberlerin ve masum İmamların (a.s) haletleri ve bu sıfatlara sahip olan kimse için ise hayır ve bereket sebebidir.

Ahlâki kötülükler ise iblisi ve şeytani haletlerdir. Hayatın acı olmasına, mutluluğun ortadan kalkmasına, güvensizlik, tefrika, ayrılık ve halkın birbirinden nefret etmesine, dünya ve ahiretin bozulmasına neden olur.

Ben, evde kadın ve erkeğin riayet etmesi gereken evlilik bağlarını güçlendirmeye yarayan ve sefa ve samimiyeti sürdüren şeylere gerekli olduğu ölçüde işaret edeceğim. Yüce Allah’tan hepimizin güzel ahlâkla süslemesini ve ahlâki kötülüklerden uzak kılmasını diliyorum.

Sevgi ve İlanı

Hak Teâlâ sevgi, muhabbet, ilgi ve aşkı kadın ve erkeğin kalbinde birbirine karşı karar kılmış ve onu kendi varlığının nişanesi saymıştır. Bu hakikat, kadın ve erkeğin birbirine özellikle de erkeğin kadına duyduğu aşk ve ilgi meselesinin büyüklük ve azametini göstermektedir.

“İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen topluluk için dersler vardır.”[291]

Bu muhabbet, aşk ve ilgi evliliğin başlangıcında hatta nikâh okunmadan önce tomurcuklanmakta ve nihayete erişmektedir. Kadın ve erkeğin bu batıni nimeti ve hayatın güzelliğine, sefasına ve temizliğine sebep olan bu kalbi yüce haleti birbirini savunma, affetme, bağışlama, güzel ahlâk, yardımlaşma, birbirinden fazla bir beklenti içinde olmama, iki tarafın şahsiyet ve makamının korunması, değersiz tartışmalardan sakınmak suretiyle korumaları gerekir. Kadın ve erkek bu aşk ve muhabbetin darbe yemesine sebep olan her türlü nedenlerden kaçınmalıdırlar. Şüphesiz aşk binasını korumak ibadet, muhabbet evini yıkmak ise günah ve isyandır. Kıyamet günü ilâhi azaba sebep olmaktadır. Dünyevi hayatta da birçok sıkıntılara neden olmaktadır. İmam Sadık (a.s) başkalarının sevgisini elde etme sanatına sahip olan kimselere dua ederek şöyle buyurmuştur: “İnsanların sevgisini elde edebilen kimseye Allah rahmet etsin.”[292]

Muhabbet, aşk ve ilginin, nefret, öfke ve düşmanlığa çevrilmesi, işin içinde akli ve şer’i bir ölçü olmadığı takdirde Hakk’ın nimetini nankörlüğe çevirmektir. Sevgiyi korumak ve sevgiyi birbirine aşılamak dünya ve ahirette insanın mutluluğuna ve hoşnutluğuna sebep olmaktadır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın nimetini küfre çeviren kimseye eyvahlar olsun; birbirini Allah için seven kimseye de ne mutlu.”[293]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “İnsanların ihsan açısından en üstünü, sevgiyi başlatandır.”[294]

İnsan, bırakın kendi yakınları olan eşi ve çocuklarını, hatta aşk, dostluk ve ilgiye layık olan kimselere bile muhabbet göstermekle emrolunmuştur.

Kutsi bir hadiste şöyle yer almıştır: “Yaratıklar benim ailemdir. Benim nezdim de en sevimli olanlar, onlara en şefkatli davrananlar ve ihtiyaçlarını gidermede en çok çalışanlardır.”[295]

Geçen konular esasınca kadının erkeğe karşı kalbindeki sevgisi ve erkeğin de kadına karşı kalbinde hissettiği sevgi Allah’ın varlığının nişanelerindendir. Ve Hak Teâlâ’nın özel nimetlerinden biridir. Bu sevgi sağlam bir hayat kurmanın, hayatı sürdürmenin ve hayat sahnesinde sefa ve samimiyetin ortaya çıkmasının en iyi nedenidir. Bu hesap üzere bu sevgiyi korumak, çoğaltmak gerekir. Bu sevgiyi yok eden sebeplerden kaçınmak farzdır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadınları sevmek peygamberlerin ahlâkındandır.”[296]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Göz nurum namazda karar kılınmıştır. Dünyada lezzetim kadınlardır, Hasan ve Hüseyin ise güzel kokan iki gülümdür.”[297]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar dünya ve ahirette kadından daha lezzetli bir lezzet almamaktadırlar. Nitekim Allah-u Teâlâ’nın şu sözü de buna işaret etmektedir: “Kadınlara, oğullara… kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve dört ayaklı hayvanlara, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir.”[298]

İmam Sadık (a.s) daha sonra şöyle buyurdular: “Cennet ehli ise cennette nikâhtan daha lezzetli bir lezzet almamaktadırlar; ne bir yiyecekten ve ne de bir içecekten.”[299]

İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Erkeğin kadına: “Seni seviyorum” demesi asla kadının kalbinden gitmez.”[300]

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Erkeğin kadına sevgisi çoğaldıkça imanı da artar.”[301]

Elbette şu gerçeğe de dikkat etmek gerekir ki kadına duyulan bu muhabbet ve aşk hususunda aşırıya kaçmamak gerekir. Zira aşırı derecede sevgi insanı hak yolunu kat etmekten, salih ameller yapmaktan, hayır ve iyiliklerden alıkoymaktadır. Özellikle kadın erkeğin kendisine karşı duyduğu aşk yoluyla erkeğe hükmetmek ister ve fazladan isteklerini erkeğe yüklemeye çalışırsa daha vahim bir durum ortaya çıkmaktadır.

Kadın veya her hangi bir şeye muhabbet ve ilgi duymak, insanın Allah-u Teâlâ’ya ve kıyamet gününe olan imanına tabi olmalıdır. İnsanı kemallere doğru hareket etmekten ve salih ameller yapmaktan alıkoymamalıdır. Eğer kadın sevgisi günah, masiyet, israf, savurganlık veya cimrilik veya Hak Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmekten kaçınmak için bir ortam oluşturmamalıdır. Bir ortam oluşturacak olursa hemen düzeltilmelidir; zira bu tür muhabbet şeytani halet ile iç içedir ve Hak Teâlâ’nın rızayetinden uzaktır.

Az Beklenti İçinde Olmak

Her erkek ve kadın ruhsal ve cismi açıdan kendine has güç ve kudrete sahiptir. Bu güç ve kuvveti derk etmek ise muaşeret, doğal karşılık vermek ve ahlâki kaynaşma süresine bağlıdır. Kadın ve erkek kısa bir müddet sonra birbirlerini bir yere kadar derk etmekte, birbirlerinin ruhsal durumunu ve bedensel konumunu tanımaktadırlar.

Kadın ve erkek şu ilâhi hakikate dikkat etmelidirler ki Hak Teâlâ insana teklif sunma gibi çok önemli bir meselede iki gerçeği göz önünde bulundurmuştur: “Allah-u Teâlâ insanın gücünün yetmediği ve tahammül edemediği şeyleri insana yüklememiştir. İkinci olarak; şer’i ve ahlâki sorumlulukları insana gücü oranında, araştırmacıların tabiriyle kudret dairesinden daha alt mertebede insanın omuzlarına yüklemiştir.

Bu da kıyamete kadar Allah’ın bütün kullara ve insanlara rahmetinin, lütfünün ve inayetinin bir tecellisidir. Bakara suresi 233 ve 286. ayetleri ile En’âm suresi 152. ve Araf suresi 42. ve Mu’minun suresi 62. ayetinde bu hakikate işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur.”

Hakeza: “Allah herkesi gücünün yettiğinden sorumlu tutmuştur.”

Bu hesap üzere kadın ve erkek, istekler ve birbirinden beklentiler hususunda bu yüce ahlâkı ve Hak Teâlâ'nın rahim sıfatını kendilerine örmek almalıdırlar.

Birinci olarak, maddi ve manevi işlerde birbirinden gücünün yettiğinden başka bir şey beklememelidirler. Zira gücünün üstünde bir istekte bulunmak tahammül edilmez bir zulümdür. Zulüm ise ruhi bir karanlıktır ve de ilâhi bir cezaya sebep olmaktadır.

İkinci olarak; istekler hususunda birbirinin gücünü göz önünde bulundurmaları gerekir. Dolayısıyla beklentilerini ve isteklerini mevcut güçleri oranında ortaya koymalı, günlük doğal görevlerini birbirlerinden tatlılık, şevk ve iştiyakla yapılacak bir düzeyde istemelidirler.

Eğer mümkünse -ki mümkündür- birbirinden az beklenti içinde olmalıdırlar. Zira az beklenti içinde olmak Hak Teâlâ’nın ahlâkından, peygamberlerin ve imamların huyundan ve ilâhi velilerin özelliklerinden biridir.   

Fazla beklenti içinde olmak bazen haddinden fazla teklifte bulunmaktır. Şüphesiz eşinden istenilen fazla bir beklenti gerçekleşmeyince de rahatsızlığa, kalbinin incinmesine, nihayette de kin ve nefrete sebep olmakta, sonuç olarak da hayatın tatsızlaşmasına, sefa, samimiyet, aşk ve muhabbet binasının yıkılmasına neden olmaktadır.

Fazla bir beklenti içinde olmak beğenilmeyen bir sıfattır. Kibir ve gururdan kaynaklanmaktadır, ruhsal bir hastalıktır, insanlık sınırının dışında bir istektir ve çirkin bir özelliktir.

Az beklenti içinde olmak ise vakar ve edebin ürünüdür. Marifet ve kerametin neticesidir. Tevazu ve alçak gönüllüğün meyvesidir. Eğer baldan daha tatlı bir hayata sahip olmak ve kayda değer bir ihtilafın ortaya çıkmamasını istiyorsanız eşinizi üzmeyiniz, şahsiyetini aşağılamayınız, bu üzme ve tatsızlık etraftakilere sirayet etmemelidir. Hayatın tüm işlerinde birbirinize karşı az beklenti içinde olunuz, biliniz ki az beklenti içinde olmak, hayatta Hak Teâlâ’nın rahmetinin bir tecellisidir. Hak Teâlâ’nın sizlerden hoşnut olmasına sebep olmaktadır.

Her haliyle kadın ve erkek yumuşak huylu, sefalı, aşk ve muhabbet kaynağı ve birbirine karşı hayat ile ilgili işlerde kolaylaştırıcı olmalıdırlar. Bu kolaylaştırıcı olmak, iyiliğin kapılarından biridir. İyilik, ruhsal ve ahlâki kötülüklerden temizlik ehli olanlar Hak Teâlâ’nın teveccühüne mazhar olurlar. Yaratıcının güzel mükâfatına ve ecrine müstahak olurlar. Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Cennete ilk giren iyilik ve ehlidir ve havuzda yanıma gelen ilk kimsedir.”[302]

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz cennetin “maruf” diye bir kapısı vardır. Bu kapıdan sadece maruf ehli girer. Dünyada maruf (iyilik) ehli olanlar şüphesiz ahirette de maruf ehli olacaklardır.”[303]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her maruf (iyilik) sadakadır…”[304]

Kur’ân-ı Kerim’de her iyiliğin ve iyilik yapmanın mükâfatının on kat olduğunu beyan etmiştir:

“Kim iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır.”[305]

Az beklenti içinde olmak da bir tür maruftur. Ruhsal iyiliklerden bir iyiliktir ve İslâmi sadakalardan bir sadakadır. Bunun mükâfatı da on kattır. Neden kadın ve erkek bu kârlı ticarete katılmasınlar ve ömrünün sonuna kadar bu ilâhi hakikatten nasiplenmesinler. Zira kendini Hak Teâlâ’nın inayetinden ve rahmetinden mahrum bırakmak oldukça ağır bir zulüm, büyük bir günah ve telafisi mümkün olmayan bir zarardır.

Bağışlama ve Affetme

Kadın ve erkeğin bazen birbirine karşı hata ve yanlışlık yapmaları mümkündür. Kadın ev işlerinde yemek pişirmede, çocuklara teveccüh hususunda ve eşinin haklarına riayet hususunda hataya duçar olabilir. Erkek de davranış, ahlâk, metot, evi idare etmek ve kadın hakkında hüküm vermek hususunda yanlışlığa duçar olabilir. Her iki tarafın da yanlışlığı ve hatası affedilebilir, görmezlikten gelinebilir ve bağışlanabilir hatalardır. Bağışlamanın ve affetmenin yeri de işte burasıdır. Hayatın doğal seyrini sürdürdüğü yerlerde zaten bağışlamanın bir anlamı yoktur. Erkeğin ahlâki ve şer’i olarak gerekli yerlerde eşini bağışlaması gerekir, kadının da şer’i ve ahlâki açıdan eşini affetmesi gereken yerlerde affetmesi gerekir. Bu konuda kibir, zorluk çıkarmak, kendini beğenmek, karşı tarafın şahsiyetine itinasızlık göstermek, af ve bağışlama hususunda Hakk’ın, peygamberlerin ve imamların emirlerinden yüz çevirmek beğenilmeyen bir iştir. Bazı hususlarda haramdır ve de ilâhi cezaya sebep olmaktadır.

Affetmek ve bağışlamak ihsanın örneklerinden biridir. İhsan sahipleri ise Kur’ân'ın tabiriyle Allah’ın sevgili kullarıdır.

 “O takva sahipleri ki… insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları affeder.”[306]

Affetmek ve bağışlamak o kadar önemli bir şeydir ki Kur’ân-ı Kerim affeden kimsenin mükâfatının Allah’a ait olduğunu bildirmektedir:

“Kim affeder ve ıslah ederse şüphesiz ecri Allah’a aittir.”[307]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Üç şey dünya ve ahiretin yüceliklerindendir: “Sana zulmeden kimseyi bağışlaman, senden kopan kimseye bağlanman ve sana cahillik eden kimseye tahammül etmen.”[308]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah bağışlayıcıdır ve bağışlamayı sever.”[309]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim Müslüman’ın sürçmesini affederse Allah da kıyamet günü onun sürçmesini affeder.”[310]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Biz öyle bir Ehl-i Beyt’iz ki mürüvvetimiz bize zulmeden kimseyi bağışlamaktır.”[311]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanların günahlarını görmezlikten gelin ki Allah da onunla cehennem azabını sizden defetsin.”[312]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Az bağışlamak, ayıpların en çirkinidir; intikam hususunda acele etmek ise günahların en büyüğüdür.”[313]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “İnsanların en kötüsü, sürçmeleri affetmeyen ve ayıpları örtmeyendir.”[314]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Affetmek, cezalandırmaksızın, kabalık göstermeksizin ve kınamaksızın olmalıdır.”[315]

Kur’ân ayetleri ve rivayetler esasınca da affetmek Allah’ın sevdiği bir iştir, affeden kimsenin ecri de Allah’a aittir. Affetmek dünya ve ahiret yüceliğindendir. Cehennem azabından kurtuluşa sebep olmaktadır, Ehl-i Beyt ile aynı renge bürünmektir, az bağışlamak ise batın hastalığının ve ayıbının nişanesidir, insan nefsinin kötülüğündendir.

Neden kadın ve erkek kendi hayatlarında birbirlerinden hata gördüklerinde görmezlikten gelmemektedirler? Oysa birbirlerinin hatalarını görmezlikten geldikleri takdirde Allah’ın sevgilisi olacaklar, ilâhi mükâfattan nasiplenecekler, dünya ve ahiret yüceliklerinin kaynağı olarak tanınacaklar, masum imamların rengine bürünecekler ve onların bir parçası sayılacaklardır. Bütün bunlar ilâhi ve manevi bir ticaretin sonuçlarıdır. Bunları yitirmek akıllıca bir iş değildir. Bunlara sahip olmak da oldukça kolaydır, zahmetsiz ve sade bir iştir.

Kadın ve erkek, hata yapıldığında affetmeyi ve bağışlamayı kendilerine bir metot edinmelidirler. Bu arşi/ilâhi hakikati kısa bir süre denedikleri takdirde ondan bir güç elde edecekler, kısa bir zaman sonra da bu melekuti sıfat ile süsleneceklerdir.

Görmezlikten Gelmek

Oldukça beğenilmiş yüce ve değerli sıfatlardan biri de insanlardan çok azının riayet ettiği görmezlikten gelme huyudur.

Hata ve suçları görmek, ayıp ve noksanlıkları müşahede etmek ama görmezlikten gelmek, karşı tarafın insanın bu olaydan haberdar olmadığını sanacağı bir şekilde davranmak, ruhsal haletlerin en yücesi ve insani sıfatların en değerlisidir.

Erkeğin eşinden bir hata gördüğünde veya kadının erkeğinden bir yanlışlık müşahede ettiğinde yücelik, mertlik ve yiğitliğin doruğunda kasten kendini unutkanlığa vurması, yüceliğin, büyüklüğün ve şahsiyetliliğin nihayetidir. Bu kendini unutkanlığa vurma haletini bütün gelecek olaylarda kullanmalıdır.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz akıllı kimsenin yarısı tahammül, yarısı ise kendini gaflete vurmaktır.”[316]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yüce insanın en şerefli ahlâkı, bildiği şeyler hususunda kendini gaflete vurmasıdır.”[317]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kendini bilmezliğe vurmak gibi bir akıl ve kendini gaflete vurmak gibi de bir tahammül yoktur.”[318]

En küçük şeyleri dahi görmek, karşı taraftan günahsızlık beklentisi içinde olmak, affetmemek, hatayı yüzüne karşı söylemek ve bunlara benzer tüm şeyler ahlâka aykırıdır ve Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) buyurduğu gibi hayatın tatsızlığına sebep olan şeylerdir. [319]

Affetmek, bağışlamak, ondan da yücesi kendini gaflete ve unutkanlığa vurmak, kadın ve erkek için gerekli ve farzdır. Bu tür beğenilmiş sıfatlar ve övülmüş ahlâk ile hayat lezzet ve hoşlukla yoluna devam edecek, sinirler tümüyle sakinleşecek, cisim ve ruh tümüyle korunarak birçok hastalıkların karşısında esenlik içinde olacaktır.

Affetmek, bağışlamak, kendini bilmezliğe ve gaflete vurmak, öfkeyi yenmek, Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle kezm-i gayz, gazaptan uzak kalmak ve sinirlenmekten kaçınmanın tatlı meyvesidir.

Öfke, gazap, inatçılık, uzun ve yersiz tartışmalar Hak Teâlâ’nın nefret ettiği bir şeydir. Cehennem ateşinin bir nişanesidir, beğenilmeyen bir sıfattır, vahşice bir huydur, hayat binasının yıkılmasına sebep olmaktadır, sonuçta da boşanma ve ayrılma sebebi olmakta, insanın birçok günah ve isyanlara boğulmasına ortam hazırlamakta ve her türlü kötülüğe bulaşma nedeni olmaktadır.

Tartışmanın ve birbirine karşı inatçılık etmenin çirkinliği hususunda birçok önemli rivayetler nakledilmiştir. Bir şahıs Seyyid’üş Şüheda Hz. Hüseyin (a.s)’a çirkin bir tonla şöyle dedi: “Gel otur da din hususunda tartışalım.” İmam Hüseyin (a.s) cevabında şöyle buyurdu: “Ey adam! Ben dinimi biliyorum. Hakk’ın hidayeti benim için gün gibi açık ve bellidir. Eğer sen bu konuda bir cehalet içindeysen git ve cehaletini tedavi et.

“Ben nere tartışmak nere! ” Şüphesiz bu şeytanın vesvesesidir ve insanı günaha düşürmek içindir.”[320]

Tartışmak, cedelleşmek ve lâfzi sürtüşmeler hakkı ispat için ise ve de güzel tartışmanın örneklerinden biri durumunda ise şüphesiz bunun sakıncası yoktur. Hatta ilmin ve bilginin ilerlemesine, hak ve hakikatin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Akli, ilmi ve şer’i bir şeydir. Ama eğer inatçılık birbirine saldırı, bir şahsiyete darbe vurmak ve huzuru bozmak içinse şüphesiz bu haramdır ve bunu yapan kimse de günahkârdır ve azaba müstahaktır.

İmam Rıza (a.s) Abdulazim Hasani'ye şöyle buyurmuştur: “Dostlarıma benden taraf selam ulaştır ve onlara de ki şeytanın kendi vücutlarına girmesine müsaade etmeyiniz. Onlara doğru konuşmayı, emaneti eda etmeyi, sessizliğe riayet etmeyi ve kendilerine faydalı olmayan şeyler hususunda tartışmayı terk etmeyi emret.”[321]

Öfke ve Gazap

İslâmi öğretiler ve rivayetler, Kur’ân ayetlerinin ardı sıra insanları öfke ve gazaptan, sinirlenmekten ve kendini kaybetmekten sakındırmıştır. Gazabı yok edici bir etken, beyinsizliğin bir göstergesi, helak oluşun sebebi, şeytan tarafından bir ateş, bir tür delilik kabul etmekte ve öfkenin bütün kötülüklerin kaynağı olduğunu bildirmektedirler.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) hikmetli sözlerinde bu anlama işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Gazap öyle bir kötülüktür ki onu serbest bıraktığın takdirde helak eder.”[322]

Hakeza: “Gazap beyinsizlerin merkebidir.”[323]

Hakeza: “Gazap kinin gizli ateşlerini körükler.”[324]

İmam Sadık (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Gazap her kötülüğün anahtarıdır.”[325]

Evet, gazaplanan ve öfkelenen kimse her türlü yanlışlığa düşer, karşı tarafın şahsiyetine saldırıda bulunur, sinirlerine ve kalbine baskı yapar, yüzü kızarır, kan rengine bürünür, titrer, bozar, ateşe verir, boşar, darbe vurur, zarar ve ziyana sebep olur…

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gazap şeytandan bir közdür.”[326]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Öfke bir tür cinnettir. Çünkü öfke sahibi pişman olur. Eğer pişman olmazsa bu durumda cinneti güçlenir.”[327]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gazap akılları bozar ve insanı doğruluktan uzaklaştırır.”[328]

Hz. Ali (a.s) bu şeytani halete şiddetli bir saldırıda bulunarak şöyle buyurmuştur: “Öfkesine hâkim olamayan kimse bizden değildir.”[329]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Gazabı ve şehveti kendisine galebe çalan kimse hayvanlar derecesindedir.”[330]

İmam Bakır (a.s) ise öfkesini yenmek ve sinirlenmekten sakınmak hususunda şöyle buyurmuştur: “Her kim öfkesini boşaltmaya gücü yettiği halde öfkesini yenerse Allah da kalbini kıyamet günü güvenlik ve iman ile doldurur.” [331]

İmam Ali (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Her kim gazabının önünü alırsa, Allah da ayıplarını örter.”[332]

Hz. Ali (a.s) vefalı dostu Harisi Hemdani’ye şöyle yazmıştır: “Öfkeni yut, kudretin olduğunda bağışla, gazaplandığın zaman tahammül göster, gücün olduğu halde bağışla ki, senin için hayırlı bir akıbet olsun.”[333]

Kafi, Vesail ve Bihar’ul-Envar gibi değerli kitaplarda yer alan birçok rivayetler esasınca insanlara karşı öfkesini yenmenin mükâfatı, kıyamette Hak Teâlâ’nın gazabından güvende olmak ve mahşerde Hak Teâlâ’nın rahmetine nail olmak olarak beyan edilmiştir.

Hz. Mesih (a.s) ise kendisine gazabın sebebi sorulunca şöyle buyurmuştur: “Kibir, zorbalık ve insanları küçük görmek.”

Allah Resulü de (s.a.a) Müminlerin Emiri Ali (a.s)’a şöyle tavsiyede bulunmuştur: “Gazaplanma, gazaplandığın zaman otur ve Rabbinin kullarına olan kudretini ve sabrını düşün. Sana, “Allah’tan kork denildiği zaman” gazabını at ve sabrına dön.”

Üstünlük Satmak

 Ahlâki çirkinlerden biri de başkalarına üstünlük taslamak ve böbürlenmektir. Böbürlenmek İslâm kültüründe bir günah ve masiyet olarak tanınmıştır. Bu şeytani halete sahip olmak, tövbe etmedikçe, edep, vakar, huzu ve tevazu haletine geri dönmedikçe ilâhi azaba sebep olmaktadır.

Kadın ve erkek birbirine karşı şer’i ve ahlâki bir sorumluluk içindedir. Evlilik öncesi birbirini görerek beğenmişlerse ahlâk, mal, güzellik, kavim ve kabile açısından birbirini beğenmişler ve şimdi de birlikte yaşamaktalarsa, herhangi bir sorun ortaya çıkarsa aile, soy, nesep, mal servet, gençlik, güzellik, ilim ve bilgileri hususunda övünmekten titizlikle kaçınmaları gerekir. Böbürlenmek ruhsal eziyete sebep olmakta ve deruni rahatsızlık ortaya çıkarmaktadır. Bazen de utanca, kin ve nefret ortamının ortaya çıkmasına, kin ve düşmanlık ve karşı tarafın tepki göstermesine sebep olmaktadır. Nice defa da kavgaya, sürtüşmeye, niza, tefrika ve boşanmaya varmaktadır. Bu durumda böbürlenmenin çirkin sonuçları ve ağır yükü üstünlük satan kimsenin boynunadır.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Böbürlenmekten daha büyük ahmaklık yoktur.”[334]

Hz. Ali (a.s) başka bir hikmetli sözünde ise şöyle buyurmuştur: “Böbürlenmeni bırak, kibri terk et ve mezarını hatırla.”[335]

Böbürlenmek ve üstünlük taslamak o kadar çirkin ve uygunsuz bir sıfattır ki İmam Seccad (a.s) Sahife-i Seccadiye’nin on dokuzuncu duasında Hak Teâlâ’nın huzuruna şöyle arz etmektedir: “Beni üstünlük taslamaktan koru.”

Hz Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğluna böbürlenmek yakışır mı hiç! İlki nutfe, sonu ise leştir. Kendine rızkı verememekte ve ölümünü def edememektedir.”[336]

Allah’ın kitabı çeşitli ayetlerde Hak Teâlâ’nın kibirli ve üstünlük taslayan kimseleri sevmediğini açıkça ifade etmiştir: “Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri sevmez.”[337]

Velhasıl kadın ve erkek birbirine karşı aile, güzellik, mal, evlat, sermaye, servet, ilim ve bilgi hususunda üstünlük taslamaktan sakınmalıdır. Bütün bunlar yok olucudur. Bu iblisi ahlâk birçok sıkıntılara, zahmetlere, üzüntülere sebep olmakta, aşk ve ilgiyi ortadan kaldırmakta, sürtüşmelere, Hak Teâlâ’nın rahmet nazarından düşmelerine sebep olmaktadır.

Davranış

Kadın ve erkeğin birbirine karşı tavırları edep, vakar, dostluk, refakat, yardımlaşmak, işbirliği, aşk, ilgi, tevazu ve alçak gönüllülük üzere olmalıdır. Kadın ve erkeğin birbirine karşı tutumu, karşılıklı saygı, birbirinin şahsiyetine saygı gösterme esasına dayanmalıdır.

Erkek bilemelidir ki kadın, yaratılış açısından latif, sevgi ve duygu ocağı, aşk, ilgi, hayâ ve utanma kaynağıdır; kadına karşı bütün davranışlarında bütün bu hususiyetleri göz önünde bulundurması gerekir.

Kadın da bilmelidir ki erkek, yaratılış açısından güçlü, dayanıklı ve kadından daha ağır bir takım haletlere sahip bir varlıktır. Özetle hayatın kıvamı, erkeğin vücuduna bağlıdır:

“Allah’ın insanların bir kısmını diğerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar.”[338]

Bu hesap üzere yüce ve büyük ruhlu kadınlar eşlerine karşı davranışlarında bu manaya riayet etmelidirler ki uzlaşmanın, barış içinde birlikte yaşamanın, yüce ilkesi, iki tarafın bu gerçeklere riayet etmesi sayesinde gerçekleşebilir.

Birbirimize karşı davranışlarımız, salih amel ve layık davranışlar olmalıdır. Böylece hem hayatın işlerini kolaylıkla yerine getirebilir, hem de salih amel ve birbirinin rızayetini kazanma sebebiyle uhrevi sevap ve mükâfat elde edebiliriz.

Sözlü Davranış

Kadın ve erkeğin birbirine karşı konuşmaları da aşk, muhabbet, duygu ve sevgi izharı ile olmalıdır. Şuur, akıl, vicdan ve insafın bir tecellisi konumunda bulunmalıdır.

Birbirine karşı konuşmada adalet, [339] güzel söz, [340] yumuşak söz, [341] tatlı söz [342] en güzel söz, [343] emirlerinden istifade etmek gerekir.

Söz ilâhi bir renk taşıyınca, hüküm doğru olunca, söz yumuşak, sade ve kolay olunca ve konuşma adalet ve insaf üzere yapılınca, hayata sıcaklık, dayanıklık, aşk ve esenlik bağışlar.

Söz hak söz olunca, ses tonu sıcak, duygu ve muhabbet dolu olunca, bunun mükâfatı basiret gözünün açılması ve Hak Teâlâ’nın sözünü işitmektir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sözünüzde artıklık ve kalbinizde karışıklık olmasaydı şüphesiz benim işittiğimi işitir ve benim gördüğümü görürdünüz.”[344]

Fazla konuşmaktan, gevezelik etmekten, dünyevi ve uhrevi faydası olmayan sözleri dile getirmekten sakınmak gerekir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanın Müslümanlığının güzelliğinden biri de kendisini ilgilendirmeyen sözlerden sakınmasıdır.”[345]

Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) çok konuşan bir şahsın yanından geçince ona şöyle buyurdu: “Ey Adam! Amelini yazan meleklerin eline fazla konuşmakla dolu bir dosya veriyorsun ki o dosya Hakk’a arz edilmektedir. O halde faydalı işlerde konuş ve faydasız olan işleri beyan etmekten sakın.”

Ebu Zer şöyle buyurmuştur: “Dünyayı iki kelimede karar kıl: Helal talep etmekte bir kelime, ahiret için de bir kelime; üçüncü kelime ise zararlıdır ve menfaati yoktur; o halde ona girme.”[346]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlunun bütün sözleri onun lehine değil, aleyhinedir. Meğerki bir iyiliği emretsin veya bir kötülükten sakındırsın veya Allah’ı zikretsin.”[347]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kimin sözü çok olursa hatası da çok olur. Hatası da çok olan kimsenin hayâsı az olur, hayâsı az olan kimsenin sakınması az olur. Sakınması az olan kimsenin ise kalbi ölür ve kalbi ölen kimse ise ateşe girer.”[348]

Kadın ve erkek evde birbirine karşı hayat verici şeyler konuşmalı, evin ihtiyaçlarını, birbirlerinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını konuşmalıdırlar. Birbirine karşı ilgi ve muhabbet göstermelidir. Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmelidirler. Birbirlerinin sırlarını korumalı evin sözünü babasına, annesine, akrabalarına ve dostlarına söylememelidirler. Evi hak söz, namaz ve Kur’ân yeri kılmalıdırlar; yalan gıybet, sövgü, çirkin söz ve birbirini aşağılamak yeri kılmamalıdırlar. Nitekim Kur’ân ayetleri ve rivayetlerden de istifade edildiği üzere yalan, gıybet, iftira, uygunsuz söz, sövgü, alay ve aşağılama, insanı Allah’ın rahmetinden uzak düşürmektedir ve ilâhi cezaya müstahak hale getirmektedir.

Erkek, günah ehlini evine getirmemeli, Hak Teâlâ’nın rızayetine aykırı toplantılar düzenlememelidir. Zira bunun zararı önce kendine, eşine ve çocuklarına dönmektedir. Sonra da hem kendisinin ve hem de aile bireylerinin ahiretini rüzgâra savurmaktadır.

Kadın, hayat işlerinde israftan, yersiz harcamalardan ve bazen gösterişin acı ürünü olan fazla masraftan sakınmalıdır. Zira her kuruşun kıyamet günü bir hesabı vardır.

Kadın ve erkek davranış, ahlâk, söz ve amelleriyle çocuklarına ve etrafındakilere vakar, edep, dindarlık ve nefs esenliğini ameli olarak öğretmelidirler; zira insanın kendi çocuğu da olsa bir insanı hidayete erdirmenin sevabı yaratılan bütün insanları hidayete erdirmenin sevabı gibidir.


Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler ve ziynetlerini göstermesinler.”  (Nur/31)

 

 

 

On Üçüncü Bölüm

 

Kadının Hicap ve İffeti


Tesettürün Faydaları

 Kadının süs ve güzelliklerini örtecek, onu terbiyesiz ve serserilerin, hayvani şehvetlere bulanmış kimselerin göz tacizinden ve şeytani haletlerden koruyacak bir şekilde örtü veya hicap Kur’ân-i bir emir, ilâhi bir kanun, insani bir teklif ve ahlâki bir programdır.

En iyi türü çarşaf olan İslâmi örtü ve hicap, Fatımat’üz Zehra (a.s) gibi bir iffet ve ismet kaynağının hatırası olan çarşaf, ilim elde etmek, gelişmek ve kadının kemali için hiç bir engel teşkil etmemektedir. Hatta onu birçok tehlikelerden ve hayvan sıfatlı kimselerin güzel yüzlü kızların ve genç kadınların yoluna döşedikleri tuzaklardan korumakta ve eşi için veya evlenememişse müstakbel kocası için iffet, esenlik, hayâ ve temizliğini korumaktadır.

Kadın gibi değerli ve güzel bir cevher, hicabın ilâhi örtüsünde yer aldığı zaman, hırsızların, yağmacıların günah bataklığına gömülmüş kimselerin saldırısından korunmaktadır.

Güzel yüzlü genç kızlar ortada görülmedikleri zaman, onların temiz ve masum yüzleri halkın gözleri önünde olmadığı zaman, heva ve heves ateşleri, istek ve içgüdü alevleri bir milletin temizliğini yakmaya ve bir memleketin manevi binasını bozmaya kalkışamaz.

Genç erkekler, kız ve kadınların süs ve ziynet cevherini, nazını ve işvesini, sokak, pazar, park, cadde, mağazalar, hastaneler, idareler ve ticari merkezlerde görmedikleri zaman; namahreme bakma, heves ve kız peşinde koşma, insanların namusuna tecavüze yeltenme, geri zekâlılık, sinirleri bozma, erken buluğa erme, mastürbasyon, eşcinsellik, zina, dağınık düşünceler, hüzün, endişe, ders okumaya rağbet göstermemek, aşk peşinde koşmak, ruhsal hastalıklar ve nihayette de insani güçlerin heder olmasına maruz kalmazlar.

Bu esas üzere söylemek gerekir ki, kadın cinsi için örtü ve hicap farz bir emirdir ve kesin bir görevdir. Şüphesiz bunu inkâr eden bir kimse, örtünün İslâm’ın zaruriyattan olduğunu ve Allah’ın Kur’ân'da-ki bir emri olduğunu bildikleri takdirde kâfirdir ve İslâm'ın çizgisinden çıkmış sayılır.

Bu özelliklerle hicap ve tesettürü inkâr eden bir genç, Müslüman bir kızla evlenemez. Zira bu evlilik batıldır. Onlar arasında okunan nikâh akdi faydasızdır, bu kadın ve erkeğin ilişkisi iki namahrem insanın ilişkisidir. Çocukları nameşrudur ve amelleri de zinadır.

Bu özelliklerle hicap ve tesettürü inkâr eden bir kız da Müslüman bir gençle evlenemez. Zira aynı hükümler onun hakkında da caridir.

Hicap, vakar, şahsiyet, keramet, asalet ve kadının azametini korumakta ve eşi için güzelliğini ve faydalarını dokunulmaz kılmaktadır. Kadın tesettürlü olduğu halde ilmi derecelere ulaşabilir, kemal ve faziletler yolunu kat edebilir. Hicabın kadın için gelişim ve ilerleme yolunda bir engel teşkil ettiği düşüncesi şeytani bir vesvesedir. Yağmacı sömürgecilerin, namus hırsızlarının, doğu ve batı ülkelerindeki şahsiyetsiz insanların ortaya attığı yanlış bir düşüncedir.

Ailenin sıcak ortamı, kadın ve erkeğin ilişkilerinin güçlenmesi, hayatın devamı, insanların kalplerinin huzur içinde oluşu, erkeğin kendi kanunu ve şer’i eşine aşk ve ilgi duymasının kalıcı oluşu, ev ve aile teşkili, erkeğin eşine güvenmesi ve benzeri birçok konular, ülkedeki kadınların örtüsüne ve erkeklerin kendi kadınları dışında diğer kadınların süs, ziynet ve yüz güzelliğini görmemesine bağlıdır.

Erkekler eğer toplumsal tüm alanlarda kolay bir şekilde kadınlara ulaşabilme imkânına sahipse, kendi eşlerine sevgi ve bağlılık içinde olmasının hiç bir garantisi yoktur. Nefsani isteklerin, heveslerin ve şehvetlerin tahriki onları hayattan soğutacak ve aile ocağını yıkmak için bir kazma görevini yapacaktır.

Hicapsızlığın, kötü örtünmenin, kadının özgür bırakılmasının sayılamayacak kadar birçok zararları vardır.

Şimdiye kadar kadının örtüsüzlüğü ve tesettürsüzlüğü, milyonlarca erkeğin sapmasına, başkalarının günaha düşmesine, ailelerde boşanma canavarının ortaya çıkmasına, erkeğin evli kadına âşık olmasına, meşru olmayan ilişkilerin doğmasına sebep olmuştur. Yahudi ve Hıristiyanların istediği gibi birçok kadın ve erkeklerin İslâm'ın melekuti alanından ve dindarlıktan uzaklaşmasına sebep olmuştur.

Örtüsüzlüğün temelini atanlar bile bu konudan usanmış durumdadır ve bu örtüsüzlüğün etkilerinin son asrın uğursuz etkilerinden olduğunu dile getirmişlerdir. İran’da aile düzeni oldukça sağlam, güçlü, hayâ, iffet, vakar, edep, iman, takva üzere kuruludur ve de çok azı dışında boşanmayı ortadan kaldırmıştır.

Batılı sömürgeciler; serseri bir seyyar satıcı, aşağılık bir cahil, hain bir pislik, kötü bir vatan satıcısı olan Rıza Han adında birisi vasıtasıyla Kur’ân'ın emrettiği tesettür ve örtüyü birçok yasakladığı zaman, ev ve aile düzeni başka bir şekle büründü. Boşanma rakamları hızla yükseldi. Öyle ki o soysuz hanedanın hükümetinin son yıllarında her ay, altı ila yedi bin aile boşanmak için mahkemelere müracaat etmiştir. Evli genç ve erkekler hanımsız kalmış, evlenen kadınlar eşlerinden ayrılmış ve her iki grup da evlilik bağlarından kopmuş bir şekilde topluma karışmışlardır ve böylece de fesat ve fitne sofrası toplumda açılmış, toplumda yayılmaya başlamıştır.

Büyük taklit mercii ve bilgili bir filozof olan merhum Ayetullah Şehabadi, hicap yasaklandıktan sonra zamanın hükümetinden hiç korkmadan, bizzat kendisinden duyanların bana naklettiklerine göre minberde, genel ve özel toplantılarda şöyle feryat etmiştir: Rıza Han, Kur’ân’ın emrettiği hicabı yağmalayarak Govherşad mescidinde, İmam Rıza’nın (a.s) hareminin kenarında hicapsızlık aleyhine kıyam edenleri öldürmekle yüz yirmi dört bin peygamberin belini kırmıştır.”

Evet, o âşık, arif ve basiret sahibi âlim, İslâmi meselelerde, felsefede ve irfanda çok güçlüydü ve eşsiz bir basirete sahipti. Hicapsızlığın ortadan kaldırılmasını, Allah’ın peygamberlerinin belinin kırılması olarak telakki ediyordu.

Seyyid Kutup “Biz Müslüman mıyız? ” adlı kitabında şöyle diyor: “Papalardan biri Vatikan’daki bütün keşişleri, kardinalleri davet etmiş, onlardan Vatikan ve Hıristiyanlık için fazla bir masraf çıkarmayacak bir şekilde İslâm’ı yok etmek ve din meşalesini söndürmek için görüş belirtmelerini istemiştir. Bu amaçla birçok komisyonlar kurulmuş, görüş sahipleri tarafından çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Onca görüşler arasından bütün keşişlerin, kardinallerin ve bizzat papanın kabul ettiği görüş şu olmuş ki, İslâm’ı ortadan kaldırmak için en güçlü silah ve en masrafsız program Müslüman kadın ve kızları İslâmi hicaptan ayırmak, kadın ve kızları özgür bir şekilde sokak, pazar, genel taşıtlar, parklar, sinemalar, idareler, ticari merkezler, tiyatrolar ve sosyal merkezlerde erkeklerin ve gençlerin ulaşabileceği bir şekle sokmaktır.

Bu program ve oyun, hainler eliyle yerine getirildi, imanı az veya imansız kız ve kadınların nefsanî heva ve hevesleri, bu dini yakan ateşe, evleri yıkan alevlere yardımcı olmuştur. Neredeyse peygamberlerin, imamların, âlimlerin ve bilginlerin zahmetlerinin ürünü olan Allah’ın dini ortadan kalkacak ve hidayet meşalesi sönecekti. Ama Allah-u Teâlâ peygamberlerin soyundan ve imamların torunlarından biri olan put kıran İmam Humeyni’nin (r.a) vesilesiyle İran’da namahremin yüzüne tokat indirdi, dini kötülerin esaretinden kurtardı, Kur’ân-i örtüyü İslâmi namusa geri çevirdi.

İslâm ümmetine, o ilâhi insanın devrimini korumak, ilâhi büyük hareketin değerlerini hayata geçirmek farzdır. Darbe yemiş düşmanların bu nurlu meşaleyi söndürmesine veya İran milletini bu nurdan uzak düşürerek eski duruma getirmesine izin vermemelidirler. Böylece de büyük bir sebat ve sabırla devrim kültürü ihraç edilebilir ve İslâm'ın yörüngesinden uzaklaşmış diğer milletler İslâm'ın gerçek yörüngesine oturtulabilir.

Beyan edilen bu bilgiler ışığında defalarca konuşmalarında: “Hicap İslâmi bir korunmadır, sınırlandırma değil” diyen o mütefekkir şehidin sözünün değerini anlamaktayız.

Evet, hicap, kadın, eşi, ailesi, toplum, özelikle de evlenmemiş olan gençler için binlerce tehlikeden, türlü türlü fesattan, bozgunculuktan ve sıcak aile yuvasının dağılmasından korunma vesilesidir.

Araştırmacıların da söyledikleri gibi kadının örtüsü ve tesettürü, Kur’ân'ın on dört ayetinde açık bir şekilde beyan edilmiştir. Bazılarının inancına göre kadının hicap ve örtüsü, yaklaşık yirmi beş ayetten istifade edilmektedir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s), Hz. Hasan’a hitaben ve gerçekte bütün insanlara hitaben bütün insanları muhatap alarak şöyle buyurmuşlardır: “Kadınların (yabancılarla muaşeret etmelerini önlemekle gözlerini (namahreme) kapat. Zira hicap hem senin, hem de bütün namahrem kadınlar için daha iyidir. Onların evden çıkmaları, güvenilmeyen kimseleri eve sokmandan daha kötü değildir. Onların senden başka bir erkeği tanımamalarını başarabilirsen öyle yap. Bu programı hayata geçir.”[349]

Ravi şöyle diyor: Yağmurlu bir günde Allah Resulü (s.a.a) ile Baki mezarlığında oturmuştuk. Merkebe binmiş bir kadın yanımızdan geçti. Merkebin bir ayağı çukura saplandı ve kadın bineğinden aşağı düştü. Resulullah (s.a.a) yüz çevirdi. Ben, “O bir pantolon giymiştir” diye arz ettim. Peygamber üç defa bu tür kadınlar için mağfiret diledi ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Bu tür örtününüz, beden için elbiselerin en örtücü budur, kadınlar evden dışarı çıktıklarında böyle elbise giyinsinler.”[350]

Maknaa,[351] cilbab[352] ve aba[353] gibi şeyler ayet ve rivayetlerde kadının örtüsü için kullanılan ifadelerdir.

Kadın kendini Hak Teâlâ'nın kulu saymalı, Hak Teâlâ’nın nimetlerine nankör olmamalıdır. Nimet sahibi olan gerçek malikine ve gerçek Rabbine nankör olmamanın yolu ise, azametini göz önünde bulundurmalı, kıyamete ve Allah’ın kıyametteki muhakemelerine teveccüh etmeli, bütün varlığıyla Kur’ân'da ve peygamberler ile imamların diliyle beyan edilen emirlerine tabi olmalıdır ki hem kendini, hem ailesini ve hem de toplumu hicapsızlığın ve tesettürsüzlüğün zararlarından güvende kılabilsin.

“Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir .”[354]

Ne yazık ki zamanımızda dünyanın dört bir köşesindeki bir grup kadın ve kız lakaytlık ve mutlak özgürlüğü savunan ekollere saplanmış durumdadır. Onlar şehvet ve isteklerini özgür bırakmış, fesat ve ifsat sofrasını açmış ve geçmiş tarihte eşi olmayan bir rezalete düşmüşlerdir. Ne yazık ki İslâm ülkelerinde ve Allah Resulü’nün ümmeti içinde yer alan bir grup kadın ve kızlar da bunları taklit etmektedirler. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bu kadınlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Zamanların en kötüsü olan ahir zamanda ve kıyametin yaklaştığı bir vakitte şu özelliklere sahip kadınlar meydana çıkacaklardır. Hicapsız, gerekli örtülerden soyunmuş, sokak ve pazarda süs ve ziynetlerini gösteren, dinden çıkan, fitnelere giren, şehvetlere meyleden, lezzetlere koşan, haramları helal sayan kadınlar. Bu kadınlar cehennemde ebedi kalacaklardır.”[355]

Şaşırtıcı Bir Olay

Tirajı yüksek olan Keyhan Gazetesi’nde (ki sayısını şuanda hatırlayamıyorum) şöyle okudum: Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s) rivayetinde işaret edildiği türden genç bir kadın batılı tarzda bir özgürlükten etkilendiği, eşinin dostlarının sürekli evine gidip gelmesi, başı açık, yarı çıplak bir bedenle onların karşısına çıkması, kadın ve erkeklerin karışık olduğu toplantılara katılması sebebiyle üç yaşında bir kızı olduğu halde eşinin dostlarından bir gence âşık olunca ona kavuşmayı planlıyor. Evli kadının kendisini daha çok tahrik ettiği bu şehvete gömülmüş ve dinsiz genç de o kadına şöyle diyor: “Bu çocuk, bizim birbirimize ulaşmamıza engel teşkil etmektedir. Onu ortadan kaldırmamız gerekir.”

Yaklaşık dört ay boyunca o masum çocuk hakkında Allah’tan habersiz bu maşuk ve âşık ve o hayvan sıfatlı iki kimse arasında bir çatışma çıkıyor. Dolayısıyla sevgi, duygu ocağı, rahmet ve şefkat kaynağı olarak yaratılan anne, şehvet ve başkalarının kucağına meyletme sebebiyle annelik kimliğini kaybetmiş, o altın saçlı, güzel ve masum kızı banyoya götürerek onu cehennemlik elleriyle boğmuştur. Böylece şehvetlerine engel olan bu masum çocuk ortadan kaldırılmış, pisliğe gömülmüş namahrem gencin birkaç dakikalık arzusuna ulaşması sağlanmış, evli bir kadın iffetsizlik içinde birkaç dakikalık cinsel lezzetine esir düşmüş, böylece ebedi olarak kirlenmiş, zavallı kocasını ebedi olarak yasa büründürmüş ve içler acısı bir musibete duçar kılmıştır.

Eğer bu kadının kocası kıskanç ve gayretli olsaydı, güzel ve genç karısının herkesin gözü önünde olmasına müsaade etmeseydi ve herkesin onu güzellik, işve, ziynet ve naz içinde görmesine mani olsaydı, o masum çocuk öldürülmez, babanın yüreği dağlanmaz, evli bir kadının iffeti sürekli olarak kirlenmez, bir genç bu şekilde sefalete ve çaresizliğe düşmez, yeni evlenen bu gençlerin sıcak aile yuvası dağılmazdı. Evet, gerçekten de örtü bir korunmadır sınırlılık değil.

Batılı Düşünürlerin, Toplumları Hakkındaki Görüşleri

 Fesat ve ifsadın ilk saflarında yer alan İngiltere’nin başbakanlarından biri olan Bizraili bir makalede şöyle yazmıştır: “Ben otuz delice hareketi işleme tehlikesiyle karşı karşıyayım. Ama onlardan birinden kesinlikle kaçınmaya ve o vadiye inmemeye çalışıyorum. Özellikle sakındığım husus aşk oyunlarına dayalı evliliktir. Yani sokak ve pazarda bir kızı görmem, ondan hoşlanmam ve “bu benim ideal kadınımdır” dememdir.”

Cahiller, yaratılışın temiz ve değerli cevherini, özgürlük adına iffet, ismet ve örtüden dışarı çıkarmışlar ve bu cevheri şehvetin iktiza ettiği alanlarda serbest bırakmışlardır. Daha sonra da aşk oyunlarına dayalı evlilikten kaçarak uzağa atmışlardır. Zira o durumda bu cevherin kendi değer ve kıymetini kaybettiğini, her an biriyle, her zaman bir namahremin kucağında olduğunu ve her an iffet ve edebe aykırı vakar ve insanlığa muhalif işlerde çırpındığını müşahede etmişlerdir.

İsveç yazarlarından ve şairlerinden olan Elzimari Hanım da Express gazetesinde yazdığı çok önemli bir makalesinde Avrupa toplumu hakkında şöyle yazmıştır: “Erkekler vefa ve samimiyetin ne olduğunu bilmemektedirler. Hokkabazlıkla kadın ve kızları dize getirmektedirler.”

Bu hanıma şöyle demek gerekir: Kadın cinsini iffetsizlik bataklığına ve laubalilik atmosferine soktuğunuz, hicapsızlığa sevk ettiğiniz, onu özgürlük adına kayıtsız şartsız isteklerin ve şehvetlerin esaretine soktuğunuz ve erkeklerin yarı çıplak bir beden ve işve ve naz içinde istediği yerde açıkça kadını görebilmesini sağladığınız zaman onlar eş, ev ve ailelerine karşı vefa ve samimiyetlerini kaybetmiş hokkabaz, hileci, düzenbaz ve sahtekâr bir bireyler haline gelmişlerdir.

Hicapsızlık, kötü örtünme ve kadının istediği kimseyle ilişki kurmasındaki özgürlüğünün kötü sonuçları bir iki tane değildir. Bu olayın acı ürünleri ancak bilgisayarla sayılabilecek kadar çoktur.

Erkekler bu olayı görünce eşlerinden el çekmişler, omuzlarındaki evin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğundan kaçmışlar, tatmin olmak için özel pazara yönelmişlerdir. Bekâr olan gençler de şehvet ateşlerini söndürmenin ucuz olduğunu görünce evlenmekten ve aile teşkil etmekten kaçınmışlar, şehvetli bakışlara ve ülkenin namusunu kirletmeye koyulmuşlardır. Böylece batıda ve onların doğudaki taklitçileri arasında aile düzeni dağılmış, orman kanunlarına benzer bir durum ortaya çıkmıştır.

Elzimari Hanım kendi makalesinde şu eklemeyi yapmaktadır: “Şimdi İsviçre’nin dört bir köşesinde birçok güzel kızlar evlenmek arzusu içindedirler. Onlardan birçoğu da mecburen evli kimselerle dostluk kurmaktadırlar.”

Evet, onlar kendilerine eş aramakta, ama kendilerine eş bulunamamaktadır. Çünkü gençler istedikleri şekilde kadın türünü elde etmede, kendilerini evliliğe muhtaç görmemektedirler. Birçok evli erkekler de eşinden ayrılmakta böylece özgür bir şekilde arzularını ve şehvetlerini tatmin etmektedirler.

Yine Elzimari Hanım şöyle yazıyor: “Ben kızlara evlenmeden önce hiçbir erkekle ilişkiye girmemelerini tavsiye ediyorum.”

Kızlardan ne kadar da önemli bir istekte bulunmaktadır. Ama ne yazık ki bu isteği dünyada kadının konumu ve batılı toplumda erkeğin laubaliliği karşısında pratize olma imkânına sahip değildir. Dünya eğer düzelmek ve doğru yola girmek isterse İslâm'ın kadınla ilgili insani, fıtri ve şer’i emirlerini hayata geçirmeli ve hepsinden de önemlisi kadını uygun örtü ve hicabına geri döndürmeli, iffet, ismet, vakar hayâsını ona geri vermelidir. Aksi takdirde bütün ocaklar söndürücü fesatları ortadan kaldırmanın imkânı yoktur.

Batıda kadına reva görülen zulmün tarihte bir eşi yoktur, kadının irade ve himmetini naz ve işve yapmaya erkekleri sapıklığa düşürmeye, sokak ve pazarda tecellileşmeye ve hayatın her alanında fesada sürüklemiştir.

Kadını bir şehvet metası haline getirmiş ve kadının vücudunu mal ve servet üretimi ve şehvetlerin tatmini hususunda kullanmaya çalışmıştır.

Hz. Ali (a.s) Nehc’ül-Belâğa’da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz hayvanların himmeti karınlarıdır; yırtıcı hayvanların himmeti başkalarına saldırmaktır; şüphesiz kadınların himmeti ise dünya hayatının süsü ve dünyada fesat çıkarmaktır. Şüphesiz müminler Rabbinin emrine boyun eğenlerdir. Müminler şefkatli olanlardır ve müminler korkanlardır.”[356]

Hz. Hüseyin’den (a.s) Bir Tasarım

Nakledildiği üzere Hz. Hüseyin (a.s) Kerbela’da meydana çıkmadan önce Hz. Zeynep’e şöyle buyurmuştur:

“Kadınların bütün ziynet eşyalarını topla; çünkü ben şehit olacağım ve düşman çadırlara doğru saldıracaktır. O süsleri düşmanlara doğru at, zira bu cahil dünya perestler ve zavallı madde perestler bu eşyalarla uğraşınca, siz güvenlikli bir köşeye sığınınız ki namahremlerin gözünden uzak kalasınız.”

Nakledildiği üzere Yezit Heyzeran sopasıyla Hz. Hüseyin’in (a.s) dudaklarına ve dişlerine vurunca Yezit’in sarayında bulunan bir cariye rüyasında Fatımat’üz Zehra’yı (a.s) rüyada perişan ve hüzün içinde Yezit ve yaptıklarından şikâyette bulunduğu bir halde görüyor. Cariye uykudan uyanınca korku, dehşet, ıstırap ve çaresizlik içinde başörtüsüz ve tesettürsüz bir şekilde Yezit’in meclisine giderek çığlık atıyor. Yezit onu bu halde görünce cübbesini onun üzerine atıyor ve neden üstü başı açık bir şekilde namahremlerin toplantısına geldin diye kendisine bağırıp çağırıyor.

Ne kadar ilginçtir ki dinsiz, şarap içen, köpekler ve maymunlarla oynayan Yezit gibi birisi cariyesinin bile başı açık olmasına tahammül gösterememiş, cübbesini üzerine atmış ve onu namahremler meclisinden dışarı çıkarmıştır. Ama bundan da ilginci, bazı erkekler, kendi namuslarına karşı kıskanç olmamakta onu üstü başı açık makyajlı bir halde her yere göndermekte veya kendileriyle beraber götürmektedirler.

Allah Resulü (s.a.a) gayret ve kıskançlık hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz gayret ve kıskançlık, imandandır.”[357]

İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah gayurdur ve her gayretli kimseyi sever. Gayretinden biri de zahiri ve batınıyla çirkinlikleri haram kılmasıdır.”[358]

Hicap ve Kur’ân'ın Hicap Hakkındaki Görüşü

Hicapsızlık veya kötü örtünme oldukça çirkindir; birçok fesatlara sebep olmaktadır. Kötü örtünmenin ve örtüsüzlüğün haram oluşu Allah’ın gayur oluşundandır. Hak Teâlâ’ya tabi olarak namusunu kıskanan ve gayur olan kimselere ne mutlu!

Kadın ve erkek, sokak ve pazara gidip gelmek, akrabalarını ziyaret etmek, toplantılara katılmak, okul ve üniversitelerde ilim tahsil etmek, gezi ve ziyaret yolculuklarında bulunmak zorundadırlar. Dolayısıyla kadın ve erkeğin kalbi ruhsal ve fikirsel esenliklerini korumak için Kur’ân-ı Kerim'de biri kadınlar, diğeri de kadın ve erkekler hakkında olmak üzere iki önemli farz emir yer almıştır.

Kadınlarla ilgili olan farz emir şudur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve iman edenlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu, onların tanınmasını (hür ve namuslu bilinmelerini) ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir.”[359]

Kadın ve erkek hususunda farz olan emir ise şudur: “Mümin erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır.”[360]

Hakeza: “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar.”[361]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İsa (a.s) ashabına şöyle buyurmuştur: “Şehvetli bakışlardan sakınınız; şüphesiz böyle bir bakış, kalbe şehvet eker ve sahibine fitne olarak yeter. Görmesini kalbinde karar kılan ve görmesini gözünde karar kılmayan kimseye ne mutlu.”[362]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bedende gözden daha az şükreden bir organ yoktur. Onu isteklerinden mahrum kılınız ki sizleri aziz ve celil olan Allah’ı zikretmekten alıkoymasın.”[363]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her organın zinadan bir nasibi vardır, gözün zinası da bakmaktır.”[364]

Kur’ân'ın buyurduğu üzere Şuayb’ın kızı babasına şöyle demiştir: “Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır”[365] Şuayb ise ona şöyle dedi: “Kızım evet bu genç güçlüdür. Gücünü o kaya parçasını kenara iterken gördün ama emin birisi olduğunu nereden biliyorsun? ”

O şöyle dedi: Babacığım! Onun önünden eve doğru geliyordum bana şöyle dedi: “Benim arkamdan hareket et, eğer yoldan sapacak olursam beni uyar; biz arkadan kadınları gözleriyle takip eden topluluk değiliz.”[366]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim gözünü haramla doldurursa Allah da kıyamet günü, tövbe edip geri dönmedikçe gözlerini ateşle doldurur.”[367]

Allah Resulü (s.a.a) Allah’tan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Haram bakış İblisin oklarından zehirli bir oktur; kim benden korktuğu için onu terk ederse, o bakışı, kalbinde tadını hissedecek bir imana dönüştürürüm.”[368]

Kur’ân Açısından Kadının Mahremleri

Hidayet kitabı, saadet kaynağı, şahsiyet terbiye eden, insanlar için dünya ve ahiret haberini getiren Allah’ın kitabı Kur’ân bir ayette kadının mahremlerini açıkça saymaktadır.

Böylece kadın kimler karşısında özgür ve kimler karşısında da güzellik ve ziynetini örtmesinin gerektiğini bilecektir:

“Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya Müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey iman edenler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”[369]

Müslüman kadınlar ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) ümmetinin kızları, dünya ve ahiret hayırları için Allah-u Teâlâ’nın hikmet dolu emirlerine teslim olmalıdırlar.

Gayretli erkekler ve yüce gençler de namuslarını, İslâmi örtüyü ve Kur’ân-i hicapları heva ve hevesine düşkün kimselerin tacizinden korumalıdırlar. Bırakın eşleriniz sizin eşleriniz olsun; herkes onun güzelliğinden, cemalinden, ziynetinden ve bedeninden lezzet almasın, bu gayret, mertlik, ahlâk, şeref, vicdan ve mürüvvete de aykırı bir şeydir.



“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır; sana ne kötülük dokunursa

kendindendir.”  (Nisa/79)

 

On Dördüncü Bölüm

 

Hayatta Güvenlik

İyilikler ve Kötülükler

 İnsan akıl, kalp, nefis ve cisimden vücuda gelmiş bir varlıktır.

İnsanın boyutlarından her birisi için bir takım iyilikler ve kötülükler vardır. Bütün iyilikler Allah tarafından, bütün kötülükler ise insanın kendi tarafındandır.

Kur’ân-ı Kerim'de Rahim, Rahman, Rab, Vedud, Gafur, Kerim, Latif, Rauf, Bari, Musavvir, Kuddus ve Aziz gibi sıfatlarla anılan Hak Teâlâ’nın mukaddes zatından hayır, iyilik rahmet ve bereket dışında bir şey oluşmaz.

Cehalet, düşmanlık, haset, kin, kapasitesizlik, hırs, tamah, gevşeklik ve tembellik ise insan için sadece kötülük, şer, zarar ve ziyan vücuda getirir. Hayatın çarkını döndüren zahiri ve batıni hayatı, nurlu aydınlığa boğan, kadın ve çocukların işini idare eden, varlık âlemine doğru bir bakışla bakmayı sağlayacak ölçüde bir marifet ve bilgi, basiret ve görüş elde etmek insan için bir açıdan farz-ı ayn ve diğer bir açıdan ise farz-ı kifayedir.

Hak Teâlâ hakkında marifet elde etmek, kıyameti bilmek, nübüvvet ve velayeti tanımak gibi bir takım temel meseleleri öğrenmek zaruri ve farz-ı ayn bir iştir. Fıkhi meseleleri elde etmek, ihtiyaç ölçüsünce maddi ilimler öğrenmek de farz-i kifayedir.

İlim ve bilgi, marifet ve biset, helal lokma, hayır ve iyilik çok büyük bir güçtür ki Allah-u Teâlâ gerekli bir başarıyla birlikte insanın gelişimi, aklı ve idrakinin kemale ermesi için karar kılmıştır.

Hak Teâlâ tarafından bir hayır olan akıl, başka bir hayır olan başarı ve marifetle birlikte olunca vücut batınında nurdan bir deniz vücuda gelir. Bu nuraniyet ve sefa ise batın güvenliğinin bir bölümünü temin eder. Bu emniyet doğal olarak erkekten, kadın ve çocuğa sirayet eder. Onlar da böylece erkeğin yanında batın huzuru nimetinden nasiplenir ve neticede hayat atmosferi bir yere kadar huzur nuruyla aydınlanır.

Dini ilimler belli bir ölçüde farz-ı ayndır. Fıkıh bilgisi yani helal ve helalleri bilmek ve yeterli miktarda maddi bilgilere sahip olmak gerekir. Bunlar ilk derecede hayatın işlerini idare eden, evin yöneticisi olan erkek için zaruridir. Sonraki aşamada ise gerekli ortamın bir bölümünü gerçekleştirmeyi üstlenen evin erkeği sayesinde kadın ve çocuk için gereklidir. Bunlar olduğu takdirde küçük ev memleketinde bir millet marifet, görüş, basiret, bilinç ve uyanıklık içinde birlik ve beraberlik içinde yaşar. Cehalet, bilgisizlik ve anlayışsızlığın zararlarından güvende olur.

Evet, marifet insanın vücut kapasitesi miktarınca güven icat eder. Cehalet ve bilgisizlik ise zarar ve ziyana sebep olur.

Cehalet ve Bilgisizlik

Ehl-i Beyt’ten nakledilen birçok rivayetler cehaleti manevi bir ölüm, yaşam için bedendeki lokmadan daha zararlı bir şey, hastalık ve sıkıntının, öldürücü ve sarsıcı, ebedi sefaletleri vücuda getirici, ahireti bozan bir etken, bütün işlerde fesadı ortadan kaldırıcı, kötülük kaynağı, insanın tehlikeli düşmanı, küfür ve dalalet sebebi, öğüt ve nasihati kabule engel ve insanın ifrat ve tefrite düşmesine sebep olan bir etken olarak adlandırılmıştır.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cehalet ölümdür… Cehalet bir hastalık ve güçsüzlüktür, cehalet insanın ayağını kaydırır, cehalet ahireti bozar, cehalet her kötülüğün asıl köküdür ve cehalet kötülüğün kaynağıdır.”[370]

Allah Resulü’ne (s.a.a) cahilin alametleri sorulunca şöyle buyurmuştur: “Seninle muaşeret ederse seni sıkıntıya sokar, senden uzak durursa seni kınar, sana bağışta bulunursa minnette bulunur, sen ona ihsanda bulunursan nankörlük eder, kendisine sırrını söyleyecek olursan ihanet eder.”[371]

Gerisini siz düşününüz ki eğer evin reisi cahil olur, manevi ve temel meselelerden, maddi ve zahiri programlardan habersiz olursa, evde ve evin dışında ne kadar büyük, ıstırap, güvensizlik, eziyet, sıkıntı, meşakkat ve azap kaynağı vücuda gelmiş olur.

Mal ve servet, ev ve hayat, kadın ve çocuklar, cahil bir kimsenin yanında tehlike, zarar, ziyan ve güvensizlikle karşı karşıyadır.

İslâm’ın, gerekli olduğu kadarıyla marifet elde etmek, maddi ve manevi işlerde görüş ve basiret sahibi olmak hususundaki ısrarı, batın ve zahirde güvenlik icat etmek ve insanın masum çocuk ve eşinin kendi kenarında huzur içinde yaşamasını sağlamak, erkek tarafından zarar ve ziyan görmemesini temin etmek, dünya ve ahiretlerine zarar gelmesini önlemek ve şekavet canavarının boğazlarını sıkmasına mani olmak içindir.

İslâmi kaynaklarda yer aldığı üzere; Hz. İsa Mesih (a.s) bütün hızıyla kaçıyordu. Kaçarken bir tanıdığı, neden kaçtığını sorunca Hz. Mesih (a.s) “Ben cahilden kaçıyorum.” dedi.

Evet, bütün vücuduyla nübüvvete uyarak dünya ve ahiret saadetini temin etmek için cahil ve cehaletten kaçmak gerekir.

Cahil kimse simya sahibi olsa bile fakirdir. Âlim ve bilinçli bir kimse ise fakirlik içinde olsa da zengindir.

Eğer sana marifetsiz simya da verseler dilencisin,

Eğer sana marifet verirlerse simyayı sat.

İlim ve Marifet

 Kur’ân-ı Kerim’in de buyurduğu gibi bilgili kimseler hiçbir hususta cahiller ile eşit konumda değillerdir:

“Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ”[372]

İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bana bir gün gelir de o günde beni Allah- u     Teâlâ'ya yakınlaştıracak ilmim artmazsa, o günün güneşinin doğmasında benim için hayır yoktur.”[373]

Hakeza İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İçinde hikmet bulunmayan bir kalp harabe bir ev gibidir. O halde ilim öğrenin, ilim öğretin ve anlayın. Cahiller olarak ölmeyin, şüphesiz Allah cahili mazur görmez.”[374]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) ise yüce “Gurer’ul Hikem” adlı kitapta ilim ve marifeti şu şekilde nitelendirmiştir: “İlim zafer kazandırır, afet ve olaylar karşısında ise bir barajdır. Marifet de en büyük bir ihtiyaçsızlıktır. İlim, aklın meşalesi, güzel bir delil, en üstün hidayet, apaçık bir güzellik, en iyi bir dost, en üstün bir soy, müminin yitiği, hilim ve sabrın önderi, en faydalı hazine ve en yüce hakikattir.”

Allah Resulü (s.a.a) ise bir cümlesinde dünya ve ahirette ilim ve marifetin ürünü olan gerçekleri şöyle beyan buyurmuştur: “İlim bütün hayırların başıdır.”[375]

Ali (a.s) maddi servet ve marifeti yedi temel farklılıkla şöyle tanıtmıştır:

“İlim ve marifet peygamberlerin mirasıdır, servet ve mal ise Firavunların mirasıdır. İlim infak ile azalmaz, mal ise harcamakla eksilir. Servet koruyucuya ihtiyaç duyar marifet ise insanı korur. İlim insan ile ahirete intikal eder, servet ise dünyada kalır. Mal elde etmek herkes için mümkündür, ilim, marifet, nuraniyet ve basiret ise mümin insanlara özgüdür. Bütün insanlar din işinde ilim sahibine muhtaçtır, ama servet sahibinden müstağnidir. İlim kıyamette sırat köprüsünden geçmeye yardımcı olmaktadır, servet ise hesap vermek için insanın önünü kesmektedir.”[376]

Denizdeki boş bir gemi dalgalara yakalanmak, kırılmak, kaybolmak, alabora olmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dolu ve ağır olan bir gemi ise dalgaları yarmakta, insanı hedefine ulaştırmakta, itminan ve güven içinde bulunmakta ve insanı hedefine ulaştırma yoluna koyulmaktadır.

Boş gemi cahil insan gibidir, dolu olan gemi ise basiret sahibi, bilinçli ve marifetli kimse gibidir.

Tevhid nuruyla aydınlanan bir batın, hakikatlere itminan eden bir kalp ve kıyametin ipoteğinde olan bir gönül o günü: “Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür ve kim de zerre kadar kötülük yaparsa onu görür”[377] olduğunu bilir.

Kendini dünyada misafir gören, ahireti uhrevi hayat için ebedi bir yurt olarak kabullenen, Hak Teâlâ’nın bütün nimetlerini bir emanet sayan, kendini her nimete karşı sorumlu hisseden, kadın, eş, ev, ticarethane, servet ve malını Hakk’ın bir vergisi olarak gören ve özetle bütün bunlarla ilişkisi marifet esasına dayalı olan bir kimse nasıl davranır?

Şüphesiz bu kimsenin davranışı, hikmet, amelleri salt nuraniyet, hareketleri salt hakikat üzere olur. Her şeye karşı özellikle de kadın ve çocuğuna karşı doğruluk, yumuşaklık, rahmet, asalet ve keramet üzere davranır. Böyle bir kimseden, evde, ailesi arasında ve evin dışında derya dolusu güvenlik ve huzur akar. Herkes onun yanında itminan, rahatlık, huzur ve inanç içinde yaşar. İslâm evin erkeğinin, kadının eşinin ve çocukların babasının işte böyle olmasını istemektedir.

Hakikatlerin Kaynağı Kalp

 İslâmi kaynaklarda kalp hakkında çok ilginç tabirler kullanılmıştır: Allah’ın haremi,[378] çeşme,[379] imam,[380] sultan,[381] kap[382] gibi. Aynı şekilde kalp bazı sıfatlarla da nitelendirilmiştir: Örneğin: Esenlik, hastalık, temizlik, pislik, yumuşaklık, kabalık, nuraniyet, körlük, alaşağı olma, yönelme, yüz çevirme, hayat, ölüm, açıklık, mühür, tabiat, sapma, kasvet (katılık)…

Bu ifadeler Kur’ân-ı Kerim’de ve Kafi, Şafi, Bihar, Vesail, Müstedrek, Tuhef’ul Ukul, Ravzat’ul Vaizin, Meheccet’ul Beyza gibi kitaplarda yer almıştır. Bu kelimelerin her birisi için de çeşitli anlamlar zikredilmiştir. Gerçekten de kalp bir kaptır ve de çok ilginç bir kaptır. Eğer bu kapta Hak Teâlâ'ya ve kıyamete iman, temizlik, nuraniyet, hayat, azaptan korku, haşyet, ihlâs, yumuşaklık, incelik, rahmet, muhabbet ve aşk yer ederse sahibi de huzur, güven, itminan içinde olur. Onunla irtibatta olan herkeste güvenlik ve esenlik ve rahatlık içinde yaşar. Eğer bu kap tamah, cimrilik, hırs, haset, kin, nifak, küfür, şirk, katılık, kötü zan ve benzeri sıfatların kabı haline gelirse, böyle bir kaba sahip olan bir kimse de tehlikeli, zararlı, kirli, aşağılık ve zalim bir varlık olur. Hiç kimse onun yanında güvenlik içinde kalamaz. Henüz evlenmeyen gençlere şöyle söylemek gerekir: Eğer kalbinizi bu çirkin sıfatlara bulaşmış görüyorsanız, onları ıslah etmeye çalışınız ve daha sonra evleniniz. Böylece binlerce arzu içinde evinden, diyarından, anne ve babasının merhametli kucağından sizin evinize gelen bir kız, bir müddet sonra çocuk sahibi de olunca ömrünün sonuna kadar sizin yanınızda güvenlik ve huzur içinde yaşasın, size güzel bir eşlik ve çocuğuna da güzel bir annelik yapabilsin. İçinde güvenlik olmayan bir ev ve güvenliği tahrip eden insan bir cehennemdir ve cehennem azabıdır. Eşi ve çocukları kendi elinde güvende olmayan, sürekli acı ve rahatsızlık içinde yaşayan erkeğe eyvahlar olsun! Kocası ve çocukları elinden sıkıntı ve zahmet içinde olan ve Hak Teâlâ’dan korkmadan evini vahşet ve ıstırap muhiti haline getiren kadına eyvahlar olsun! Anne ve babası ellerinden rahatsız olan ve yanlarında güvenlik hissetmeyen çocuklara da eyvahlar olsun. Müminlerin Emiri Ali (a.s), insan kalbini Hak Teâlâ’ya bağlamadığı ve kalbini Hak Teâlâ’ya iman, aşk ve muhabbet kabı haline getirmediği takdirde onun başına ilginç belalar geldiğine inanmaktadır. Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s) inancına göre; kalp dünya ile meşgul olduğu zaman tamah zilletine maruz kalır. Tamah heyecanıyla kirlenecek olursa bu defa da hırs ve ihtirasın saldırısı sebebiyle helak olur. Eğer kalbi soğumaya yüz tutarsa, hüzünler onu öldürür; gazaba tutulacak olursa, öfke ateşi alevlenir, hoşnutluğa maruz kalırsa kendini korumayı unutur, korkuya duçar kalırsa, ömrü her şeyden sakınmakla heder olur; güvenlikte bir genişlik görecek olursa, gurur varlığını yağmalar, eğer bir musibete duçar olursa, kendinden geçmesi onu rezil rüsva eder. Bir mal elde ederse, zenginlik onu tuğyana sürükler; fakirliğin saldırısına uğrayacak olursa, bela ve rahatsızlıklar onu meşgul eder. Açlığın baskısı altına girecek olursa, zayıflık ona diz çökertir; toklukta ifrata varırsa, mide düşkünlüğü, nefsini ıslah etme yolunu yüzüne kapatacaktır. Böyle bir insana her azlık zararlı, her fazlalık ise fesada düşürücüdür.[383]

Allah Resulü’nden (s.a.a) ise kalbin esenliği ve hastalığı hakkında şu ilginç söz nakledilmiştir: “İnsanda öyle bir et parçası vardır ki o esenlik ve sıhhat içinde olduğu zaman bedeninin diğer organları da esenlik içinde olur. O hastalandığı zaman ise bedenin diğer organları da hastalanır; işte o kalptir.”[384]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah-u Teâlâ’nın kapları vardır ve onlar kalplerdir. Bu kapların en sevimlisi; en ince, en saf, en güçlü, kardeşlerine karşı en yumuşak, günahlardan en temiz ve Allah’ın zatı hususunda en sağlam olanıdır.”[385]

Müminlerin Emiri’nden (a.s) ise kalbin önemi hususunda çok önemli bir rivayet nakledilmiştir: “Kendin için sevdiğini müminler için sevmedikçe kalbin senin için esenlikte olmaz.”[386]

Burada kalbin esenliği için ne kadar da ilginç bir yol önerilmiştir. Velilerin ve âşıkların önderinden ne kadar önemli ve nurani bir söz nakledilmiştir!

Eğer insan kendisi için sevdiğini diğerleri için de sevecek olursa, kalp yavaş yavaş bütün rezilliklerden ve pisliklerden temizlenir, esenlik içindeki bir kalp haline dönüşür.

Böylece bu kalp iman, aşk, şefkat, rahmet, keramet ve ihlâs içinde dalgalanır. Böylece herkes özellikle de kadın ve çocukları insanın yanında dünya ve ahiret hayrından nasiplenir.

Evlenmeyen gençler eğer kalplerinde bir ayıp ve noksanlık görüyorlarsa, bunu ıslah etmeye çalışmalıdırlar. Aksi takdirde evlendikten sonra kadın ve çocuk zulme maruz kalacaktır. Evlenmeyen erkekler eğer kalp atmosferinde pisliklerin karartısını müşahede ederlerse, hemen onu tedavi etmeye yönelmelidirler. Aksi takdirde kadın ve çocukları onlardan güvende olmayacaktır.

Şu hakikati herkes bilmektedir ki, berzah azabı, kötü ahlâk ve amel sahibi olduklarından dolayı kadın ve çocukları, yanlarında rahat ve güvenlik içinde olmayan erkeklerin yakasını tutacaktır.

Akıl eğer ilimle beslenir ve kalp ilâhi ahlâkla ahlâklaşırsa, nefis nurani olur, bedenin bütün hareketleri arşi ve melekuti hale dönüşür, insan hayır kaynağı, fazilet çeşmesi ve güvenliğin nedeni olur. Bu konuda Hak Teâlâ’nın kitabı olan Kur’ân-ı Kerim'deki şu ayete dikkat ediniz.

“İnanıp da imanlarına her hangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”[387]

Evet, konunun başında da söylendiği gibi bütün iyilikler Allah’tan, bütün çirkinlikler insanın kendisindendir.

Peygamberler, Kur’ân, imamlar ve Rabbani âlimler vesilesiyle Hak Teâlâ’ya yönelerek ve zahiri ve batıni kuvveleri yerli yerinde kullanarak bütün iyilikleri elde etmek ve bütün çirkinlikleri vücut sayfasından silmek mümkündür.

İyilikler elde edilince de insanın, iyilikleri gücü yettiği oranında başkalarına, özellikle de kadın ve çocuklarına intikal ettirmesi bir görevdir. Bu konuda lakayt davranmak büyük bir günahtır ve de insanı Hak Teâlâ'nın cezasına maruz bırakmaktadır.

İmamlarımız şöyle buyurmuşlardır: “Dillerinizle değil, belki amellerinizle diğerleri için örnek olun. Zira insan birinde güzellikleri ve batın cemalini gördüğü takdirde onu elde etmeye iştiyak duymaktadır.

Evin erkeği, eşi ve çocukları için Allah’ın hücceti olmalıdır. Evin erkeği, evinde güzel bir örnek olmalıdır. Evin erkeği, evinde kadın ve çocukları için manevi, ahlâki ve ameli güzelliklerin bir örneği olmalıdır. Evin erkeği gücü yettiğince bedenini ilim, ahlâk, saflık, temizlik, takva, doğruluk ve salih amelle beslediği takdirde bu makama erişebilir. Böylece de evi, ailesi, Ehl-i Beyt’in evinin bir örneği ve Hak Teâlâ’nın velilerinin evi haline gelir.

İşte burada faydalı dini toplantılara katılmak, camilere gidip gelmek, dinde fakih olan ve Rabbani âlimlerle oturmanın zarureti hissedilmektedir. Bu gerçeklerden uzak durmak, cehaletin artış kaynağı olacak, birçok kalbi hastalıkları ortaya çıkaracak, nefsi ve ameli sapıklıklara neden olacaktır.

Kur’ân'da vahiy tecellisi, peygamberlerin nübüvvet eserleri, değerli ve sağlam kitaplarda imamların imameti ve bütün bu camiler, dini toplantılar, Allah’ın esenlik yolunu kat etmek, kemallere ulaşmak, dünya ve ahiret hayrını elde etmek için bunca Rabbani âlimlere sahip olmak Allah katında, dünyada, berzahta ve mahşerde hiç kimse için özür ve hüccet olmayacaktır.

Kıyamet Sahnesinde Azap

Yarınki ateş; cehaletin alevi, kalbin fesadı ve ameli sapıklıklardır. Allah-u Teâlâ azabı, istediği herkes için zorla irade etmiş değildir. Bu, ahirette azap ve ateş şeklinde zuhur eden ve günahkârın varlığını kendine esir kılan günah çirkinlikleri ve ahlâki rezilliklerdir.

Eğer günah, masiyet, inkâr, küfür ve hak ile inatlaşmak olmasaydı berzah ve kıyamet azabı da söz konusu olmazdı.

Yüce Kumeyl duasında şöyle yer almıştır: “Yakinen ve kesinlikle biliyorum ki, eğer inkâr ehline azap ve inatçı düşmanın cehennemde ebedi kalmasına hükmün olmasaydı, bütün ateşi soğuk ve esenlik kılardın ve böylece hiç kimse için azapta yer olmazdı. Ama cehennemi kâfirler ve nankörlerle dolduracağına dair yemin etmişsin.”

O halde günaha bulaşarak kendileri için azap hazırlayanlar insanların kendileridir; yücelik, mağfiret, af, rahmet ve kerem ehli olan Allah değil! Allah-u Teâlâ, kullarının, sonucu dünya ve ahiret güvenliği olan güzelliklerle süslenmesi için gerekli bütün araçları temin etmiştir.

Velhasıl, kadın ve erkek iman, ahlâk, salih amel, sefa, vefa, doğruluk, dürüstlük, hilim, sabır ve tahammülle dünya hayatında kendileri, çocukları, akrabaları ve etrafındakiler için kabul edilir bir güvenlik ortamı temin etmelidirler. Böylece bu güvenlik sayesinde kıyamet günü hem güvenlikten, hem de huzurdan nasiplenebilirler. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Dünya ahiretin tarlasıdır.”

İmam Bakır (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Dünya takva sahipleri için ne de güzel bir yurttur.”[388]

Takva ehli, dünyadaki bütün bu uygulamaları ahireti için azık kılmakta, dünyalarıyla ahiretlerini bayındır kılmakta, dünyada hoşluk, ahirette ise daha büyük bir mutluluk içinde olmaktadırlar. İslâmi nadir şahsiyetlerden biri olan Abdullah b. Ya’fur şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: “Biz dünyaya aşığız.” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Dünyayla ne yapıyorsunuz? ” Ben şöyle arz ettim: “Dünyadan evlenmek, hacca gitmek, kadın ve çocukların harçlığını temin etmek, mümin kardeşlere bakmak ve sadaka vermek hususunda istifade etmekteyiz.” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Bu dünyadan değildir. Bu ahirettendir.” Gördüğünüz gibi iman ve takva ehli kimseler ticaret yapmakta kazanç elde etmekte ekin ve gelire sahip olmaktadır. Evlenmekte, ev ve hayatlarını en güzel şekilde idare etmektedirler. Onlar insanlara yardım etmekte, ziyaret yolculukları gerçekleştirmekte, sadaka vermekte, özetle dünyalarını esenlik, güvenlik, iman ve ahlâk dolu bir atmosferde geçirmektedirler. Bunun da ardında daha güzel bir ahirete sahip olacak, daha da fazla nasipleneceklerdir.

Keşke bütün evler güvenlik ve esenlik içinde olsaydı. Keşke evlere iman, ahlâk, salih amel hâkim olsaydı. Keşke bütün kadın ve erkekler güzelliklerle süslenip kötülüklerden uzak dursalardı ve böylece hiç kimse için bir sorun ortaya çıkmasaydı. Herkes birbiri sayesinde esenlik ve güven içinde yaşasalardı ve ilâhi nimetlerden lezzet ve hoşluk içinde nasiplenebilselerdi.

Sekizinci İmam (a.s) çok önemli bir rivayette gerçek mümini tanımlamıştır. Bu rivayetin bir bölümünde şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ondan rahat içindedirler.  Ama nefsi ondan sıkıntıdadır.”[389]

Salih Anne ve Babalar

Güzellikle süslenmiş ve çirkinlik ve rezilliklerden uzak durmuş kadın ve erkek, birbirine oranla huzur ve emniyet kaynağıdır. Onlar çocukları için gelişim, kemal, huzur ve rahatlık vesilesidirler.

Onlar hiç bir zaman çocuklarının ihtiyaçlarına oranla lakayt değillerdir. Muhabbete, maddi harçlığa, eğitime, mantıklı gidiş ve gelişlere, gezi ve eğlenmelere, evliliğe ihtiyaç duyduklarında tam bir muhabbet, sevgi, duygu, vakar ve edep içinde onlara olumlu cevap verirler. Eğer onların bazı ihtiyaçlarını giderme imkânına sahip değillerse, güzel ahlâk, sabır ve güler yüzlülükle azizlerini ikna ederler. Vakarlı ve yüce çocukları da ailelerinin bu özürlerini kabul ederler.

Düşünceli ve dürüst çocuklar, anne babalarının ilgisizliği sebebiyle aykırı bir yola başvursalar bile, büyük bir edeple ve saygınlıklarına riayet ederek çağrılarına uyar, sakınır, hata ve yanlışlığa düşmezler. Nitekim Allah Resulü (s.a.a) zamanında bir anne, çocuğunu Müslüman olmasından hoşnut değildi. Hatta yemek yemeyi boykot etmişti ama Allah’ın, çocuğunun Müslüman olmasından hoşnut olduğunu ve annenin bu konudaki rızayetsizliğine bir değer vermediğini anlayınca yemek boykotunu kırdı ve çocuğuna karşı sessiz kaldı.

Anne ve babalar! Allah Resulü, sizin düşen ceninlerinize dahi önem vermiştir. Nitekim bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Cenine cennetin kapısında şöyle denir: “İçeri gir” o şöyle der: “Hayır, anne ve babam benden önce girmedikçe ben girmem.”[390]

O halde neden sizler salih evlatlarınızdan ve Hak Teâlâ’nın bu nimetinden maddi ve manevi boyutlarda en güzel şekilde istifade etmeyesiniz! Çocuk sahibi olmak, çocuğu önemsemek ve çocuğun insani ihtiyaçlarına cevap vermek, faydası dünya ve ahirette büyük olan bir ticarettir.


 Kim Allah ve sıla-i rahim de bulunmak için evlenirse, Allah onu

meleklerin tacıyla taçlandırır.”  (Vesail, Alu’l-Beyt baskısı, c. 420, s. 51)

 

 

 

On Beşinci Bölüm

 

Ailede Fazilet Tecellileri

Niyetin Halisliği

Allah Resulü’nden hikmetli ve önemli bir söz nakledilmiştir. O söz şudur: “Her kim Allah için ve sıla-i rahimde bulunmak için evlenirse, Allah onun başını meleklerin tacıyla süsler.”

Evliliğin birçok olumlu neticeleri ve ürünleri vardır. Kadın ve erkeğin ünsiyeti, yalnızlıktan kurtuluşu, rızkın artması, iki ailenin gözünün aydınlanması, dinin yarısının korunması, Hak Teâlâ'nın hoşnutluğunun elde edilmesi, cinsel lezzet, çocuğun hayat sahnesine tecellisi, bir dayanak elde etmek…

Eğer insan evlilik hususunda niyetini Allah için halis kılacak olursa, bütün bu menfaat ve nasiplerin yanı sıra niyeti sebebiyle de büyük bir ibadete ve yüce bir itaate ulaşmış olur. Öyle ki bunun değeri melekler seviyesine çıkmaktadır. Melekuti varlıkların tacına benzer bir taç başını süslemektedir.

O halde neden Hakk’ın kabul nurunun nurlandırdığı ve bütün değerlerden daha üstün bir değer biçtiği bu işi yapmayalım.

Geliniz henüz yolun başında evliliğin binasını ve hayat teşkilinin yapısını ihlâs üzere bina edelim.

Kadın ve erkeklerimizin bütün varlıklarıyla, hayatın batın ve zahirinin Allah’ın inayet, rahmet ve kabulüne ermeleri için şu anlama teveccüh etmeleri gerekir.

Mevaiz’ul-Adediyye kitabında Hz. Ali’den (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “İnsanların amelinden hiç bir amel, kabul edilmiş bir amelden daha değerli değildir.”

Niyet Halisliğinin Zirvesi

Bu konuda Musa b. İmran’dan nakledilen şu ilginç hikâyeye dikkat ediniz: Musa b. İmran, Şuayb Peygamber’in (a.s) daveti üzere koyunlarını suvarmak için çektiği onca zahmetten sonra o büyük Peygamber’i evine gittiğinde, akşam sofrası kurulmuştu. Şuayb (a.s) şöyle dedi: “Ey genç! Otur ve bizimle yemek ye.”

Musa (a.s) ona cevap olarak: “Allah’a sığınırım.” dedi.

Şuayb şöyle buyurdu: “Neden? Sen aç değil misin? ” Musa (a.s): “Açım ama bu akşam yemeğinin çektiğim bunca zahmetin karşılığı olmasından korkuyorum. Biz öyle bir ailedeniz ki ahiret amelinden hiçbir şeyi altınla dolu yeryüzü karşılığında bile değiştirmeyiz.” dedi.

Şuayb (a.s) onun bu sözü üzerine şöyle buyurdu: “Ey genç! Allah’a yemin olsun ki benim öyle bir kastim yoktu. Ben soframdaki lokmanın senin zahmetlerinin karşılığı olmasını düşünmedim. Benim ve babalarımın âdeti de misafirleri ağırlamak ve onlara yemek yedirmektir.”

Bu konuşmadan sonra Musa sofranın kenarına oturdu ve yemek yedi.”[391]

Gerçekten de çok ilginçtir. Musa uzun bir süre önce Mısır’dan çıkmıştı, çöllere düşmüştü, o müddet zarfında doğru dürüst bir yemek yememişti, çöldeki tatlı bitkilerden istifade etmişti. Şuayb’ın evine girince de güzel bir sofranın kurulu olduğunu gördü. Oldukça aç olduğu halde sadece Allah için yaptığı bu amelinin bozulmasından korktuğundan dolayı yemekten sakındı. Ama Şuayb'ın (a.s) misafir ağırlama hususundaki niyetinin ilâhi ve halis bir niyet olduğuna itminan edince sofranın başına oturdu. Şuayb’ın ihlâslı niyeti, Ulu’l-Azm Peygamberlerden biri olan Musa’nın sekiz yıl kendisi için çobanlık etmesine sebep oldu. Musa’nın ihlâsı da Şuayb Peygamber’in kayın babası olmasına neden oldu.

İlginç Bir İhlâs

Yıllarca kendisiyle ünsiyet kurduğum ahlâk ve davranışlarından ders aldığım Ehl-i Beyt aşığı ve ihlâslı âlimlerden biri benim için şöyle nakletti: Tahran’dan ilâhi ilimleri elde etmek için Kum’a göçtüğümde ilmi havzaların başkanı Merhum Ayetullah’il-Uzma Hacı Şeyh Abdülkerim Hairi idi.

Bir müddet sonra “Hacı Şeyh” diye meşhur oldum. Ehl-i Beyt’e reva görülen musibetlerini zikretmede özel bir heyecan ve halete sahip olmakla tanındığım için benden belirli zamanlarda kendisi için Ehl-i Beyt’e reva görülen musibetleri zikretmemi istedi.

Yavaş yavaş bu sıfatlarla tanındım. Hz. Hüseyin’i (a.s) zikredenlerin safına katılmakla övünüyordum.

Bir Perşembe günü beni, şehrin alt taraflarında evi bulunan bir âlimin evine götürdüler. Benden minbere çıkmamı istediler. Ben de birkaç dakika Nehc’ül-Belağa’dan birkaç cümle aktararak sohbet ettim. Ev sahibi çok ağladı, toplantının sonuna kadar da öylece ağlıyordu. Benden gelecek perşembe günü de gelmemi istediler, ben de gittim. Bana şöyle dediler: “Çok sade ve normal bir konuşma yap. Zira bu büyük insan önceki haftanın konularını hatırlayınca şiddetle ağlamaktadır.” Daha sonra da bana onun hakkında çok ilginç bir hikâye naklettiler.

O âlim bekâr olarak yaşıyordu. Evlilik hususundaki ısrarlarımızın hiçbir faydası olmamıştı. Ama bir müddet sonra evlenmeyi kabul etti. Kendisine evlenmemiş genç bir hanım teklif edildi. Fıkhi usuller üzere bir defa görüştüler. Ama cevap olumsuzdu. Bir müddet sonra esmer, çirkin ve üç çocuk sahibi dul bir kadınla evlendiğini duyduk. Çok şaşırdık. Bunun sebebini sorduk, şöyle buyurdu: “Birinci bakire kızı görünce beğendim, her ne kadar bu evlilik hususunda niyetimi halis kılmak ve Allah için adım atmak istediysem de olmadı. Bu yüzden ondan vazgeçtim. Bu hanımı gördüm. Eşi ölmüştü, kendilerine bakacak kimsesi yoktu. Onun üç de yetim çocuğu vardı. Hiç kimse onunla evlenmeye hazır değildi. İşte burada niyetimi halis kılmak imkânı buldum ve sadece Allah için evlendim. Bunun gerçek faydası kıyamette bana nasip olacaktır!

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah için amelini, ilmini, sevgisini, öfkesini, alışını, terk edişini, sözünü, suskunluğunu, fiilini ve sözünü halis kılan kimseye ne mutlu! ” [392]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “İhlâs, en şerefli sonuçtur.”[393]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Kurtuluş ihlâstadır.”[394]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “İhlâs ibadetin kıvamıdır.”[395]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İhlâs sahiplerine ne mutlu! Onlar hidayet kandilleridir. Her türlü karanlık fitne onlardan uzaklaşmaktadır.”[396]

İmam Hasan-i Askeri (a.s) ise ihlâs ehlinin yüce değeri hususunda şöyle buyurmuştur: “Eğer bütün dünya bir lokma yapılırsa ve bende onu ihlâs üzere Allah’a ibadet eden birine yedirecek olursam, onun hakkında yine kendimi kusurlu görürüm.”[397]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Amellerinizi, Allah için halis kılınız. Şüphesiz Allah sadece halis olan ameli kabul eder.”[398]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’tan gayri maksadı olan kimse zayi olmuştur.”[399]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İhlâsın tümü, haramlardan sakınmaktır.”[400]

Eğer nefsanî isteklerin, şehvetlerin, içgüdülerin ve gösterişin hâkimiyeti olmazsa, maddi işlere haddinden fazla bir bağlılık bulunmazsa ve gaflete düşülmezse, her amel hususunda ihlâs gülü, batın gülistanından yeşerecek, güzel kokusu hayatın bütün fezasını dolduracaktır.

Evliliğini ihlâs üzere bina eden ve evliliği sürdürme hususunda da bütün sınırlamalara rağmen, ihlâs içinde olan kadın ve erkeğin hayatı ne de güzeldir!

“De ki: “Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.”[401]

Farz işlerde gösteriş ve riya, o işlerin batıl olmasına sebep olmaktadır. Mubah olan işler de ise, o amelin değer ve kıymetinin azalmasına neden olmaktadır.

Takva ve Adalet

Kadın ve erkek birbirine oranla ilâhi meselelere ve ilâhi emirlere riayet etmelidir. Gerçeklere riayet ise, sadece takva ve adalete riayet etmekle mümkündür. Yani her türlü kötülüklerden, çirkinliklerden, kötü ahlâktan ve uygunsuz davranışlardan sakınılmalıdır. Adalet, bütün alanlarda ifrat ve tefritten sakınmak demektir.

Erkeğin kadına zulüm etmesi veya hangi miktarda olursa olsun kadının erkeğe zulmetmesi, her ne kadar bir grup tarafından dikkate değer görünmese de çirkindir.

Kadın bedensel bir güce ve bazen ruhsal yüce bir güce sahip bulunmamaktadır. Erkek eşine karşı davranışlarında bu doğal boyutlara dikkat etmelidir. Nitekim Allah-u Teâlâ da bazı sorumluluklar ve teklifler hususunda kadının güç ve kuvvetini göz önünde bulundurmuş ve onu bazı konulardan sorumlu tutmamıştır. Kadının zayıf tarafları erkeğin güzel davranışlarıyla telafi edilmelidir. Kadın erkeğin kendisiyle savaşacak bir konumda değildir. Erkek evini savaş, tartışma ve sürtüşme meydanı kılmamalıdır. Bu konuda çok önemli şu iki rivayete teveccüh ediniz:

Müminlerin Emiri Ali (a.s), İmam Hasan Mücteba’ya (a.s) yazdığı bir mektubunda çok detaylı ve önemli konulara değinmiştir. Bu cümleden, kadının yaratılış kimliği hakkında şöyle yazmıştır: “Şüphesiz kadın güzel kokan bir çiçektir. Fiziksel güç ve kudret kaynağı değildir.”[402]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Cennet ehlinin çoğu mustazaf kadınlardandır. Allah onların zayıf olduğunu bilmiş bundan dolayı da onlara acımıştır.”

O halde erkek, eşine karşı, Hak Teâlâ’ya uyarak, merhametle davranmalı, onunla uyuşmalı, şefkat ve muhabbet üzere hareket etmelidir. Kadına karşı davranışlarında onun fiziksel ve ruhsal haletlerini, güzel koku olduğu hasebiyle göz önünde bulundurmalı, ifrat, tefrit ve kendisine her haliyle zulmetmekten sakınmalıdır. Kadını yaratan Hak Teâlâ’nın emri de kadınlar hakkında ilâhi takvaya riayet edilmesidir. Erkek kendi evinde Allah’ın cariyesini[403], maddi ve manevi boyutlarda, en güzel şekilde ağırlamalıdır.

Ama kadın da dikkat etmelidir ki, erkek ev işlerini idare etmek için birçok zorluklara tahammül etmektedir ve sayısız olaylara maruz kalmaktadır. Kadın ve çocuklarının rahatlığı, geçimlerinin temini için, uygun bir ev, yiyecek ve giyecek temin etmelidir. Bu işler de zorlukla, zahmetle, bedensel faaliyetlerle mümkündür. Yolculukta ve vatanında birçok sıkıntılara katlanarak, onunla, bununla muhatap olmak zorundadır. O halde eve gelince, kadın yüce bir tavır sergilemeli, güzel ahlâk içinde olmalı, güzelce ağırlamalı, doğal isteklerine sorgusuz sualsiz cevap vermeli, hayat ortağını karşılamalı, evin atmosferini güzel davranışıyla ve eşinin duygularını harekete geçirmekle, kendisine gülümseyerek, dışarıdaki zahmetlerini takdir ederek, güzel kokuya boğmalıdır.

Evet, takva, adalet, güzel ahlâk, beğenilmiş tavırlar, hoşnutluk tebessümü, zahmetleri takdir etmek, güvenliği korumak, güzel bir şekilde ağırlamak ve benzeri tüm işler hayat boyunca kadın ve erkeğin vücut ufkunda doğması gereken faziletlerdir. Böyle olduğu takdirde kadın ve erkeğin hayat alanı bu gerçeklerin bereketiyle nurlanacaktır. Kadının eşine güzel davranması ve ev halkıyla güzel muaşerette bulunması, Şia rivayetlerinde çok önemli bir bölüm teşkil etmektedir. Bu bölümlerdeki rivayetlerin sayısı bile şaşırtıcı rakamlara ulaşmaktadır; nerede kaldı ki o arşi ve melekuti sözlerin anlamı ve metni!

Bir hardal tanesi kadar bile olsa, birinin diğerine zulmetmesi uygun değildir ve zalim kimse, kendisini şiddetli bir cezanın beklediğini bilmelidir.

Erkek kadının maliki değildir. Dolayısıyla da onun hakkında istediği şeyi yapamaz. Kadın da eşine karşı yüzde yüz özgür değildir. Dolayısıyla da istediği her şeyi hayata geçiremez.

Kadın ve erkeğin Hak Teâlâ İslâm Peygamberi ve masum imamlar tarafından bildirilen bir takım görevleri vardır. Onlar, sadece bu görevler çerçevesinde, birbirine karşı davranabilirler. İlâhi hudutlar, insani ve ahlâki görevler dışındaki her şey zulüm ve sitemdir. Dünya ve ahirette de bunun tepkisi olacaktır.

Kadının erkeğe ve erkeğin kadına zulmetmesi, şeytani bir iş, yücelik ve faziletten uzak olduğu hasebiyle Allah Resulü’nden çok önemli bir hadis nakledilmiştir. Gerçekten de bu hadise teveccüh etmek farzdır:

“Kimin kendine eziyet eden bir hanımı olursa, bütün ömrü boyunca oruç tutsa, namaz kılsa, Allah yolunda köle azat etse ve tüm malını Allah yolunda harcasa da kocasına yardım edip, onun rızayetini elde etmedikçe, Allah o kadının namazını ve amellerinden hiçbir iyiliği kabul etmez. Bu kadın, ateşe giren ilk kimsedir.” Resulullah (s.a.a) daha sonra şöyle buyurmuştur:

“Kadına eziyet ve zulmeden erkek için de bu günah ve azabın benzeri vardır.”[404]

Böyle bir kadın ve erkek bilmelidir ki Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de zalimlerden nefret ettiğini ilan etmiş ve onu muhabbet ve aşk dairesinden dışarı itmiştir: “Allah zalimleri sevmez.”[405]

Kadın ve erkek şu gerçeğe teveccüh etmelidirler ki zulüm sadece fiziksel bir zulüm ve eziyet değildir. Öfkeli bir bakış, iltifat göstermemek, kötü ahlâk, çirkin söz söylemek, kabalık etmek, küfretmek, aşağılamak, itaat etmemek ve benzeri şeyler de zulüm ve sitemin örneklerindendir.

Kocasına zulmeden bir kadın veya hanımına zulmeden bir erkek gerçek Müslüman değildir. Hidayet çizgisinden sapmıştır ve de sapıklık bataklığına yuvarlanmıştır.

“Zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.”[406]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Cennet ve kul arasında yedi sarp aşama vardır. Bunun en düşüğü ölümdür.” Enes şöyle arz etti: “Ey Allah’ın Resulü! O halde en zoru nedir? ” Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Mazlum kimselerin, aziz ve celil olan Allah’ın huzurunda zalimlerin (hakkını almak için) yakasından tutması.”[407]

Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kullara zulmetmek, ahirete taşınan ne de kötü bir azıktır.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Zulüm ayakları kaydırır, nimetleri ortadan kaldırır ve ümmetleri helak eder.”[408]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin olsun ki bana karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu almakla da olsa, Allah’a isyan etmem karşısında yedi iklimi verecek olsalar, yine de kabul etmem ve o hayvana bu zulmü reva görmem.”

Allah Resulü karıncanın ağzı ve ayaklarıyla taşıdığı şeyi yemekten sakındırmıştır.”[409]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Zulümden sakınınız, şüphesiz ki zulüm kıyamet gününün karanlıklarıdır.”[410]

Bir şahıs Allah Resulü’ne şöyle arz etti: “Kıyamet günü nur ve aydınlık içinde haşrolmak istiyorum.” Peygamber şöyle buyurdu: “Hiç kimseye zulmetme ki kıyamet günü nur içinde haşrolasın.”

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her zulüm küfürdür; suçsuz hizmetçiyi dövmek de bu küfürdendir.”[411]

Erdemli Yüzler

Mümin kadınlar ve erkeklerin bir takım özellikleri ve hususiyetleri vardır. Bu özelliklerin pratik etkileri, hayatlarında tecelli etmekte, hayatın tatlılığına sebep olmakta, onlara hayattan lezzet aldırmakta, temiz bir neslin ortaya çıkmasına neden olmakta ve de ahiretlerini bayındır kılmaktadır.

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır; iyiyi emreder kötülükten alı korlar; namaz kılarlar, zekât verirler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hikmet sahibidir.”[412]

Öyle zannediyorum ki Kur’ân’ın iman ehli hakkındaki ayetlerinin toplamından müminlerin zahir ve batınlarını tanımak için sadece bu ayet yeterlidir.

Böyle kadın ve erkekler birbiriyle ortak bir hayat kurduklarında hayatları, nur, sefa, temizlik, hayır, bereket, doğruluk üzere olmaktadır. Erkek, bu hayatta ideal bir erkek, kadın da bu hayatta ideal bir kadın ve hayatları da temiz bir hayat olmakta, dünya ve ahiretleri de bayındır hale gelmektedir.

Merhum Meclisi şöyle buyurmuştur: “Bazı erkekler iş için evinden çıktıklarında hanımı ve çocukları şöyle diyorlardı. Haram kazançtan sakın. Şüphesiz biz fakirlik ve darlığa sabrederiz ama ateşe sabredemeyiz.”

Gerçekten de bundan daha yüce bir fazilet düşünülebilir mi ki kendini kıyamet gününün azabından koruma pahasına sabretmek, zorluklara ve sıkıntılara direnmek!

Ben birçok büyük şahsiyetler gördüm ki, yumuşak bir tonla ve yumuşak bir sesle arada bir eşini ve çocuklarını, kendi gücünü aşan isteklerde bulunmaktan sakındırıyor ve onlara işi düzeldiği zaman isteklerine cevap vereceğini vaat ediyor, kadın ve çocukları da buna teslim olarak erkeği ruhsal açıdan işkence ve sıkıntıya düşürmekten sakınıyorlardı. Bu esas üzere rahat, ilâhi, nurani ve sefalı bir hayat sürüyorlardı.

Hatice-i Kübra, zorluk ve şiddet günlerinde yüce eşiyle, uyum içinde yaşayan, sıkıntı ve zorluklarına ortak olan bir kadındı. Hatice-i Kübra, Peygamber (s.a.a) ile öyle bir yaşadı ki ölümünden sonra da Peygamber (s.a.a) onu hatırladığı zaman kendisi için rahmet talep ediyor, gözyaşı döküyordu.

Hatice-i Kübra, Allah Resulü ile evliliğinin ilk yıllarında bütün sermayesini ve eşsiz varlığını Peygamber’in yolunda harcadı. Peygamber de onun servetini fakirlerin sorunlarını halletme ve hak dininin yayılması yolunda harcadı. Böylece o maldan hiçbir şey kalmadı. Hatice-i Kübra ömrünün sonlarında eşiyle birlikte, çok sade, eşyası az bir evde zorluk ve yokluk içinde yaşadı. Yüce eşine o zor günlerde söylediği o tek sözü, ömrünün son anlarında da söyledi ve o da yaşlı gözlerle Peygamber’e söylediği şu sözdü: “Acaba Allah benden razı mıdır? ” Bu esnada vahiy emini nazil olarak şöyle arz etti: “Ey İslâm Peygamberi! Allah şöyle buyurmaktadır: “Selamımı Hatice’ye ulaştır ve kendisine rızayetimi bildir.” Hatice fevkalade sevindi ve Peygamber’e şöyle arz etti: “Şimdi hayat ve ölüm benim için çok tatlı oldu.”

O günler, henüz dört yaşında olan Hz. Fatıma, evde annesinin boş yerini görünce merhametli babasına şöyle sordu: “Annem nerede? ” Allah Resulü (s.a.a) şöyle cevap verdi: “Melekuti varlıklarla birliktedir ve onlarla oturmaktadır.”

Evet, imanının etkileri, amellerinde ve ahlâkında aşikâr olan kadın, melekuti ve arşi bir varlıktır. Hak Teâlâ’nın rızayet ve hoşnutluk kaynağıdır. Fazilet ve kemallerin çeşmesi konumundadır.

Eğitici Bir Hikâye

Babam ve anneannem, yaklaşık yetmiş yıl sefa, esenlik, doğruluk, dürüstlük, iman ve ahlâk üzere birlikte yaşadılar.

Farzlar ve müstahaplar hususunda âşıkça bir ısrar içindeydiler. Gece namazı, Kur’ân okuma, imamları ziyaret etme, dini merasimler düzenleme, misafir ağırlama, insanların sorunlarını halletme, akrabaları ziyaret etme ve ömürlerinin son günlerine kadar cemaat namazından gaflet etmediler. Nitekim babam ve babaannem de bu şekilde elli yıl bir arada yaşadılar.

Muharremin ilk günlerinde mazlumların efendisi Hz. Hüseyin’in yas günlerinde, öğle ezanına yakın bir saatte, anneannem, ilâhi gerçeklere teveccühen dünyadan göçtü. O zamanlar babaannem esenlik ve sıhhat içindeydi. Anneannemi defnettikten sonra çocuklar ve akrabalar, Kur’ân hatmetmek için bildiri yayınlamayı amaçladılar. Babaannem onlara şöyle dedi: “Bildiri yazma ve Kur’ân hatmetme zahmetine katlanmayın. Sabredin, ben yarın akşam, akşam namazından sonra dünyadan göçeceğim. O zaman her ikimiz için bir anda merasim düzenlersiniz.” Herkes endişeye kapıldı. Onlara teselli verdi. Hiç kimse inanamıyordu. Ama ertesi gece akşam namazının selamını verdikten sonra, Hak Teâlâ ile raz-u niyazda bulundu ve şöyle buyurdu: “Ey rabbim! Sen muhtaç kimsenin feryadına yetişeceğini vaat ettin. Şimdi ben kıyamet misafiriyim ve muhtacım, bana yardım et.” Daha sonra, “la ilâhe illallah” dedi ve namaz seccadesinin kenarında dünyadan göçtü.

Her ikisini de aynı kabre defnettiler. Bir gece onu rüya âleminde ziyaret ettim ve ona şöyle dedim: “Neredesiniz?” O şöyle cevap verdi: “Üç gün ben ve eşim, defnedildiğimiz yerde kaldık. Ondan sonra bizi Seyyid’üş- Şüheda, Hz. Hüseyin’in (a.s) yanına götürdüler. Şu anda berzahın melekuti bir atmosferinde mutlu bir hayat yaşıyoruz.”

İlginç Bir Olay

Çocukluk ve gençlik yıllarında babamın dini haletleri ardı sıra ve babamın, ilim, cami ve dini merasimler ehline karşı tutumları sayesinde, Rabbani âlimlere, mescitlere ve ilâhi toplantılara âşık oldum. Dini merkezlere gidip gelişim ve şartlara haiz âlimlerle oturup kalkışım ve halkın çoğunun, özellikle gençlerin fesada boğulduğu tağut döneminde benim için ve batınımın şekillenmesi üzerinde çok etkileri oldu. Ailem, camiler ve Rabbani âlimlerden aldığım bu sermaye esasınca, on altı, on yedi yaşlarında bin dokuz yüz altmış üç yılında, halis bir aşk içinde, Kum ilmi havzasına geldim. Tabiatıyla, Kum ilmi havzasında ilim ve âlimlerle daha geniş bir ilişkiye girdim.

İslâmi ilimleri öğrendiğim günlerde hal ehli ve seçkin çehreleri görme hususunda daha bir başarı elde ettim. Nakletmek istediğim bu ilginç hikâyeyi, hangi âlimden işittiğimi hatırlamıyorum. Ama oldukça ilginç ve eğitici bir hikâyedir. Kadının vücut toprağı; iman, güzel ahlâk ve salih amel yağmuruyla yoğrulduğu zamanki ruhsal ve fikirsel konumunu göstermektedir.

O büyük şahsiyet şöyle diyordu: “Hz. Rıza’nın (a.s) temiz türbesinin yanındaki Govherşad camisi yeryüzündeki camilerin en menfaatlisi, içinde gece gündüz binlerce rekât namaz kılınan, binlerce defa ziyaretname okunan, İslâmi ilimlerin öğretilmesi ve Rabbani âlimlerin terbiye edilmesi amacıyla onlarca ders toplantısı düzenlenen bir camidir. İşte bu caminin banisi yücelik sahibi, kültürlü, dindar, düşünür ve iffetli bir kadındır. Bu kadın camiyi bina etmeden önce, işçilere ve mimarlara şöyle demiştir: “Birinci olarak, cami yapımında kullanılan malzemelerin bulunduğu yerden camiye kadar gelen yolda, bu malzemeleri taşıyan hayvanlar için su ve yem kapları koyunuz. Hiçbir hayvan, açlık ve susuzluk içinde yük taşımasın. Zira bu Allah’ın ve vicdanın beğendiği bir iş değildir. Binek sahiplerinin hayvanlara vurmaya hakkı yoktur. İş saatleri belli olmalıdır. Usta ve işçilere karşı, şefkat ve merhametle davranınız. Onların ücretlerini zahmetlerine karşı veriniz. Uyarmak gerektiğinde yumuşak bir dille onlara uyarıda bulununuz. Hiç kimsenin kalbini kırmayınız. Etraftaki evleri değerinde alınız. Zira ben, ibadet için bir ev, ziyaret merkezi, ders yeri ve ilâhi ilimlerin öğretildiği bir mekân yapmak istiyorum. Hiçbir hayvan ve insana zerre kadar zarar verilmemelidir. Aksi takdirde amelin değeri ve işin kıymeti zarar görecektir.”

Müminlerin Emiri (a.s) ise Nehc’ül-Belağa’da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sizler, sorumlusunuz; hatta mekân ve hayvanlardan bile.”

O âlim şöyle diyordu: “Çoğu zaman Govherşad Hanım başvurmak ve gerekli emirleri vermek için camiye geliyordu. Bir gün işçilerden biri aniden onun yüzünü görünce ona âşık oldu. Ama aşkını açıklayamadı, durumu tehlikeli görüyordu. Zira Govherşad Hanım Şahruh Mirza’nın eşi ve Timur Kurgani’nin gelini idi. Bu aşk ve ilginin yeri yoktu ama bu sade işçi bu şeylerden anlamıyordu. Sonunda hastalandı, Govherşad Hanım caminin günlük iş raporunu okurken harabe bir evde annesiyle yaşayan o işçinin hastalığından haberdar oldu. Onu ziyarete gitti, hasta işçi yatağında rengi solmuş ve zayıf bir halet içinde inliyordu. Onun halini ve ısrarla neden hasta olduğunu sordu. Sonunda o sade işçiden daha sade olan annesi konuyu ifşa etti. Govherşad Hanım hiç kızmadan ve ülkedeki yüce konumundan istifade etmeden genç işçinin annesine şikâyette bulundu. Daha sonra ona şöyle dedi: “Ben eşimden ayrıldıktan sonra onunla evlenmeye hazırım, ama bundan önce benim mehriyemi vermelidir. Benim mehriyem ise bu gencin kırk gün gece gündüz bu yapımı süren caminin mihrabında Allah’a ibadet etmesidir.”

“İşittim ki bir yolcu bir yerde,

Bir dostuna şu bulmacayı sordu

Ki ey sofi, şarap o zaman saf olur ki

Bir şişede kırk gece kalırsa.”

O genç bunu kabul etti, aşk ve ilgisinin ardından birkaç gün ibadet etti. Ama daha sonra Hak Teâlâ’nın inayeti ve Hz. Rıza’nın (a.s) teveccühü sayesinde hali değişti. Govherşad Hanımın bildiği bir gerçek ortaya çıktı.

Kırk gün sonra o gencin halini sordu, o genç Govherşad Hanım’ın elçisine şöyle dedi:

“Eğer lezzeti terk etme lezzetini bilecek olursan,

Artık nefsin lezzetini lezzet saymazsın.”

Bizler de evin atmosferini, Allah’a iman, kıyamete teveccüh, güzel ahlâk ve uygun davranışlarla manevi faziletlerin ilâhi ve insani etkilerin tecelli yeri kılabiliriz. Bu program hiçte zor değildir. Eğer Allah’ın verdiği başarı birine yar olursa bu yolu kat etmek başkaları için en zor işlerden olsa da onun için oldukça kolay bir hale gelir.




“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın.”  (Bakara/168)

 

 

 

On Altıncı Bölüm

 

Ev ve Ailenin Maddi Meseleleri ve İslâm

 

 

Servetin Hayır ve Şerri

İnsanın yaşam işlerini idare için mal ve servete olan ihtiyacı, özellikle de kadın ve çocukları açısından taşıdığı ağır sorumluluk hasebiyle yüzde yüz doğal bir ihtiyaçtır.

Servet ve mal, kazanç ve ticaret, kendiliğinden ve insana bağlanmaksızın hayır ve şer rengine sahip değildir.

Örneğin: Demir insanın sahip olduğu maddelerden biridir ve şekillenme özelliğine sahiptir. Çeşitli araçları demirle yapmaktadırlar. Ama insanın emri altında bulunmadıkça hayır ve şer özelliği taşımayan bir maddedir. Mümin edepli, vakarlı ve yüce bir insanın emri altında olunca hayırdır. Kötü terbiyesiz gafil nefsanî isteklerine esir olduğunda ise şerdir.

Demiri İbn-i Mülcem eline alınca tevhid ehlinin imamı, âşıkların mevlası ve ariflerin öğretmeni olan Hz. Ali’yi Kadir gecesi caminin mihrabında öldürmekte ve kötülerin en kötüsü sıfatını elde etmektedir. O halde demir onun elinde batıni yapısı sebebiyle kötülük, fesat ve telafisi mümkün olmayan birçok zararların kaynağı konumundadır.

Ama demir Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) elinde olunca dinin bekasına ve hidayetin yayılmasına sebep olmaktadır. Bu demirin bir defa kullanımı Allah Resulü’nün buyurduğu gibi insanların ve cinlerin ibadetinden daha üstündür: “Ali’nin Hendek günü indirdiği darbe insanların ve cinlerin ibadetinden daha üstündür.”

Para ve ticaret metası da ilâhi adapla edeplenen, Hak Teâlâ'ya âşık olan kimseler için melekut âlemine göçme platformudur. Hakk’a yakınlığa erişme vesilesidir. Rabbinin rahmetini elde etme etkenidir. Ebedi faydalanma ve büyük sevap elde etme sebebidir.

Evet, cömertlik, yücelik ve şefkat sıfatlarına sahip olan ve Hak Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanan bir mümin için mal, ahiret ticaretinde kullandığı bir maldır; binek ise Hak Teâlâ’nın ebedi nimetlerine doğru bir hareket aracıdır ve de insan için dünya ve ahiret hayırlarına neden olmaktadır.

Nitekim Bakara suresinde Hak Teâlâ dünyadan göçen müminden geriye kalan malları, geride kalan hayır olarak anmaktadır.”[413]

Evet, müminin iman, yücelik, cömertlik, rahmet ve şefkatinin tecellisi, servet ve malını geride kalan hayır haline getirmektedir. Dolayısıyla da bu mirasının vasiyeti esasınca da üçte biri hayır yolunda, üçte ikisi de Kur’ân ayetleri esasınca varislere intikal etmektedir. Nitekim İmam Sadık (a.s), “Rabbimiz bize dünya da ahirette de iyilik ver”[414] ayetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: “Ahiretteki iyilik; Allah’ın rızayeti ve cennettir. Dünyadaki iyilik ise rızık genişliği, geçim ve güzel ahlâktır.”[415]

Bu esas üzere para, mal, servet ve imkânlar, Hak Teâlâ’nın rızayetini ve güzel cenneti üretmek için mümin kimselere bir atölye konumundadır.

Zira mümin, meşru kazanç, fıkhi meselelere riayet, haram işlerden kaçınma ve helal ticarette bulunma yoluyla özetle Hak Teâlâ’ya itaat sayesinde para elde etmektedir ve onu, kadın ve çocuklarının farz nafakası ve Hak Teâlâ’nın humus, zekât, fakir ve mahrumlara yardım, zayıf ve mazlumların elinden tutmak, akraba ve yakınlara yardımcı olmak gibi farz görevlerini ödemek yolunda kullanmaktadır.

Meşru yoldan elde edilen bu malı doğal ve şer’i işlerde kullanmak, hakikatte itaat ve ibadettir. Kur’ân-ı Kerim’in deyimiyle dünya ve ahiret hayrına sebep olmaktadır ve bu yüzden de Allah’ın kitabında mal ve servet hayır ve güzellik olarak ifade edilmiştir. Mümin için kazancı ve harcaması Hakk’a ibadettir; sonsuz sevap ve büyük bir ecre sebep olmaktadır.

Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s), dinsiz ve nefsanî isteklerine esir olan kimselerin eline geçen servet hakkındaki görüşleri de işitilmeye değerdir:

Mal, Şehvetlerin Aslıdır

Mal, olayların ganimetidir. Mal, arzuları güçlendirir. Mal, varislerin meşguliyetidir. Mal sahibini dünyada yüceltir ahirette ise küçük düşürür.”[416]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz dinar ve dirhem sizden öncekileri helak etmiştir ve sizi de helak edecektir.”[417]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her ümmetin bir buzağısı vardır ve bu ümmetin buzağısı da dinar ve dirhemdir.”[418]

Evet, imanı zayıf kimseler, mal karşısında haram şehvete, arzu heyecanına, dünya ve ahirette rezilliğe ve İslâm Peygamberi’nin tabiriyle; malı sevme adı altında buzağıya tapmaya maruz kalmaktadırlar.

Helal ve Haram

Şüphesiz insanın zahmetlerinin ürünü olan şey, ticaret ve meşru kazanç yoluyladır. Hak Teâlâ’nın emrettiği kazanç ve ticaretin detayları da Ehl-i Beyt fıkhında beyan edilmiştir. Meşru olmayan yolla elde edilen rüşvet gasp, hırsızlık, zorbalık, hile, kandırma, yağma ve faiz sebebiyle elde edilen her şey haramdır.

Helal mal elde etmek için adım atmak ibadettir. Ecir ve sevaba neden olmaktadır. Haram elde etmek için harekete geçmek ise bir günahtır. Azaba ve Allah’ın nefretine sebep olmaktadır. Eğer bir kimse helal yoldan sapacak, haram yola koyulacak ve kendisine nasihat eden kimseye: “Ne yapayım Allah bana böyle takdir etmiştir” diyecek olursa şüphesiz Hak Teâlâ’ya ve yaratılış sistemine iftirada bulunmuş, yüzde yüz şeytani olan bir söz söylemiş ve kuyruklu yalana sarılmış olur.

Kur’ân’daki birçok ayetler bu anlamı ifade etmektedir. Hak Teâlâ herkesin rızkını helal rızık olarak takdir etmiştir. İnsanları helal mal elde etmeye, helal yemek yemeye davet etmiştir. Hiç kimse için haram rızık takdir etmemiştir. Şüphesiz haramın kaynağı insanın ahlâki ve fikirsel sapmaları ve iman zayıflığıdır.

Hak Teâlâ’ya haram isnadında bulunmak, uygunsuz bir isnat, yersiz bir iftira ve kıyamette azap ve cezası olan büyük bir günahtır.

Allah-u Teâlâ’nın temiz helalden yememizi emrettiği halde rızkın O’nun tarafından haram kaynaklardan verilmesi bizzat Allah’ın adalet, hikmet, rahmet ve şefkatine aykırıdır. Eğer böyle olsaydı, Allah’ın irade ve emirleri arasında bir çelişki olurdu. Oysa böyle değildir. Allah’ın mukaddes dergâhında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Bu, insanlıktan uzak ve cehaletleri sebebiyle Allah’a iftirada bulunan cahil kimselerin yaptığı bir şeydir.

Kur’ân şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Yeryüzünde temiz helalden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın, şüphesiz şeytan size apaçık bir düşmandır. Şüphesiz şeytan size kötülüğü ve fuhşu ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[419]

“Andolsun ki, biz Âdemoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklan-dırdık”[420]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın, rızkını helal rızıktan karar kılmadığı hiçbir kul yoktur. Bu helal rızık tam bir afiyetle kendisine ulaşır. (Haram yolun Hak Teâlâ ile hiçbir alakası yoktur. Haram yol başka bir yol ve şeytani bir iş ve programdır. ) İnsana haram bir kazanç ulaşırsa, haram miktarınca kendisine helal rızkın ulaşmasına engel olunur. Allah nezdinde helal ve haram dışında insanlar için büyük bir ihsan vardır.”[421]

Kendinizi Helalden Mahrum Kılmayın

Emir’ul Müminin (a.s) mescide girdi. Adamın birine merkebine bakmasını emretti. O adam Hz. Ali’nin olmadığı bir anda merkebin yularını çıkartıp götürdü. Ali (a.s) mescitten çıkarken o adama çektiği zahmet karşılığında mükâfat olarak iki dirhem hazırladı. Mescitten çıktığında merkebinin yularsız olduğunu görünce iki dirhemi hizmetçisine verip ona yular almasını emretti. Hizmetçi, o hırsızı tanımadığından dolayı aynı o yuları hırsızdan iki dirhem karşılığında aldı. Daha sonra Hz. Ali’nin huzuruna vardı. İmam Ali (a.s) yuları görünce şöyle buyurdu:

“Kul, kendisini sabırsızlığı yüzünden helal rızıktan mahrum kılar. Ama Allah’ın kendisine mukarrer kıldığı miktardan daha fazlası ona ulaşmaz.”[422]

Kadının ve Çocukların Nafakasını Helal Yoldan Sağlayın

Helal ve haramda, hiç kimsenin kendisinden kurtulamayacağı bir takım zahiri ve batıni eserler vardır.

Helalin zatı ve tabiatında, Hak’ın rızayeti, nuraniyet, ibadet için kudret elde etmek, ruhi sevinç, kalbin saflığı, derdin şifası karar kılınmıştır ve haram bunun tam tersidir.

Kur’ân-ı Kerim’de ve Ehl-i Beyt'in rivayetlerinde yer alan fevkalade önemli fıkhi meselelerden biri kadının ve çocukların nafakasının evin erkeğine farz olduğudur.

Evin erkeğinin, kudreti miktarınca kadın ve çocuklarının ev, elbise, merkep ve yiyecek ihtiyaçlarını temin etmesi, ilâhi ve şer’i farzlardan biridir ve erkek bunu temin etmekle mükelleftir.

Allah’ın ilâhi bir teklif olarak evin erkeğinin uhdesine bıraktığı bu farzın yanı sıra, mükellef olduğu diğer bir farz da evin geçimi için helal rızkı talep etmesidir.

Evin erkeği, tüm vücuduyla bu iki emre karşı şükür içinde olmalıdır. Zira bu iki emirde de ahlâki gerçeklerin ortaya çıkışı söz konusudur. Bu ortaya çıkış ise kadının ve çocukların yaşam işlerine teveccüh ile mümkündür; insan karşısında önem ve sevabı çok bir ibadet durumundadır. O ise, Allah yolunda cihadın türlerinden bir tür olan helal rızkı talep etme yolunda atılan adımdır.

Helal ve pak rızık kadın ve çocuklara ulaşınca, yüce ve melekuti eserleri onların vücudunda zuhur eder ve bu yolla ailenin kalbi ve ruhi emniyet ve rahatlığa ulaşmasına büyük bir yardımda bulunulmuş olur.

İslâm Peygamberi ve Helal Yemek Meselesi

Bir rivayette şöyle yer almıştır: Bir şahıs süt kabıyla Peygamber’in (s.a.a) huzuruna varıp şöyle arz etti: “Bu sütle orucunuzu açınız.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu süt kimin tarafından verilmiştir? ” O şöyle arz etti: “Bir kadın bunu size hediye olarak göndermiştir.” Peygamber şöyle buyurdu: “Süt kabıyla geri dön ve ondan bu sütü nereden elde ettiğini sor.” O şahıs o kadının evine gitti ve Peygamber’in sorduğu soruyu ona söyledi. Kadın şöyle cevap verdi: “Kendi koyunumdan” O şahıs Peygamber’in huzuruna geri dönerek macerayı anlattı. Peygamber şöyle buyurdu: “Geri dön ve o koyunu nereden elde ettin? diye sor.” O şahıs geri dönüp kadından Peygamber’in sorduğu soruyu sordu. O kadın şöyle dedi: “Kendi emek ve zahmetim sayesinde aldım” O adam geri dönüp kadının sözlerini Peygamber’e arz etti. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Şimdi bu sütle orucumu açacağım.”

Ertesi gün süt kabının sahibi Peygamber’in huzuruna vardı ve şöyle arz etti: “Geçen akşam ne olmuştu da bu süt kabını kaç kez geri gönderdiniz? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah-u Teâlâ biz peygamberlere helalden başka bir şey yemememizi emretmiştir.”

Peygamber’in (s.a.a) bu işi bütün Müslümanlar için bir ibret olmalıdır. Yani haram ve helal hakkında dikkat etmelidirler. Sakın bu erken gelip geçen iki günlük hayat için kendileriyle suç ve günah götürmesinler. Varlık omzunu bunlardan hafifletmek çok zor, hatta mümkün olmadığı bir yükü yüklenmesinler.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Helalı talep etmek, her Müslüman erkek ve kadına bir farzdır.”[423]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Helalı talep etmek, her Müslüman farzdır.”[424]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Helalı talep etmek bir çeşit cihattır.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Kendi alın teri ve zahmetinle elde ettiği helal rızkı yiyen kimsenin üzerine cennetin kapıları açılır ve istediği herhangi bir kapıdan içeri girer.”[425]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “İbadet on kısımdır; onun dokuzu helal talep etmektedir.”[426]

İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ailesini geçindirmek için Allah’ın fazlından rızkı talep eden kimsenin mükâfatı, Allah yolunda savaşan kimseden daha büyüktür.”[427]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Nefsinin iffetini insanlar karşısında korumak, ailesinin rahatlığı ve komşularına iyilik ve rahmette bulunmak için dünya talebinde bulunan kimse, kıyamet günü, yüzü dolunay gibi parladığı bir halde Allah’ı mülakat eder.”[428]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yüzsuyunu korumak ve borcunu ödemek için mal toplamaya ilgisi olmayan kimsede hayır yoktur.”[429]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Geceyi, helal rızkı talep etmekten dolayı yorulduğu için uyuyan kimse, affedildiği bir halde uyumuştur.”[430]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah kulunu helal rızkı talep etme yolunda zorluk çekerken görmeyi sever.”[431]

Rivayetlerde, rızkın azlığı ve çokluğunun, sadece derecelere sahip olmak amacıyla Allah tarafından kulun imtihan edilmesi için olduğu yer almıştır.

Rızkın azlığına sabreden ve rahatlık için harama bulaşmayan ve hakeza çok rızık sebebiyle Allah’a şükreden kimse, imtihandan başarıyla geçmiş sayılır. [432]

Mümin, rızkı az olduğu zaman alçalmaz ve rızkın bolluğu anında da mest olmaz. Rızkın az olduğu zamanlar, rızkın azına kanaat eder ve onla geçinir, bolluk anında da yer, yedirir ve mali farzları eda etmekte hızlı davranır.

Rızkın Çoğalmasının Yolu

Kur’ân-ı Kerim’de ve rivayetlerde rızkın çoğalması için birçok deliller görmekteyiz. Onları uygulamak, rızkı arttırmasının yanı sıra, insanların aile ve toplumda ahlâki ve duygusal gelişimine de neden olmaktadır.

Emir’ul Müminin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Rızkın hazineleri, ahlâki genişliktedir.”[433]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Zorlaştırmak ahlâkı bozar ve kolaylaştırmak ise rızkı çoğaltır.”[434]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Allah için din kardeşiyle yardımlaşma ve birliktelik rızkı çoğaltır.”[435]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Emanete riayet etmek rızkı arttırır.”[436]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Karısına ve çocuklarına karşı iyiliği güzel olanın rızkı artar.”[437]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “İyilik rızkı arttırır.”[438]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “İyi ahlâk, rızkı çoğaltır.”[439]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sadaka vermekle rızkı indirin.”[440]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kardeşlerinin arkasından dua et. Şüphesiz bu iş rızkı yağdırır.”[441]

Beşinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Zekât rızkı arttırır.”[442]

Emir’el-Müminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Niyeti iyi olanın rızkı artar.”[443]

Haram Mal

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mal elde etmekte nereden geldiğini önemsemeyen kimseyi, ben de kıyamet günü cehennemin hangi kapısından atacağım konusunda önemsemem.”[444]

Hakeza Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Helal olmayan yoldan rızık elde eden kimseyi Allah fakir kılar.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Kim helal olmayan yoldan bir mal kazanırsa, o mal ona cehenneme gitme azığı olur.”

Zekât, humus, fakir hakkı, mahrum hakkı ve diğer şer’i hakları ödenmemiş olan para, haramla karışık olan helaldir. O malda tasarruf haramdır ve o haram veya haramla karışık olan maldan karısına, çocuklarına ve diğerlerine yedirmek ise haram elde etmek veya farz hakları esirgemekten apayrı bir günahtır.

Emir’el-Müminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Malların en kötüsü, münezzeh olan Allah’ın hakkının ödenmemiş olduğu maldır.”[445]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ kıyamet günü, kabirlerinden elleri boyunlarına bağlı, bir şey almak hususunda karıncanın gücüne bile sahip olmayan ve meleklerin şiddetli bir şekilde kendilerini kınadığı bir takım kimseleri haşredecek ve melekler şöyle diyecekler: “Bunlar, Allah’ın kendilerine servet verdiği ama mallarından Allah’ın hakkını sahiplerine ödemediği kimselerdir.”[446]

İmam Hasan-ı Mücteba şöyle buyurmuştur: “Mertliğin nişanelerinden biri, malı temizlemektir.”[447]

Aziz kardeşler! Ey kadın ve çocuklarını ruhi açıdan terbiye etmek ve maddi ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olan kimseler! Ey gelecekte aile kuracak olan kimseler! Kadın ve çocuklar sizden vacip hakkı istemektedirler. Fıkhi kitaplarda nafaka olarak bahsedilen bir haktır bu. Onlar sizin iş ve kazanç yolunuzdan sorumlu değillerdir. Kıyamet günü, sizin kazanç yolunuzdan haberdar olmadıkları takdirde sizin haram kazancınızın sorumluluğunu üstlenmezler. Kendisinin orada azap edileceği haram kazancın cehennemi, haramı elde eden kimseye hastır. Haram elde ettiği, haramı başkalarına yedirdiği sebebiyle yapılan azaptır bu. O halde dikkatlice kazancınızı kontrol ediniz. Allah’ın helali ile kanaat ediniz, haramdan sakınınız, dünya ve ahiretinizin bayındır olması için malın farz haklarını ödeyiniz.

Tövbe Eden Allah’ın Dostudur

Kutsal bir şehir olan Meşhed'e bir yolculukta bulunmuştum. Bir akşam ezan vakti, güya yıllarca beni tanıyan bir adamla karşılaştım. Birkaç dakika sohbetten sonra, yaşadığı yere gitmemi istedi. Onu ilk defa görmeme rağmen davetini kabul ettim. Sonradan kim olduğunu bilmediğim bu şahsın muharrem ve sefer ayında yaptığım konuşmalarımı dinleyenlerden biri olduğunu, bu yüzden beni tanıdığını anladım.

Mecliste gözlerden kaybolduktan birkaç dakika sonra, o şahsın yanında olan birinden kim olduğunu sorunca, adını öğrendim ve onu tanıdım. Gençlik döneminde çok güçlü ve zorba biriydi. Tahran’ın tüm zorba, kabadayı ve pehlivanları ondan sakınırlardı.

Şarap, kaçakçılık, kumarhane ve şarap satıcılarından haraç almak işiyle meşguldü. Tahran’da ona karşı çıkacak kimse yoktu. Haram yoldan çok fazla servet elde etmişti. İlâhi nur kalbine doğmuş ve Allah’ın tevfiki yol arkadaşı olmuştu. Vicdan, fıtrat ve aklının saldırısı onu, hışım ve saldırganlıktan alıkoymuştu. Bütün ev ve mallarını satıp hepsini paraya çevirmiş, onları bir bavula koyup, Kum’da, Ayetullah’il-Uzma Burucerdi’nin yanına varmış, Şia’nın büyük mercisi de, olaydan haberdar olduktan sonra, hizmetçisi sayesinde onu güler bir yüzle karşılamıştı. Bu adam, ilâhi bir şahsiyet olan Ayetullah Burucerdi’ye şöyle demişti: “Bu bavuldaki mallar tamamen haramdır, benim kıyamet gününün hesap kitabına takatim yoktur. Bu ağır yükü omuzlarımdan kaldır.”

Ayetullah Burucerdi ona şöyle buyurmuş: “Eğer gerçekten tövbe etmek istiyorsan, elbiselerini çıkar ve sadece bir iç giysi ve gömlekle Tahran’a geri dön.” O da elbisesini çıkarınca Şia’nın büyük mercisi şiddetle onun tesiri altında kalmış, onun tövbesini ciddi bulmuş, elbisesini geri vermiş ve kendi temiz parasından, o zamanın parasıyla beş bin tümen vererek ve onu temiz, aydınlık ve bereketli bir gelecekle müjdelemiştir.

Söz konusu şahıs haramdan tüm benliğiyle el çekti, o parayla Tahran’a geri döndü ve eski bütün işlerine son verdi. O bereketli parayla helal kazanç elde etmeye başladı. Durumu düzeldi, eşini ve çocuklarını hak yolda karar kıldı, çok faydalı dini bir toplantının banisi oldu. Bin üç yüz yetmiş bir yılında ömrünün sonuna geldi. Cuma akşamı saat on ikide, ömrünün sonuna birkaç dakika kala ağlayan gözlerle Hz. Seyyid’üş Şüheda’ya (a.s) hitaben şöyle dedi: “Ömrümün büyük bir kısmını sizin yolunuzda harcadım. Bu önemli anda sizin inayetinizi ümit etmekteyim.” Karısı ve çocukları şöyle dediler: “Bir anda odanın bir köşesine gözünü dikti, Hz. Hüseyin’e (a.s) candan bir selam verdi ve tatlı bir tebessümle ruhunu Allah’a teslim etti.”

Ey aziz kardeşlerim! Tövbe yolu herkes için açıktır. Tövbe; batının temizlenmesi, kalbin nuraniyeti, ahlâk temizliği, hayatın zahirinin temizlenmesi ve malın haramdan uzak olmasıdır. Neden bu çok karlı ticaretten nasiplenmeyelim ve ömrümüzün geri kalan birkaç gününde zulmetten nura doğru hareket etmeyelim. Oysa bütün dünya servetine sahip olmak bile günah atmosferinde kalmaya değmemektedir. Tövbe edelim; şüphesiz Allah tövbe edenleri sever:

“Şüphesiz Allah tövbe edenleri sevmektedir.”[448]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah katında tövbe eden kadın ve erkekten daha sevimli bir şey yoktur.”[449]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin olsun ki Allah, azığına ulaşan kimsenin sevincinden daha çok kulunun tövbe etmesine sevinir.” [450]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Allah çocuk sahibi olan kısır kimsenin kaybettiğini bulan kimsenin ve su bulan susuz kimsenin sevincinden daha çok kulunun tövbesine sevinir.”[451]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Günahlardan tövbe eden kimse, hiç günah işlemeyen kimse gibidir.”[452]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tövbe kalbi temizler ve günahları yıkar.”[453]

Gerçek tövbenin bir takım etkileri vardır. İslâm Peygamberi bu etkilere işaret buyurmuştur. Eğer bu etkiler ortaya çıkarsa, o tövbenin gerçek olduğuna yakin etmek gerekir; aksi takdirde yeniden tövbe nuruna tevessül etmek icap eder.

“Tövbe eden kimse, tövbenin etkilerini ortaya çıkarmazsa, tövbe etmiş sayılmaz: Borçlu olduğu kimselerin rızayetini elde etmeli, terkedilmiş namazlarını eda etmeli, insanlar arasında tevazu içinde olmalı, nefsini şehvetlerden korumalı ve oruç tutarak nefsini zayıflatmalı.”[454]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Tövbe, illiyyinde yer alanların makamıdır ve altı hakikate sahiptir:

1- Geçmişinden pişman olmak 2- Gelecekte günahı terk etmeyi irade etmek 3- İnsanların hakkını onlara geri vermek 4- Zayi ettiği farzları eda etmek 5- Günah günlerinde bedende biten etlerini eritmek 6- Bedene itaat ve ibadetin zorluğunu tattırmak ve ardından “esteğfirullah” demek.”[455]



“İyilikte ve takvada yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah’tan sakının.”  (Maide/2)

 

 

On Yedinci Bölüm

 

Ailede Manevi İlkeler

Akıl

Akıldan maksat, idrak gücüdür. Teorik alanda hak ve batılı idrak etmek, pratik işlerde ise hayır ve şerri, fayda ve zararı idrak etmektir.

Bu eşsiz nimet, zahiri duyu organlarıyla mücehhezdir. Onlar vasıtasıyla eşyanın zahirlerini anlamaktadır. Aynı zamanda batıni duyu organlarıyla da mücehhezdir ve bunların vasıtasıyla da manevi ve batıni işlerden olan irade, dostluk, düşmanlık, ümit ve korku ve benzer şeyleri idrak etmekte, her birini hal ve zamanının gerektirdiği şekilde kullanmaktır. Akıl için teorik işlerde, teorik ve ilmi bir hüküm vardır. Pratik işlerde de pratik bir hüküm söz konusudur.

Aklın nurani faaliyetleri, insanın varlık memleketinde üstün bir güç olduğu müddetçe ve diğer insani güçleri bu güce tabi olduğu müddetçe geçerlidir. Ama eğer insanın varlık ülkesinde akıldan daha üstün bir güç bulunursa, akıl zayıflar, işlemez hale gelir, insan itidal çizgisinden sapar, ifrat ve tefrite düşer.

Hayat ile ilgili işlerinde ifrat ve tefrite düşenlerin bu hali şehvet, gazap, hırs ve tamahlarının akıllarına galebe çalmasının bir sonucudur.

Şehvetlerine meydan vermek, içgüdü ve arzularını özgür bırakmak, bidat ve günah ehliyle oturup kalkmak ve gerçeklere ilgisiz kalmak, aklı zayıflatan ve gevşeten etkenlerdir. Bu tür faktörler arşi bir güç ve melekuti bir nur olan aklı işlenmez hale getirmektedir. Akıl işlenmez hale gelince de hak ve batılı teşhis etmek ve manevi gerçekleri tanımak oldukça zor bir hale gelmekte ve hatta imkânsızlaşmaktadır. Bu durumda her ne kadar binlerce torpil, hile ve desiseyle maddi bir hayra ulaşmış ve zahiri kötülüklerden güvende kalmış olsa bile insan dünyada aşağılanmaya ve ahirette de azaba düşmeye müstahak bir hale gelmektedir.”[456]

Cehennem malikleri cehennem ehline şöyle derler: “Sizin için, sizi bu günün durumundan korkutan bir peygamber gelmedi mi? ” onlar şöyle derler: “Evet geldi ama onu yalanladık, ilâhi kanunları inkâr ettik” daha sonra da cehennem maliklerine şöyle derler: “Eğer kulak vermiş veya akıl etmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık.”[457]

Düşünmek, insanın vücudunda son sözü söyleyenin akıl olduğu durumda mümkündür. Eğer son sözü şehvet veya nefsanî istekler söylüyorsa, aklın insanı hidayet etmeye bir gücü olmaz.

İmam Sadık’a: “Akıl nedir? ” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Kendisiyle Rahmana ibadet edilen ve kendisiyle cennetler elde edilen şeydir.”[458]

Kendisine, “Muaviye’de olan neydi? ” diye sorulunca da İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Uyanıklık ve şeytanlıktı; akla benzer bir şeydi ama akıl değildi.”

Akıl ne kadar büyük bir nimettir ki bu nimet sayesinde insan Hak Teâlâ'nın gerçek bir kulu olmakta ve cenneti elde etmektedir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aklın himmeti, günahları terk etmek ve ayıpları düzeltmektir.”[459]

Bu nimetin nuraniyeti o kadar güçlü ve şiddetlidir ki Ali (a.s) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Münezzeh olan Allah, haramlardan sakındırmamış bile olsaydı yine de akıllı insanın haramlardan sakınması gerekirdi.”[460]

Hz. Ali (a.s) bu manevi gücün birçok yüce hakikatleri derk ettiğine inanmaktadır.

Değerli Gurer’ul Hikem kitabında akıl babında Müminlerin Emiri Ali’den (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “Akıllı insan, heva ve hevesine galebe çalan, ahiretini dünyaya satmayan kimsedir. Akıllı kimse, Rabbine itaat hususunda heva ve hevesine isyan eden kimsedir. Akıllı insan, öfkelendiğinde, rağbet ettiğinde ve korktuğunda nefsine hâkim olan kimsedir. Akıllı insanların huyu, şehvet azlığı ve gaflet azlığıdır.”[461]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz hayır tümüyle akılla derk edilir ve aklı olmayan kimsenin dini yoktur.”[462]

Birçok önemli rivayetlerde de yer aldığı üzere insanın kıyametteki sevap ve azabı aklı ile ilgilidir. Zira akıl, sorumlu olma, teklif ve görevin ölçüsüdür.”[463] Dolayısıyla bu insanın hak ve batılı, hayır ve şerri teşhis etmek ve gerçeklere yönelmek hususunda aklından istifade etmesi gerekir. Aklı ihmal etmek, büyük ve bağışlanmayacak bir günahtır.

Evin erkeği de Hakk’ın meşalesi, batındaki ilâhi elçi, hak ve batılı, hayır ve şerri derk etme aracı olan akıldan istifade ederek bu aklı şehvetlerin, arzuların, içgüdülerin ve fesatların saldırı fırtınalarından koruması gerekir. Akıllı insan aklının ve ailesinin haddinden fazla şehvetlere ve nefsanî isteklere esir olmasına izin vermemelidir. Aklın işlemez hale gelmesi; insanı, insanlık makamından düşürmekte ve hayvanlık derecesine indirmektedir.

Bu konuda fesat ve bidat ehlinin ev ve aile ortamına gelip gitmesine engel olmalıyız. Aynı şekilde fesat ehli kimselerin evine gitmekten de sakınmalıyız.

Muaşeret gelip gitmek, misafir ağırlamak ve misafirliğe gitmek işlerini İslâm’ın yüce ilkeleriyle uyumlu hale getiriniz.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Havariler Hz. İsa’ya (a.s) şöyle dediler: “Kiminle muaşerette bulunalım ve kiminle oturup kalkalım.” Hz. İsa (a.s) şöyle buyurdu: “Görünüşü size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran ve ameli ahirete rağbet etmenizi sağlayan kimselerle muaşerette bulununuz.”[464]

Dördüncü İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Salih kimselerle oturup kalkmak insanı doğruluğa iletir.”[465]

Şartları haiz bir âlimin huzurunda oturmak sizleri beş husustan diğer beş hususa ulaştırır: “Şekten yakine, riyadan ihlâsa, yersiz şevkten korkuya, kibirden tevazua, aldatmaktan hayır dilemeye.”[466]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kötülerin toplantıları tatsız olaylardan güvende değildir.”[467]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ölü kimseyle oturup kalkmaktan sakınınız.” Kendisine, “Ey Allah’ın Resulü! Ölü kimdir? ” diye sorulunca şöyle buyurmuştur: “Zenginliği kendisini taşkınlığa sevk eden her zengin kimsedir.”[468]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kötülerden sakınınız ve iyilerle oturup kalkınız.”[469]

Eğer aklın hâkimiyetini istiyorsanız, kendinizi, eşinizi ve çocuklarınızı kötülerle kaşırlaşmaktan, fesat ehline gidip gelmekten ve şehvetlerin galebesinden korumanız gerekir.

Bütün dünya insanlarının ruhuna kadar sızan kötülüklerden biri de video filmleri ve uydu kanallarıdır. Bu iki fesat kaynağının yanında oturmak, aklı bozmakta, ahlâki hususiyetleri tahrip etmekte ve insanlık binasını yıkmaktadır.

Kur’ân

 Kur’ân; ilâhi bir kitap, hidayet nuru, göğüslere ahlâki dertler karşısında şifa veren, insanı daha üstün bir hayata götüren, Hak Teâlâ’nın zikri, hakikatlerin müfessiri, işleri düzene sokan, öğüt ve ibret kaynağı, bilinç ve basiret veren, kalp körlüğünün ilacı, doğru yol, hak ve batılı teşhis etme ölçüsü, ahlâki yüce meseleleri açıklayıcı, iyilerin ve temiz kimselerin hayatını gösteren, Hak Teâlâ’nın dünya ve ahirette hüccetidir.

Kadın ve erkek bu eşsiz ve ilâhi nimet karşısında sorumlu ve yükümlüdürler. Onların yükümlülüğü, Kur’ân’ı öğrenmekle ve hayatın bütün alanlarında ayetleriyle amel etmektir.

Allah’ın kitabına ilgisiz kalmak, büyük bir günah ve masiyettir.

Kur’ân; Hak Teâlâ’nın insana gönderdiği bir mektuptur; bu mektuba kulun cevap vermesi ise farzdır. Bu cevap ise kalp tarafından hak inançlarla süslenmek, nefis açısından ahlâki gerçeklere sahip olmak, beden açısından da salih amelin doruk noktasında durmaktadır.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Karanlık bir gece gibi size saldıran fitnelerden Kur’ân’a sığınınız. Fitnelerin saldırısını Kur’ân'la amel ederek bozguna uğratınız ve hayat atmosferinizin fitnenin hâkimiyetiyle kararmasına izin vermeyiniz.

Kur’ân; şefaati Hak Teâlâ nezdinde kabul dilen bir şefaatçi ve şikâyeti makbul olan bir şikâyetçidir.

Kur’ân’ı kendine önder kılan bir kimse, Kur’ân'ın bereketiyle cennete gider; her kim Allah’ın kitabına karşı ilgisiz olursa cehenneme doğru sürüklenir. Kur’ân en iyi yola götüren bir delil ve kılavuzdur.”[470]

Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “En üstün zikir Kur’ân'dır; göğüsler Kur’ân'la genişler ve batınlar Kur’ân'la nurlanır.”[471]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hakkı Kur’ân'dan öğrenmeyen kimse fitnelerden korunamaz.” [472]

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz en güzel kıssalar en yetkin öğüt, en faydalı hatırlama aziz ve celil olan Allah’ın kitabıdır.”[473]

Hakeza: “Şüphesiz Kur’ân’da en büyük hastalıklara karşı şifa vardır. En büyük hastalık ise küfür, nifak, sapıklık ve dalalettir.”[474]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kur’ân zenginliktir; Kur’ân dışında bir zenginlik yoktur ve Kur’ân'dan sonra da bir fakirlik yoktur.”[475]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mümin bir kimseye, Kur’ân’ı öğrenmedikçe veya onu öğrenmekle meşgul olmadıkça ölmesi yakışmaz.”[476]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sizin en iyileriniz, Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”

Bu çok önemli rivayetlere teveccüh edildiği takdirde evin sorumlusunun ağır sorumluluğu açığa çıkmaktadır.

Evin sorumlusu olan erkeğin Kur’ân öğrenmesi, eşine ve çocuklarına Kur’ân öğrenme imkânın sağlanması, ardından hep birlikte amel etmeleri gerekir. Böylece evin havası pisliklerden temizlenecek, iyilikler ve güzelliklerle süslenecek, sonuç olarak da ev ve aile ahiret cennetinin bir örneği haline gelecektir.

İçi zulüm ve düşmanlıktan temiz olan, iyilik ve takvadan faydalanan, atmosferi huzur, güvenlik, doğruluk, dürüstlük ve emanet kokan bir ev haline gelecektir.

Bu evin ehli Kur’ân ehlidir, Kur’ân’ın bereketleri sebebiyle akli ve fikri rüşte ererler. Kur’ân ile uyum içinde olan akıl melekuti bir akıldır. Arşi ve ahireti bir sermayedir. Faydası Hakk’a ibadet ve ebedi cenneti elde etmektir.

Nübüvvet

Peygamberler insanı doğru yola hidayet eden, tevhide davette bulunan ve zahiri ve batıni gerçekleri açıklayan kimselerdir.

Peygamberler Hak Teâlâ’ya ibadete davet ediciler, insanları tağutlara ibadetten sakındıranlardır.

Peygamberler doğru yaşama, iyiliklerle süslenme ve münkerlerden temizlenme yolunu insana gösterenlerdir.

Peygamberlerin daveti Hak Teâlâ’ya davettir ve onların davetine icap et etmenin neticesi ise manevi hayatla hayat bulmaktır.

Ali (a.s) yüce Peygamber’in (s.a.a) risaletiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Ta ki Allah’ın kullarını putlara ibadetten Allah’a ibadete ve şeytana itaatten Allah’a itaate götürsün.”[477]

Allah Peygamberi (s.a.a) insanları kemale erdirmek, nefisleri pislikten tezkiye etmek, Kur’ân’ı ve hikmeti öğretmek amacıyla Hak Teâlâ’nın ayetlerini okumak için peygamberliğe seçilmiştir.

Allah Resulü insanları karanlıklardan çıkarmak ve onları nur iklimine götürmek için kıyam etmiştir. Peygamber iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, temiz şeyleri helal kılmak, pislikleri haram kılmak, insanlara zorla yüklenen kültürlerin yükünü indirmek, hayatın boynuna bağlanmış şeytani zincirleri çözmek için meydana inmişlerdir.

Peygamber’e iman edenler hürmet ve izzetini gözetenler yardımına koşanlar ve Kur’ân'a tabi olanlar kurtuluş ehli olan kimselerdir.”[478]

Peygamberler Hak Teâlâ’nın insanlar üzerindeki hücceti olmak için gelmişlerdir. Böylece yarın kıyamet günü şekavet ehli olan kimseler, “Eğer Peygamberimiz olsaydı sapıklığa ve şekavede düşmezdik” diyemeyeceklerdir.

Merhamet sahibi olan Allah, Peygamber’in amellerini, sözlerini ve ahlâkını bütün insanlara hüccet kılmış ve onları örnek olarak anmıştır.

İyilik etmek, cömertlik, olaylar karşısında sabretmek, müminin hakkını eda etmek, temizlik, güler yüzlülük, kadınları sevmek, namaz kılmak ve güzel koku kullanmak bu ilâhi peygamberlerin ahlâkındandır.

Peygamberler, insanları takva, temizlik, emanet, doğruluk, cesaret, vefa, dürüstlük, kemal, şefkat, rahmet, merhamet ve iyiliğe davet etmişlerdir. Onları her türlü çirkin işlerden ve kötü ahlâktan sakındırmışlardır.

 Peygamberler kıyamet günü amellerin ölçüsüdür. İnsanların durumu onların durumu ile tartılır. Eğer gerekli ölçüde insanlar ile peygamberler arasında bir uyum olursa, o kimseler kurtuluş ehli olacaklardır aksi takdirde ise azaba müstahak sayılacaklardır.

İmamet

Hak Teâlâ nimetini tamamlamak ve dini kemale erdirmek için Müminlerin Emiri (a.s) ve ondan sonraki on bir imamı seçmiştir. Böylece insanlar Peygamber’den sonra da Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e tevessül ederek doğru yolda sabit kalacak ve ebedi olarak sapıklığa düşmeyeceklerdir.

Bu büyük imamlar kendi hayatlarında, kötülere ve tağuti devletlere maruz kaldıkları halde bir an bile olsun hakkı beyan etmekten, iyiliği emretmekten, kötülükten sakındırmaktan ve insanların terbiyesi için bütün ilâhi marifetleri açıklayan dualarda bulunmaktan geri kalmamışlardır. Bu imamlar Allah’ın hüccetini; amel, takrir, söz ve şahadetleriyle insanlara tamamlamışlardır.

İmamlar da tıpkı peygamberler gibi kıyamet günü hak terazileri olacaklardır.

Eğer insanların hayatı onlarla uyum içinde olursa kurtuluş ehli olacaklardır; aksi takdirde ilâhi azaba mahkûm kılınacaklardır.

Din Âlimleri

Fakihler, ilâhi marifet uzmanları ve Kur’ân-ı Kerim ve rivayetleri bilen kimseler de Peygamber ve İmamlardan sonra Allah’ın insanlar üzerindeki hüccetleridirler. İnsanların onlara uyması gerekir, şartlara sahip olan bir âlime uymak tıpkı imam ve peygambere uymak gibidir ve insanın kurtuluşuna neden olmaktadır.

Evin reisi şu anlama dikkat emelidir ki, belli bir saatini Kur’ân, nübüvvet, imamet ve velayet-i fakihi öğretmeye ayırmalı, kendisi veya bu konularda uzman olan birisi eşini ve çocuklarını bu gerçeklerle aşina kılmalıdır. Zira Allah’ın kitabına, Peygamber’in nübüvvetine İmamların imametine ve gerekli şartlara sahip âlimlerin velayetine teorik ve pratik alanda tevessül etmek, dünya ve ahiret hayrına sebep olacak ve temiz bir hayatın doğumunu sağlayacaktır.

Akıldan uzak durmak, Kur’ân'dan ayrılmak, nübüvvetten ve imametten gaflet etmek ve Rabbani bir âlimden habersiz kalmak, zararlı ve helak edici bir şeydir. Dünya ve ahirette insanın aşağılık hale gelmesine sebep olmaktadır.

Kadın ve çocuklar da bu konuda evin erkeğine yardımcı olmalıdırlar. Onun temiz ve faydalı hizmetlerini takdir etmelidirler. Gerektiği miktarda bu ilâhi hakikatlerle aşina olmalıdırlar ki iyilik ve takva üzere yardımlaşmanın anlamı da budur.

Eğer evin erkeği bu gerçeklere karşı gevşek davranırsa, bu durumda da kadın ve çocukları onu teşvik etmelidirler. Evin erkeğini bu hakikatlerin gerçekleşmesi için ortam hazırlamaya zorlamalıdırlar. Eğer muhalefet ederse, edep ve vakar içinde ona itaat etmemeli, kendileri Kur’ân, peygamber, masum imam ve Rabbani âlimi tanımanın ardı sıra koşmalıdırlar ki bu çabanın sonunda saadete erişebilsinler.

Evin erkeği evin atmosferini Kur’ân okumak, dua, münacat, hal ve Allah’ın zikri ve özellikle de namazla güzel kokulara boğmalıdır ki din ve dünyası birbirine karışsın. Ev halkı için övünmüş ve güzel bir akıbet elde edilsin.

Namaz

Doğru ve hal üzere namaz kılmak sadece evin erkeğinin görevi değildir. Aksine Kur’ân'a göre Allah namazı kadın ve çocuklarına intikal ettirme görevini evin erkeğine vermiştir. Dolayısıyla da evin erkeği de yumuşak bir tonla eşini ve çocuklarını namaz alanına sokmalı, onları bu en iyi amele teşvik etmelidir.

“Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızkı veren biziz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanındır.”[479]

Kur’ân-ı Kerim'de de okuduğumuz üzere Hz. İsmail’in özelliklerinden birisi de eş ve çocuklarını namaza davet etmesidir: “O ehline namazı emrederdi.”[480]

Hakeza Kur’ân'da okuduğumuz üzere Hz. İbrahim (a.s) da Allah’tan kıyamete kadar kendisi ve nesli için namaz kılmayı istemiştir:

“Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle.”[481]

Allah Resulü de birçok rivayetlerde namazı göz nuru olarak anmıştır.”[482]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Marifetten sonra bu namaza denk hiçbir şey yoktur.”[483]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizlere namazı ve namazı korumayı tavsiye ediyorum. Şüphesiz namaz en hayırlı ameldir ve o dininizin direğidir.”[484]

Kur’ân-ı Kerim namazı, insanı zahir ve batın pisliklerinden koruyucu bir etken olarak kabul etmektedir:

“Şüphesiz namaz fuhuş ve münkerden alıkoyar.”[485]

Neden kadın ve çocuklarımızı namaza çağırmayalım ve onların namaz kılması için gerekli ortamı sağlamayalım. Oysa bu durumda evin atmosferi fuhuş ve kötülüklerden temizlenecek, kendimiz ve onlar daha rahat bir şekilde yaşayacaklardır. İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kulun hesaba çekildiği ilk şey namazdır. Eğer namaz kabul görürse diğer amelleri de kabul görür.”

Namazı zayi etmek, namazı hafife almak ve bu büyük ibadeti terk etmek, insanın Peygamber’in şefaatinden mahrum kalmasına, kıyamette utanmasına, Hak Teâlâ'nın rahmetinden kovulmasına ve cennete girmesine engel olunmasına sebep olur.

Kendimizin, eşimizin ve çocuklarımızın namazından gaflet etmeyelim. Kıyamet günü kadın ve çocuklarımızın Hak Teâlâ nezdinde şikâyette bulunmasına maruz kalmayalım. Onlar Hak Teâlâ’nın huzurunda şöyle diyebilirler: Eğer bizi namaza davet etmiş olsaydı icap et ederdik.” Amel defterimizde namazın olmayışı ilk aşamada kocanın ve babanın suçudur, ikinci aşamada ise bizim suçumuzdur.

Allah’ım! “Onun namaza ilgisizliği bizleri namazdan gafil kıldı. O halde ondan intikamımız al, onu lanetine maruz kıl ve onun azabını bizim azabımızın iki katı karar kıl.”

Çocuklar ilginç fotoğrafçılardır. Onlar büyüklerinin bütün davranış, amel, ahlâk, halet ve hareketlerini taklit ederler. Eğer namaz kılar, oruç tutar, Kur’ân okur, güler yüzlü olur, muhabbet gösterir, vakar ve edep içinde bulunurlarsa, bütün bunları taklit ederler, bir müddet sonra da bu hakikatler onların vücut iklimine işlemiş olur.

Birçok önemli rivayetlerde şöyle yer almıştır: İsa (a.s) sahibi azap gören bir kabrin yanından geçti. Ertesi yıl aynı kabrin yanından geçince, sahibinin azaptan kurtulmuş olduğunu gördü. Bunun sebebini Allah-u Teâlâ’ya sorunca şöyle vahyedildi: “Oğlu bir yolu düzeltti ve bir yetime sığınak verdi; oğlunun bu ameli sebebiyle de onu bağışladık.”[486]

Ey azizler! İbadet ve hayırlı işlerin ehli olan salih evlatlar terbiye etmek sadece dünyevi bir yarar değil, berzah-i ve kıyamet-i bir faydadır da; o halde bu faydalı ticaretten gafil olmamaya çalışın.


“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun.”  (Tahrim/6)

 

 

On Sekizinci Bölüm

 

Aile Reisinin Büyük Sorumluluğu

 

Kendinizi ve Eşinizi Kıyamet Ateşinden Koruyunuz

 Mübarek Tahrim suresinin bir ayetinde evin erkeğine oldukça ağır ve ağır oldukça da dünyevi ve uhrevi faydaları olan bir sorumluluk yüklenmiştir.

Eğer bütün halk özellikle de kadın ve çocukların sorumluluğunu üstlenen kimseler, bu ayet-i şerifeye teveccüh edecek olurlarsa, ailelerin birçok sorunları kendiliğinden hallolacak, ev ortamından düzensizlik, ıstırap ve güvensizlik ortadan kalkacak ve düzensizlikler düzene girecektir.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı, insanlar ve taşlardır; görevlileri, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.”[487]

Evet, bu büyük sorumluluk evin erkeğinin omzundadır. Erkek ev halkını tevhide, kıyamete imana, ilâhi azaptan korkmaya, takva ile süslenmeye sevk ederek, onları İslâmi ahlâk ve adap ile terbiye ederek gelişim ve kemal ortamını sağlayarak terbiye ve eğitim imkânını temin ederek kıyamet gününün azabından korumalıdır.

Ayet-i şerife şöyle buyurmaktadır: “Kıyametteki o ateşin yakıtı insandır.” Bu çok zarif ve önemli bir meseledir.

Kur’ân-ı Kerim'deki ayetlerden açıkça istifade edildiği gibi kıyamet gününün azabı madde ve kökü ise günah ve masiyettir. Hakikatte suç ve cezanın mahiyeti birdir. Yani dünyadaki zatı ve mahiyeti farklılık içinde olan suç ve cezaların tam aksine bir durumdur. Eğer bir kimse trafik ve sürücülük kurallarına aykırı davranarak bir suç işlerse, örneğin caddenin solundan hareket ederse veya girişi yasak olan bir sokağa girerse, bir miktar para cezasına çaptırılır. Burada suç insani bir ameldir. Ama cezası mali bir cezadır. Bu amel ile mal arasında mahiyet farklılığı vardır ama varlık âleminde suç ve cezanın mahiyeti birdir. Yani suçlu kimsenin kıyametteki cezası suçunun aynısıdır ve bu suç ateş şeklinde vücudundan dışarıya doğu alevlenecektir.

İster ameli ister ahlâki her günah, ister ilişki boyutunda olsun ister maddi ve manevi hiç fark etmez. İnsandan ortaya çıktığı zaman bu insanın ateşi kabul ettiği anlamınadır. Ama bu ateşin zuhuru ve yakıcılığı kıyamet gününe aittir.

Birçok insanlar bir ömür çeşitli günahlara düşmüşlerdir. Kendileri için günahtan arınmış bir organ bırakmamışlardır. Bunlar hakikatte vücutlarında birçok ateş depolamışlardır, kıyamet günü perdeler ve örtüler kenara itilince bu ateş maddi bir ateş suretinde zuhur edecek ve sahibini ebedi olarak kendine esir kılacaktır.

Bu konuda Kur’ân-ı Kerim'deki şu iki ayete teveccüh ediniz:

“Gerçekten, Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarında yedikleri ancak ateştir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azap vardır.”[488]

Hakeza: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar alevlenmiş ateşe atılacaklardır.”[489]

Her iki ayette de haram yemek ateş yemek olarak kabul edilmiştir. Gerçi bugün lezzetli bir lokma şeklindedir ama yarın bu zati hakikatini apaçık bir ateş şeklinde gösterecektir.

Bu söz varlık, yaratılış, cin, mülk, arş, yeryüzü, erkek ve kadının tümüyle iradesinin tecellisi konumunda olduğu kutsal bir varlığın (Allah’ın) sözüdür.

O, günah ve masiyeti ateş olarak görendir. Gerçi biz onu lezzet verici bir amel ve lezzetli bir amel saymaktayız. Ama O, ateş yemeyi günah işlendiği zaman da müşahede etmektedir. Gerçi biz görmemekteyiz. Ama O bu ateş için ilginç bir yakıcılık görmektedir. Gerçi biz bu yakıcılığı bile hissetmemekteyiz.

Yarın kıyamet günü insanların gözlerinden, namahreme baktığı için; insanların kulaklarından, haram şeyler dinledikleri için; insanların dillerinden gıybet, iftira, kötü ve batıl söz söyledikleri için; insanların karnından, haram yedikleri için; insanların şehvetinden zina, eşcinsellik ve mastürbasyon yaptıkları için; insanların elinden zulüm, işkence, sahtekârlık, haksız imza, saptırıcı yazılar yazdıkları için; ve insanların adımlarından, haram toplantılara gittikleri için ateşler alevlenecektir. Bu kötü organların sahibi dert, sıkıntı ve rahatsızlığa maruz kalacaktır ve onun için de bir kurtuluş yoktur.

Ey ailelerin sorumluları! Aileni ve kendini günah ve masiyetin ürünü olan bu ateşten koru, hayatın bütün alanlarında ilâhi takvaya riayet et, kendini ve ev halkını birkaç günlük dünya, bitecek lezzetler ve gidecek olan servet için yakıtı insanın kendi vücudu olan ilâhi ve ebedi azaba maruz kılmayınız.

Yakıtlardan biri de taştır. Taş kömürünü biliyorsunuz. Oldukça sert ve muhkem bir maddedir, harareti fazla ve yanma zamanı ise uzundur. Yeryüzünün bağrında milyonlarca yıldır ki taşkömürü, yakıt ve ateş maddeleri bulunmaktadır. Bu yakıt maddelerinin baskısı bazen yanar dağların zirvesinde ortaya çıkmaktadır. Bu yanardağdan dökülen lavlar yol üstünde gördükleri her şeyi yakıp yok etmektedirler. Bu maddelerin ateşi bitecek gibi değildir. Kur’ân-ı Kerim’in buyurduğu üzere gelecekte de bütün yeryüzünü kaplayacaktır ve böylece bütün denizler alevlenecektir.”[490]

Bu, çağdaş bilginlerin de öngördükleri bir hakikattir. Yeryüzü gelecekte bir ateş kütlesi haline gelecektir.

“Yer başka bir yer haline getirildiği gün”[491]

Yakıcı ve ateşli maddelerle dolu bir denize benzeyen yeryüzünün derinliklerine ve ileride bir ateş kütlesi haline dönecek olan yeryüzüne teveccüh edildiğinde, cehennem ve cehennem katlarının bu yeryüzünde olduğunu söyleyen rivayetleri kabul etmek zorundayız.

O günün ateşinin yakıtı insan ve taştır. İnsanın ateş yakıtı günah, yeryüzünün ateş yakıtı ise taştır. Yeryüzünün içindeki ve dışındaki taşların hacmi ve ağırlığı az değildir, ayrıca da daimi ve ebedidir. Bu alevlenen taşların ebedi oluşu ise Hak Teâlâ’nın iradesi iledir. Nitekim insanın gelecekte ebedi oluşu da Hak Teâlâ'nın mübarek vücudunun iradesi iledir.

Bu gerçeklere teveccühen ev ve ailenin yöneticisi olan erkek bu melekuti ve semavi sesi her zamankinden daha çok can kulağıyla dinlemelidir.

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun.”[492]

Düşük, zelil ve aşağılık kimselerin kıyametteki yeri de aşağılıktır, cehennemdir. Yeryüzünde olan bir cehennem! Yakıtı insan ve taş olan bir cehennem! Malikleri kaba ve sıkı davranan bir cehennem! Azabı kuşatıcı, ağır ve yakıcı ve ebedi olan bir cehennem! Ehli için ne bir ölüm ve ne de beğenilen bir hayat olmayan bir cehennem! “Sonra orada ne ölür ve ne de dirilir.”[493]

Amber Kokan Cennet

Evin reisi kendini ve ailesini cehennem ateşinden kurtarmaya teşebbüs edince, yani onları bedensel, mali ve ahlâki günahlardan koruyunca, farzları ve hayırlı işleri yapmaya teşvik edince, kendisinin ve ailesinin cennete ulaşma yolunu açmış olur. Bu cennet sidret'ül müntehada olan bir cennettir. Bu cennetin genişliği bütün yerlerin ve göklerin genişliği kadardır.

“Sidret’ül- Münteha’nın yanında. Me’va cenneti de onun yanındadır.”[494]

Anlaşıldığı üzere Sidre'tül Münteha oldukça geniş bir âlemdir. Öyle ki genişliği bütün gökler ve yer kadar olan ilâhi cennet bile onun içinde yer almıştır.

Kur’ân herkese iman, salih amel ve güzel ahlâkla süslenerek cennete koşmalarını emretmektedir:

“Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış, eni gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun.”[495]

Ey azizler! Cehennemin azığı günah ve masiyet, cennetin azığı ise iman, ibadet ve Allah’ın kullarına hizmettir.

Kendinizi ve ev halkınızı cehennem için azık toplamaktan koruyunuz, cennet için azık toplamaya teşvik ediniz. Şu anda evin sorumluluğunu üstlenen sizlerin çok büyük sorumluluğu vardır.

Allah Resulü’nü ev halkına, eşinize, çocuklarınıza ve hizmetçilerinize karşı tutumlarınızda örnek almalısınız ki kıyamet gününün azabından güvende kalasınız ve Hak Teâlâ’nın ebedi nimetine yani amber kokan cennete ulaşasınız.

Peygamber (s.a.a) kadınların hakkına riayet hususunda yeryüzündeki bütün insanlardan daha üstün davranmış ve çocukların haklarına riayet hususunda büyük bir örnek olmuştur.

Peygamber ifrat ve tefrit ehli değildi. Ev halkına muhabbet, sevgi, şefkat göstermiş, ahlâk ve amel hususunda itidalli davranmış, ev halkıyla arkadaş olmuş, onlara karşı yumuşak huylu davranmış, onlara nasihatte bulunmuş, onları ibadet ve kulluğa teşvik etmiş ve onları kıyamet azabından korkutmuştur.

Evde kadınlarına karşı kadın oluşları seviyesinde davranmış ve çocuklarla çocuk gibi hareket etmiştir. Peygamber (s.a.a) herkes için bir edep ve fazilet örneği olmuştur. Bir ahlâk örneği, tevhid nişanesi, Hakk’a ibadetin sloganı ve hidayetin meşalesi olmuştur.

Dört Önemli Görev

Allame Meclisi değerli kitabı Bihar’ul-Envar, c. 71, s. 86’da, “Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz” ayet-i şerifenin tefsiri hakkında ev reisinin sorumluluğu ile ilgili birkaç önemli meseleye işaret etmiştir. Bu birkaç meseleye riayet edildiği takdirde aile ve ev halkının yarınki ateşten korunması mümkündür.

1- Onları Allah’a itaate çağırarak

Evin reisi olan erkek hayatta olduğu müddetçe ailesini Allah’a itaate, Hak Teâlâ’nın insanın dünya ve ahiret menfaatine olan emirlerine teslim olmaya davet etmelidir. Davet öyle bir şekilde olmalıdır ki, bu davete ev halkının icap eti zor olmamalıdır. Bu davet sevgi, muhabbet, yumuşak bir dil, güler bir yüz, metanet, dil ve amel ile olmalıdır. Öyle ki kadın ve çocuklar Hak Teâlâ’ya, ibadete ilgi duymalı, âşık olmalı ve bunu bütün görevlerinden öne geçirmelidirler. Ben bu anlamı kendi evimde denemeye çalıştım, oldukça faydalı oldu, sizler de deneyin faydasını göreceksiniz.

Çocuklar Allah’a itaate yöneldiklerinde onları teşvik ediniz, öpünüz, kucağınıza alınız ki vücut atmosferlerinde itaatin izleri sabit ve kalıcı olsun.

Kadınlar da dikkat etmelidirler ki, eşleri tarafından Rabbe itaate davet edildiklerinde büyük bir şevk ve rağbetle kabul etsinler. Böylece bu kabul edişin etkisi çocuklarının ufkunda ortaya çıkacaktır.

2- Onlara farzları öğreterek

Evin erkeği mümkün olduğu kadar, bir bölümü ilmihallerde diğer bir bölümü ise ahlâki ve fıkhi kitaplarda yer alan Hak Teâlâ’nın farzlarını ailesine öğretmelidir.

Eğer bu görevi yerine getiremiyorsa, en azından onları, öğrenmek için camiye ve dini merasimlere götürerek öğrenme ortamını sağlamalı veya Hak Teâlâ'nın farzlarını öğretmesi için Rabbani bir âlimi eve davet etmelidir.

Bazı kimseler için bir ilmihal okumak zor olabilir. Bunu açıklamak ise daha zor olabilir. Bu yüzden sıra çocukları ilgili dershanelere yazdırmaya gelmektedir. Böylece kızlar ve erkekler buluğ ve teklif çağına ermeye yakınken şer’i görevlerinden haberdar olmuş olurlar.

3- Onları çirkinliklerden alıkoyarak

Evin reisinin ev halkını çirkinliklerden sakındırması, onları günahların akıbetinden korkutması ve evde günah üreten ortamı ortadan kaldırması farzdır.

4- Onları hayırlı işlere teşvik ederek

Evin reisi olan kimseye ev halkın bütün hayırlı işlerinde; Allah yolunda sadaka vermek, insanlara tevazu göstermek, büyüklere saygılı olmak, küçükleri korumak, bireyler arasında barış ve uzlaşma ortamını sağlamak, hak söz söylemek, hakkı aramak, hakkı istemek ve özetle hayır olan her iş hususunda teşvik etmesi bir farzdır.

Bu dört hakikati hayata geçirmekle Allame Meclisi’nin (r.a) buyurduğu gibi “Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz” gerçeği tahakkuk edecektir.

Böylece Allah’ın kullarını hidayete erdirmek için adım atmanın sevabını ise Allah’tan başka hiç kimse bilmemektedir.

Allah Resulü, Müminlerin Emiri Ali’yi (a.s) insanları hidayete erdirmek için Yemen’e gönderdi ve bu yolculuktan önce ona şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki Allah’ın, birini senin vasıtanla hidayete erdirmesi, senin için güneşin üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”[496]

Ne kadar ilginç bir ticaret ve ne kadar büyük bir fayda! Bana kalırsa şöyle demek gerekir: “Ne mutlu yeni bir hayat kuranlara, eşine ve çocuklarına iyilik ve güzellikleri öğretenlere!” Onlardan her birini hidayete erdirmekle Allah Resulü’nün Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s) buyurduğu üzere büyük bir sevap elde edeceklerdir. Bu sevap hayat işlerini idare etmek için helal kazanmanın ardı sıra gitmenin sevabından ayrı bir sevaptır. Dolayısıyla kadın ve çocuklarının geçimini temin etmek için maddi işlerin ardı sıra gitmenin bir sevabı ve eş ve çocuklarının hidayeti için manevi işlerin ardı sıra gitmenin de ayrı bir sevabı vardır. Bu tür ev reislerinin durumu sevap içinde sevap ve rahmet içinde rahmettir.


 Bunlar Allah’ın hudutlarıdır. Allah’a ve Peygamberi’ne kim itaat ederse onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur.”  (Nisa/13)

  

 

 

On Dokuzuncu Bölüm

 

İslâm’da Kadın ve Erkek Hakları

 

Aile Haklarının Bir Panoraması

Kadın ve erkeğin birbirine karşı, sahip oldukları hakları Kur’ân-ı Kerim'de ve rivayetlerde detaylı olarak zikredilmiştir ve bu konuda hiçbir şey ihmal edilmemiştir. İnsan bu karşılıklı hakları okuyunca onların İslâm'ın temiz kültürünün mucizelerinden olduğunu görmektedir.

Hiçbir ekol ve hiçbir mektepte bu şekilde kadın ve erkek haklarına işaret edilmemiştir ve hiçbir ekolde de kıyamete kadar ondan daha iyisini sunabilme gücü yoktur.

Bu karşılıklı haklardan bir bölümü farz ve bir bölümü ise müstahaptır.

Farz olan hakları terk etmek, karşı taraf affetmedikçe azabı gerektirmektedir. Müstahap olanları terk etmek ise hayatın tatlılığının azalmasına neden olmaktadır.

Kadın ve erkeğin birbirine karşı sahip oldukları farz ve müstahap hakların başlıca bir bölümü, değerli Vesail kitabı c. 20, 21 ve 22. ciltlerinde zikredilmiştir. Ben ihtiyaç olduğunca bunları zikretmekte, bunun detaylarını mütalaa etmeyi ise aziz kardeşlerime tavsiyede bulunmaktayım.

İlk önce teberrük olsun diye bu meseleyle ilgili birkaç ayet nakletmek istiyorum, daha sonra da bu konuyla ilgili rivayetleri zikretmeye çalışacağım.

“Kadınlara iyilikle davranın.”[497]

“Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.”[498]

“Eşleri hakkında onların üzerine neyi farz kılmış olduğumuzu biliriz.”[499]

İshak b. Ammar şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) şöyle sordum: “Kadının yaptığı takdirde iyilerden sayılacak olan erkeğin üzerindeki hakları nelerdir? ” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Onu doyurması, onu giydirmesi ve cahillik ettiği takdirde bağışlamasıdır.” İmam (a.s) daha sonra şöyle buyurdu: “Babamın eziyet eden bir eşi vardı ama babam onu bağışlıyordu.”

Altıncı İmam (a.s) ise şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Cebrail bana kadını tavsiyede bulundu öyle ki ben apaçık bir fuhuş yaptığını görmedikçe kadını boşamanın caiz olmadığını zannettim.”

Hakeza altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kendisiyle eşi arasındaki işleri en güzel şekilde yapan kula Allah rahmet etsin; şüphesiz aziz ve celil olan Allah-u Teâlâ erkeği kadına malik kılmış ve onu kadın üzerinde yönetici tayin etmiştir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ailesinin haklarını zayi eden kimse, mel’undur, mel’undur.”

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sizin hayırlınız ailesi için hayırlı olandır ve ben de ehlim için en hayırlı olanınızım.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Erkeğin ailesi onun esirleridir; aziz ve celil olan Allah’a kulların en sevimlisi, esirlerine en güzel şekilde davrananlardır.”

Kadının Erkek Üzerindeki Hakları

1- Hayat İçin Gerekli Şeyleri Temin Etmek

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadınların belli bir şekilde rızkı ve giysileri sizin üzerinizedir.”

İmam Seccad (a.s) şöyle buyurmuştur: “Pazara gidip de yanımda bulunan bir dirhemle ailem için canları çektiği bir et alırsam, bu benim için köle azat etmekten daha sevimlidir.”

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Erkeğin saadetinden biri de ailesinin işlerine bakmasıdır.”

2- Mübaşeret

Altıncı İmam’a (a.s) şöyle sordular: “Bir şahsın genç bir karısı vardır. Erkek gördüğü musibetler sebebiyle birkaç aydır ve hatta bir yıldır onunla ilişkiye girmemiştir. Elbette niyeti kadına eziyet etmek değildir, özrü musibet görmesidir. Acaba bu adam günahkâr mıdır? ” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Evet dört aydan sonra günahkârdır.”

Ebu Zer Allah Resulü’ne (s.a.a) şöyle sordu: “İnsanın eşiyle ilişkiye girmesinin lezzeti olduğu halde sevabı da var mıdır? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Evet! Meşru olmayan yoldan lezzet alması haram değil midir? ” Ebu Zer, “evet” diye arz edince Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “O halde helalinin de sevabı vardır.”

İlâhi öğretilerde de yer aldığına göre erkeğin, her dört gecede bir ilişkiye girmek için eşinin yanında olması müstahaptır.

3- Geçimde Refah ve Genişlik

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Pazara gidip ailesi için hediye alan bir kimse, fakirlerin evinin kapısına sadaka götüren kimse gibidir. O aldığı hediyeyi evine götürünce önce kızlarına vermelidir. Zira her kim kızını sevindirirse İsmail’in soyundan bir köle azat etmiş gibidir. Her kim hediye alarak erkek çocuğunun gözünü aydın kılarsa, adeta Allah korkusundan gözyaşı dökmüş kimse gibidir. Allah korkusundan gözyaşı döken kimseyi ise Allah-u Teâlâ şüphesiz nimet dolu cennetlere koyacaktır.”

Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “Erkeğin ailesi onun esirleridir. Her kime Allah bir nimet vermişse, o da esirlerini genişlik içinde tutmalıdır. Eğer bunu yapmazsa o nimetin elinden alınması mümkündür.”

Hakeza: “Resulullah (s.a.a) erkeği kendisi doyup da ailesini aç bırakmasından sakındırmıştır.”

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Erkek evinde ve ailesinde her ne kadar istemese de üç şeyle mükelleftir: “Güzel bir muaşeret, israfa kaçmaksızın geçiminde genişlik ve namusu hususunda gayretli olması.”

Dördüncü İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah nezdinde en hoşnut olanınız ailesine en çok genişlik sağlayanınızdır.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müslüman ailesine nafaka verince bu kendisi için bir sadaka sayılır.”

4- Kadına Saygı

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim bir eş edinirse ona saygı ve ikramda bulunsun.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Her kim eşine üç darbeden fazla vurursa Allah kıyamet günü onu yaratıkların başları üzerinde gözleri önünde ayağa dikerek rezil eder, öyle bir rezalet ki ilk ve son yaratıkların tümü ona bakarlar.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri eşine vurur, sonra da boynuna mı sarılır? ”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kadın bir oynaşma vesilesidir; onu edinen kimse zayi etmemelidir.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Kendisi dayak yemeye daha evla olduğu halde, eşine vuran kimseye şaşarım. Eşinizi sopayla dövmeyiniz şüphesiz bu kısası gerektirir.”

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kadınlar size bir emanettir, onlara zarar vermeyin ve onlara zorluk çıkarmayın.”

Havle Allah Resulü’ne şöyle sordu: “Kadının erkek üzerindeki hakkı nedir? ” Peygamber (s.a.a) cevap olarak şöyle buyurdu: “Kardeşim Cebrail bana, kadın hakkında öyle tavsiyede bulundu ki, ben erkeğin kadına, “of” deme hakkının bile olmadığını sandım. Cebrail şöyle dedi: “Ey Muhammed! Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz, bunlar hayatın sıkıntılarına ve zorluklarına katlanmaktadırlar.”

Hak Teâlâ’nın emirleri, Kur’ân nasları, sünnet ve Muhammedi şeriatı esasınca kadınlar sizlere helal kılınmışlardır. Sizin lezzetlerinize teslim oldukları, karınlarında çocuklarınızı taşıdıkları ve doğum anında birçok tehlikeli ağrılara duçar oldukları sebebiyle de sizlerin üzerinde farz hakları vardır. Onlara merhametli davranınız, onları hoşnut kılınız ki sizinle uyum içinde olsunlar. Onlara karşı hoşnutsuzluk ve bıkkınlık içinde olmayınız. Onlara verdiğiniz mehriye ye göz dikmeyiniz ve ondan zorla bir şeyi geri almayınız.

5- Süslenmek ve Temiz Olmak

Erkek eşinin şık giyimli ve güzel kokular kullanmasını istediği gibi kadın da erkeğinden aynı beklenti içindedir. Temizlik, banyo, dişlerini fırçalamak, yıkanmak, taramak, tırnağını kesmek, güzel kokular sürmek, düzenli ve temiz elbiseler giymek ve diğer helal süsleri takınmak, kadını sevindirmekte ve hoşnut etmektedir. Kadının iffet ve temizliğini artırmakta ve eşinden başkasını hayal etmekten korumaktadır.

Hasan b. Cehm şöyle diyor: “Yedinci İmam’ın (a.s) kına sürdüğünü gördüm, ona şöyle arz ettim: “Kurbanın olayım, kına mı sürdün? ” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Evet! Erkeğin süslenmesi ve hazırlık içinde olması kadının iffetini artırmaktadır. İffetten ayrılan kadınlar eşlerini süslü görmedikleri için bu yola düşmüşlerdir.” İmam (a.s) daha sonra bana şunu sordu: “Sen eşini bozgun ve perişan bir halde görmek ister misin? ”

İmam Rıza (a.s) değerli babalarından şöyle rivayet etmişlerdir: “Şüphesiz İsrail oğullarının kadınları iffetten kötülüğe sürüklendiler. Onların kötülüğe sürüklenmesinin sebebi ise eşlerinin süslenmemesi ve kendilerine çeki düzen vermemeleri idi.”

İmam (a.s) daha sonra da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kadın da erkeğin kendisinden beklediği beklentiler içindedir.”

Bazı erkekler gerçekten de çok insafsızdırlar. Kendilerine bakmamakta, çok geç tıraş olmakta, sigara içmekte, diş ve ağızları pis ve kötü kokmaktadırlar. Güzel elbiseler giyinmemekte ve üst başlarına bakmamaktadırlar. Bundan da kötüsü eşlerinin her şekliyle emirlerine amade olmalarını istemektedirler. Bunlar zalim erkeklerdir. Ceza ve kınanmaya müstahaktırlar.

6- Güzel Dilli Olmak ve İdare Etmek

Kabalık, ağzı bozukluk, sertlik ve karşı tarafa sıkı davranmak insanı, kim olursa olsun tepki göstermeye itmektedir. Hal ve söz, sınırı aştığı takdirde kadın incinecek ruhu gevşeyecek ve neticede de hayat atmosferi acılık ve soğukluğa yönelecektir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) bu hususta erkeklere şöyle emretmektedir: “Onlarla her halükarda iyi geçininiz ve onlara iyilikte bulununuz.”

7- Kendi İrade ve Yetkinize Riayet Ediniz

Bazı erkekler bu Allah vergisi özgürlüğünden ve iradesinden yüz çevirmekte ve tümüyle kadınların emri altına girmektedirler. Bazı kadınlar da eşlerinin irade gücünü eline geçirerek hayatın hâkimiyetini elde etmede ve hayat merkebini istedikleri yöne doğru sürmektedirler.

Bu tür hayat da genellikle şeytani bir hayata dönüşmektedir. Hayatı günah, masiyet, israf, savurganlık ve meşru olmayan istekler dalgası kaplamakta, maneviyatı kaçırmakta ev ve aileyi ilâhi ve insani ilkelerden saptırmaktadır. Birçok aileler bu konuda ocakları söndüren belalara maruzdur. Hayatın kıvamı erkeğe bağlı olmak yerine kadına bağlıdır. Erkek, karısının erkeği olması gerekirken kadın eşi için erkek olmaktadır. Allah korusun eğer erkek her ne kadar meşru olmayan ve Allah’ın emrine aykırı istekler de olsa kadına itaat etmediği durumda kadın kavga ve gürültü koparmaktadır. Böylece kadının eliyle, ocakları söndüren bir ateş yanmaktadır. Erkek teslim olmadıkça veya onu boşamadıkça o cehennem ateşi asla sönmeyecektir.

Ali (a.s) iradesini kaybeden, zayıf ve zelil hale düşen erkekler hakkında şöyle buyurmuştur: “Kadının, kendisini yönlendirdiği her erkek mel’undur.”

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Kim hanımına itaat ederse, Allah onu yüzüstü ateşe atar.” Kendisine, “Bu itaat nedir? ” soruluca da şöyle buyurdu: “Erkekten ince elbise giymesini istemesi ve onun da kabul etmesidir.” Bir erkek eşini şikâyette bulununca insanların huzurunda bu tür kadınlar hakkında şöyle bir hutbe irat etti: “Ey insanlar! Hiç bir şekilde kadınlara itaat etmeyiniz. Onun eline hiçbir mal vermeyiniz. Hayatınızın işlerini ona bırakmayınız. Eğer bu kadınlar kendi istekleriyle hareket ederlerse herkesi helak ederler ve eşinin emrine itaat etmezler. Bizim de gördüğümüz gibi bu kadınlar ihtiyaç anında takvaya riayet etmezler. Şehvet karşısında hemen teslim olurlar. Yaşlılık zamanına kadar altın ve süsü düşünürler. Zayıflık zamanında da bencil, mağrur ve kendini beğenmiş olurlar. Eğer onların istekleri yerine gelmezse bütün lütuf ve muhabbetleri görmezlikten gelirler. Eğer bir kötülüğü hatırlarında tutacak olurlarsa hemen korkusuzca iftirada bulunurlar, isyandan ve tuğyandan el çekmezler, sürekli şeytanın yolunun üzerine otururlar.”[500]

Erkeğin Kadın Üzerindeki Hakları

 Hayatın temellerinin büyük bir bölümünün güçlü kılınması erkeğin haklarına kadının saygı göstermesi ipoteğindedir.

Bu hususta kadın sadece Hak Teâlâ’ya ve kıyameti göz önünde bulundurmalı, eşi hakkında başkalarının emriyle hareket etmemeli ve başkalarının kendi hayatına müdahalesine izin vermemelidir. Zira başkaları kendi emirlerinde hata ve yanlışlık içinde olabilir veya hayatın cemal ve celali olan kadın ve erkeğin güvenliği hususunda kötü bir amaç taşıyabilir. Nice defa yeni evlenmiş kadın ve erkeğin hayatına müdahale etmeleri hasetten kaynaklanmaktadır.

Etkilenmek ve hislerine kapılmak, kadınlarda daha çoktur. O halde bu doğal halete ve başkalarının yanlışlık ve haset etme imkânına dikkatlice teveccüh ediniz. İnsani, İslâmi ve imani hakka riayet olan kocanın haklarına riayet hususunda Allah’ı göz önünde bulundurun ve kıyamete teveccüh edin.

Erkek, kadının kendi kadını olmasını ve kadınlık haletlerini korumasını istemektedir. Kadının, kadın kalmasını gerektiğini ve kadın olarak yaratıldığını unutmamasını istemektedir. Kadının naz ve işvesini kocası için korumasını, başkalarını taklit etmemesini, yakın ve uzak akrabalarının, komşuların ve arkadaşlarının, hayatlarına müdahalesini kabul etmemesini istemektedir.

Velhasıl, kadın eşinin hanımı, eşinin meşru istekleri çerçevesinde yaşamalı, ev işlerini eşinin istediği gibi idare etmeli ve çocukları için bir anne olmalıdır.

Bazı kadınlar, kadın olduklarını unutmaktadırlar. Kaba, sert ve kahramanca bir edaya bürünmektedirler. Oysa bu haletleri erkekleri üzmekte, evlenmekten ve yaşamaktan pişman hale getirmekte ve bazen de hayattan bıktırmaktadırlar.

Kadının, eşi ihtiyaç duyduğunda teslim olması, şer’i ve ahlâki işlerde kocasına itaat etmesi ve farz hac yolculuğu dışında evinden dışarı çıkmaması erkeğin kadın üzerindeki farz haklarındandır. Bir takım hakları da müstahaptır.

1- İtaat

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir kadın Peygamber’e gelerek şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü! Erkeğin kadın üzerindeki hakkı nedir? ” Peygamber ona şöyle buyurdu: “Kocasına itaat etmesi ve isyanda bulunmamasıdır.”

Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Eğer kadın beş vakit namaz kılar, ramazan boyunca oruç tutar, rabbinin evini hacceder, eşine itaatte bulunur ve Ali’nin (a.s) hakkını tanıyacak olursa, istediği kapıdan cennete girer.”

Şimdi de yüce İslâm Peygamberi’nden nakledilen şu önemli rivayetlere dikkat edin: “Her salihe kadın, rabbine itaat eder, farzlarını yerine getirir ve eşine itaat ederse, cennete girer.”

Hakeza: “Bir kadın namazını kılar, evinde oturur, eşine itaat ederse, mutlaka Allah, önceki ve sonraki tüm günahlarını affeder.”

Havle adındaki bir kadına ise şöyle buyurmuştur: “Bana nübüvvet makamını veren Allah’a andolsun ki erkeğin kadın üzerinde hakkı vardır. Erkek onu istediğinde icap et etmelidir. Emrettiğinde isyan etmemelidir ve asla onunla çatışmamalı ve muhalefet göstermemelidir.”

Peygamber (s.a.a) çok önemli bir sözünde ise şöyle buyurmuştur: “Kadın eşinin haklarını ödemedikçe, aziz ve celil olan Allah’ın haklarını ödeyemez.”

 Bu rivayetlerde de gördüğünüz gibi sadece eşine itaat etmek, kurtuluş ölçüsü değildir. Aksine kadının imanı, ibadeti, farzları eda etmesi, haramları terk etmesi de onun kurtuluşu hususunda büyük bir etkiye sahiptir. Öyle ki bütün bu gerçekler, kadının varlığında toplanacak olursa, onun dünya ve ahirette kurtuluşuna sebep olacaktır.

2- İmkân sağlaması

Şer’i açıdan sınırlılık olan hususlar dışında kadın, erkeğin isteğine ve kendisinden lezzet almasına teslim olmalıdır. Hatta bu konuda önce davranması ve hazırlığını ilan etmesi müstahaptır.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadının güzel kokular kullanması, güzel elbiseler giymesi, en güzel takılar takması, sabah akşam kendisini eşine sunması gerekir ve erkeğin hakları bundan daha çoktur.”

Eğer kadın bu şekilde Allah Resulü’nün (s.a.a) emirleriyle amel edecek olursa, eşini kendisi için korumuş, onu harama bakmaktan, başkalarına heveslenmekten veya hatta meşru bile olsa onun bunun peşine düşmekten alıkoyar.

Birçok ihtilaflar, işte buradan kaynaklanmaktadır. Kadın, sadece misafirliğe ve düğüne gittiği zaman güzel kokular, elbiseler ve süsler takmaktadır. Eşine karşı ise normal bir şekilde davranmaktadır. Misafirlikten döndüğü zaman da, eşinin kendisini o halde görmesine izin vermemektedir. Hemen güzel elbiselerini çıkarmakta, ev elbiselerini giymekte, süs ve ziynetlerini toplamakta, normal bir hale gelmektedir. Böylece eşini üzen, inciten, rahatsız eden, ilişkilerin soğumasına sebep olan ve diğer birçok kötülüklere neden olan bir iştir bu.

Genç ve orta yaşlı erkeklerden birçoğu yanıma gelerek, eşlerinin normal olmasından, lakayt davranmasından, isteklerine cevap hususunda meyilsiz olmasından, eşleri için süslenmemesinden, güzel elbiseler giymemesinden şikâyetçi olmuşlardır. Bu yüzden de muta etmek veya yeniden evlenmek istediklerini bildirmiş ve sorunlarının çözülmesini istemişlerdir. Ben, kadınlara sadece şunu tavsiye ediyorum ki kadınlar bu aşamada bütün vücutlarıyla yüce Peygamber’in (s.a.a) ve Masum imamların (a.s) emrine itaat etmeleri gerekir. Bu durumda hiçbir sorun kalmayacak, erkek evin dışında hiçbir şeye heves etmeyecektir. Aksi takdirde hayatın binası viran olacak, ev ve ailenin, bağışlanması mümkün olmayan yıkılış günahı ise kıyamet günü sizin boynunuzda olacaktır.

Erkeğin kadına meyli ve kadının eşinin isteklerine teslimiyeti hususunda Allah Resulü’nden çok ilginç bir emir nakledilmiştir. Bu emir, Allah Resulü’ne, kadının haklarını soran bir kadına cevap olarak söylenmiş bir emirdir:

“Her ne kadar devenin üstünde de bile olsa, nefsini ondan esirgememelidir.”

Bu söz, bu konunun çok önemli olduğundan ve erkeğin sevgisini kalıcı kıldığından ve onu evin dışındaki şeylerden koruduğundan kinayedir. Hakeza Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Eşlerinizden esirgemek için namazlarınızı uzatmayınız.”

3- Evden dışarı çıkmak

Ne yazık ki bu çok faydalı gerçek, yani evinden dışarı çıkma hususunda kadının eşine itaatin farz oluşu, kadın olma ilâhi haysiyetinden el çeken ve eşlerine karşı erkek gibi davranan kadınlar tarafından kenara itilmiş durumdadır.

Eğer kadının evden istediği zaman ve özgürce dışarı çıkması maslahat olsaydı, şüphesiz merhamet sahibi olan Allah bunu erkeğin iznine bağlı kılmazdı.

İzinsiz dışarı çıktılar, birçok fesat ve fitneye sebep oldular, toplumun temizlik ve metanetini altüst ettiler. Üstelik normal bir şekilde de dışarı çıkmadılar, en güzel elbiselerini giyindiler, en güzel şekilde süslendiler, saçlarını ve yüzlerini açığa vurdular. Sokak ve pazardaki insanlar karşısında nazlı edalar sergilediler ve işvelendiler. Bazen bu hususta erkeğin kıskançlık ve gayret meşalesini de söndürdüler, böylece onun oynaşmalarına itiraz etmemesini sağladılar, Yahudi ve Hıristiyanların şeytani kültürlerine kendi tabirlerince medeniyet ve yenilikçiliğe tabi oldular ve kıyamete kadar telafi edilmesi mümkün olmayan birçok musibet ve belaları İslâm ve Müslümanların başına getirdiler.

“Resulullah (s.a.a) kadının eşinin izni olmaksızın evinden dışarı çıkmasını yasaklamıştır. Eğer çıkacak olurlarsa, geri dönünceye kadar göklerdeki bütün meleklerin ve yanından geçtikleri insan ve cinlerin laneti onların üzerine olur.”

İmam Sadık (a. s) şöyle buyurmuştur: “Ensardan bir şahıs yolculuğa çıkınca eşine geri dönünceye kadar evden dışarı çıkmamsını önemle vurguladı. O kadının babası eşinin yolculuk sırasında hastalandı. Kadın birisini Allah Resulü’nün yanına gönderdi ve babasını ziyaret için izin vermesini istedi. Peygamber şöyle buyurdu: “Eşine itaat et ve evinde otur.” Hastanın durumu kötüleşti ve kadın yine İslâm Peygamberi’ne mesaj gönderdi ama İslâm Peygamberi aynı cevabı verdi. Böylece babası dünyanda göçtü, kadın Peygamber’e yeniden mesaj göndererek babasının cenaze merasimine katılmasını istedi. Peygamber (s.a.a) aynı cevabı verdi. Babasını toprağa gömdüler kadın evinde kaldı. Peygamber ona şöyle mesaj gönderdi: “Ey kadın! Allah kocana böylesine itaat ettiğin için babanı ve seni bağışladı.”

Müminlerin Emiri Ali (a.s) erkeklere önemle şöyle tavsiyede bulundu: “Kadınları yabancıları görmekten sakındırın. Zira onların örtülü kalması iffetlerini daha çok korur, kadınların dışarı çıkması ve genel yerlerde hazır bulunmasının, güvenilir olmayan kimseleri eve götürmekten fesadı daha fazla değildir. Eğer eşinin senden başkasını tanımamasını sağlamaya gücün yetiyorsa bu işi yap.”

4- Erkeğe eziyet etmekten, kötü ahlâklı ve kötü dilli olmaktan sakınmak

İslâm Peygamberi (s.a.a) çok ilginç açıklamalarda bulunmuştur. Peygamber (s.a.a) kadınlar için bir konuşmasında şöyle buyurmuştur: “Ey kadınlar! Kendi süs ve ziynetinizden bile olsa ve hatta bir hurma tanesi kadar bile olsa sadaka veriniz. Zira sizlerin çoğu cehennemin odunlarısınız. Lanet edersiniz, eşlerinizin hizmetlerini takdir etmezsiniz.”

Bir kadın şöyle arz etti: Biz de annelik ediyoruz, çocuklarımızı aylarca karnımızda taşıyoruz, ona süt veriyoruz, evleri idare eden bu kızlar ve kardeşlere merhametli davranan bu bacılar bizim türümüzden değiller midir? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Elbette, sizler hamile olmakta, çocuk doğurmaktasınız, süt vermektesiniz, merhamet ve duygu sahibisiniz. Eğer eşinizle uyumsuzluk içinde olmasaydınız ve de ona eziyet etmeseydiniz namaz kılan hiçbir kadın kıymet ateşinde yanmazdı.”

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Üç kişinin namazı kabul edilmez: Sahibinin yanına geri dönünceye kadar kaçan hizmetçinin, sabaha kadar eşinin kendisinden razı olmadığı kadının ve insanlar istemediği halde onlara önderlik eden önderin.”

Ali b. Cafer (a.s) kardeşi İmam Kazım’a (a.s) şöyle sordu: “Eşini öfkelendiren kadının namazı olur mu? Bu kadının Allah nezdindeki hali nasıldır? ” İmam Kazım (a.s) şöyle buyurdu: “Kocası razı olmadıkça isyan içindedir.”

Allah Resulü (s.a.a) Havle’ye şöyle buyurdu: “Beni doğruluk ve dürüstlük üzere risalet makamına seçen Allah’a yemin olsun ki, erkek eşine öfkelenince Allah da o kadına öfkelenir.”

Allah Resulü (s.a.a) kadınlardan, eşlerinin gücünün yetmediği şeylerle mükellef kılmamasını ve eşinin saygınlığını akraba ve yakınlarının yanında korumasını istemektedir.

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eşini üzen ve ona eziyet eden bir kadın melundur, melundur. Eşini yücelten, ona eziyet etmeyen ve bütün hallerinde eşine itaat eden kadın ise saadet ehlidir, saadet ehlidir.”

5- Evde hizmet

Allah Resulü (s.a.a) Havle’ye şöyle buyurmuştur: “Eşi için güzel yemek yapan bir kadına, Allah da cennette çeşit çeşit yemekler hazırlar ve şöyle der: “Dünyada çektiğin zahmetlere karşılık ye ve iç.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Güzel görünüm kazanmasını isteyerek evinde bir şeyi başka bir yere intikal ettiren her kadına Allah rahmet gözüyle bakar. Allah kendisine rahmet gözüyle baktığı bir kimseye ise asla azap etmez.”

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Hz. Fatıma (a.s) evin içinde çalışmayı, hamur yoğurmayı, ekmek pişirmeyi ve evi süpürmeyi üstlenmişti. Müminlerin Emiri Ali (a.s) ise odun taşıma ve eve yiyecek getirme gibi evin dışındaki işleri üstlenmişti.

6- Kocaya ihtiram etmek ve o’na karşı güzel davranmak

Yedinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadının cihadı eşine güzel eşlik etmesidir.”

Erkeğin çektiği zahmetleri takdir etmek, ona karşı sevgi ve muhabbet ile konuşmak, erkeğin fakirlik ve yokluğuna sabretmek, onu candan ağırlamak, eve geldiği zaman karşılamak, gittiği zaman uğurlamak, caiz olan günlerde sorgusuz sualsiz erkeğine teslim olmak, süslenmek, güzel takılar takmak, güzel elbiseler giyinmek, en güzel ve uygun şekilde ve uyumlu şekilde yaşam işlerini idare etmek, giderlerinde kanaat içinde olmak, eşine gücünün yetmediği şeyleri yüklememek ve benzeri şeyler İslâm Peygamberi ve Masum İmamların (a.s) kadının eşinin kocası karşısındaki görevleri olarak belirledikleri şeylerdir ve bütün bunlar kadının cihadı ve eşine güzel eşlik etmesidir.

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadın için Rabbi nezdinde, eşini razı etmekten daha güçlü ve kurtarıcı bir şefaatçi yoktur.”

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir grup kimse İslâm Peygamberi’nin (s.a.a) huzuruna vardı ve şöyle arz etti: “Büyükleri için secdeye kapanan bir topluluk gördük, siz de bize buna izin veriyor musunuz? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Hayır, eğer böyle bir şeyi emredecek olmuş olsaydım, kadının erkeğe secde etmesini emrederdim.”

Allah Resulü (s.a.a) Havle’ye şöyle buyurdu: “Zorluk ve refah durumunda eşiyle uyuşan, ona itaat eden her kadını Allah Eyyub’un eşiyle haşreder, kocasının kötü ve acı sözlerine tahammül eden her kadına ise Allah-u Teâlâ her kelimesi için oruç tutan mücahidin sevabını inayet buyurur.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Erkeğin kadın üzerindeki hakkı evin ışığını yakması, yemek yapması, kapıya geldiğinde onu karşılayıp kendisine “hoş geldin” demesi, kendisi için bir leğen ve havlu hazırlaması eline su dökmesi ve bir özrü olmaksızın kendini ondan esirgememesidir.”

Müminlerin Emiri Ali (a.s), Hz. Fatıma’nın (a.s) vefatından sonra cenazesinin yanında durdu ve şöyle arz etti: “Alladım! Ben Peygamberi’nin kızından razıyım. Alladım! O şu anda panik içindedir, sen onun munisi ol.”

7- Kocanızdan başkası için süslenmeyiniz

Allah Resulü (s.a.a) Havle’ye şöyle buyurdu: “Süs ve ziynetini kocandan başkalarına göstermemeli; kocanın gıyabında güzel koku sürme; dikkat çeken başörtüsünü ve kol bileğini başkasına gösterme. Böyle yapacak olursanız dininizi helak etmiş olur ve Allah’ı gazaplandırırsınız.”

“Peygamber (s.a.a) kadının evin dışında başkalarının dikkatini çekecek göz alıcı elbiseler giymesini ve ses çıkaran takılar takınmasını yasaklamıştır.

Allah Resulü’nden (s.a.a) çok önemli bir hadis rivayet edilmiştir. Müslüman kimseler bu hadise çok ilgi ve dikkat göstermelidirler. “Bir erkeğin eşi süslenir ve de evinin kapısından dışarı çıkarsa, o erkek deyyustur. Onu deyyus olarak adlandıran kimse günah işlemiş sayılmaz. Bir kadın süslenerek evinden çıkar ve erkeği de buna razı olursa erkeği için kadının attığı her adıma karşılık ateşte bir ev bina edilir. O halde eşlerinizin kanatlarını kırpınız ve kanatlanmasına izin vermeyiniz. Şüphesiz kanatlarını kırpmakta hoşnutluk ve mutluluk vardır.”[501]

8- Kocanızın izni olmadan malında tasarrufta bulunmayınız

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kadının kocasının izni olmaksızın köle azat etmesi, sadaka vermesi, bir tedbirde bulunması, bağışta bulunması veya adakta bulunması caiz değildir. Ama farz olan zekât, iyilik ve sıla-i rahimde bulunmak izne bağlı değildir.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadın kocasının izni olmaksızın bir bağışta bulunamaz, bunu yapacak olursa kadına günah, erkeğe ise mükâfat vardır.”

Son olarak şu nükteyi hatırlatmayı gerekli görüyorum ki kadın ve erkeğin hakları ile ilgili rivayetler değerli Vesail kitabının 20 ila 22. ciltleri (Alu’l-Beyt baskısı) ile birkaç rivayet de Bihar’ul-Envar’ın, 103. cildinden istifade edilmiştir. Bütün bunlar bu bölümdeki sayısız rivayetlerden bir kaçıdır. Daha detaylı bilgi almak isteyenler o değerli kitaplara müracaat etmelidirler.


 Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştır. Çocuğun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur.”  (Lokman/14)

 

 

 

 

Yirminci Bölüm

 

Hamilelik, Süt Emzirme ve İsimlendirme Dönemi

Hamilelik Dönemi

Hamilelik dönemi, annenin sevgi ve duygu ocağı ve Allah’ın rahmet nişanesi olarak çocuk sahibi olmaya ve tertemiz bir deste gülü veya çocuğun güzel ve masum yüzünü görmeye âşık olduğu halde, oldukça zor, ağır, ıstırapla iç içe ve birçok ruhsal ve bedensel rahatsızlıklarla karşı karşıya kaldığı dönemdir.

Kadının erkeği ve etrafındaki akrabaları, tümüyle kadını korumalı, ona bakmalı ve onu her an gözaltında tutmalıdırlar. Zira en küçük bir uygunsuz davranış, feryat, ıstıraplı söz, uygunsuz kelime, kötü ahlâk, hamile kadına her türlü eziyetin olumsuz etkileri olmakla birlikte, rahimdeki günahsız çocuk üzerinde de çok olumsuz etkileri vardır.

Eğer gelin ve damat, damadın veya gelinin anne ve babasının evinde yaşıyorlarsa, her iki tarafın anne ve babası, şer’i bir görev, farz bir teklif ve ahlâki bir sorumluluk olarak, erkeği hamile kadına karşı tahrik etmekten sakınmalı ve ikinci olarak da hamile kadının haline mümkün olan her şekliyle riayet etmelidirler.

Erkeğin anne ve babası, gelin ve damadın huzur dolu hayatına her türlü müdahaleden sakınmalıdırlar. Gelinin anne ve babası da damadını hor görmekten sakınmalı, o iki gencin hayatını altüst etmemelidirler. Zira kadın ve erkeğin etrafındaki herkes onlara oranla, özellikle de rahimde olan çocuğa oranla büyük bir sorumluluk taşımaktadırlar.

Eğer etraftakilerin kötü ahlâkı, tartışması, kaynananın veya kayınbabanın yersiz beklentileri, gelinin anne ve babasının istekleri veya görümcenin müdahalesi sebebiyle hamile kadına yapılan eziyetler neticesinde, rahimdeki çocuğa en küçük bir zarar verilecek olursa, şüphesiz bu eziyet eden kimseler, ilâhi adalet mahkemesinde Hak Teâlâ’ya cevap vermek zorundadırlar. Hiçbir makul cevapları yoktur. O gün adalet günüdür. Yaptıkları zulüm sebebiyle, şiddetli bir intikama maruz kalacaklardır. Kur’ân-ı Kerim, herkesi en küçüğünden en büyüğüne kadar, her türlü amel, ahlâk, hareket, duruş ve tavırları hususunda sorumlu bilmektedir.

“Rabbine andolsun ki mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.”[502]

“Onları durdurun; çünkü onlar sorguya çekilecekler.”[503]

“Şüphesiz kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.”[504]

Ramazan, muharrem ve sefer aylarının tebliğ günlerinde ülkenin çoğu yerinden yeni evlenen gençler tarafından gönderilmiş birçok mektuplar almaktayım. Birçok ailelerin ihtilafını halletmeye çalıştım. Suçların çoğu, büyüklere ve gençlerin etrafındaki kimselere aitti. İhtilaf sebebi, genellikle kayın babanın, özellikle de kaynananın yersiz beklentilerinin veya gelinin anne ve babasının yersiz beklentileriydi. İmam Sadık’ın (a.s) da buyurduğu gibi, birçok ahlâk ve dine aykırı çatışmaların ve sürtüşmelerin kaynağında haset yatıyordu. Elbette bazı gelinlerin de ihtilaf çıkarma hususunda suçu vardı. Yaşları küçük olduğundan veya tecrübeleri olmadığından affedilmesi gerekirken, büyükler affetmemiş ve neticede de ihtilaf ateşleri alevlenmişti. Ahlâki ve dini eksiklikler de bu ateşin daha fazla alevlenmesine katkıda bulunmuş ve bazen gülden daha taze iki gencin hayatı, dağılmaya ve arzularının rüzgâra savrulmasına neden olmuştu.

Bildiğiniz gibi kadın ve erkek, her insan fıtratı gereği, bağımsızlığı ister, Allah vergisi özgürlüğe aşk besler. Bu özgürlük ve bağımsızlığın ortadan kaldırılması, İslâm’a göre her kimden veya her kime yapılırsa yapılsın, bu büyük bir günah ve çirkin bir suçtur. Hamile kadına teveccühün ve güvenliğinin korunmasının söz konusu edilmesi, hamile olmadığı dönemlerde, kadına ilgisizlik gösterilebileceği veya kötü ahlâklı davranılabileceği anlamında değildir. Aksine İslâm açısından, aile sistemi konusuyla ilgisi bulunduğundan ve hamile kadının hassas durumu sebebiyledir. Aksi takdirde her zaman ve her şartlar altında, insanların özgürlük ve bağımsızlığına riayet etmek, herkes tarafından gerekli ve farz bir şeydir. Eğer aileler için gerçekten mümkün ise, zorluk ve darlık içinde kalmayacaklarsa, başından beri, gelin ve damadı bağımsız kılmalı ve ayırmalıdırlar. Onlara karşı hiçbir beklenti içinde olmadan davranmalı, affedici ve özetle İslâmi, insani ve duygusal bir davranışla davranmalıdırlar.

Her iki tarafın da anne babası, çocuğunu ve akrabalarını görmek adına sıla-i rahimde bulunmalı, onlara kendi evinde kucak açmalıdır. Bu geliş gidişlerinde, gıybet, iftira, müdahale, sorgu, sual, gelin veya damadı soğutmak gibi işlerden sakınmalıdırlar. Bu tür işler, hayvanlık huyundan daha kötü ve bir tür yırtıcılığı andırmaktadır.

Eğer her iki ailenin, gelin ve damat için ayrı bir ev tutma imkânı yoksa o zaman da evlerin bir bölümünü onların eline vermelidirler. Özellikle birbirine karşı tam bir aşk içinde oldukları bu en iyi dönemde, tatlı hayatlarının acıya dönüşmemesine çalışmalıdırlar.

Damadın evindeki gelin, önceki hayatından gönül rahatlığı içinde el çekmiş ve yeni hayata adım atmış ilâhi bir emanettir. Gelinin evindeki damat da Hakk’ın bir nimetidir. Dolayısıyla tıpkı çocukları gibi bu nimete riayet etmelidirler. Bu riayetler, Kur’ân-ı Kerim ayetleri ve rivayetlerinin de belirttiği üzere ibadettir. İbadetin mükâfatı ise, Hak Teâlâ’nın rızayeti ve kıyamette ebedi cennettir. Damadın anne ve babası, aynı şekilde gelinin anne ve babası, kendi evlilik yıllarında, ya etrafındakilerden ve yakınlarından hayır ve yücelik görmüş, onların yanında hayatlarını işin başında veya gençliğin baharında baldan daha tatlı bir şekilde geçirmişlerdir veya gelin ve damadın en tatlı hayatı yaşamaları gerektiği o günlerde tam tersine kayın babasından, kaynanasından, görümcesinden veya gelinin anne ve babasından acılar görmüş, sıkıntılar çekmişlerdir. Ama her haliyle bugün kendileri damat ve gelin sahibi olmuşlardır. Kendilerini o iki gencin yerine koymalıdırlar. O ikisinin huzur ve güvenliğini korumanın ve birbirine daha yeni erişmiş bu iki yeni gülün hayatına yersiz müdahalelerden sakınmanın onların hayat atmosferinde, sefa, samimiyet, aşk, ilgi ve bağımlılığını güçlendirdiğini, mutlu bir hayat yaşamalarına ortam sağladığını, ilâhi nimetlerden sevinç ve mutluluk içinde istifade ettiklerini hesaba katmalıdırlar.

Tam tersine, yersiz müdahalelerin, çekişmelerin, surat asmaların, haddinden fazla beklentilerin ve kötü ahlâkın onların hayatını tatsızlaştırdığını, hayattan soğumalarına neden olduğunu, bazen, huzur ve güvenlerini ortadan kaldırdığını, iki aile arasında kin ve düşmanlığa sebep olduğunu ve neticede de iki suçsuz insanın hayatını mahvettiğini düşünmelidirler. Hatırladığım kadarıyla değerli Usul-i Kafi kitabında çok önemli ve yüce şu rivayeti gördüm:

“Hz. Âdem, yeryüzünde hayata yeni başladığı zaman, altıncı İmam’ın da (a.s) buyurduğu üzere; Hak Teâlâ’nın, bir nasihat ve temiz bir hayat sermayesi olarak kendilerine hayatlarının ilk anlarında buyurduğu söz şuydu:

“Kendin için istediğini diğerleri için de iste; kendin için beğenmediğini başkaları için de beğenme.”

Damadın anne babası ve aynı şekilde gelinin anne ve babası, gelin ve damadın akrabaları, kendi hayatlarında istedikleri şeyi o ikisi için de istemeli ve kendileri için istemedikleri bir şeyi gelin ve damat için de istememelidirler. Eğer bu ilke bütün insanlar tarafından herkes için riayet edilecek olursa hiç bir sorun ortaya çıkmaz. Ortaya çıkan sorunlar da çok kolay bir şekilde hallolur.

Şimdi de Kur’ân-ı Kerim de kadının hamilelik dönemiyle ilgili yer alan şu iki ayete dikkat ediniz:

Biz insana, ana ve babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştır.”[505]

“Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu, (karnında) zorluğa uğrayarak taşıdı ve güçlükle doğurdu.”[506]

Size göre bu zor dönemde, bu zayıflık, sıkıntı, meşakkat, ıstırap ve endişe döneminde hamile kadının saygısı gözetilmesi ve hakkındaki tüm gerekli işlere riayet edilmesi gerekli değil midir? Hamile kadının haline riayet etmek, ilk derecede şer’i, örfi ve ahlâki bir görev olarak evin erkeğinin, ikinci aşamada ise bütün yakınlarının üzerinedir. Buna riayet edilerek annenin ve rahimdeki çocuğun ruhsal ve bedensel esenliği korunmalıdır.

Hamilelik Döneminin Görevleri

 Bu hamilelik döneminin her kadın için rahatsız edici, yorucu bir dönem olduğu hususunda hiç bir şüphe yoktur. Bu dönemin sıkıntılarını tadan ve rahatsızlıklarını gören anneler eğer çocuk aşkı sebebiyle olmasaydı ikinci defa hamile kalmaktan sakınacaklardı. Zira bu dönemde kadının farklı organları ilginç bir faaliyete koyulmaktadır.

Bazı iç salgı bezleri daha fazla salgı salgılamakta, beden daha fazla enerji tüketmektedir ama zahiri isteksizlik veya gereksiz bulantılar sebebiyle hamile kadın yemek yiyememekte ve kendisini koruyamamaktadır.

Bazı kadınlar ise kendi esenliklerini korumak ve ceninin karınlarında şişmanlamasını veya büyümesini önlemek için özel ve zor perhizlere başlamaktadırlar. Bu dönemde kendilerini gerekli yiyeceklerden mahrum kılmaktadırlar. Ve kilo almamaya çalışmaktadırlar. Veya çocuğun fazla gelişmesine engel olmaktadırlar. Böylece karın derilerinin bozulmamsına, kırışmamasına veya doğum esnasında acılarının artmamasına özen göstermektedirler. Oysa hamile kadın dikkat etmelidir ki hamileliğinin ilk gününden itibaren artık o bir kişi değildir aksine iki kişidir. Hamileliğinin tüm dönemlerinde kendisinin ve çocuğunun esenliğini temin eden bir perhiz içinde olmalıdır. Hamileliğin sonunda bir deri, bir kemik hale gelmemelidirler. Çocukları yeterli besini alamadıkları için zayıflık ve güçsüzlük içinde dünyaya gelmemelidir.

Hamilelik döneminin rahat geçmesi için ne hastalanacak kadar fazla şişman olmalı, ne de doğumun yükünü ve çocuğunun gelişimini engelleyecek kadar zayıf olmalıdır. Günlük besin miktarını doğru ölçüler üzere tayin etmeli, kendisi için gerekli olan kaloriyi tam bir dikkatle almalıdır.

Hamile kadınlarda salgı bezlerinin fazla salgı yapmasından dolayı bedendeki enerji tüketimi hızla gerçekleşmektedir. Bu yüzden de kendi kendine yiyecekler daha iyi ve daha kolay bir şekilde hazmedilmektedir. O halde eğer vücut böyle olmasaydı kadın hemen şişmanlardı. Ama faaliyetlerin artışı sadece ceninin varlığı sebebiyledir. Dolayısıyla da ceninin hızla gelişimi içindir. Bu yüzden anne bedenindeki besin maddesinin azalması durumunda annenin bedenindeki böbrek, ilik ve diğer yerlerinde kalan eski stoklardan istifade etmek ve eksikliğini gidermek zorundadır.

Rahimdeki çocuk vücudun farklı organizmaları için kireç, kalsiyum ve demir maddelerine ihtiyaç duymaktadır. O halde meşhur bir deyimle, anne karnındaki çocuk, demir ve kalsiyum ile kendini yetiştirmektedir.

Demir, çocuğun kan yapısı için gerekli bir maddedir. Aksi takdirde gerekli demir vitaminleri alınmazsa kandaki alyuvarların ilk çekirdeği olan hemoglobin meydana getirilemez ve dolayısıyla da çocuk annenin depolanmış demirinden istifade etmek zorunda kalır. Böylece de anne yavaş yavaş kansızlığa duçar olur, şüphesiz doğumdan sonra çocuk da kansızlığa maruz kalır.

Anne kendisine ve çocuğuna gerekli olan demiri alabilmek için günlük yetecek miktarda fasulye, bakla, mercimek gibi tahıl ürünlerini, karaciğer, et gibi demir bulunduran besin maddelerini ve sonra da içinde demir bulunan elma, üzüm, hurma gibi benzeri meyveleri tüketmek zorundadır.

Kireçsel maddeler çocuğun beden yapısının ilk taşı konumundadır. Zira çocuk kendi kemiksel organizması için rahim içindeki hayat döneminde en azından kırk ila elli gram kireçsel maddelere ihtiyaç duymaktadır. Anne bu miktar kalsiyumu yavaş yavaş günlük yemekleriyle almalıdır ki ceninin kemik yapısının ihtiyaçlarını giderebilsin aksi takdirde kendi organizmaları için gerekli kireçsel maddeyi elde edemeyen cenin, anne bedenindeki kalsiyumdan istifade etmeye çalışır. Bu yüzden annenin yavaş yavaş kemikleri gevşer, dişleri çürür, saçları dökülür, günden güne zayıflığa ve güçsüzlüğe düşer. Kireç maddelerini, süt, peynir, yoğurt ve kaymak gibi farklı süt ürünleri, buğday ve arpa gibi tahıl ürünleri veya armut, elma gibi benzeri meyveler yoluyla anneye yedirmek, bu yolla ceninin beslenme ve gelişmesine yardımcı olmak mümkündür.”[507]

Aziz İslâm dini de, hamilelik döneminde annenin sağlığını korumak, ceninin akıl ve bedeninin gelişimini sağlamak ve çocuğun anne rahminden güzel bir şekilde oluşumunu temin etmek için annenin ve doğduktan sonra çocuğun beslenmesi için özel bir takım emirler vermiştir. Onları ilgili kitaplarda mütalaa ediniz.

Elbise türü, elbise rengi, ayakkabı, annenin geliş gidişi, kadının hamilelik döneminde eve mahrem ve namahrem kimselerin geliş gidişi ve o dönemde dikkat edilmesi gereken hususlar, Hakk’ın temiz kültüründe ona oranla kılavuzluklar vardır.

Hamilelik döneminde anne eğer Allah’ı zikretmekten, ilâhi toplantılara katılmaktan, Kur’ân okumaktan, farzlara teveccüh etmekten ve huzurunu sağlamaktan gaflet göstermezse, bunların çocuğun ruh ve beyni, ruhsal ve manevi gelişimi üzerinde çok olumlu etkileri olacaktır.

Hamileliğin bizzat kendisi de ilâhi dinde bir tür ibadettir ve bu ibadetin çok büyük bir sevabı vardır.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Evet kadın hamile olunca oruç tutan, geceyi ibadetle geçiren ve Allah yolunda canıyla ve malıyla cihat eden kimse gibidir.”[508]

Elbette kadın ve erkek kendi aralarında rızayet göstererek kendilerini çocuk sahibi olmaktan muaf tutabilirler. Ama bu iş sebebiyle çok faydalı bir ticareti kaybetmiş olacaklardır. Elbette çocuk sahibi olma hususunda da kayıtsız şartsız yaşamak doğru değildir. Aksine bedensel ve ruhsal güç, sabır, çocuk terbiyesi ve çocuğa bakmak hususunda azim sahibi olmak ve giderlerini karşılamak gibi konular da göz önünde bulundurulmalıdır. Çocukların sayısı anne ve babanın bakamayacakları bir seviyeye gelmemelidir. Allah korusun böylece insanların anne ve babalarına beddua ettiği kimseler haline gelirler.

Doğum

Çocuğun doğum anları, ilk aşamada anne daha sonra baba ve daha sonra da akrabaları için oldukça tatlı anlardır. Ama kadının en zor anları sayılmaktadır. Çünkü ağrıları, sıkıntıları artmıştır ve bu çocuğu doğurmak için fevkalade zorluklara katlanmak zorundadır.

Onun bu tahammülü büyük bir ibadettir. Masumların buyurduğu üzere sevap ve mükâfatı oldukça çoktur.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadın çocuk doğurunca, onun için azamet ve büyüklüğü derk edilemeyecek kadar bir sevap vardır.”[509]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Doğum yaparken ölen kadınlar için kıyamette hiçbir hesap yoktur. Zira çocuğunu dünyaya getirme hüznü içinde ölmüştür.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kadın doğum yapınca ona hurma veriniz. Zira Allah, Meryem-i Kübra’ya doğum yaptığında hurma yemesini emretmiştir. Eğer varsa Medine hurmasından yoksa kendi şehirlerinizdeki hurmalardan yedi tane hurmayı kadına yediriniz.”

Nitekim bir kutsi hadiste Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İzzet, celal, azamet ve yüceliğime andolsun ki, eğer kadın çocuk doğurduğu gün hurma yiyecek olursa, doğurduğu çocuk erkek olduğu takdirde sabırlı, kız olduğu takdirde ise yine sabırlı olacaktır.”[510]

Doğum meselesi, doğum odası, doğurtan ebe ve orada toplanan kimseler, İslâm'ın büyük ilgi gösterdiği bir husustur. İslâm anne ve çocuğun ruh ve beden sağlığına tümüyle riayet edilmesini istemiştir.

Bebeğin Elbisesi

Hz. Hasan-ı Mücteba (a.s) dünyaya gelince Resulullah (s.a.a) ev işlerini yönetenlere ona beyaz elbise giydirmelerini emretti. Dikkat göstermedikleri için çocuğa sarı bir elbise giydirdiler ve yüce Peygamber’in eline verdiler. Peygamber onu aldı, öptü, dilini ağzına koydu, dudaklarını emdi ve daha sonra şöyle buyurdu: “Size ona beyaz elbise giydirmenizi emretmedim mi? ” Daha sonra beyaz bir elbise istedi ve aziz torununu onunla örttü, sarı elbiseyi bir kenara attı, daha sonra sağ kulağına ezan, sol kulağına ise kamet okudu. Onu Hasan olarak adlandırdı ve bu işleri Hz. Hüseyin’in (a.s) doğumunda da aynen uyguladı.”[511]

Çocuğun İlk Gıdası

 Büyük âlim olan Kuleyni değerli kitabı Kafi’de şu rivayeti nakletmiştir: “Çocuğunuzun damağına Fırat suyunu ve Hz. Hüseyin’in mezar toprağını sürünüz; bulunmazsa yağmur suyuyla ıslatınız.”[512]

Ezan ve Kamet

Söylendiği üzere çocuğun faaliyete başlayan ilk organı kulağıdır. Kur’ân da kulak için büyük bir önem göstermiştir.

Kulak doğumun ilk anlarından itibaren işitmekte, beyin işittiği şeyi algılamakta ve korumaktadır.

Ses çocuğun duyu organlarında etki yaratmaktadır. Dolayısıyla ev uygunsuz, haram ve kötü seslerden uzak olmalıdır. Aksi takdirde çocuk fikirsel ve ruhsal açıdan kirlenecektir.

Allah Resulü’nün (s.a.a) ve masum imamların metodu doğumun ilk anlarında çocuğun sağ ve sol kulağına ezan ve kamet okumaktır.

Tevhid, nübüvvet, imamet, kurtuluşa ve namaza doğru çağrı sesi çocuklarınızın kulağını okşamalıdır ki hayata bu gerçeklerle başlamalı ve bu gerçeklerle bitirmelidir. Müslüman olarak dünyaya gelmeli ve Müslüman olarak ölmelidir.

“Daha bir günlük çocuktur, anlamıyor, görmüyor, şuuru yok, algılama gücü yok” demeyiniz. Çocuk bütün bunlara yeni, faal, güçlü ve kudretli bir şekilde sahip bulunmaktadır.

Allah rahmet etsin Üstad Muhit Tabatabai’den şöyle dediğini işittim: “Amerikalı 23 yaşındaki bir kız çocuğu beyin hastalığına yakalanmıştı, onu ameliyat ettiklerinde kendine geldiği zaman Fransızca dini şarkılar söylediğini işittiklerinde anne ve babası şaşırmışlardı. Doktor neden şaşırdıklarını sorduklarında ise şöyle demişlerdir: “Kızımız bir kelime olsun Fransızca bilmemektedir. Fransızca kitapları bile yoktur ve hayatında bir Fransız arkadaşı da bulunmamaktadır.” Ama daha sonra anne aniden o kızının bulmacasını çözdü:

Annesi şöyle dedi: “Kızım üç aylıkken ikinci dünya savaşından kaçan bazı Fransızlar Amerika’ya gelmişlerdi. Onlar arasında bakıcılık görevini üstlenen bir kadın bulunuyordu. O kadın kilise ayinleri hususunda çok tutucu biriydi evimizin yakınlarında bir yere taşındılar. Bazen bizim eve geliyor çocuğumu kucağına alıyor, onun ağlamasını susturmak için kulağına bir şeyler fısıldıyordu. O ninni söylerken mırıldadığı şeylerin, dini motifler taşıdığı anlaşılıyordu. İşte o gün dini sözler fısıldamak çocuğun beyninde yer etmiş ve yirmi üç yaşındayken kendine geldiğinde elinde olmaksızın beynindeki o sözlerin sureti dile gelmiştir!”

O halde doğumun ilk anlarında ezan ve kamet söylemek ve ölümün ilk anlarında telkinde bulunmak etkisiz değildir. Zira kulak çalışan ilk organdır ve de aynı zamanda işten düşen ilk organ sayılmaktadır.

Çocuğun Doğum Anında Şu Adaplara Riayet Ediniz

Mekarim’ul-Ahlâk kitabının sahibinin nakline göre Masum İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuğun doğum anında şu yedi haslet sünnettir:

En öncesi adını koymaktır. Başını tıraş etmek, saçları ağırlığınca sadaka vermek, akika[513], çocuğun başına safran sürülmesi, sünnet edilerek temizlenmesi ve komşulara akika yedirilmesi.”[514]

İmam Sadık (a.s) akika vermeyi oldukça önemle vurgulanmış bir müstahap olarak kabul etmekteydi. Öyle ki akika hususunda “farz” (gerekli) kelimesini kullanmıştır:

“Akika farzdır (gereklidir).”[515]

İmam Musa b. Cafer’e (a.s) sünnet hakkında sorulunca da şöyle buyurmuştur: “Çocuk yedi günlükken sünnet ettirilmesi sünnettir.” [516]


Anne Sütü

Annenin çocuğa iki yıl süt vermesi Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim'de söz konusu edilen bir meseledir.

“Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, tam iki sene emzirirler.”[517]

“Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.”[518]

Evet, çocuğun rızkı annenin göğsündedir. Anne şahsi sebepler yüzünden, kendi ham hayallerince veya bazı bedensel şeylere riayet ederek çocuğunu Allah vergisi rızkından mahrum bırakma, onu süt tozuyla besleme, hayvan sütü veya benzeri şeylerle besleme hakkına sahip değildir.

Bilmek gerekir ki, annenin memelerinin süt salgılaması için en iyi etken çocuğun emmesidir. Memelerin süt salgılaması için çocuğun emmesinden daha iyi bir ilaç yoktur.

Çocuğun emmesiyle birlikte süt salgılaması yavaş yavaş düzene girmekte ve annenin genel durumu iyileşmeye yüz tutmaktadır.

Kadının memesinden salgılanan sütün yüzde bir bölü altı gramı Albuminuid maddeleri, yüzde dördü yağlı maddeleri, yüzde üç bölü sekizi ise şeker, bir miktar tuz ve vitaminler içermektedir. Bu bileşim dünyada hiçbir maddede bulunmamaktadır. Sadece annenin göğsü bu yeni misafiri beslemek için böylesine bir besini yapma gücüne sahiptir.

Hayvanların süt terkibi bu bileşimden az farklı bir yapıya sahiptir. Gelişimleri hızlı olan buzağı gibi hayvanlardaki sütün Albuminuid miktarı daha fazla ve tam tersinedir. Süt vermenin çeşitli aylarında kadının süt bileşimleri sürekli değişim halindedir. Şeker ve yağı günden güne azalmaktadır ama Albuminuid maddeleri gittikçe artmaktadır.

Çocuğun süt emmesi, hem onu doyurmakta, hem hayatının devamını sağlamakta, hem süt salgılamasını artırmakta ve memelerdeki salgı bezlerini harekete geçirmektedir.

Doğumun ilk on beş gününde, günde yedi defa süt verilmelidir, sabahın altısından başlamalı üç saat arayla gece on ikiye kadar devam etmelidir. Çocuk yaşamının ilk on beş gününde gece on ikiden sabah altıya kadar dinlenmelidir. On beş günden sonra ise süt verme sayısı altı defaya düşürülmelidir. Yani akşam saat dokuzdan sonra çocuk sütten kesilmeli ve uykuya yatırılmalıdır. Böylece hem anne istirahat ettirilmeli ve hem de çocuğun sindirim organlarının sonraki hazım için hazır olması sağlanmalıdır.

Anne çocuğuna her süt verişinde çocuğunu iyice doyurmaya dikkat etmelidir. Bu iş az bir sabırla yapılabilecek bir iştir. Çocuk süte doyduğu zaman da sağ tarafına yatırılmalı ve anne günlük işlerinin ardı sıra gitmelidir.

Çocuk süt emdikten sonra rahatça uyuyacak sabırsızlık göstermeyecektir. Özellikle buna riayet edildiği takdirde çocuğun ağırlığı yirmi beş ila otuz gram artacak özellikle denendiği gibi yirmi beş ila otuz gram ağırlığı artan bir çocuk sağlam bir çocuktur. Böyle bir çocuğa sahip olduğundan dolayı sevinmek gerekir.”[519]

Allah Resulü (s.a.a) birçok işi olmasına rağmen çocukların süt durumuna çok özel bir ilgi gösteriyordu. Fatımat’üz Zehra’nın (a.s) evine geliyor, Hüseyin’in (a.s) ağzına başparmağını koyarak parmağını emmesiyle iştahını deniyordu; eğer iştahı doğruysa annesine süt vermesini söylüyor, eğer iştahı yalansa sadece ağlamak ve rahatsızlık göstermekle çocuğu susturmak için ona süt vermesini sağlıyordu. Zira süt üstüne süt vermek, sindirim organlarının rahatsızlığına sebep olmaktadır. Çocuğun sindirim organları tembelleşmekte, sonunda da çocuğun bütün bedenini olumsuz etkilemektedir. Onu tembel ve zayıf bir hale getirmektedir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çocuk için anne sütünden daha hayırlı bir süt yoktur.”[520]

Bu cümle asırlar önce yüce İslâm Peygamberi’nin söylediği bir sözdür. Büyük bilginlerin daha yeni anladığı bir gerçektir. Çocuklarını kreşlere bırakan ve yapay sütlerle besleyen batıdaki büyük bilginlerin araştırmalarında şöyle yer almıştır: “Çocuk için anne sütünden daha faydalı bir besin yoktur.”

Eğer az görüldüğü gibi annenin sütü yoksa birçok rivayetlerde de önemle vurgulandığı gibi büyük bir dikkatle çocuk için bir sütannesi bulunmalıdır. Zira sütün çocuğun beden, can ve fikirlerinde fevkalade etkisi vardır.

Rivayetlerde yer aldığı üzere kötü, ruhu bozuk, ahmak, gözleri iyi görmeyen, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, şarap içen bir sütanne seçmekten sakınılmalıdır. Zira bu özellikler süt vasıtasıyla çocuğa intikal etmektedir.”[521]

Süt verme meselesindeki en öneli nükte, insanı şaşırtan sevap meselesidir. Allah Resulü (s.a.a), kendisine, “Erkekler bütün hayırları almakta, zavallı kadınlara ne yapsın? ” diye söyleyen Ümmü Seleme'-ye cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Hamilelik günlerinin sevabı oruç tutmak, geceleri ibadet etmek, Allah yolunda mal ve canıyla cihat etmek sevabına denktir. Doğurmanın ilâhi nasibi ise hiç kimsenin bilemeyeceği kadar büyüktür. Ama süt vermeye gelince… Çocuk annesinin memesinden emdiği her defasında kadının amel defterine Hz. İsmail’in evlatlarından bir köleyi azat etmenin sevabı yazılmaktadır. Çocuk süt emmesini bitirince de yüce bir melek kadının yan tarafına dokunmakta ve şöyle demektedir: Ameline yeniden başla ki sen bağışlanmışsın.”[522]

Kadınlar süt verme olayında İmam Sadık’ın (a.s) teveccüh ettikleri şu nükteye inayet buyurmalıdırlar. İmam Sadık (a.s) Ümmü İshak adındaki bir kadına şöyle buyurmuştur: “Çocuğa bir memenden süt verme, her iki memenden de süt ver ki birisi yiyecek ve diğeri ise içecek olsun.”

İsim Koymak

Bazılarının düşündüğüne göre isim koymak sıradan ve bildik bir iştir. Onlara göre çocuğa herhangi bir isim takmanın sakıncası yoktur ama gerçek böyle değildir. İsim koymak çok önemli bir iştir. Çocuğun duyu organları ve geleceği üzerinde çok büyük bir etkisi vardır, bu yüzden rivayetlerin büyük bir bölümünde bu anlama işaret edilmiştir.

Yedinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Erkeğin çocuğuna yaptığı ilk iyilik, onu güzel isimle isimlendirmesidir. O halde sizden biri de çocuğuna güzel isim seçsin.”[523]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İsimlerinizi güzel seçiniz ki kıyamet günü o isimlerle çağırılacaksınız.”[524]

İmam Sadık (a.s) babalarından şöyle rivayet etmiştir: “Resulullah (s.a.a) erkeklerin ve şehirlerin çirkin isimlerini değiştiriyordu.”[525]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “İsimlerin en doğrusu, ubudiyet ile adlandırılandır. En üstünü ise peygamberlerin isimleridir.”[526]

Musa b. Cafer (a.s) şöyle buyurmuştur: “İçinde Muhammed veya Ahmet veya Ali veya Hasan veya Hüseyin veya Cafer veya Talib veya Abdullah veya kadınlardan Fatıma isminin bulunduğu bir eve fakirlik girmez.”[527]

Eğer peygamberlerin veya imamların veya onların annelerinin isimlerinden başka bir isimle çocuklarınızı adlandırmışsanız, Hak Teâlâ’nın rızasını, peygamberlerin ve imamların hoşnutluğunu elde etmek için onları değiştiriniz. Sakın kıyamet günü çocuklarınız, günah ve pisliğin sembolleri olanların çirkin isimleri hatırlatan çirkinlikleri sebebiyle sizleri şikâyette bulunmasınlar.



 “Kendisine yardım eden bir çocuğunun olması insanın mutluluğundandır.”  (İmam Seccad (a.s), Kafi, c. 6, s. 2)

 

 

Yirmi Birinci Bölüm

 

İslâm’da Çocuk Bakımı

Çocuğun Önemi ve Değeri

İster kız ister erkek çocuklar, Hak Teâlâ’nın mümin kullarına inayet buyurduğu en büyük ve en faydalı nimetlerdir. İbrahim’in (a.s) çocuğu yoktu. Bu açıdan da üzüntülüydü. Merhamet sahibi olan Allah yaşlılık çağında bile bu layık kuluna, İsmail ve İshak’ı merhamet buyurmuştur.

İshak, Mesih (a.s) zamanına kadar, ilâhi peygamberlerin kökü ve İsmail de Hatem’ul-Enbiya, masum imamlar ve binlerce filozof, arif ve fakihin kökü konumunda olmuştur.

Evlat, fevkalade büyük bir nimettir, hayır kaynağıdır, yücelik çeşmesidir, insan için dünya ve ahiret faydasıdır. Elbette bu Hak Teâlâ’ya iman eden ve imanı sebebiyle çocuklarını mümin, salih ve layık kimseler olarak terbiye edenler için geçerlidir.

İbrahim (a.s) çocuk sahibi olduğu için Hak Teâlâ’ya büyük içtenlikle hamd etti. Gerçekten de çocuk sahibi olmak hamd etmeyi gerektirmektedir. Bu hamd ve Allah’ı övmek, dil, kalp ve tüm organlarla gerçekleşmelidir.

 “Kocamışken, bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamd olsun. Doğrusu Rabbim duaları işitendir.”[528]

Bu ayet-i şerifeden de anlaşıldığı üzere çocuğun hayatta öylesine önemli bir konumu vardır ki İbrahim (a.s) yaşlılık döneminde bile Hak Teâlâ’dan çocuk dilemiş ve duası müstecap olmuştur.

Zekeriya (a.s) da yaşlılık çağında ibadet mihrabında Hak Teâlâ’dan çocuk talep etmiştir:

“Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yakup oğullarına mirasçı olsun.”[529]

İshak b. Ammar altıncı İmam’dan (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Bir şahıs şöyle dedi: “Çocuk sahibi olmaya rağbetim yoktu. Bir gün Arafat’ta durma başarısını elde ettim, yanımda dua eden, gözyaşı döken ve şöyle diyen bir genç çocuk gördüm:

“Ey rabbim! Beni ve annem ve babamı bağışla.” Böylece bunu işittiğim zaman çocuğa rağbetim arttı.” [530]

Dünyadan göçmüş olan anne ve babalar, iman ehli oldukları takdirde, çocuklarının ibadet, münacat ve hayırlı işlerinden tam bir şekilde nasiplenmektedirler.

Allah Resulü’nden (s.a.a) şöyle rivayet edilmiştir: “Beş kimse, mezarlarında olduğu halde, sevapları defterlerine yazılır: “Bir fidan eken kimse, bir kuyu kazan kimse, Allah için bir cami yapan kimse, bir kitap yazan kimse ve geride salih evlat bırakan kimse.”[531]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yusuf (a.s) öz kardeşini görünce ona şöyle dedi: “Benden sonra nasıl evlendin? ” Kardeşi (Bünyemin) cevabında şöyle dedi: “Babam Yakup bana emretti ve şöyle buyurdu: “Eğer yeryüzünü tespihle dolduracak bir soyun olmasına gücün yetiyorsa bunu yap.”[532]

İmam Seccad (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslüman erkeğin saadetinden biri de ticaret yerinin kendi şehrinde olması, dostlarının salih kimseler olması ve kendisine yardım eden bir çocuğunun olmasıdır.” [533]

Çocuğun varlığı ne kadar büyük bir değere sahiptir ki Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur: “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar yarattı ve sizi temiz rızıklarla rızıklandırdı.”[534]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslüman çocuklar kıyamet gününde şefaat ederler, şefaatleri de kabul edilmiştir. On iki yaşına erdiklerinde iyilikleri yazılır, buluğ çağına vardıkları zaman da günahları yazılır.”[535]

Yedinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Geride bırakacağı çocuğunu gördükten sonra ölen kimse mutludur.”[536]

Çocuk sahibi olmanın, faydası o kadar büyüktür ki Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuğa isabet eden bir hastalık, anne ve baba için bir kefarettir.”[537]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Salih evlat, Allah’ın, kulları arasında bölüştürdüğü güzel kokan bir güldür.”[538]

Hakeza şöyle buyurmuştur: “Salih evlat, cennetin güzel kokan güllerinden bir güldür.” Bir rivayette de şöyle yer almıştır: “Allah Resulü, Medine camisideki minberde, öğüt verirken Hasan ve Hüseyin (a.s) camiye girdiler. Üzerlerinde kırmızı bir gömlek vardı. Gelirken yere düştüler. Peygamber hızla minberden inerek her ikisini kucağına aldı.”[539] Daha sonra da şu ayeti tilavet buyurdu: “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir imtihandır. Büyük ecir ise Allah katındadır[540]

Tahran’da Hacı Ali Rıza adında bir şahıs, bir su kanalı kazdı. Yaklaşık yüz yıldır, Tahran’ın bir bölgesindeki halk o sudan istifade etmektedir. Büyük âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: “Bir şahıs onu rüyasında, yanında büyük bir nehir akan bir bağın yanında gördü. O kendisine şöyle dedi: “Bu bağ, cennet bağlarından biridir. Bu nehir de cennet nehirlerinden bir nehirdir. Her ikisi de dünyada kazdığım o su kanalı sebebiyle bana verilmiştir. Ama keşke bir çocuğum olsaydı da bir defa, “La ilâhe illallah” deseydi ve ölseydi. Zira onun tevhidi ikrar etmesinden dolayı büyük bir sevap bana nasip olurdu.”

Çocuk Aşkı

Altıncı İmam (a.s) Allah Resulü’nden şöyle rivayet etmiştir: “Çocukları seviniz ve onlara merhamet gösteriniz.”[541]

Bazı insanlar çocuklara fazla ilgi göstermemektedirler. Eğer ilgi duyuyorlarsa bunu izhar etmemektedirler. Onlar çocuklara karşı kaba, sert ve sıkı davranmaktadırlar. Bu tür kimseler bilmelidir ki bu metotları, insani ve İslâmi bir metot değildir ve kendilerini Hak Teâlâ’nın rahmetinden mahrum bırakacaktır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, kendi kuluna, çocuğuna karşı duyduğu şiddetli sevgiden dolayı elbette merhamet eder.”[542]

Yedinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aziz ve celil olan Allah, kadın ve çocuklar için gazaplandığı kadar hiçbir şeye gazaplanmaz.”[543]

Hak Teâlâ’nın gazabı, erkeklerin ailesine karşı kötü davranması ve vefasızlığının ürünüdür.

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Musa (a.s) Tur dağında Hak Teâlâ’ya şöyle arz etti: “Hangi amel senin nezdinde daha üstündür? ” Allah şöyle buyurdu: “Çocuk sevgisi.”[544]

Çocukları Öpmek

Şia’nın büyük âlimlerinden olan, Fetal Nişaburi değerli kitabı, Revzet’ul- Vaizi’nde bir Masum’dan şöyle rivayet etmektedir: “Çocuklarınızı çok öpünüz. Şüphesiz her öpüşte sizin için uzunluğu beş yüz yıllık yol olan cennette bir derece vardır.”[545]

 Bir şahıs Allah Resulü’nün (s.a.a) huzuruna gelerek şöyle dedi: “Şimdiye kadar çocuğumu öpmedim.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu şahıs, cehennem ateşinin ehlidir.”

Bu konuda kız ile erkek arasında hiçbir fark yoktur. Kız ve erkek Allah’ın inayetidir, her ikisi de insanoğludur. Kızı olduğunda yüz asanların ruh haleti, cahiliye dönemindeki Arapların haletidir. Varlıkları ahmaklıkla kirlenmiş kimselerdir.

Hak Teâlâ’nın izniyle, gelecek konuşmamızda kız çocuğuna sahip olma konusuna işaret edeceğim. Böylece İslâm’da kız çocuğuna sahip olmanın yüce makamı da ortaya çıkacaktır.

Masumlardan çocuklar hususunda nakledilen ve riayet edilmesi ahlâki açıdan çok büyük önem arz eden tavsiyelerden biri de şudur: “On yaşına vardığında kız ve erkek çocukların yatağını ayırın.”[546]

Allah Resulü’nün (s.a.a) de, bu konuda dikkat edilmesi gereken çok önemli bir tavsiyesi vardır: “İki erkek çocuğunun, iki kız çocuğunun ve bir kız ile bir erkek çocuğunun on yaşına geldiklerinde yataklarını ayırın.”[547]

Evet, bir arada yatmak maslahat değildir. İki erkek çocuk veya bir erkek ve bir kız çocuğu veya iki kız çocuğunun bir arada yatması maslahat değildir. İslâm’ın ince görüşü, bunu beğenmemektedir.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuğunu yedi yaşına kadar bırak oynasın, yedi yıl da onu gözet. Eğer (dindar olarak) kurtuluşa erecek olursa ne mutlu! Aksi takdirde onda hayır yoktur.”[548]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı öğretiniz.”[549]

Hakeza Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınıza saygı gösteriniz ve güzel terbiye ediniz ki sizlerin bağışlanmanıza sebep olsunlar.”[550]

 Malik-i Dinar şöyle diyor: “Laubali bir kimseydim, İslâm’dan haberim yoktu. Üç defa evlendim ve kısır oldukları için onları boşadım. Sonraki eşimden bir erkek çocuğum oldu. Altı yaşında onu okula götürdüm. İkindi vakti eve gelince, onun hastalandığını gördüm. Sonradan açığa çıktığı üzere öğretmenin ona öğrettiği ilk ayet şuydu: “İnkâr ederseniz, çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?[551] Onun hastalığı geçmedi ve dünyadan göçtü. Kabrinden ayrılmaz oldum. Bir gece uyku âleminde tek başıma korkunç bir çölde olduğumu gördüm. Korkunç ve yabancı bir canavar bana saldırıyordu. Kaçmaya başladım. Bir duvarın yanına vardım. Duvardan yukarı çıkmak ve duvarın arkasına atlamak istedim. Böylece kendimi o canavardan kurtarmak istedim. Aniden oyun oynayan bir çocuk gördüm. Onlara çocuğumu sordum, onu çağırdılar. Ona, “Azizim neredesin? ” dedim. O şöyle dedi: “Öldükten sonra beni bir Kur’ân öğretilen sınıfa götürdüler. Kur’ân öğrenerek cennete ve Hakk’ın rahmetine müstahak hale geldim.” Ona şöyle dedim: “Beni takip eden bu canavar nedir? ” O şöyle dedi: “Babacığım, bu senin çirkin ahlâkının ve amellerinin zuhurudur.” Korkudan uyandım, bütün çirkinlikleri terk ettim, tövbe etme başarısını elde ettim ve hak yolda yürümeye başladım.



Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kız çocukları ne de iyidir. Şefkatli, işe hazırlıklı insanın munisi, bereketli ve temizliğe ilgi duyanlardır.”  (Furu-u Kafi, c. 6, s. 5)

 

 

 

Yirmi İkinci Bölüm

 

İslâm’da Kız Çocuğunun Değeri

 

Çocuk İhsan Etmekte Hak Teâlâ’nın İradesi

Hak Teâlâ'nın mukaddes vücudu dilediğini yapan göklerin ve yerin maliki, Âlim, Kadir, ilim ve kudret sahibi, hikmetli, Âdil, Rahman ve Rahim’dir.

Allah’ın kulları hakkındaki iradesi ve kararı, lütfünün, muhabbetinin aynısıdır; aşk ve rahmet tecellisidir; yücelik tecellisi ve güzel bir seçimdir.

Allah, kulu için ne isterse, o kulun dünya ve ahiret yararınadır. Kul, Hak Teâlâ’nın hikmet, adalet, rahmet ve iradesine teslim olmalıdır. Bu teslimiyet hali, batın ibadetinin en üstünüdür. Peygamberlerin ve evliyanın ahlâkındandır. Arif ve âşıkların Hak Teâlâ’ya marifet ve aşkının nişanesidir.

Allah’ın bazılarını kısır kılması, dilediğine kız vermesi, dilediğine erkek çocuk vermesi ve dilediğine kız ve erkek ikiz çocuklar ihsan etmesi, bütün bunların hepsi Allah’ın lütuf ve merhametidir ve Allah’ın varlığı kullarına duyduğu aşkıdır.

“Göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir. Yahut hem kız hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir, her şeye kadirdir.”[552]

Bu ayeti şerife esasınca kız çocuğu Allah’ın saltanat ve egemenliğinin bir tecellisi, yaratılışta iradesinin tecellisi ve insan hakkındaki ilim ve kudretinin nurudur.

Hak Teâlâ'nın, ilim, kudret, fiil, irade, hükümet ve malikiyetinin bir gereği de anne ve babanın bir kız çocuğuna sahip olmasıdır.

Kız çocuğu olduğunda yüzünü asmak, gerçekte Allah’ın uluhiyetine, malikiyetine, yaratışına, seçimine, ilim ve kudretine yüz asmaktır. Dolayısıyla bu büyük bir günahtır, ahmakça bir halet, mantık ve hikmetten uzak bir durumdur.

Çocuk ölecek olursa, İmam Sadık’ın (a.s) da buyurduğu gibi Berzah âleminde, İbrahim ve Sara’nın yanında eğitilmesi anne babasının ahiretine azık olması için onlara verilir.

Şehit, “Mesken’ul-Fuat” adlı kitabında, altıncı İmam’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Çocuğunun ölümüne sabretmenin ve sızlanıp tahammülsüzlük göstermekten uzak durmanın sevabı çocuğun hayatta kalmasından ve Hz. Mehdi’nin (a.s) yanında Allah yolunda cihat ederek şehit olmasından daha üstündür.”

İmam Hüseyin (a.s) altı aylık şehit çocuğunu çadıra geri getirdi. Kız kardeşi Zeynep’in kucağına koydu, kendisi yere oturdu ve şöyle buyurdu: “Allah’ım! Bu altı aylık çocuğu kıyamet günü benim için bir azık karar kıl.”

Ölü bir çocuk bile insan için bu kadar değerli ise o halde geride kalan ve büyüyen, terbiye, vakar, edep ve imanı anne babasının zahmetlerinin bir ürünü olan çocuğun insan için ne kadar büyük bir değeri vardır! Kız ve erkek çocuğun hiç bir farkı yoktur burada maksat insanın evladıdır.

Kur’ân-ı Kerim’in Enfâl suresi 28. ayette buyurduğu gibi insanın çocukları insan için Hak Teâlâ’nın bir imtihan vesilesidir. Eğer insan bu imtihanı başarıyla geçecek olursa, yani varlığına, hoşnut ve razı olursa, çocuğunun dini eğitim ve terbiyesi hususunda çalışırsa, gücü oranında onun evliliği için gerekli şeyleri temin ederse, ona saygılı olursa, ona saygı gösterme ve hakkını eda etmede kusurlu davranmazsa fevkalade büyük bir sevaba erişmiş olur.

“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama baki kalacak yararlı işler, sevap olarak da, emel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır.”[553]

Çocuğunun terbiyesi için zahmet çeken, onu Hak Teâlâ, peygamberleri, velayet ve Kur’ân ile tanıştıracak olursa bunlar, işlerinin hiç birisine benzemeyen geride kalan salih amellerdir. Allah nezdinde bu, insan için daha iyidir ve akıbeti daha güzeldir.

Meryem-i Kübra, Hz. Hatice, yüce Asiye, Fatımat’üz Zehra ve Zeynep-i Kübra kendi babaları için geride kalan en iyi salih ameller değil miydi?

Neden bir kimse kız çocuğu sahibi olmaktan sıkılmaktadır? Anne rahminde yer alan bir çocuk Allah’tan başkasının emriyle mi kız olmaktadır? Çocuğun rahimde kız olması Allah’ın lütuf, rahmet, inayet ve merhametidir. Dolayısıyla O’nun lütuf ve iradesine teslim olmak gerekir. Ömrünün sonuna kadar bütün vücuduyla kız çocuğuna sahip olma nimeti için Allah’a şükretmelidir.

Şu gerçeğe kesinlikle dikkat ediniz: Allah Resulü’nün, Kasım, Tayyib, Tahir ve İbrahim adında erkek çocukları oldu. Gerçi hiç birisi hayatta kalmadılar. Ama erkek çocuğu olduğu için Allah tarafından kutlanmadı. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de de bir ayet nazil olmadı ama kızı Fatıma, Hatice’nin temiz rahminde vücuda gelince mübarek Kevser suresi nazil oldu ve Peygamber’e bol hayrın ve ebedi iyiliğin verildiği müjdelendi.

Kız Çocuğu Hakkındaki Çok Önemli Rivayetler

İnsanın kız çocuğu olmadığı takdirde Hak Teâlâ’ya doğru ellerini kaldırarak ihlâs içinde kız çocuğuna sahip olması için dua etmesi ve yalvarıp yakarması müstahaptır.

O büyük Peygamber İbrahim Halil, İsmail ve İshak gibi çocukları olduğu halde kız çocuğuna sahip olmak için Allah’ın dergâhına elini uzattı. İmam Sadık (a.s) onun duasını şu şekilde nakletmiştir: “Şüphesiz İbrahim (a.s) ölümünden sonra ağlaması ve yalvarıp yakarması için rabbinden kendisine bir kız çocuğu nasip etmesini diledi. [554]

Bu rivayette ifade dilen hedef çok önemli değildir. Önemli olan şey istenilen şeydir. Ulu’l-Azm Peygamberleri’nden biri olan İbrahim (a.s) kız çocuğundan mahrum olduğu için bu nimete erişmek üzere dua etmiştir.

Kız çocuğuna sahip olmak baba için bir kıvançtır. Zira yüce İslâm Peygamberi de bir kız babası idi. Allah Resulü ile hayattaki bu benzerlik, insana kız çocuğunun inayet edilmesiyle gerçekleşmektedir ve de gerçekten insan için büyük bir kıvanç vesilesidir. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Resulullah kızların babası idi.”[555]

Eğer bir kimsenin kızı yoksa ama kız kardeşi varsa yine de Hak Teâlâ’nın rahmet kapılarından biri yüzüne açılmış demektir.

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim üç kız veya üç kız kardeşe bakacak olursa ona cennet farz olur.”[556]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kız çocukları ne de güzeldir. Merhametli, yumuşak huylu, yardımcı, işe hazırlıklı ve insanın dostlarıdır. Bereketli ve temizliğe ilgi duyanlardır.”[557]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim iki kız çocuğu veya iki kız kardeş veya iki hala veya iki teyzeye bakacak olursa şüphesiz ateşten korunmuş olur.”[558]

Bir şahıs Allah Resulü’nün yanında oturan bir şâhısa eşinin kız çocuğu doğurduğunu haber verince o şahsın rengi değişti. İslâm Peygamberi (s.a.a), “Ne olmuş? ” diye sordu. O adam cevaben: “Hayırdır,” dedi. Peygamber (s.a.a) tekrar: “Ne olmuş?” diye sordu. O adam şöyle dedi: “Evimden çıktığım zaman eşim doğum sancıları çekiyordu, bu şahıs ise bana kızımın olduğunu haber verdi.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Yeryüzü onu taşıyıcı, gökyüzü başına gölge salıcı, Allah da onun rızkını vericidir. Kız çocuğu güzel koklayacağın bir deste güldür.” Peygamber (s.a.a) daha sonra ashabına dönerek şöyle buyurdu: “Bir kız çocuğu olan kimsenin sorunu vardır. (Onu terbiye etmek, korumak, çeyizini hazırlamak, evliliği için gerekli hazırlıkları görmek ve damat edinmek endişesi içinde olmak. Her kimin iki kızı varsa Allah için onun yardımına koşunuz. Her kimin üç kızı varsa cihattan ve istemediği şeyden muaftır. Her kimin dört kızı varsa ey Allah’ın kulları ona yardım ediniz, ona borç veriniz ve ona merhamet ediniz.”[559]

Kız çocuğu ne kadar değerlidir ki Allah Resulü dostlarına, kız çocuğuna sahip olanların yardımına koşmalarını tavsiye etmektedir ve kız çocuğuna sahip olanlara yardım etmeyi ilâhi bir görev olarak saymaktadır.

İmam Sadık (a.s) zamanında bir adamın, kız çocuğu oldu, İmam’ın huzuruna vardığında, o şahsın rahatsız ve öfkeli olduğunu görünce, kendisine şöyle buyurdu: “Farz et ki Allah sana vahiy indirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Senin Allah’ın olan ben mi senin için seçeyim, yoksa ben olduğum halde sen mi seçmek istiyorsun. Bu durumda ne cevap verirsin?” O şöyle arz etti: “Ben şöyle derdim: “Sen benim için seç.” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Şimdi merhamet sahibi olan Allah senin için kız seçmiştir. Ey adam’! Musa ve Hızır’ın rivayetinde yer aldığı üzere Hızır (a.s) o aile için maslahat görerek Allah’ın emriyle o çocuğu öldürdü ve Musa’ya şöyle dedi: “Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.”[560]

Hak Teâlâ Hızır’ın eliyle öldürülen ve Musa’nın (a.s) itirazına yol açan ve Hızır’ın, “Allah bundan daha iyisini anne ve babasına verecektir” dediği o çocuğun yerine, neslinden yetmiş peygamberin geldiği bir kız çocuğu inayet buyurdu.”[561]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kız çocukları iyiliklerdir, erkek çocukları Hak Teâlâ’nın nimetleridir, iyiliklere sevap verilir, nimetten ise hesap sorulur.”[562]

Mirac gecesi Allah-u Teâlâ Peygamberi’ne (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kız çocuğu sahibi olanlara de ki kız sahibi olmak hususunda sabırsızlık göstermeyiniz, şüphesiz ki onları ben yarattım ve onların rızkını da ben vereceğim.”[563]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim kızının ölmesini isterse Kıyamette isyancılardan biri sayıldığı halde Allah’ın huzuruna varır.”[564]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah Tebarek ve Teâlâ kız çocuklarına erkek çocuklarından daha merhametlidir. Kızını sevindiren kimseyi Allah da kıyamet günü sevindirir.”[565]

Allah Resulü (s.a.a) sonunda kız çocuğunun değeri hakkında şöyle buyurmuştur: “Evlatlarınızın en hayırlısı kız çocuklarıdır.”[566]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim üç kız veya üç kız kardeşine bakacak olursa cennet ona farz olur.” Bir kimse şöyle arz etti: Eğer iki kişiye bakacak olursa” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Yine de cennet ona farzdır.” Bunun üzerine şöyle arz ettiler: Eğer bir kız çocuğu ve bir de kız kardeşi de bulunursa durum nedir? ” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Yine de cennet ona farz olur.”[567]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim bir pazara gider de bir hediye alırsa ve onu ailesine götürürse muhtaçlar topluluğuna sadaka taşıyan bir kimse gibidir. Erkeklerden önce kızlara vermelidir. Şüphesiz kız çocuğunu sevindiren kimse, İsmail’in soyundan bir köleyi azat etmiş gibidir.”[568]

Gerçekten de bu çok ilginç bir rivayettir. Beşer tarihinin kültüründe bu şekilde kız çocuğuna bakmak savunulmamıştır. Aksine kız çocukları ve kadınların milletler arasında güzel bir konumu yoktu. Allah Resulü (s.a.a) bu ihlâslı zahmetleri sebebiyle kız çocukları ve kadınların hayatı, kız çocuğu ve kadınlara bakmak hususunda büyük manevi bir devrim gerçekleştirdi.

Bundan da daha ilginci Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurmasıdır: “Çocuklarınızı, ağladıkları ve çocukluklarından dolayı inledikleri sebebiyle dövmeyin, zira çocuğun ağlaması anlamlıdır. Çocukların ilk dört ayda ağlaması tevhide şahadette bulunmalarıdır. İkinci dört ayda ağlaması Peygamber’e ve Ehl-i Beyti’ne salâvat göndermektir, üçüncü dört ayda ağlamaları ise anne ve babası için duadır.”[569]

O halde Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine şahadette bulunan Peygamber’e ve Ehl-i Beyti’ne selam gönderen ve anne babasına dua eden çocuğu dövmeyiniz. Bırakın dayağı hak etmesini hatta anlamlı ağladığı için bütün vücudunla ona riayet etmen ve lütuf ve merhametini ondan esirgememen farzdır.

Şu önemli rivayete de teveccüh ediniz:

“İmam Sadık’ın (a.s) dostlarından biri olan Sekuni şöyle diyor: “Gam, hüzün ve dert içinde Altıncı İmam’ın yanına vardım ve bana şöyle buyurdu: “Ey Sekuni! Neden üzüntülüsün.” Ben şöyle arz ettim: “bir kız çocuğum oldu” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Yükünü yeryüzü taşımakta, rızkını Allah vermektedir. Yaşayacağı zaman da seninkiyle farklıdır, rızkını kendisi yiyecektir.” Sekuni devamla şöyle demiştir: “Allah’a yemin olsun ki üzüntüm ortadan kalktı, daha sonra İmam bana şöyle sordu: “Ona ne isim koydun?” ben şöyle dedim: “ona Fatıma ismini koydum” İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ah, ah, ah! ” daha sonra da elini alnına koyarak ah çekti ve şöyle buyurdu: “Adını Fatıma koyduğuna göre sakın ona kötü bir söz söyleme, ona lanet etme ve onu dövme”[570]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kimin kız çocuğu olur da onu terk etmez ve erkek çocuklarını tercih etmezse, Allah onu cennete sokar.” [571]

 Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Herkimin bir kız çocuğu olursa, bu kendisi için bin hacdan, bin cihattan, bin kurbandan ve bin ziyafetten daha hayırlı olur.”[572]


Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Cennet annelerin ayakları altındadır.”  (Mizan’ul Hikmet, c. 10, s. 712)

  

 

Yirmi Üçüncü Bölüm

 

Çocuğun Terbiyesinde Annenin Fonksiyonu


Çocuk veya Anne Vücudunun Ürünü

 Kur’ân ve rivayetlerde “ümm” kelimesi birçok defa zikredilmiştir, kök ve kaynak anlamındadır. Zira çocuk en az altı ay, en fazla ise dokuz ay kadının rahminde kalmaktadır. Çocuk ruh ve cisminin tüm kuvvetlerini kadının vücut sermayesinden elde etmektedir. Sürekli bir şekilde kadının cisim, sinir ve beden fabrikasından beslenmektedir. Bu yüzden de çocuğa oranla kadın vücudu “ümm” diye ifade edilmiştir.

Hakikatte anne çocuğun vücudunun aslı, kökü ve kaynağı konumundadır. Çocuk, annesinin ruhsal ve bedensel gerçeğinin yansımasıdır ve o temiz ağacın bir meyvesi konumundadır.

Nutfenin, babasının sulbündeki kalışı ise oldukça azdır. Ama anne rahminde yaklaşık iki yüz yetmiş gün misafir olarak kalmaktadır. Bu hesap üzere çocuğun alıcılığı veya etkilenişi tümüyle veya genel olarak annedendir. Bu sebeple de İslâm kadın için verdiği değeri başka bir varlığa vermemiştir.

Annenin beden ve ruh varlığının etkileri çocuğun vücudunda ortaya çıkmaktadır. Çocuk bilerek veya bilmeyerek çoğu tavır ve hayati işlerinde annesinin tıyneti üzeredir.

Bir kız evlenmeden önce bilmelidir ki veya kendisine bildirilmelidir ki yarınki anne kendisi olacaktır. Dolayısıyla yarınki anne bugünden yemek, gidip gelmek, muaşeret, tavır, terbiye, edep ve imanına riayet etmelidir ki temiz, salim, değerli ve edepli bir nesil ortaya çıkarabilsin.

Kadınla ilgili bir kitapta Fransız İmparatoru Napolyon’un şu güzel sözünü gördüm: Kendisine, “Senin nezdinde ülkelerin hangisi daha değerlidir? ” diye sorulunca şöyle demiştir: “Annelerin sayısı daha fazla olan ülke.”

Anne olma durumu kadın için sabit ve yerinde kalmalıdır. Aksi takdirde iyi bir nesil vücuda gelmeyecektir.

İslâm kültüründe anne, çocukların gelişimi ve terbiyesi için annelik görevini korumalıdır. Anne, çocukları için annelik etmelidir ki çocukları da fikirsel ve duygusal açıdan bir eksiklik içinde olmasın.

Kadın eğer annelik özeliklerini kaybedecek, kendisini batılı anlamda bir özgürlüğe kaptıracak, herkesle konuşup gülecek, oturup kalkacak olursa, kendisine, eşine ve çocuklarına maddi ve bedensel lezzetler sebebiyle itinasız davranacak olursa artık anne değildir. Ailenin canına düşmüş bir yırtıcı hayvandır, ailenin şeref, yücelik, iffet ve temizliğini rüzgâra savuran bir tehlikeli kurttur.

Anne, akıllı, güçlü, temiz, edepli ve değerli bir çocuk yetiştirmek için insani bir ahlâka, salim bir fikre ve temiz bir vücuda sahip olmalıdır:

“Şahadet ederim ki sen yüce nutfelerde ve temiz rahimlerde bir nur idin.”

Varis ziyaretinin bir bölümünde şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin’e (a.s) bu şekilde hitap edilmiştir.

Bu nur yüce bir makamdan ve temiz bir yerden ortaya çıkmıştır. Dünyayı ilim, adalet, hikmet ve doğru bir önderlikle aydınlatmış şahadetten sonra da ahireti daha bir aydınlatmıştır.

Aynı ziyarette Hz. Hüseyin’in mukaddes vücudu (a.s), Hatice’yi Kübra ve Fatımat'üz Zehra’nın (a.s) yanında yer almıştır: “Esselamu aleyke ya ibn-i Fatımat'üz Zehra, Esselamu aleyk ya ibn-i Haticet'el-Kübra”[573]

İslâm Peygamberi evlenmek isteyen gençlere asil, dürüst ve dindar bir aileden kız almalarını tavsiye etmektedir. Bu da şüphesiz fesadın önünün alınması içindir.

Ailevi asaletini kaybetmiş, soysuzlaşmış, edep ve terbiyeden, vakar ve düzenden yoksun kalmış, hepsinden kötüsü şehvet, hicapsızlık, örtüsüzlük, her an biriyle olma bataklığına düşmüş bir kız evlenmeye layık değildir. Böyle bir kız, Hak Teâlâ’nın yaratış hedefini çiğnemiş, kadın ve anne olma makamını kaybetmiş ve salih çocuk dünyaya getirme ehliyetini yitirmiş bir kimsedir. Allah Resulü (s.a.a) bir rivayetinde bu tür kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: “Eğer onlar ahir zamanda yılan ve akrep doğuracak olsalar çocuk doğurmalarından daha iyidir.”

Zira onların fikir ve ruhları lezzet peşinde koştukları için bozulmuş durumdadır. Bu bozulmuş fabrika sağlam bir insan yaratmaktan acizdir.

Bu anlamı Nuh Peygamber’in (a.s) dilinden işitiniz:

“Nuh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde hiç bir kâfir bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve nankör (insanlar) doğurup yetiştirirler.”[574]

Eğer Nuh kavmi arasında anneler çok olsaydı, eğer imanlı, şükreden, temiz ve edepli kadınlar bulunsaydı, “Sadece ahlâksız ve nankör (insanlar) doğurup yetiştirirler” demezdi.

Evet, eğer Allah Resulü’nün (s.a.a) tabiriyle kız ve kadınlar bataklıkta büyümüş bir çiçek olursa bu çiçekten tatlı ürünler ilâhi ve insani neticeler beklemek yersizdir.

Anne her ne kadar akrabalarıyla ilgili olsa da her toplantıya katılmamalıdır. Zira bu toplantıların bazısı haramdır ve annenin ruhunu etkilemektedir. Hatta kadının annelik kimliğini bile elinden alabilir.

Anne olan kimse istediği her yiyecekten yiyemez. Zira bazı yiyecekler helal kaynaklardan elde edilmemiştir. Dolayısıyla bu hem kendisi, hem de çocukları üzerinde kötü etkilere sahiptir.

Anne taharet ve necasetle ilgili meselelere riayet etmelidir. Farzlar, vacipler ve ahlâki ilkelere ısrarla riayet etmelidir ki, vücut fabrikası nur kaynağı ve nurun doğuş sebebi olsun.

Nitekim Masum İmamlarımızdan da rivayet edildiği üzere onlar, Hz. Zehra’yı (s.a) kendilerine örnek almışlardır. Hz. Fatıma’nın bütün ruhsal, fikri ve ahlâki davranışlarını hayata geçirmişlerdir.

Fatıma (a.s) bütün bir varlık âleminde örnek bir anne ve anneliğin en yüce bir örneği idi. Kadın ve kızlarımız da Hz. Fatıma’yı hayatlarında örnek almalıdırlar. Zira anne çocuğun vücudunun aslı, çeşmesi ve kaynağıdır.

İslâmi ahlâka riayet eden, vakar, ağır başlılık ve edep içinde bulunan, muhabbet, duygu ve aşk ocağı halinde yaşayan annelerin çocukları da rahimde oldukları zaman bu özelliklerden beslenecektir. Dünyaya geldikten sonra da sürekli annesine bakacaktır. Belli bir zaman boyunca annesinin sözlerini işiten bir kulak, şüphesiz annesinden etkilenecektir.

Hz. Hüseyin (a.s), Hür b. Yezit’in başını kucağına alınca, onun heva, heves ve Ümeyye oğullarının hâkimiyetinden özgür ve hür oluşunu, annesine isnat ederek şöyle buyurmuştur: “Sen, annenin seni hür olarak adlandırdığı gibi hürsün.”

Ömer b. Sa’d, Hz. Hüseyin’den (a.s) Yezit’e biat almak hususunda ısrar edince, İmam (a.s) kendisinin ve ashabının biat etmeyişini temiz annelere ve annelerin temiz eteklerine isnat ederek şöyle buyurmuştur: “Pak ve tertemiz annelerin kucakları.”

Temizlik Bağının Meyvesi

 Abdullah Mübarek hikmet sahibi, âlim, bilgin ve arif biriydi. Gençlik yıllarında bir bağa bakmak üzere birinin yanında çalışmaya koyuldu. Bağ sahibi narların yetiştiği dönemde bazı misafirlerini bağa getirdi ve “Mübarek! Bunlara nar getir” diye feryat etti. Mübarek, bir sepet dolusu nar getirdi. Narlar ekşi idi. Bağ sahibi şöyle dedi: “Git tatlı narlar getir.” Onun getirdiği narlar yine ekşi çıktı. Bağ sahibi bu defa şöyle dedi: “Sana tatlı narlardan getir demedim mi? Altı aydır bu bağda çalışıyorsun, hangi narların tatlı olduğunu bilmiyor musun?” Mübarek şöyle dedi: “Hayır bilmiyorum” O, “Neden?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Biz seninle anlaştığımız gün bu bağa bakmak için anlaştık. Bağı yemek için değil. Ben bu bağdaki ağaçların hangisinin tatlı, hangisinin ekşi olduğunu bilmiyorum.”

Evet, temiz nutfe, temiz rahim, temiz anne ve temiz terbiye malı koruyan birini yetiştirmektedir. İnsanların malını yiyen birini değil! Bağa bakan birini yetiştirmektedir, bağı yiyen birini değil!

Annem Şekavete Düşmeme Sebep Oldu

Yazıldığı üzere bir genç idama mahkûm oldu. Ondan istediği takdirde vasiyet yazmasını istediler. O şöyle dedi: “Benim vasiyetim yoktur. Ama ömrümün bu son anlarında annemi görmek istiyorum.” Annesini getirdiler vedalaştığı zaman annesinin dil ve dudağını öyle bir ısırdı ki annesi acıdan kendinden geçti. Ona, “Zalim! Neden böyle yaptın?” diye saldırdılar. O şöyle dedi: “Zalim olan bu annedir, bu darağacımı annem dikmiştir. Ben çocuk olduğum yıllarda komşudan bir yumurta çaldım. O beni teşvik etti, öylece deve çalmaya kadar vardım. Daha sonra da katil oldum.”

Evet, cennet annelerin ayakları altındadır. Kıyamet azabının vasıtası ve tellalı da bir yere kadar annedir.

Ali (a.s), Fatımat’üz-Zehra’dan (a.s) sonra, Arap neseplerini tanıyan kardeşi Akil’e şöyle buyurdu: “Benim için Arapların cesur annelerinden doğmuş bir kadın bul.” Akil, bir müddet sonra Hz. Ali’ye (a.s) şöyle arz etti: “Kilabiye kavminden olan Fatıma ile evlen. Araplarda onun babalarından daha cesur kimse yoktur. Hz. Ali (a.s) de onu kendine eş seçti. Bu evliliğin sonunda dört reşit, cesur, metanetli ve Kamer-i Beni Haşim ve kardeşleri gibi mümin çocuklar dünyaya geldi.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) Malik-i Eşter’in şahadetinden sonra da Kufe camisinin minberine çıkarak şöyle buyurdu: “Malik-i Eşter gibi bir çocuk doğuracak anneleri göremiyorum. Malik ne malikti! Eğer dağ idiyse güçlü bir dağ, eğer taş idiyse sağlam bir taş idi. Malik’in benim nezdindeki konumu, benim Peygamber’in nezdindeki konumum gibiydi.”

İbadet Nuru Bazen Azalmaktadır

Bir genç annesine vardı ve ona şöyle dedi: “Anne! Bazen ibadet halim zayıflamaktadır. Bazen bir parça karanlık batın nuraniyetimin üzerini kapladığını hissetmekteyim. Haram yemiyorum, kötülerle muaşerette bulunmuyorum, ibadetten bıktıran etkenlerden sakınıyorum. Bu konu hakkındaki yaptığım araştırmalardan şu sonuca vardım ki bunun sebebini sizden sorayım: “İhtimalen bu bitkinlik ve karanlığın etkeni sizden bana geçmiştir; bana hakikati söyle ki ben de bu haletimi tedavi etmeye çalışayım.”

Annesi şöyle dedi: “Oğlum! Sana hamile olduğum zaman, baban yolculuğa çıktı. Eriklerin yetişme zamanıydı. Ben evden dışarı çıkmıyordum. Dolayısıyla erik alma imkânım yoktu. Çamaşır asmak için dama çıktım, gözüm kuruması için komşunun yere serdiği güzel eriklere takıldı. Bir tadımlık da olsun o eriklerden birini yedim, sonra pişman oldum. Ama onlardan rızayet almaktan utandım. Genç şöyle dedi: “Anne, bu meselenin sebebi bulunmuş oldu. İzin verirsen, komşunun kapısına gidip bu konuyu onunla halledeyim, ta ki bundan sonra şeytanın saldırısına uğramaksızın Allah’a ibadet edeyim.”

Nurani Evlilik

Gençlik yıllarında şehrin merkez camisindeki âlimlerden birinden şöyle işittim: “Büyük taklit mercisi ve eşine zor rastlanır insanlardan biri olan Mukaddes Erdebili’nin babası, bir kız istemek için hemşerilerinden birinin yanına gitti. Kızın babası şöyle dedi: “Benim kızım kör, sağır, eli sakat ve topaldır. Bu şartlarla istiyorsan evlen.” O genç şöyle dedi: “Ben böyle birisiyle nasıl yaşayabilirim? ” babası şöyle dedi: “Oğlum! Körlükten maksadım, gözlerinin harama kapalı oluşudur. Sağırlıktan maksadım, namahrem sesini işitmeye kapalı oluşudur. Elinin sakat oluşundan maksadım, namahrem bir elin ona dokunmuş olmayışıdır. Topallıktan maksadım ise haram bir toplantıya gitmeyişidir.” İşte o böyle bir kızla evlendi ve bu evliliğin neticesinde de yüce ve büyük bir insan dünyaya geldi.

Şeyh Şuşteri’nin Annesi

Şeyh Cafer Şuşteri, ilim ve amel açısından yüce makamlara erişti. O halk arasında büyük bir etkiye sahipti. Annesine şöyle sordular: “Böyle bir oğlun olduğu için mutlu musun? ” O şöyle dedi: “Hayır” Kendisine, “Neden?” diye sorduklarında ise şöyle dedi: “Ben bir defa olsun iki yıl boyunca abdestsiz ve temiz olmaksızın ona süt vermedim ve onu abdestsiz kucağıma almadım. Hep onun İmam Cafer Sadık (a.s) gibi olmasını istedim, ama o Cafer Şuşteri oldu.”

Terbiyede Batın ve Zahir Temizliğinin Tecellisi

Tebliğ için on gece Burucerd şehrine gitmiştim. Orada bu şehrin büyükleri vasıtasıyla, Ayetullah’il-Uzma Burucerdi’nin haletinden haberdar olmak istedim.

Doksan yaşında yaşlı bir adam bana şöyle anlattı: “Annesi büyük bir gayretle ona süt verirken abdestli ve temiz bir halde süt vermeye çalışırdı.

Soğuk bir gece gusül almak istedi, evden çıkma imkânı da yoktu. Tevekkül ve tevessülde bulunarak soğuk suyla guslettikten sonra memesini çocuğunun ağzına koydu. İşte annenin manevi teveccühü ve babanın ihlâslı zahmetleri, Şia’nın ilmi havzalarında, ahlâki, ameli ve ilmi açıdan büyük değişiklik yaratacak birini İslâm dünyası için yetiştirdi.

Genç kızlar! Kendinizi ilâhi, İslâmi ve insani şartlarla anne olmaya hazırlayınız. Değerli anneler! Sizler de annelik kimliğinizi koruyunuz, böyle çocuklar terbiye etmenin Allah biliyor sizlere dünya ve ahiretiniz için ne kadar faydası olacaktır. Kıyamet günü şefaat hakkı olanlardan kimisi de mümin, Rabbani âlim ve şehittir. Bu üç kişinin şefaat edeceği kimselerin sayısı belirtilmemiştir. Onlar şefaate müstahak olan herkese şefaat etmek iznine sahiptirler. Şüphesiz bu üç yüce insanın şefaatinden nasiplenecek ilk kimse de annedir.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Üç kimse, aziz ve celil olan Allah nezdinde şefaatte bulunur, onların şefaati de makbuldür. Onlar, peygamberler, âlimler ve sonra da şehitlerdir.”[575]

İmam Bakır (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz mümin, Rabia ve Muzer kabilesi sayısınca şefaatte bulunur. Şüphesiz mümin, hizmetçisi için bile şefaatte bulunacaktır.”

Kızlar ve anneler! Neden kıyamet günü âlim, şehit ve mümin çocuklarınızın şefaatinden istifade edecek bir hal içinde olmayasınız! Birkaç günlük maddi dünya için annelik kimliğinizi kaybetmeniz, Allah-u Teâlâ’nın elinizdeki emaneti olan çocuklarınızın batıni dünyasını kendi elinizle yıkmanız ve onu doğu ve batı şeytanlarıyla aynı renk içinde büyütmeniz yazık değil mi?


“Ey Harun’un kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi.”  (Meryem/28)

 

 

 

Yirmi Dördüncü Bölüm

 

Çocuğun Terbiyesinde Babanın Fonksiyonu

 

Şu Dört Gerçeğe Dikkat Ediniz

Âl-i İmrân suresinin otuz üç ila otuz sekizinci ayetlerinden ve mübarek Meryem suresinin yirmi sekizinci ayetinden istifade edildiği üzere insanın gelişim ve kemali şu dört gerçek ile irtibata bağlıdır:

İmanlı baba, mümin anne, temiz ve şefkatli öğretmen ve helal yemek.

Yahudiler, Mesih’i Meryem’in kucağında gördüklerinde Meryem henüz bir kız idi, eşi yoktu. Şaşkınlık içinde ona şöyle dediler: “Ey Harun’un kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi.”[576]

Onlar olayın gerçeğini bilmiyorlardı. Oysa Mesih, temiz ve yüce Meryem’e ilka edilmiş Allah’ın kelimesiydi. Onlar bu olayda şer’i ölçülere aykırı bir durumun olduğunu sanıyorlardı. Meryem’in babasının mümin, vakarlı, Hak Teâlâ’nın adaplarıyla edeplenmiş, yüce ve azametli bir insan, annesinin ise iffetli, mümin, ismet sahibi birisi olduğunu bildikleri için böyle bir anne ve babaya sahip bir kızın kötülüğe bulaşacağını zaten tahmin edemiyorlardı. Bu mesele herkesin kabul ettiği bir şeydi. Zira Meryem anne ve babasının varlıksal gerçeklerinin, ahlâkının ve ruh haletinin bir yansımasıydı. Mesih’in beşikte konuşması vasıtasıyla da o anne ve babadan böylesine yüce makamlara sahip ve Ulu’l-Azm Peygamberi’nin annesi olmaya layık bir çocuğun dünyaya gelmesi gerektiği gerçeği ortaya çıktı.

Mülahaza ettiğiniz gibi ilk aşamada Meryem’in temiz olması beklentisini, anne ve babasının temiz oluşuna bağlamış ve bu sebeple de ona şöyle demişlerdi: “Ey Harun’un kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi.”

Onlar, belli bir özelliği olması gereken annelik konusunu da göz önünde bulundurmuşlardı. Bu açıdan da ona şöyle dediler: “Annen de iffetsiz değildi.”

Geçen konuda anne ve annenin görevleri hakkında bazı detaylı bilgiler verdim. Bu bölümde bu konuyu daha fazla açıklamayı gerekli görmüyorum. Önceki konularda, helal, haram, temiz ve tahir rızık hakkında da bazı bilgiler aktardım.

Öğretmenin varlığının tavır ve hareketlerinin de insanların çocukları üzerindeki etkisi meselesi, hiç kimse için gizli ve örtülü değildir. Burada daha fazla açıklanması gereken şey, babanın çocuğun ahlâk, amel ve terbiyesindeki durumunun etkisidir.

Baba ilk aşamada çocuklarının dini terbiyesi, ahlâk ve bilgi elde etmesine dikkat göstermelidir. Diğer aşamada ise eşiyle hayatı çocuklarına zehir etmeyecek şekilde tatlı bir uyumla yaşamalıdır. Öte yandan bütün vücuduyla çocuklarının ve ev halkının sofrasına haram lokma getirmemeye çalışmalıdır.

Ehl-i Beyt rivayetlerinde de yer aldığı üzere, bazı kimseler hesapsız, sualsiz azaba gireceklerdir. Onların biri de çocuklarının dini ve ahlâki terbiyesine dikkat etmeyen babalardır. Özetle Allah-u Teâlâ bütün insanları, Allah’ın hilafeti hidayet, bilgi ve basiret makamına ulaşmak ve sonunda da cennete girmek için yaratmıştır.

Dolayısıyla kendi elleriyle azap ortamlarını hazırlayanlar, insanların bizzat kendileridir.

Müminlerin Emiri’nin (a.s) Ağlaması

Cemel olayında savaş Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) lehine sonuçlandı. Savaş ateşi soğumaya yüz tuttu. Hz. Ali, düşmanlardan öldürülenlerin arasına geldi, onları görünce şiddetle ağlamaya başladı. Bu iş insanlık tarihi boyunca hiçbir muzaffer komutanda görülmeyen bir işti. Ona neden ağladığını sordular. Hz. Ali şöyle buyurdu: “Bunlar İslâm’ı kabul etmişlerdi, namaz, oruç ve ibadet ehli idiler. Cennete gitmeleri gerekiyordu. Hakka aykırı olarak masum imama karşı savaştıkları, nefsanî heva ve heveslerine uyarak, kendilerini ebedi azaba maruz bıraktıkları sebebiyle onlara acıyorum.”

Azap Ehli

Azaba maruz kalanlar beş defa Hak Teâlâ’dan kurtuluşu istemektedirler. Ama her beş defa da onlara ret cevabı verilmektedir. Ama beşinci defa ağızları hiç konuşamayacak bir şekilde kapanmaktadır. O beş husustan biri ayet-i şerifede şöyle yer almıştır:

“Orada; “Rabbimiz! Bizi çıkar; yaptığımızdan başka, salih amel işleyelim” diye bağrışırlar. O zaman onlara şöyle deriz: “Öğüt alacak kişinin öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Artık azabı tadınız, zalimlerin yardımcısı olmaz.”[577]

Babalar, çocuklarının terbiye, gelişim ve kemaline dikkat etmelidirler. Babalar çocuklarına karşı lakayt davranmamalıdırlar, evleri onlar için temiz tutmalı, onlar için temiz yiyecekler getirmeli, eşinin hakkına riayet etmelidir. Böylece, amelleriniz ve güzel ahlâkınız ve helal kazanma yolunuz, çocuklarınıza da sirayet edecek, onlar da sizler gibi bir gün çocukları için istenilen bir baba olacaklar.

Babalar! Bütün amelleriniz ve davranışlarınız, Allah’ın, Peygamber’in ve imamların huzurunda gerçekleşmektedir:

“Allah, Peygamberi ve müminler işlediklerinizi görecektir.”[578]

Allah Resulü (s.a.a), babalara, taşıdıkları büyük konumu hatırlatmakta ve değerli imamlar (a.s) babalara birçok tavsiyede bulunmaktadırlar. Evdeki baba, bütün ülkesinden sorumlu olan ülkenin emiri gibidir. Evdeki erkek ise, eş ve çocuğundan sorumludur. Kıyamet günü baba, Hak Teâlâ’nın hesaba çekmesine maruz kalacaktır.

Çocuklarınızı temiz niyetle süsleyiniz. Onları hayırlı işlere teşvik ediniz. İlim, bilgi, âlim ve bilgine olan aşkı kalplerinde ortaya çıkarınız. Onları kendinizle ilâhi toplantılara götürünüz. Buluğ çağına ermeden, onlara farz olan meseleleri öğretiniz. Onlarla arkadaş olunuz, yumuşak huylu davranınız, yüce ve güzel ahlâk ile muamele ediniz. Peygamber (s.a.a) ve Müminlerin Emiri Ali (a.s) bütün babalar için en iyi örnek konumundadırlar.

Bu iki yüce şahsiyetin hayatı ve haletlerini dikkatle inceleyiniz. Daha sonra kendi hayatınıza o iki masum şahsiyetin yaşam biçimini intikal ettiriniz. Bırakınız çocuklarınız dâhili ve harici rezil çehreleri seçmek yerine, Allah Resulü’nü (s.a.a), ariflerin, ibadet edenlerin, takva sahiplerinin ve müminlerin mevlasını seçsinler. Ev halkının, nübüvvet ve velayet kokusunu almasına ortam sağlayınız. Böylece sizin de dünya ve ahiret hayrınız temin edilmiş olacaktır.

Şeyh Fazlullah Nuri’nin Hayatından İlginç Bir Anekdot

O büyük şahsiyet, Allah yolunun mücahidi, taklit mercisi, milletin hayatını dileyen şeyh Fazlullah Nuri, temiz bir anneden ve yüce bir babadan varlık âlemine ayak basmıştır. Anne ve babası, onun terbiyesi için çok çalışmışlardır. Babası, bütün vücuduyla, kendini, çocuğunun gelişimi, kemali ve terbiyesine adamıştı. Çocuğunu babasının yüceliği sayesinde, ilim ve amel aşığı biri gördüğünden onu Necef’e gönderdi. O Necef’te büyük üstadlar gördü. Masumdan sonra gelen temiz şahsiyetlerden biri olan Şeyh Ensari, Mirza Şirazi ve Hacı Mirza Hüseyin Nuri gibi şahsiyetlerden ilmi istifadelerde bulundu. İlim, bilgi, fazilet, amel, ahlâk ve takva yüküyle Tahran’a geri döndü. Büyük âlimlerin yanında yer aldı, meşru olan meşrutiyet sayesinde zulüm ve sömürüyle savaşma kıvılcımını alevlendirerek bu devrim gerçekleşti. Ama kirli aldatılmış kimseler, hükümetin içine sızdılar. Meşrutiyet devrimini, Londra’nın etkisi altına girmeye sevk ettiler. Bütün âlimler arasından o, bu acı gerçeklere oranla daha basiretli idi; feryat etti, hicret etti, bildiri yayınladı, ama bir yere ulaşamadı. Sonunda yakalandı, idama mahkûm edildi. İdam edilişinin sebebi ise, meşru olan meşrutiyetin ve İslâmi Şurâ Meclisinin Kur’ân, rivayetler, Nehc’ül-Belâğa ve Şia fıkhına dayalı olmasını istemesiydi. Onun niyeti halisti, ilâhi bir isteği vardı, yüreği yanıyordu. Basiret ve feraset sahibiydi, bütün bunları babasından ve öğretmenlerinden öğrenmişti. Sebatını annesinin kucağından öğrenmişti, bütün bu özellikleri helal lokmadan elde edilen bir nurla karıştırmıştı. Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) doğum günü olan on üç Recep günü, meşru istekleri sebebiyle, masonlar tarafından idam edildi.

Onlar, Fazlullah Nuri’yi idam etmekle, hedeflerini de idam ettiklerini zannettiler. Onlar şu ayet-i kerimeden gafil idiler:

“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. Allah kâfirler istemese de nurunu tamamlayacaktır.”[579]

İdamından yaklaşık seksen yıl geçti. 13 Recep günü, sabah saat onda, o ilâhi şahsiyetin idam edildiği yer olan Tophane meydanı yakınlarında şehit vermiş İran milletinin devriminin meyvesi, İmam Humeyni’nin mesajı doğrultusunda İslâmi Şurâ Meclisinin açılışıyla ortaya çıktı. Böylece büyük şehit Fazlullah Nuri’nin hedefleri yeniden egemen hale geldi. Ben o gün davete çağırılanlardan biriydim. Benim için fazla ilginç değildi. Zira Allah müminlerin yardımcısı ve müminlerin temiz niyetinin gerçekleştiricisidir. Gerçi onu idam ederek şehit ettiler, ama ne mutlu o yüce şehidin babasına ki, yarın kıyamet koptuğunda, Allah-u Teâlâ’nın, peygamberlerin ve imamların huzurunda böyle bir çocuğa sahip olduğu için, büyük bir değer ve haysiyetten nasiplenecektir.

Gençler Uyanık Olun

Aziz gençler! İslâm çocukları! Allah Resulü’nün (s.a.a) yakınları olan seyyidler! Sizlere çok önemli bir tavsiyem var! O da şudur ki evlenmeden önce, iyi bir babanın şartlarını kendinizde hayata geçirin. Evlendikten sonra artık çok geçtir. Şimdiden kendinizi, ahlâki pisliklerden temizlemeye çalışın. Kendinizi ve dostlarınızı, temiz bir hale getirin. Gidip gelmelerinize, özellikle de yiyeceklerinize, çok dikkat edin. Zira sizin nutfenizde, bütün özelliklerinizi soyunuza geçiren gen adında bir madde vardır. Bu anlam, sadece batılı bilgin ve âlimlerin araştırmalarının ürünü değildir. Dolayısıyla da buna önem vermemek ve bu görüşün gelecekte değiştiğini söylemek doğru değildir. Bu doğal ve zati bir meseledir. Aziz İslâm da doğduğu ilk günden beri bu gerçeğe teveccüh etmiştir. Bu konuda çok önemli şu rivayete teveccüh ediniz:

Bir genç perişan ve ıstırap dolu bir halde Peygamber’in (s.a.a) huzuruna vardı ve şöyle arz etti: “Ben ve eşim, iki beyaz tenli insanız. Eşime çok güveniyorum, ama bana siyah yüzlü bir çocuk doğurdu. Bu benim için bir bilmece konumundadır, maalesef bunun sırrını çözemedim.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “İnnel ırka dessasun”[580]

Hadiste geçen “ırk” kelimesi, gen anlamındadır. Dessas ise, intikal ettirici anlamını ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.a) bu genci, bu kısa cümleyle, sefaletten ve ıstıraptan kurtardı.

Evet, Allah Resulü’nün (s.a.a) de buyurduğu gibi babalarının özellikleri ve sıfatları, bugün ilmi ve teknolojik araçlarla da ispat edildiği üzere çocuklara intikal etmektedir.

O halde evlenmeden önce İslâm’ın bir babadan istediği özellikleri ortaya çıkarın. Sakın bu gerçeklere teveccüh etmeden, sadece maddi bir hayat ve lezzetleri kastederek, evliliğe kalkışmayın. Bu durumda çocuklarınız, sizler ve toplum için güzel bir ürün olmayacaktır.

Allah Resulü (s.a.a) ve yüce imamlar (a.s), put kıran İbrahim’e (a.s) mensup oldukları için mutluluk duyuyorlardı. O yüce insanın varlıksal etkileri, temiz soy ve nesline de intikal etmişti.

Doğru ve sağlam bir ziyaret name olan Varis ziyaret namesinde Hz. Hüseyin (a.s); Âdem (a.s), Nuh (a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s), İsa (a.s), Muhammed (s.a.a) ve Müminlerin Emiri’nin (a.s) varisi olarak tanıtılmaktadır. Hz. Hüseyin’e (a.s) ulaşan bu miras, mal ve servet mirası değildir. Manevi haletler, ilâhi ilimler, güzel ahlâk, yücelik, fazilet ve şerafettir. Neden biz babalar da bütün bu manevi sermayeden nasiplenmeyelim ve böylece çocuklarımız da bundan istifade etmesinler!

Sapık Babalar Ve Çocukların Görevi

Bir ailede, evin erkeğinin dini terbiyeden yüz çevirmiş olması, Hak Teâlâ’nın emirlerini icra etmesinden kaçınması, gerçeklere teveccüh etmemesi, ilâhi gerçekleri reddetmesi mümkündür. Akli rüşte eren çocuklar ilk aşamada, yumuşak bir dil, güzel bir ahlâkla, onları hakka davet etmelidirler. Onu dünyada aşağılık bir hale gelmekten ve ahiret azabından kurtarmaya çalışmalıdırlar. Eğer kabul etmezse, kendilerini onun yanında korumalı, hayatın temizliklerini, onun kirlilikleriyle kirletmemelidirler.

Bu konuda, genç yaşlarında Uhut savaşında Allah Resulü’nün (s.a.a) yanında şehit olan temiz, mümin, mücahit ve âşık bir genç olan Mus’ab b. Umeyr’i örnek almalıdırlar.

Mus’ab’ın anne ve babası, müşrik idiler. Mus’ab onların çok sevdiği bir çocuğuydu. Ama Mus’ab fıtrat ve aklına uyarak Peygamber’e (s.a.a) iman etti. Allah Resulü’nün (s.a.a) emriyle, Peygamber hicret etmeden önce, Medine halkının isteği üzerine davet için Medine’ye gitti. Birçok kimsenin iman etmesini ve Müslüman olmasını sağladı. Medine, Peygamber’in (s.a.a) hicretine ve İslâm’ın yayılmasına, onun zahmetleriyle hazır bir hale geldi. Sonra yüce Peygamber (s.a.a) Medine’ye geldi. Bir gün Mus’ab’ı tabaklanmamış bir deri gömlekle görünce ashabına dönüp Mus’ab’a işaret etti ve şöyle dedi: “Şu kimseye bakınız, Allah kalbini nurlandırmıştır. Ben onu anne babasının yanındayken, en güzel yemekler yediğini, en güzel elbiseler giydiğini gördüm. Ama Allah ve Resulü’nün aşkı, onu gördüğünüz bu hale davet etti.”[581]

Babaları manevi bir hayattan uzak olan ve çocuklarının dindar olmasını, güzel ahlâkla ahlâklanmasını istemeyen, çocuklarını sadece maddi ilimlerde bir yere varmasını arzulayan veya dünya malı elde etmelerini isteyen gençler, babalarına karşı güzel davranmalıdırlar. Sakın onlarla savaşmaya ve kavga etmeye kalkışmamalıdırlar. Onlarla çatışmak, Allah ve Resulü’ne (s.a.a) aykırı davranmaktır. Sadece onlardan etkilenmeyiniz. Allah, Peygamber, İmamlar ve kıyameti, onların batıl ve boş davetleri karşısında zayi etmeyiniz. Bu konuda Muhammed b. Ebu Bekir gibi temiz, mümin, ibadet ehli, mücahit ve yüce bir genci kendinize örnek alınız. Tıpkı onun gibi olunuz. Şüphesiz o Ali’nin (a.s) aşkı, Kur’ân ve Peygamber’in (s.a.a) sünnetiyle amel etmek üzere yaşadı. Sonunda da tatlı canını Allah ve ilâhi dinin hâkimiyeti yolunda şehit verdi. Sizler de Allah, peygamberler ve imamlara karşı aşk içinde yaşayınız. Amel, davranış ve ahlâkınızı ilâhi meselelerle uyumlu kılınız.

Faziletli Bir Baba

Yüce Kum ilmi havzasının kurucusu olan Merhum Ayetullah’il-Uzma Hacı Şeyh Abdülkerim Hairi’nin teyzesinin oğlu, Mihrcerd bölgesinde iki üç günlüğüne tebliğe gittiğim zaman bana şöyle anlattı:

Şeyh Hairi’nin babasının on beş yıl çocuğu olmadı, çok üzülüyordu. Kendisi de bir kasaptı, bu iş onu meşgul edecek bir iş değildi. Yüce eşi ona şöyle dedi: “İhtimalen, çocuk sahibi olmamanın kusuru bendedir. Ben senin sıkıntılarına katlanamıyorum. Kıyamet günü senin üzüntülerinin cevabını veremem. Benim için çocuk sahibi olmak için yeniden evlenmenin hiçbir sakıncası yoktur. Hatta ben senin için uygun bir eş bulmaya gideceğim.” Bir müddet sonra yakınlarında kocası ölmüş genç bir kadını buldu ve eşine onunla evlenmesini teklif etti.

Böylece evlilik gerçekleşti. Düğün gecesi, gelin ve damat eski adet gereğince el ele verdiler, önceki eşinden olan üç yaşındaki bir kız çocuğu da annesinden ayrılmadı. Kızın teyzesi, çocuğu kucağına alıp götürmek istedi, yetim çocuğun ağlama sesini işitince o yüce insan titredi ve kadına şöyle dedi: “O yetimin feryadına tahammül edemem. Dolayısıyla sen benimle olduğun takdirde ve benden bir çocuk doğurduğun zaman bu yetim çocuğun ruhi açıdan zarar görmesi mümkündür. Dolayısıyla ben bu evliliğin hayrından geçtim.” Kadının mehriyesini verdi ve geceleyin, Mihrcerd’e geri döndü. O gece, ilk eşinin yanında kaldı. Hacı Şeyh Abdülkerim’in nutfesi, o yücelik ve affediciliğin mükâfatı olarak vücuda geldi. Sonunda Kum ilmi havzalarını kuran bir çocuk dünyaya gelmiş oldu. Şartlara sahip binlerce âlimin öğretmeni oldu. Kendinden sonra taklit mercilerini terbiye etti.

Onun terbiye ettiği ilk kimselerden biri de soluğuyla İran İslâm devrimini yaratan İmam Humeyni idi. İmam, bu soluğuyla, doğu ve batıyı etkisi altına aldı. İslâmı yok olmaktan korudu. Gittikçe de bütün dünyayı, İslâm’ın bereketli hâkimiyeti altına geçirmeye çalışmaktadır. Büyük insan İmam Humeyni, Hacı şeyh Hairi’nin, o da faziletli ve ilâhi bir varlık olan kasap babasının ürünüdür. Babası nurani ve ihlâs sahibi bir kimseydi. Bu faziletli baba kıyamet günü, Allah bilir çocuğu, çocuklarının öğrencisi ve İran İslâm devrimi sebebiyle ne faydalar görecektir. Bunu sadece ve sadece Allah bilmektedir.

Kötü Baba ve Salih Evlatlar

Haccac b. Yusuf-i Sakafi, aşağılık, soysuz, hain, zalim, katil ve kötü bir kimseydi. Onun soyu, makbul bir soy değildi. Ama onun soyundan Seyyid Murtaza’nın merciiyeti zamanında yüce ve faziletli bir insan, layık bir şair, yüce bir filozof, temiz bir âşık, Ehl-i Beyt dostu, masum imamların, özellikle de müminlerin Emiri (a.s) ve Hz. Hüseyin’in meddahı olan Ebu Abdullah Kâtip adında birisi dünyaya geldi. O geçmiş babalarının halet ve sıfatlarından uzaktı. O akıl ve fıtrat nurundan istifade etti. Hakkı kabullendi, Hakk’ın rengine büründü, Ehl-i Beyt’in teveccühünü kazandı. Öyle ki Mirza Abdullah Efendi’nin Riyaz’ul-Ulema adlı kitabındaki nakle göre, her hangi bir sebeple, Seyyid Murtaza bir defasında ona kaba davrandı. Seyyid geceleyin, Allah Resulü’nü (s.a.a) ve yüce imamları (a.s) rüyasında gördü. Onlara selam verdi. Peygamber (s.a.a) ona soğuk davrandı. Böylece, “Ne hata yaptım? ” diye arz etti. Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu: “Şia ve şairimize karşı uygun davranmadın. Git ondan özür dile.”

Sabah güneş doğunca, O seyyid, yalın ayak bir şekilde, Ebu Abdullah Kâtip’in kapısına vardı. Ondan özür diledi ve gönlünü almaya çalıştı. Yüce gençler! Bu gücü Hak Teâlâ sizlere merhamet buyurmuştur ve dolayısıyla da kendi özgürlüğünüzü ve bağımsızlığını koruyunuz. Kötüler ve kirli kimseler babalarınız da olsa onlardan etkilenmeyiniz. Hak Teâlâ’nın doğru yolunda kalınız veya bu doğru yola girip, sebat gösteriniz.

Yüce Bir Baba

Şirazlı Sadr’ul- Müteellihin, eşsiz bir filozof, hikmet sahibi bir düşünür ve takvalı bir arif idi. O felsefede büyük bir devrim gerçekleştirdi. Bu konuda en ilmi kitapları yazdı. Sadr’ul Müteellihin, Şiraz'da meşhur bir zenginin çocuğuydu. Babası antikacıydı. İnci, mercan alıp satıyor, aynı zamanda devlet içinde de yüce bir makama sahipti. O bütün kalbiyle çocuğunun da kendisi gibi inci ve mercan satmasını istiyordu. Bir müddet babasının yanında kaldı, bir müddet de babasının işini sürdürmek için Buşehr’de ikamet etti. Bir müddet de Basra’da kaldı. Bir iki yıl sonra Şiraz’a geri döndü, babasına büyük bir saygınlık içinde işini terk etmesini ve Şiraz ilmi havzasına gitmek istediğini bildirdi. Yüce babası oğluna şöyle dedi: “Maslahat gördüğün şeyi kabul etmeye hazırım.”

Medrese’ye geldi, servet ve ticaret haneyi terk etti, evden, maddi lezzetlerden ve hoşnutluklardan yüz çevirdi. Çok geçmeden, babasının sevgi ve muhabbeti sayesinde, gençlik yıllarında ünlü bir bilgin oldu. Şiraz ilmi havzası, ona ilmi ders verebilecek birini bulamadı. O babasından izin alarak İsfahan’a gitti, bu teklifi hemen kabul edilince, İsfahan’a geldi. Şeyh Bahai, Mir Damat ve Mir Fenderesk’in derslerine katıldı ve bir müddet sonra da Sadr’ul-Müteellihin oldu.

Evet, babanın ahlâkı, aile reisinin yumuşak huyu, anlayışı, görüşü, onu antika satan bir mağaza işçiliğinden filozofların ve hikmet sahibi kimselerin üstadlığı makamına eriştirdi. Gerçekten de yüce bir baba, basiret sahibi bir baba, merhamet ve bilinç sahibi bir baba, insanlık, ilim ve bilgi dünyasına, ne kadar da tatlı bir ürün teslim etmektedir.

Haram Yiyen, Ali Ekber Gibi İnsanlar Terbiye Edemez

Çocukluk yıllarımda bizim sokakta, yüce, takvalı ve düzenli bir yaşlı kimse yaşıyordu. Tahran pazarında komisyonculuk yapıyordu. Tüccarlar, onun dini, edebi ve esenliği sebebiyle, alış verişine çok güveniyorlardı. Günde beş vakit namaza geliyordu. Çocukların camiye gelmesi hususunda çok ilginç bir etkiye sahipti. Onun aşkıyla camiye ve hatta sabah cemaatine katılanlardan biri de bendim. Seksen yıllık ömründen, bizlere çok ilginç hikâyeler anlatıyordu. Bu hikâyeler oldukça eğitici ve uyandırıcı hikâyeler idi. Bir defasında, söylediğine göre, Nasır Hosrav bölgesinde, imanlı ve nuraniyet sahibi bir genç, annesi ve babasıyla birlikte yaşıyordu. Babası, şer’i meselelere riayet etmiyordu. Ama kendisi ilim ehli kimselerle ve dini toplantılarda, oturup kalktığı için, babasının halinden sıkıntı çekiyordu. Babasına, yaptığı şefkatli öğütlerinin hiçbir etkisi olmuyordu. Bir gün üzüntülü bir halde, küserek Rey şehrine, Hz. Abdulazim’in mezarının yanına gitti. Orada bir yıl seyyar satıcılık yaptı. Pazar halkı için şer’i meseleleri söylüyordu. Aşura sabahı, anne babasını görmek için Tahran’a geldi. Anne babası, yas merasimlerine katılmak için devlet tekkesine gitmişti. Kendisi de oraya doğru yola koyuldu. Tesadüfen, yas töreninde, Şimr’in rolünü üstlenen kimse, hastalanmıştı ve o gün yas merasimine katılmamıştı. Yas merasimini düzenleyen kimse, o genci gördü. Onu önceden tanıdığı için, onu yas merasimini düzenlemeye davet etti.  

O da kabul etti, elbisesini giydi, meydana çıktı, büyük bir maharetle rolünü oynadı. Babası, onca insan arasında onu tanıdı, ama oğlunun Şimr’in rolünü üstlendiğinden dolayı rahatsız oldu. Toplantı bittikten sonra herkes evine döndü. Babası oğluna, “Yemek yedin mi? ” diye sordu. Çocuk, “Hayır” dedi. Babası şöyle dedi: “Evin arka odasında bir pekmez küpü ve yoğurt kabı vardır. Onu getir ve ye.” Çocuk pekmez küpünün yanına gelince, pekmezin içine ölü bir farenin düşmüş olduğunu gördü. Sadece yoğurt kabını alıp yemeğe başladı. Babası, “Neden pekmez getirmedin? ” diye sorunca, çocuk şöyle cevap verdi: “İçine ölü bir farenin düştüğünü gördüm. Dolayısıyla necistir ve necisi yemek ise haramdır.” Babası sert bir tonla oğluna şöyle dedi: “Henüz bu gericiliğinden el çekmedin mi? ” Bir müddet sustuktan sonra da şöyle dedi: “Oğlum! Bir yıl sonra eve daha yeni döndün, neden hemen gidip Şimr’in rolünü üstlendin? Neden Ali Ekber’in rolünü kabullenmedin? ” Çocuğu oldukça ilginç ve güzel bir tonla şöyle cevap verdi: “Babacığım! İçinde ölü olan bir pekmezi yiyen kimsenin nutfesinin Ali Ekber’e dönüşmesini bekleme. Haram yemenin neticesi Şimr’dir.” Ey gençler! Sizler gerekli şartları haiz babalar olmaya çalışınız ki çocuklarınız da salih ve layık kimseler olsunlar. Eğer sizlerde bir ayıp varsa ve bu ayıbınız çocuğunuzun batıni yapısını bozmaya neden olabilecekse, hemen o ayıbınızı gidermeye çalışınız. Gerçekten de kıyamet bütün insanlar için çok ilginç bir gündür.


Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuğun babası üzerindeki hakkı, ona güzel isim vermesi, edebini güzelleştirmesi ve Kur’ân öğretmesidir.”  (Nehc’ül-Belâğa, 399. Hikmet)

  

 

Yirmi Beşinci Bölüm

 

Çocuğun Anne ve Baba Üzerindeki Hakları


Hayra Doğru Bir Yol

Sözün başlangıcında Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) melekuti kalbinin doğusundan insanı hayra doğru çağıran melekuti, hikmet dolu ve faydalı bir sözüne işaret etmeyi gerekli görüyorum.

Müminlerin Emiri (a.s), kendisine, “Hayır nedir? ” diye soran birisine cevap olarak şöyle buyurmuştur: “Hayır; malının veya evladının çoğalması değildir. Şüphesiz ki hayır, ilminin çoğalması, hilminin büyümesi ve rabbine ibadet sayesinde insanlar arasında yücelmendir. O halde eğer iyilik yapmış olursan, Allah’a hamd edersin; eğer kötülük etmiş olursan, Allah’tan bağışlanma dilersin. Dünyada sadece iki kişiye hayır vardır: Birisi günah işlediğinde hemen tövbeyle telafi eden, diğeri ise hayırlara koşan kimsedir. Takvayla yapılan hiçbir amel az değildir; makbul olan bir amel nasıl az olabilir! ”[582]

Bu melekuti açıklamada şu üç hakikate işaret edilmiştir: İlim, sabır ve Hak Teâlâ’ya ibadet olan bu ikisini hayata geçirmek. Sonunda da şu anlama teveccüh edilmiştir ki ilim, sabır ve bu ikisinin hayata geçirilmesi, günahlardan temizlenmek, suçlardan uzak durmakla birlikte olmalıdır. Ancak bu şekilde Hak Teâlâ’nın kabul edeceği bir davranış olacaktır. Sahibinin takvası bir ilim, günahtan sakınmakla birlikte olmayan bir hilim ve takvanın etkili olmadığı bir ibadet, zarar ve ziyan üreten bir fabrika konumundadır ve de elekteki su mesabesindedir.

Bu dünyada bir yere varan kimseler, bu makama ilim, basiret, ibadet, tövbe, takva ve sakınmakla ulaşmışlardır.

Cahiller, akılsızlar, kapasitesiz ve tahammülsüz insanlar, heva ve heves esirleri, günah bataklığına saplananlar, hayır iyilik ve güzellikten kaçanlar, boş, faydasız insanlar zarar ve ziyan kaynaklarıdır.

Velhasıl, çocuğun anne ve baba üzerindeki hakları hususunda bu nuraniyeti ve melekuti cümlelerden istifade edildiği üzere baba ve anne ilk aşamada İslâm'a göre çocukları hususunda taşıdıkları sorumluluk ve görevlerini yakından bilmeli, bu konuda basiret sahibi olmalıdırlar. Sonraki aşamada ise sabır ve tahammül içinde olmalı, büyük bir ibadet olan o emirleri hayata geçirerek batınlarındaki bu ibadet sebebiyle övünmeli, mutlu olmalıdırlar. Çocuklarına yönelme başarısı ve onların haklarına riayet etme hususunda Hak Teâlâ’ya şükranda bulunmalıdırlar. Eğer bu konuda onlardan bir hata ortaya çıkmışsa, Hak Teâlâ'nın dergâhından mağfiret dilemeli, bütün boyutlarıyla takva meselesine riayet etmelidirler ki çektiği zahmetler boşa çıkmasın.

Çocuğun insan üzerindeki haklarına yönelme ve o hakları eda etmek için zahmete katlanmak, şüphesiz büyük bir ibadet ve yüce bir hayırdır. Bunun faydaları ise dünya ve ahirette insana nasip olacaktır.

Çocukların Anne ve Baba üzerindeki Hakları

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çocuğun baba üzerindeki bir hakkı da ona yazmayı, yüzücülüğü, ok atıcılığı öğretmesi ve onu sadece helal ve temiz şeylerle rızıklandırmasıdır.”[583]

Elbette bu işlerin bazısında direk bir müdahalede bulunmanın bir gereği yoktur. Baba çocuğunu okula gönderince ve yüzücülük ve ok atıcılık öğreten temiz merkezlere gönderince onun hakkına riayet etmiş olur. Temiz ve helal yiyecek hususunda da çok önemli bir görevi vardır. Bu görevi hakkında mümkün olduğu kadar dikkat göstermelidir ki dünya ve ahirette kendisi için bir sorun ortaya çıkmasın.

Eğer bütün okulların yanında spor salonları ve camilerin de olması, ne kadar güzel olurdu! Böylece ülkedeki çocuklar ders okuduktan sonra, yüzücülük ve ok atıcılık öğrenmek için spor salonlarına gider, sonra da şer’i ibadetleri öğrenmek ve ibadette bulunmak için camiye gelirlerdi ve böylece de bedensel ve fikirsel gelişim dengeleri üzere ruhsal ve terbiyevi gelişim gösterirlerdi. Yazmak ve ya genel anlamıyla okuryazar olmak, yüzmek, ok atmak ve helal yemek ülke çocukları için bir güç ve kudret kaynağıdır. Çocuklar bu yüce kuvvetlere sahip oldukları takdirde birçok tehlikeden güvende kalacaklardır. Bu işlerin ardı sıra gitmek gençleri ve çocukları terbiye edecek, onların batıni güçlerini dengeli kılacak, özellikle de şehvet ve içgüdülerini kontrol etmede etkili olacaktır.

Şeyh Bahai “Muhillat” adlı kitabında, helal mal hususunda, kim olduğunu anlayamadığım Hasan adlı büyük bir şahsiyetten şöyle dediğini nakletmektedir: “Eğer bir parça helal mal elde edecek olursam, onu kurutur, havanda döver, yumuşak bir un haline getiririm. Sonra onu bir yerde korurum, böylece tedavisi zor olan bir hasta yanıma geldiğinde o halis helal olan ekmekten bir zerresini ona veririm, böylece o helal lokmadan yediği için hastalıktan kurtulur.”

Helal ve Haramın Etkileri

 Din ve insanlara hizmet eden büyük âlimlerden biri benim için şunu nakletti: Kum’da İmam Humeyni’nin (r. a) hizmetinde ilim tahsil ettiğim günlerde, Aşura günlerinde tebliğ için çeşitli şehir ve bölgelere gidiyordum.

Yine böylesi bir Aşura günlerinde İmam Humeyni’nin huzuruna vardım ve kendisine şöyle arz ettim: “Bu yıl yeni bir yere davet edildim, bana dua ediniz ve gitmem için bana izin veriniz.” İmam bana dua etti, insanlara davranış ve dini tebliği etme hususunda bir takım öğütlerde bulundu.

Böylece gitmem gereken yere gittim, oraya gittiğim ilk günlerde nüfusu iki üç bin olan o bölgede küreği omzunda nurani bir yüze sahip çiftçi birini gördüm. Bana tebliğ için mi geldin? ” diye sorunca ben, “Evet” dedim. O şöyle dedi: “Burada sadece Allah’ın helal ve haramını beyan et, zira bu bölgenin insanlarının bu tür meselelere olan ihtiyacı diğer meselelere olan ihtiyacından daha çok muhtaçtır. İnsanların çoğu helal ve harama riayet etmemektedir. Daha sonra bana şöyle dedi: “Bu on gün içinde benim evimden başka bir eve gitme, ben büyük bir dikkatle ilâhi helal ve haramlara dikkat ediyorum. Benim yemeğimi yemek, senin kalbini nurlandıracak, konuşmaların daha güzel olacaktır.”

Onun evine gittim, onun dediği gibi rahat bir şekilde hiçbir dil sürçmesi olmaksızın yüce konuları ifade ederek minberde konuşmalarımı yapıyordum.

O, sabah erken vakit çöle gidiyor, akşam namazı vakti camiye geliyordu. Konuşmamı yaptıktan sonra da birlikte evine dönüyorduk. Bir gün ondan habersiz bir şahsın ısrarı üzere o şahsa misafir oldum. O gece konuşma esnasında üzerimde bir ağırlık ve konuşmalarımda bir sınırlılık hissettim. Gerçi dinleyiciler bunu anlamadılar. Ama ben konuyu beyan ederken bir sıkıntı çekiyordum. Beni ağırlayan köylü o cemiyet arasından iki üç defa bana öfke ile baktı, onun bu bakışlarından bana itirazda bulunduğunu anladım. Toplantı bittikten sonra eve geri döndüm, sert bir ifade ile bana şöyle dedi: “Karnına bıçak saplansın emi! Bugün benim evimden başka bir eve gittin. Ben senin bu konuşmanın durumundan bu anlamı derk ettim. Burada olduğun müddetçe başka bir yere gitmeye hakkın yoktur. Ömrünün sonuna kadar da yemek ve insanların evine gidip gelmek hususunda dikkatli ol; zira helal lokma nuraniyet getirir, haram lokma ise karanlık icat eder.”

Yeniden Allah Resulü’nün (s.a.a) ekmek ve ekmeği evine götürmenin adabı hususundaki şu arşi ve melekuti sözüne dikkat ediniz: “Çocuklarına ancak temiz rızık vermelidir.”

Zahit Şeyh

 Tahran’da Şeyh Muhammed Hüseyin adında bir zahit vardı. Zühdün anlamı onda pratik olarak tecelli etmişti. Gençlerden çoğunu cami ve dini toplantılara çekmiş, onları dini terbiye ile süslemişlerdi.

O şöyle diyordu: “Bir yere davet edildim ama gitmemem gerekiyordu, farkında olmadan gittim. Bir dondurmayı zorla yedim. Gece namaz ve ibadet için ayağa kalktığımda abdest ve taharet yolunda merdivenlerden düştüm, alnım yarıldı, eşim yarılmış alnıma ilaç sürdü ve bağladı, şiddetli ağrıdan dolayı ibadetimi sürdüremedim, başımı yastığa koyup uyudum. Uyku âleminde şu cümleyi işittim: Ey Şeyh! Sen dondurma! ” Aniden uyandım ve başımın yarılmasının onun cezası olduğunu anladım.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Evladın baba üzerindeki hakkı, onu güzel bir isimle isimlendirmesi, buluğa erdiğinde onu evlendirmesi ve ona yazmayı öğretmesidir.”[584]

Bir şahıs Allah Resulü’ne (s.a.a), “Çocuğumun üzerimdeki hakkı nedir? ” diye sorunca “İsmini güzel koy, güzel terbiye et ve onu güzel bir yere koy.” diye buyurmuştur. [585]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kimin çocuğu evlenme çağına gelir ve yanında onu evlendirecek bir şey bulunur da onu evlendirmezse sonra çocuk için bir günah ortaya çıkarsa bunun günahı babanın üzerine olur.”[586]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuğun, babası üzerindeki hakkı, ona güzel isim vermesi, edebini güzelleştirmesi ve Kur’ân öğretmesidir.”[587]

Ensardan birisi İmam Sadık’a (a.s) şöyle dedi: “Kimin hakkında iyilik yapayım? ” İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Anne ve babana iyilik yap.” O şahıs, “Anne babam ölmüştür” deyince İmam (a.s), “Çocuğuna iyilik yap” buyurdu.[588]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınızı üç haslet üzere terbiye ediniz: “Peygamberinize sevgi, Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne sevgi ve Kur’ân okumak.”

Allah Resulü’nü (s.a.a) ve temiz Ehl-i Beyti’ni çocuklarına öğretmek, babaların bir görevidir.

Bir çocuk çocukluk çağından itibaren Allah Resulü’nü ve Masum İmamları tanımalıdır ki onları tanıma ve onlara aşk duymakla gelişsin, hayatın tüm alanlarında onların rengine bürünsün, onlardan başkasını hayatında kendine örnek almasın. Şüphesiz insan için en iyi hayır Allah Resulü’ne (s.a.a) ve imamlara (a.s) âşık olmak ve ilâhi evliyalara uymaktır.

Tatlı Bir Hatıra

Tebliğ için ilk defa Tebriz’e davet edildiğimde beni davet eden şahsa benim için fakirlerin oturduğu sıradan bir ev temin etmesini şart koştum. Tebriz’e gidince bu şartın yerine getirilmiş olduğunu gördüm. Orta sınıf halkın oturduğu bir bölgede iki katlı bir evi vardı. Bir katında ailesi yaşıyor, diğer katı ise Hüseyniye olarak kullanılıyordu. Ev sahibinin normal bir geliri vardı. Geceleyin namaz ve ibadet ehli idi. İlginç bir insan görünümünde idi.

Bana şöyle dedi: “Bu eve neden geldiğini biliyor musun?” Ben şöyle dedim: “Tahran’dan beni buraya davet eden kimselere bu durumu şart koştum” O şöyle dedi: “Hayır! Bunun sizinle bir ilgisi yoktu. Ben Arefe günü Meşhed'de sizin Arefe duanıza katıldım. Duadan sonra akşam güneş batarken İmam Rıza’nın (a.s) haremine vardım. Ağlayarak İmam Rıza’ya (a.s) şöyle arz ettim: “Eğer bu şahıs bir gün Tebriz’e gelirse benim evime gelsin.” Bu İmam Rıza’nın (a.s) düzenlediği bir programdır. Sizler sekizinci İmam’ın davetiyle benim evime geldiniz. Bu evim, ben, eşim ve çocuklarım, Ehl-i Beyt’in hizmetindeyiz. Ehl-i Beyt’e hizmet edenlerin hizmetçisiyiz.”

Daha sonra da babasından benim için ilginç bir olay naklederek şöyle dedi: “Babam bütün ömrü boyunca gece namazı kılan ve ibadet eden bir kimseydi. Beni on üç, on dört yaşlarında sevgi ve muhabbetle uyandırıyor ve şöyle diyordu: “Oğulcağızım! Bütün insanlar uyumaktadır çok uygun bir zamandır, gel bir köşeye giderek birkaç saat de olsa Hz. Hüseyin’in (a.s) mazlumiyeti için ağlayalım. Biz Hüseyni insanlarız, Hüseyni olarak büyüdük, Hüseyin’den asla el çekmeyiz, kıyamete kadar da onun hizmetinde olacağız.”

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuk yedi yaşına kadar oyun oynasın, diğer yedi yıl Kur’ân öğrensin ve diğer yedi yıl da helal ve haramı öğrensin.”[589]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınız ilim öğrenmelerini emrediniz.”[590]

Hakeza İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınıza namazı öğretiniz ve buluğ çağına eriştiklerinde de namaz meselesini ciddiye almalarını sağlayınız.”[591]

Allah Resulü’nden (s.a.a) çok önemli üç rivayette şöyle buyurduğu yer almıştır: “Çocuklar anne babasına eziyet edince, onların haklarını zayi etmiş olduğu gibi, babalar ve anneler de çocukların haklarına riayet etmediği takdirde, onların haklarını çiğnemiş olurlar. Anne ve babaların haklarına riayet etmek çocuklara farz olduğu gibi, çocukların anne ve babaların haklarına riayet etmesi de farz ve gereklidir.”[592]

Anne ve Babalar Dikkat Etmelidirler

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim çocuğunu öperse, Allah onun için bir iyilik yazar; her kim çocuğunu sevindirirse, Allah kıyamet günü onu sevindirir. Her kim çocuğuna Kur’ân öğretirse, anne ve babası kıyamet günü onu çağırır, onlara nurdan iki elbise giydirilir; öyle ki o ikisinin nurundan bütün cennet ehli nurlanır.”[593]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kimin bir çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.”[594]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kimin bir kız çocuğu olur da onu edeplendirir ve onu güzel terbiye ederse ve ona öğretir ve öğretimini güzel yaparsa ve Allah’ın kendisine verdiği nimetleri de geniş tutarsa, bu onun için ateşe karşı bir engel ve örtü olmuş olur.”[595]

Allah Resulü çocuklar hususunda şunları tavsiye etmiştir: “İlâhi takvaya riayet ediniz, çocuklarınız arasında adaletle davranınız.”[596]

“Sizin aranızda iyilik, şefkat ve adalet üzere davranılmasını istediğiniz gibi siz de çocuklarınız arasında hediye alma hususunda ayrıcalık gözetmeyin.”[597]

“Allah çocuklar arasında hatta öpme hususunda bile adalete riayet etmenizi istemektedir.”[598]

Allah Resulü bir şahsı iki çocuğundan birini öpüp de diğeriyle ilgilenmediğini gördüğünde ona şöyle buyurdu: “Neden öpme hususunda o ikisinin arasında adalete riayet etmiyorsun? Öpmek istiyorsan her ikisini de öp.”[599]



“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana babaya da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.”  (İsrâ/23)

 

 

Yirmi Altıncı Bölüm

 

Anne ve Babanın Çocuk Üzerindeki Hakları

 

Ağır Bir Görev

Anne ve babanın hakkını eda etmek o kadar ağır, zarif, dakik ve büyük bir tahammül ve sabrı gerektirmektedir ki Hak Teâlâ’ya ve kıyamete iman eden gerçek müminler dışında hiç kimsenin yapabileceği bir iş değildir. Hangi mümin? Sıfat ve hususiyetleri Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen mümin:

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamberi’ne çağırıldıkları vakit: “İşittik, itaat ettik” demek, ancak iman edenlerin sözüdür, işte saadete erenler onlardır. Allah’a ve Peygamber’e itaat eden, Allah’tan korkan ve O’ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtulanlardır.”[600]

Şimdi Hak Teâlâ’nın anne ve baba hakkını beyan eden mübarek İsrâ suresindeki ayeti mülahaza ediniz.

Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana babaya da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “of” bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin. Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et! ” de.”[601]

Anne ve babanın hakkını, Allah-u Teâlâ’nın hakkının hemen ardından zikreden ve böylece konunun büyüklüğünün delili olan bu ayet-i şerifenin gerçek tefsir, açıklama ve manası çok değerli bir kitap olan Kafi, c. 2, s. 57’de hakkı söyleyen İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen birinci rivayette yer almıştır.

Değerli Kafi kitabı, gaybet-i suğra döneminde yaşayan değerli yazarı merhum Kuleyni (r.a) sebebiyle ve özellikle de masumun asrına yakın dönemde yaşamış ravilerden alınmış olan rivayetler ve muhtevası hasebiyle, tertip ve düzeni sebebiyle telif edildiği günden bu güne kadar kendisine gösterilen teveccüh nedeniyle ve de Ehl-i Beyt fıkhının ve usul-i din’in çok önemli kaynaklarından birisi olduğu sebebiyle diğer kitapların sahip olmadığı çok özel bir itibara sahiptir. Öyle zannediyorum ki bu ayetin, Kafi gibi bir kitapta, hem de İmam Sadık (a.s) gibi birinin beyanıyla, anne ve baba hakkını beyan eden bu tefsirden sonra artık hiç kimse için bu konuda bir özür kalmamıştır. Ravi şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) bu ayetin anlamını sordum. İmam şöyle buyurdu: “Anne ve babaya ihsanın anlamı, onlarla güzel ve tatlı bir huy, güzel bir hal, sabır ve tahammül ile oturup kalkman, usangaçlık ve asık suratla onlara karşı davranmaman, her ne kadar müstağni de olsa, onlar senden istemeye mecbur kalmadan onların ihtiyaçlarını gidermen ve onları görmeye gittiğinde eli dolu olarak gitmendir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmamış mıdır: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz.”[602]

Bu ayette de Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlardan biri veya ikisi yaşlılık çağına erişince, onlar bu yaşlılık, zayıflık ve tahammülsüzlük sebebiyle, seni üzecek bile olurlarsa, yine de onlara öf bile deme, seni döverlerse sesini yükseltme, onlarla güzel bir şekilde konuş, yüce sözlerle karşıla. Eğer yine sana el kaldıracak olursa, onlara şöyle de: “Allah, her ikinize de mağfiret etsin” ve işte bu söz yüce bir sözdür.

İmam daha sonra şöyle buyurmuştur: “Onlara karşı son derece mütevazı ol, onlara karşı rahmet ve şefkat gözüyle bak, onların sesine ve eline karşı sesini ve elini kaldırma, onlardan önce oturma ve onlardan öne geçme. Onlara dua et ve şöyle de: “Allah’ım! Bu ikisine rahmet et. Nitekim onlar da bu yaşıma gelinceye kadar beni terbiye ettiler.”

Başka bir ayette ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş banadır. Ey insanoğlu! Ana baba, seni, körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz banadır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.”[603]


İlginç Bir Nükte

Hz. Musa risaletle gönderildiği zaman Firavun’a karşı yumuşak söz söylemekle emrolundu. Bunun sebebini sorunca da şöyle bir cevap işitti: “O on beş yıldır senin zahmetini çekti, süt emdiğin dönemden gençlik dönemine kadar seni büyütmek için birçok sıkıntılara katlandı. O halde sana karşı adeta babalık hakkına sahiptir. Dolayısıyla sen ona karşı yüksek sesle konuşma ve ona kaba davranma.”

Zarif Bir Mesele

Menhec tefsirinde “Seni öksüz bulup da barındırmadı mı?”[604] Ayetinin tefsirinde şöyle yer almıştır: “Allah-u Teâlâ Resulü’ne şöyle buyurmuştur: “Ben, sen henüz doğmadan babanı dünyadan aldım, çocukluk döneminde de anneni ahirete intikal ettirdim. Zira eğer hayatta kalacak olsalardı, nübüvvet yüküne tahammül etmek ve bir yandan da anne ve babanın haklarını eda etmek, senin belini kıracaktı.”

Anne ve Baba Hakları Hakkında Rivayetler

Ravi İmam Sadık’a (a.s) şöyle sordu: “Hangi amel daha üstündür?” İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Namazı vaktinde kılmak, an-ne babaya iyilik yapmak ve aziz ve celil olan Allah yolunda cihat etmek.”[605]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden birinin ölü veya diri anne babasına iyilik etmesine engel olan nedir?”

Birisi, “Dünyadan göçmüş olan anne babaya karşı ne yapalım?” diye sorduğunda İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Onların adına namaz kılsın, onların adına sadaka versin, onlar adına hacca gitsin ve onlar adına oruç tutsun.”[606]

Zekeriya b. İbrahim’in Müslüman Olması

Zekeriya şöyle diyor: “Ben bir Hıristiyan idim ve bağnaz bir Hıristiyanken Müslüman oldum, sevinç içinde Mekke’ye gittim, İmam Sadık’ın (a.s) huzuruna vardım. Bana şöyle buyurdu: “Eğer bir sorun varsa sor.” Ben şöyle arz ettim: “Ailem Hıristiyan’dır, o ailede Müslüman olan sadece benim. Annemin gözleri görmüyor, ben mecburen onunla birlikte yaşıyorum. Zira annem ve babamın benden başka kimsesi yoktur. Onlarla yemek yememi, onların kabından yememi istemektedirler.” İmam şöyle buyurdu: “Anne ve baban domuz eti yiyorlar mı? ” Ben, “Hayır” dedim. İmam, “Domuz ile hiçbir ilişkileri var mıdır? ” diye sordu ve ben, “Hayır” dedim. İmam şöyle buyurdu: “O halde o aileden ayrılma, annen babandan ayrı durma, annene hizmet et, işleri yap, onu banyoya götür, elbiselerini değiştir, ağzına lokmasını ver.”

Kufe’ye döndüğüm zaman İmam’ın annem hakkındaki bütün emirleriyle amel ettim. O bana şöyle dedi: “Bana gerçeğini söyle, sen Müslüman mı oldun? ” Ben şöyle dedim: “Evet, bütün bu hizmetleri ve muhabbetleri de zamanımın imamı ve Allah Resulü’nün oğlu olan İmam Sadık’ın (a.s) emriyle yaptım.” Annem: “O, peygamber midir?” diye sordu. Ben şöyle arz ettim: “Hayır, o altıncı İmamdır ve Allah Resulü’nün torunudur.” Annem şöyle dedi: “Hayır, benim hakkımda yaptığın bu işler, Allah’ın peygamberlerinin emridir, ben körüm, kör olduğum halde de senin dininin daha iyi bir din olduğunu anlıyorum. Beni de dine hidayet et.”

Böylece annem de benim vasıtamla Müslüman oldu, öğle namazını benimle kıldı, akşam namazı vakti geldiğinde şöyle dedi: “Yine namaz kıl ki ben de seninle birlikte namaz kılayım. Zira ben öğle namazından lezzet aldım.” Böylece akşam namazını da benimle kıldı ve namazdan sonra dünyadan göçtü. Burada İmam’ın bana söylediği şu sözü hatırladım: “Eğer annen dünyadan göçerse, sen onu defnet.”

Sabah erkenden Şiileri haberdar kıldım, onlar, “keşişe söyle” dediler. Ben, “o Müslüman olmuştu” dedim. Böylece onlar iş bitinceye kadar bana yardımcı oldular. [607]

Cabir-i Cu’fi ise şöyle diyor: “İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda idim. Bir şahıs şöyle dedi: “Annem ve babam Ehl-i Sünnettendir ve çok bağnazdırlar, onlara nasıl davranayım? ” İmam şöyle buyurdu: “Sen gerçek Şiilerimize karşı nasıl davranıyorsun? ” O şahıs şöyle arz etti: “Aşk, muhabbet gösteriyor ve sorunlarını halletmeye çalışıyorum.” İmam şöyle buyurdu: “Anne ve babana karşı da aynı şekilde davran.”[608]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir genç anne ve babası hayattayken onlara çok hizmet ediyor, ölümünden sonra da anne ve babasının vasiyetinde şu cümleyi görüyor: “Oğlum, bir miktar borçluyuz. Bu borcumuzu ödeyemedik, sen bizim tarafımızdan bu borcu öde.” O genç şöyle diyor: “Beni asla ilgilendirmez, hayatları zamanında bunu kendileri ödemeliydi.” O genç, Allah-u Teâlâ’dan onlar için mağfiret bile dilemiyor, bundan dolayı Allah onu, anne babaya asi olan kimselerden yazılmasını emreder. Bir çocuk da anne ve babasının zamanında onların hakkını zayi ediyor, ama ölümünden sonra onların borcunu ödüyor ve onlar için mağfiret diliyor. İşte bundan dolayı anne babasına iyilik edenlerden sayılır.”[609]

Emali kitabında İmam Sadık’tan (a.s) rivayet edildiği üzere Musa (a.s) arşın gölgesinde çok güzel bir yüz görünce şöyle arz etti: “Arşın başına gölge saldığı bu şey nedir? ” Kendisine şöyle hitap edildi: “Bu şahıs, anne ve babasına çok iyilik etmiştir, dolayısıyla da dosyası, laf taşımaktan ve iki kişinin arasını bozmaktan temizlenmiştir.”

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eğer, ölümün sizlere kolay olmasını istiyorsanız, akrabalarınıza başvurunuz, anne ve babanıza iyilik ediniz. Bu durumda ölüm meleğinden şu söz işitilir: “Ona sıkı davranmayınız.”Yine bu iş, ömrün sonuna kadar fakirliği sizden uzaklaştırır.”

Bir şahıs Kâbe’nin yanında Ebu Zer’e şöyle dedi: “Ali’nin yüzüne çok bakıyor musun?” Ebu Zer cevabında şöyle dedi: “Ben Peygamber’in yanındaydım, benimle Fatıma’nın arasında fazla bir fasıla yoktu. Bana hitaben şöyle buyurdular: “Ali b. Ebi Talib’e bakmak ibadettir, anne babaya şefkat ve rahmetle bakmak ibadettir.”[610]

Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Anne ve babanın, Allah’a isyan dışında her konudaki sözünü kabul et.”

Yedinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bir şahıs, Allah Resulü’ne şöyle arz etti: “Bana, baba haklarını söyle.” İmam şöyle buyurdu: “Onu ismiyle çağırmaması, ondan önce yürümemeli, ondan önce oturmamalı ve ona sövülmesine sebep olmamalı.”[611]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Anne ve baba hakkında çocuklara üç şey farzdır: Her haliyle onlara teşekkür etmeli, Allah’a isyan dışında emir ve yasaklarını kabullenmeli, gizli ve açıkta onların hayrını dilemelidirler.”[612]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Anne babasının hakkına riayet etmeyen kimseye şöyle denilir: İstediğin gibi davran, şüphesiz ben seni bağışlamayacağım.”[613]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İki şeyin cezası hususunda dünyada acele edilir: “Zina ve anne babaya karşı gelmek.”[614]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Herkim anne babasını üzerse, şüphesiz onlara asilik yapmıştır.”[615]

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Anne ve babaya sert bakmak, onlara isyan sayılır.”

Bir şahıs Allah Resulü’ne şöyle arz etti: “İşlemediğim çirkin bir amel yoktur. Acaba bana tövbe yolu açık mıdır?” Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Anne baban hayatta mıdır? ” O şöyle dedi: “Annem vefat etmiştir, ama babam hayattadır.” Peygamber şöyle buyurdu: “Eğer bütün günahlarının bağışlanmasını istiyorsan, git ve babana iyilik et.” O şahıs, camiden çıktığı zaman Peygamber şöyle buyurdu: “Keşke annesi (hayatta) olsaydı.”[616]

Hz. Musa (a.s) üç defa, Allah’tan kendisine tavsiyede bulunmasını isteyince kendisine şöyle hitap edildi: “Sana iki defa anneni, bir defa da babanı tavsiye ediyorum.”[617]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Üç şeyde hiç kimse için özgürlük yoktur: İyi ve kötüye emaneti eda etmek, iyi ve kötüye verilen ahde vefa göstermek, iyi ve kötü anne babaya iyilikte bulunmak.”[618]

Şeyh Ensari ve Annesi

Yüce şeyh, büyük fakih ve müçtehitlerin sonuncusu olan Şeyh Ensari, annesini banyonun yanına kadar omzunda taşıyor, hamamcı bir kadına teslim ediyor ve işi bitinceye kadar annesini eve götürmek için orada bekliyordu.

Her gece annesinin elini öpmeye geliyor, sabahleyin onun iznini alarak evden dışarı çıkıyordu. Annesi öldükten sonra çok ağladı ve şöyle buyurdu: “Ben, anneye hizmet gibi büyük bir nimetten mahrum kaldığım için ağlıyorum.” Şeyh Ensari, annesinin ölümünden sonra da birçok işi, ders vermesi ve insanların kendisine müracaatta bulunması olduğu halde annesinin ömrünün tüm farz namazlarını kıldı. Oysa annesi de kendi zamanının dindar kadınlarından biriydi.

Anneye Eziyet Eden Kimse

Bir genç ölmek üzereydi. Allah Resulü onu ziyarete gitti. Ona şehadeteyn kelimesini telkin buyurdu. Ama genç yüz çevirdi. Şehadeteyn[619] kelimesini söylemekten sakındı. Allah Resulü şöyle buyurdu: “Bu gencin annesi var mıdır?” ona, “evet” diye arz ettiler. Peygamber annesini çağırdı ve şöyle buyurdu: “Sen çocuğundan rahatsız mısın?” Annesi, “Evet” dedi. Peygamber şöyle buyurdu: “O halde oğlundan razı ol. Zira dili şehadeteyn kelimesini söyleyemiyor.” Annesi şöyle arz etti: “O kalbimi çok yakmıştır. Ben ondan rahatsızım.” Peygamber şöyle buyurdu: “Benim hatırım için ondan razı ol” Böylece kadın sadece Allah Resulü’nün hatırı için ondan razı olduğunu bildirdi. Resulullah tekrar o gence şöyle buyurdu: “Hak Teâlâ’nın birliğine ve benim risaletime şahadette bulun.” O genç şehadet getirdi. Peygamber şöyle buyurdu: “Neden önce söylemedin? ” O şöyle arz etti: “Korkunç bir canavar bana saldırıyordu ve beni bu kelimeyi söylemekten alı- koyuyordu. Şimdi bu canavar uzaklaştı ve ben de kolay bir şekilde şehadeteyn kelimesini söyleyebildim.”[620]

İmam Seccad (a.s) annenin hakkı hususunda şöyle buyurmuştur: “Annen seni, dokuz ay veya daha az bir müddet, ağır bir yük gibi taşımıştır. Oysa hiç kimse, başka bir kimseyi bu şekilde taşıyamaz. Kalbinin meyvesinden sana yedirmiştir. Bunu hiç kimse yapamaz. Bütün vücuduyla seni korumuş, seni doyurmuş ama kendi açlığına teveccüh etmemiştir. Sana su vermiş, kendi susuzluğuna bakmamıştır. Seni giydirmiş, kendisini hesaba katmamıştır. Sıcakta kalmış, ama seni sıcaktan korumuştur. Senin için tatlı uykudan mahrum kalmış, (tüm vücuduyla) seni sıcak ve soğuktan korumuştur. Bütün bunları senin gibi bir evladı olsun diye yapmıştır. O halde sen, bütün bu zahmetleri karşısında merhamet sahibi olan Allah’ın başarısı dışında asla onun çektiği bu zahmetlerin şükranını yerine getiremezsin.”[621]

Hekem isminde birisi şöyle diyor: “Altıncı İmam’a (a.s) şöyle arz ettim: “Babam bana bir ev vermiştir, şu anda o eve geri dönmek istemektedir.” İmam şöyle buyurdu: “Baban kötü bir iş yapmıştır. Ama seninle kavga ederse, sen sesini yükseltme. Eğer bağırıp çağırırsa, sen ona karşı yumuşak konuş.”[622]


 “İnfak edeceğiniz mal; ana baba, yakınlar için olmalıdır. . .” (Bakara/215)

  

 

Yirminci Yedinci Bölüm

 

Erkek ve Kadının Birbirlerinin
Akrabalarına Karşı
Görevleri


Akraba ve Yakınlar

Şüphesiz kadın ve erkeğin bir takım yakınları ve akrabaları vardır. Tertemiz şeriatın sakıncalı görmediği her yerde kadın ve erkeğin, onlardan yüz çevirme hakkı yoktur. Hiçbirisi diğerini onları görmekten ve sahip oldukları haklarına riayet etmekten alıkoyamaz. Kadın ve erkeğin her birinin annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi, amcası, dayısı, halası, teyzesi, yeğenleri, kuzenleri, dayıoğulları, teyze oğulları, halaoğulları, büyük baba, babaanne ve diğer bir takım soy ve nesebi ve hasebi[623] yakınları vardır. Bütün bunları görmek ibadet, onları ziyaret etmek iyilik, onlara gidip gelmek çok yüce bir iştir. Onların sorunlarını çözmenin büyük sevabı vardır.

Kadın erkeğin akrabalarına karşı hassas davranmamalı, eşinin onları eve çağırmasına engel olmamalı, onları görünce yüz çevirmemeli, surat asmamalı veya hepsinden kötüsü erkeğini onlara gidip gelmekten veya sorunlarını halletmeye çalışmaktan alıkoymamalıdır ve erkek hakkında da aynı sözler geçerlidir.

Ev, erkeğin mülküdür, mal ve servetin malikiyeti, Allah-u Teâlâ tarafından erkeğe verilmiştir. Erkeğe itaat etmek, kadın için şer’i bir farzdır. Eşine eziyet etmek ise kesinlikle haramdır. Eşinin anne, baba, kız kardeş, erkek kardeş ve diğer akrabalarına gidip gelmesini kontrol etmek, yüzde yüz ahlâka, fıtrata ve insani ruh haletine aykırıdır. Aynı şekilde erkeğin, kadının babasını, annesini, akrabalarını, yakınlarını, ziyaret etmesine engel olması da muhabbet ve insani duygulara aykırı bir davranıştır. Eğer kadın ve çocuk, hayır, iyilik ve ibadetin gerçekleşmesine, akrabaların ziyaret edilmesine ve akrabalara yardım edilmesine engel olurlarsa, Kur’ân’ın tabiriyle bu kadın ve çocuk insanın düşmanlarıdır. Bu düşman kalbinde kin dalgalanan bir düşman değil, aksine insanı dünya ve ahirette saadetten ve mutluluktan alıkoyan bir düşmandır. Erkek, hayırlı işlerde, insanın sorunlarını halletmekte, akrabalara gidip gelmekte, onları eve davet etmekte, anne, baba, kız kardeş ve erkek kardeşe yardım hususunda kadın veya çocuklarının yanlış isteklerine teslim olmamalıdır.

Eğer mümin kadınlar, kıyamete iman eden kadınlar, sorumluluk duygusu taşıyan kadınlar, kıyametlerinin bayındır olmasını isteyen kadınlar, eşinin haklarına riayet edilmesinin şer’i bir farz olduğunu bilen kadınlar, ilâhi adap ile edeplenen kadınlar kendi kocalarına karşı evin tüm işlerinde, ahlâki işlerde ve hayırlı işleri yapmakta yüzde yüz bir uyum içinde olurlar. Belki eğer eşlerinin bu konuda gevşeklik ettiğini görecek olurlarsa, onu iyiliğe, akrabalara gidip gelmeye ve onlara yardımcı olmaya teşvik ederler.

Ama Hak Teâlâ’nın isteklerine aykırı hareket eden kadınları, tertemiz şeriata aykırı istekleri olan çocukları Kur’ân-ı Kerim insanın düşmanı olarak göstermekte ve bu hususta erkeğe bir takım emirlerde bulunmaktadır. Bu emirler, sadece ve sadece duygusal, ahlâki ve insani boyutlara sahip emirlerdir.

“Ey iman edenler! Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşmanlık edenler olur, onlardan sakının; ama siz affeder, suçlarını örter ve bağışlarsanız bilin ki Allah da bağışlayıcı ve rahmet edicidir.”[624]

Böyle bir kadın ve çocukla tartışmak doğru değildir. Onlarla kavga etmek, salah değildir. Bağırıp çağırmak gerekli değildir. Kızmak ve öfkelenmek de gerekmez. Onlar, istekleri hususunda, ısrarlarını sürdürsünler, sizler de Hakk’a itaat etmek, malını Allah yolunda harcamak, Allah yolunda cihat etmek ve her hususta iyilik yapmak konusunda sebat gösterin.

Bu konuda bazı kadınlar gerçekten de çok sıkıdırlar. Onlar bizzat Hak Teâlâ’nın rahmetinden mahrumdurlar ve dolayısıyla da diğerlerini de Hak Teâlâ’nın rahmetinden mahrum kılmaya çalışmaktadırlar. Erkeklerin bazısı da bu konuda eşlerine karşı sıkı davranmaktadırlar. Bu sıkı tutmalar ve yersiz zorluk çıkarmalar da sadece Hak Teâlâ’nın lütuf ve inayetinden mahrumiyetinin bir ürünüdür. Bazı kadınların, eşlerinin karşısında şiddetle durarak, akrabalarını evine getirmemesi ve eşinin de onların evine gitmemesi hususunda ısrarda bulunmasının veya erkeğin akrabalarına mali yardımda bulunmasına engel olmalarının ne gibi bir nedeni olabilir? Ama kadının bütün akrabaları, erkeğin mülkü ve tasarrufu altında olan ve eve giren herkesin kendi izniyle girmesi gereken o eve girebilmekte ve kadının istediği gibi hareket edebilmektedirler.

Aylar, yıllar geçtiği halde erkek, anne babasının gelişine hasret kalmaktadır. Kız kardeşi ve erkek kardeşi evine gelmek istemektedir. Ama o aylar ve yıllar boyunca kadının bütün akrabaları o eve rahat bir şekilde gidip gelmektedir.

Bu erkeğe ve erkeğin akrabalarına zulümdür. Bu zulüm tehlikeli ruhsal bir hastalıktır. Herkim buna duçar olursa, Allah’ın rahmetinden uzaktır. Kıyamette de kötü bir akıbete uğrayacaktır.

Bazı erkekler de kadının anne babasını, kız kardeşini ve erkek kardeşini ziyaret etmesine engel olmaktadırlar. Onu egemenliği altındaki zelil bir esir olarak görmektedirler. Şüphesiz bu ahlâk da şeytani bir ahlâktır. Hak Teâlâ’nın nefret ettiği bir husustur ve insanın Allah’ın rahmetinden mahrumiyet sebebidir.

Kur’ân-ı Kerim yaklaşık olarak yirmi üç defa sıla-i rahim ile ilgili ayetler dışında, insanın akrabalarını ve yakınlarını anmış, onlar hakkında bir takım önemli tavsiyelerde bulunmuştur.

Mümin insan, ömrünün bütün boyutlarında Allah Resulü’nün (s.a.a) metodunu takip etmesi gerektiğine ve Peygamber’i örnek alması icap ettiğine teveccühen, görevlerinden biri de hidayet ve uyarıya muhtaç oldukları takdirde akraba ve yakınlarını hidayet etmek ve uyarmakla görevlidir. Zaten insan ömrünün sonuna kadar da buna ihtiyaç duymaktadır.

“Yakın akrabalarını uyar.”[625]

İnsanın bazen akrabalarını ve eşini bir evde toplaması, kudret ve uzmanlığı olduğu takdirde onlara nasihat etmesi, onları helal ve haramla tanıştırması, çirkin ahlâk ve beklenilmeyen amellerin akıbetinden korkutması, onları fıkhi ve şer’i meselelerle tanıştırması, ne kadar da Allah’ın beğendiği bir iştir. İnsanlara ilâhi hakikatleri göstermek, tıpkı peygamberlerin ve imamların işi gibi bir iştir ve sevap açısından çok ilginç bir konumda bulunmaktadır.

Söylenildiği üzere Allame Meclisi bir cuma gecesi bu programı, eşi çocukları ve akrabaları için hayata geçirdi. Onu kendisi için bir görev saydı. Zira ilmi infak da tıpkı mali bir infak gibi beğenilmiş ve de Allah’ın hoşnut olduğu bir iştir.

Kur’ân-ı Kerim’de akrabalara ve yakınlara ihsanda bulunmak, Allah’a ibadet ve anne babaya iyiliğin yanında zikredilmiştir ve bu vesileyle de akrabalarla ilişkide olmanın azameti beyan edilmiştir.

“Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, iyilik edin.”[626]

Mal ve servet sevgisi, insanın fıtri bir duygusudur. Eğer mal sevgisi olmasaydı, hiç kimse iş güç sanat ve ziraat peşinde koşturmazdı. Zahmetle elde edilen bir mal, insanın sevgilisi haline gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerim müminlerden, akrabaların sorunlarını halletmek ve hayatlarının normal seyrini sürdürmesini sağlamak için bu sevgilisinden el çekmesini istemektedir. Mal ve servet sevgisine rağmen, onları akrabaların ve yakınların hayatının düzelmesi yolunda harcamalıdır. Zira doğruların ve müminlerin alametlerinden biri de akraba ve yakınlarına mal vermektedir.

“Yakınlara… Sevdiği maldan harcar.”[627]

Nesebi ve hasebi akrabalar insanla ilişkisi ve hayatındaki konumu miktarınca önem taşımaktadır. Akrabalar, insan öldükten sonra kendilerine miras düşen kimselerdir. Bu konuda bütün bu hakikatlerin senedi konumunda olan Allah’ın kitabındaki şu ayete inayet buyurunuz: “Miras taksiminde, yakınlar… Bulunursa bunlardan onları da rızıklandırın.[628]

Akrabaların haline riayet etmek ve haysiyetini korumak, Allah’ın kitabı açısından o kadar önemlidir ki Allah’ın kitabı, akrabalarla konuşmak hususunda bile adalete riayet etmesini emretmektedir.

Konuştuğunuzda, akraba bile olsa sözünüzde âdil olun.”[629]

Onları aşağılamak, hafife almak, küçümsemek ve onlarla doğru dürüst konuşmamak şeriata aykırıdır, ahlâk ve yücelikten uzak bir davranıştır. Merhamet sahibi olan Allah herkesi adalet, ihsan ve bağışı emretmektedir. Özellikle de bu konuda akrabaları ve yakınları anmaktadır:

“Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder.”[630]

Müstahak olan kimselere infak ve bağışta bulunma konusunda kusur etmek, özellikle de servet ve malı olan kimselerin akraba ve yakınlara infakta bulunmaması, Allah’ın beğenmediği bir şeydir. Tertemiz şeriat, akıl, mantık, ahlâk ve fıtrat açısından da reddedilmiştir.

“İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermemek için yemin etmesinler.”[631]

Adalet ve mahkemede şehadette bulunma zamanında da önemle adaletli olunması, hak üzere şehadette bulunulması ve şahadetin her ne kadar sizin, anne, baba ve akrabalarınızın zararına da olsa gizletilmemesi emredilmiştir:

“Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin.”[632]

Aynı zamanda şirke bulaşan, Hak Teâlâ’dan uzak olan ve Allah’ın dininden yüz çeviren akrabalar için de mağfiret dilenmemesi emredilmiştir:

“Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, şirk koşanlar için mağfiret dilemek Peygamber’e ve müminlere yaraşmaz.”[633]

Aynı şekilde eğer anne ve babalar, kardeşler, akrabalar, Allah’ın ve Peygamber’in düşmanı iseler, bu durumda da onlarla dostluk kurulmaması emredilmiştir. [634]

Bu iki husus, yani müşrik akrabalar için mağfiret dilemenin yasaklanışı ve onlarla dostluk dışında, akrabalar ve yakınlar insan ile aynı bedeni ve aynı kanı taşımaktadır. Kadın ve erkek birbirini onları görmekten veya kendi evlerine gelip gitmekten alıkoyamaz. Özellikle kadın eşini bu büyük ihsandan ve Hakk’a ibadetle eşit olan büyük hayırdan alıkoyamaz.

Kadın ve erkeğe yapılması gereken tavsiye de şudur ki Kur’ân’a göre akrabalarını ziyaret etmeli, birbirine saygı göstermeli, onlara gidip gelmeli, onları evine davet etmeli, eğer mal ve servetleri varsa, Kur’ân-ı Kerim’in hükmünce ihtiyaçları olduğu takdirde onların yardımına koşmalıdır.

Kadın bu konuda kocasını endişeye sokmamakla görevlidir. Zira eşinin gazaplanması ve öfkelenmesi ve kadından hoşnutsuzluk içinde olması, rivayetler esasınca da Hak Teâlâ’nın gazap ve rızayetsizliğine neden olmaktadır. Kocasının kendisinden razı olmadığı bir kadının, hiçbir farz ve müstahap ameli kabul olmaz. [635]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Eşine eziyet eden ev onu üzen kadın mel’un’dur, mel’un’dur! ’”[636]

Erkeklere eziyet etmenin ve onları üzmenin bir bölümü de akrabalar, özellikle de erkeğin yakınları meselesiyle ilişki halindedir ki kadın, maalesef hiçbir şer’i ve mantıksal neden olmaksızın eşinin karşısında durmakta, bu yolla kendisini sevgili Hak Teâlâ’nın rahmetinden uzak düşürmektedir.


 “Onlar, Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyi gözetirler.”  (Ra’d/21)

 

 

 

Yirminci Sekizinci Bölüm

 

Sıla-i Rahimde Bulunmak

Kur’ân ve Sıla-i Rahim’de Bulunmak

Hak Teâlâ’nın peygamberlerin ve imamların ısrar ettikleri beğenilmiş amellerden ve çok iyi işlerden biri de şüphesiz sıla-i rahimde bulunmaktır.

Büyük allame, muhaddis, filozof, âşık bir arif olan ve tüm ömrünü Kur’ân-ı Kerim ve rivayetler yolunda harcayan Molla Muhsin Feyz, sıla-i rahimin akrabaları ziyaret etmek, maddi ihtiyaçlarını gidermek, iktisadi sorunlarını halletmek, iş ve güçlerine yardımcı olmak, kız ve erkeklerini evlendirmek olarak mana etmiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerim ayetlerine ve rivayetlere dikkat edilecek olursa, sıla-i rahim meselesinden bu anlamları istifade etmek mümkündür.

Sıla-i rahimde peygamberlerin ve Şia İmamların ahlâkı da bu yüce gerçekler olmuştur.

Kur’ân-ı Kerim sıla-i rahimi tavsiyede bulunmuş, akıl sahiplerinin bir işi olarak saymış, sıla-i rahimde bulunmamayı da fısk ve bunu yapan (ilişkiyi kesen) kimseyi de fasık olarak kabul etmiştir.

Mübarek Nisa suresinde, Allah-u Teâlâ ve akrabalar hususunda ilâhi takvaya riayet edilmesi emredilmiştir. İlginç olanı da şudur ki akrabaları Allah-u Teâlâ’dan hemen sonra zikrederek şöyle buyurmuştur:

“Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının.”[637]

Mübarek Ra’d suresinde de bir takım meseleler, akıl sahiplerinin özellikleri olarak beyan edilmiştir. Kıyametteki faydasının da meleklerin mahşerde onları karşılamaya gelmesi, meleklerin onlara selam vermesi ve hayırlı bir akıbete ermeleri olarak bildirilmiştir. Şüphesiz o meselelerden biri de sıla-i rahimde bulunmaktır.

“Onlar, Allah’ın gözetilmesi emrettiği şeyi gözetirler.”[638]

Bakara suresinde de sıla-i rahimde bulunmayan kimse hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar (akrabayla ilişkiyi kesenler) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar; hüsrana uğrayanlar işte onlardır.”[639]

Evet, sıla-i rahimde bulunmayan kimse, ziyan ve zarar içindedir. Bu ziyan ve zarar da küçük bir şey değildir. Ra’d suresinde de sıla-i rahimde bulunmamak hakkında belleri büken bir ayet vardır:

Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar “Akrabalık bağını kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lânet onlara ve kötü yurt onlaradır.”[640]

Muhammed (s.a.a) suresinde ise şöyle buyrulmuştur:

“Yeryüzünde bozgunculuk yapmanız ve akrabalık bağlarını kesmenizle Allah’ın emrine yüz çevirirseniz, yine de mi kurtuluşu bekliyorsunuz?”[641]

Gerçekten de sıla-i rahim o kadar önemlidir ki bu sebeple melekler, kıyamette insanı karşılamakta, insana selam vermekte ve insan hayırlı bir akıbete erişmektedir. Sıla-i rahimde bulunmayan kimseler ise, lanet, kötü akıbet ve kurtuluştan mahrumiyete maruz kalmaktadırlar.

Mal vererek akrabaların iktisadi eksikliklerini gidermek ve aynı zamanda da onların yüzsuyunu, yüceliğini ve azametini korumak, çok büyük bir ecre ve mükâfata sahiptir.

“Allah’ın rızasını kazanmak ve kalplerini sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin durumu, yüksekçe bir tepede bulunan, bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah işlediklerinizi görendir.”[642]

Hakeza: “Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer onları yoksullara gizlice verirseniz sizin için daha iyidir. Allah kötülüklerinizi giderir ve Allah işlediklerinizden haberdardır.”[643]

Hakeza: “Mallarınızı gece gündüz, açık ve gizli olarak infak edenlerin mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”[644]

Kapsamlı ve Güzel Bir Plan

Geliniz bütün zengin ve akrabalarımızı ister hasebi olsun, ister nesebi tek tek tanıyalım. Zengin akrabalarımızı davet ederek, onlara sıla-i rahim rivayetlerini okuyalım, açıklayalım. Daha sonra onlardan servet ve malları miktarınca her ay, her yılın başında belli bir miktar para vermesini ve o paranın da ailenin haysiyetli ve muteberli birinin gözetiminde iki kişinin imzasıyla banka hesabına yatırılmasını isteyelim. Böylece akrabalardan fakir biri için bir sorun ortaya çıktığında, mümkünse karşılıksız olarak, değilse borç olarak yüzsuyunu koruyarak kendisine takdim edelim. Eğer ev almak istiyorsa, alsın. Eğer ev eşyası hususunda eksikliği varsa onu telafi etsin, eğer çeyiz almak istiyorsa çeyiz alsın, eğer oğlunu evlendirmek istiyorsa, evlendirsin.

Bu iş oldukça kolay, Allah’ın beğendiği, sorunları halleden, hüzünleri yok eden bir iştir. Sevabı da önceki üç ayette geçtiği üzere, kısa olarak beyan edilmiştir.

Bu projeyi herkese anlatalım, herkesi bu projeyi hayata geçirmeye teşvik edelim. Eğer bütün memlekette bu proje uygulanacak olursa, devlet ve hayır ehli kimselerin omzundan ağır bir yük kaldırılmış olur. Akrabalara yardım vasıtasıyla, servet ehline büyük bir sevap nasip olur.

Kur’ân-ı Kerim, infak ayetlerinde, akrabalara yardımda bulunmayı diğerlerine yardımda bulunmaktan önce zikretmiştir ve daha sonra da yetim, miskin, fakir, yolda kalmış, iflas etmiş kimseler örnek olarak ifade edilmiştir:

“…Yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar.”[645]

İlginç Bir Anekdot

Seduk, muteber bir senetle İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet etmiştir: “Yunus (a.s) balığın karnında, Allah’a karşı münacatta bulunuyor, inleyip yakarıyordu. Onun sesini yerin altına geçirilmeye ve Hakk’ın azabına uğramaya maruz kalan Karun’un ruhuna ulaştırdılar. Karun’un ruhu, “Bu kimin sesidir?” diye sordu. Azap ile müvekkel olan melek ona şöyle buyurdu: “İsrail oğullarından bir peygamberin sesidir.” Karun’un ruhu onunla birkaç kelime sohbet etmek için izin istedi ve ona bu izni verdiler. Karun ondan Harun ile Musa’nın halini sordu, Yunus şöyle cevap verdi: “Ben, onların zamanında yaşamıyorum, ama onların her ikisi de dünyadan göçmüşlerdir.” Karun ağladı. Allah şöyle hitap etti: “Kavmine gösterdiği bu acıma sebebiyle, onun azabını hafifletiniz.”[646]

Sıla-i Rahimle İlgili Rivayetleri

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Bir su içmekle de olsa sıla-i rahimde bulun. Sıla-i Rahim’in en üstün merhalesi, eziyet etmekten sakınmaktır.”[647]

Akrabalar, önemsenmemekten, aşağılanmaktan, iftiraya uğramaktan ve kendisine kibir gösterilmesinden, ruhsal açıdan işkence görmektedir. Dolayısıyla onlara eziyetten sakınmak, sıla-i rahimin en üstün mertebesidir.

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Selamla da olsa, dünyada sıla-i rahimde bulununuz.”[648]

Allah Resulü’nden (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sıla-i Rahim için, bir yıl (sürse bile) yol yürü.”[649]

Hakeza, Allah Resulü (s.a.a) bu konuda çok önemli bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Kendi zamanımdaki ve diğer zamanlardaki toplumlara, babalarının sulbünde ve annelerinin rahminde olanlara ve kıyamet gününe kadar olacak olanlara, bir yıllık yolculuğun sıkıntısıyla da olsa, sıla-i rahimde bulunmalarını tavsiye ediyorum. Şüphesiz sıla-i rahim dindendir.”[650]

Bihar’ul-Envar, c. 74, s. 111- 126’da sıla-i rahim hakkında çok önemli rivayetler yer almıştır. Bu rivayetlerden bir kaçını sizlere aktarmak istiyorum.

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sıla-i rahim, amelleri temizler, malı bereketlendirir, belayı defeder ve eceli erteler.”

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sıla-i rahim ve iyilik yapmak, kıyamette insanın hesabını kolaylaştırmakta ve insanı günahtan korumaktadır. O halde sıla-i rahimde bulununuz ve kardeşlerinize güzel bir selam veya selamın cevabını vermekle de olsa iyilikte bulununuz.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sıla-i rahimde bulunmak, ömrü uzatır ve fakirliği yok eder.”

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Sıla-i rahimde bulunmak şehirleri bayındır kılar ve her ne kadar ehli iyilerden olmasa da ömürleri uzatır.”

Hakeza: “Herkim, can ve malıyla akrabasına doğru gidecek olursa, aziz ve celil olan Allah yüz şehidin sevabını inayet buyurur.”

Hakeza: “Sıla-i rahime doğru attığı her adıma karşılık, kendisine kırk bin iyilik yazılır, kırk bin kötülüğü silinir, makamı kırk bin derece yükseltilir, adeta yüz yıl sabır ve ihlâs ile Allah’a ibadet etmiş gibi olur.”

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz cennette, sadece âdil imamın veya çok sıla-i rahimde bulunan kimsenin veya kadın ve çocukları hususunda çok sabreden kimsenin ulaşabileceği bir derece vardır.”

Resulullah (s.a.a) Ebu Zer’e şöyle buyurmuştur: “Her ne kadar seni görmekten öfkelenseler dahi, sıla-i rahimde bulun. Eğer kabul etmezlerse, yeniden git. Bilahare hedefinde galip olursun. Eğer o Hak Teâlâ’nın hükmünden yüz çevirecek olsa da, sen yüz çevirme.”

Bir şahıs Allah Resulü’ne (s.a.a) şöyle arz etti: “Benim bir takım akrabalarım vardır, onlar hakkında sıla-i rahimde bulunuyorum, ama bana eziyet ediyorlar. Onları terk etmek istiyorum.” Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu: “Bu durumda Allah da hepinizi terk eder.”

O şahıs şöyle arz etti: “O halde ne yapmam gerekir? ” Peygamber şöyle buyurdu: “Seni mahrum edene sen bağışta bulun, senden kopana sen ilişkide bulun, sana kötülük edeni sen affet. Bu durumda şüphesiz Allah seni onlardan üstün kılacaktır.”

Akrabalarla İlişkiyi Kesmek Hakkındaki Rivayetler

Ebu Basir şöyle diyor: “İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: “Birisi, size muhalif olan akrabalarıyla ilişkisini kesmek istemektedir. Onun görevi nedir? ” İmam şöyle buyurdu: “Bu iş doğru değildir.”[651]

Cehm b. Hamid şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: “Benim bir akrabam vardır, o benim dinimden ayrı bir din üzeredir. Acaba benim üzerimde bir hakkı var mıdır? ” İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: “Evet, sıla-i rahimi hiçbir şey ortadan kaldıramaz. Eğer senin dinin üzerinde olsaydı, şüphesiz iki hakkı olurdu. Bir sıla-i rahim hakkı, bir de İslâm hakkı.”[652]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah Resulü’nün kitabında şunu gördüm: “Eğer sıla-i rahim terk edilecek olursa, şüphesiz mallar kötülerin eline geçer.”[653]

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Üç kimse cennete giremez: Sürekli şarap içen kimse, sihre iman eden ve sıla-i rahimde bulunmayan kimse.”[654]

Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yok olmayı çabuklaştıran ve eceli yakınlaştıran günahlardan Allah’a sığınırım.”

Kendisine şöyle arz edildi: “Ey Müminlerin Emiri! Yok olmayı hızlandıran günahlar var mıdır? ” İmam şöyle buyurdu: “Evet, sıla-i rahimi kesmektir.”[655]

Hakeza Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Günahların en çirkini sıla-i rahimi terk etmek ve anne babaya eziyet etmektir.”[656]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz rahmet, içinde sıla-i rahimi terk eden bir kimsenin bulunduğu bir topluluğa inmez.”[657]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz melekler, içinde sıla-i rahimi terk eden kimsenin bulunduğu bir topluluğa inmez.”[658]

Abbasi halifesi Mütevekkil’in oğlu, İmam Hâdi’ye (a.s) şöyle arz etti: “Babamın katli farzdır, izin verin de onu öldüreyim.” İmam şöyle buyurdu: “Onun oğlu olduğun için sen bu işi yapma. Zira eğer onu öldürecek olursan, altı aydan fazla dünyada kalamazsın.”


 “Allah’a karşı gelmekten gücünüzün yettiği kadar sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin; kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin; Kim nefsinin cimriliğinden korursa, işte onlar saadete erenlerdir.” (Teğâbün/16)

 

 

Yirmi Dokuzuncu Bölüm

 

Ailenin Mutluluk ve Mutsuzluk Nedenleri


Saadet ve Şekavet

Saadet ve şekavet, insanın inançlarının, ahlâkının ve amellerinin bir ürünüdür. Hak inançlar, güzel ahlâk ve salih ameller, saadetin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Hakikate aykırı inançlar, ahlâki kötülükler ve çirkin ameller ise, şekavete neden olmaktadır. Saadet, dünya ve ahirette mutluluk anlamındadır. Şekavet ise, dünya ve ahirette mutsuzluk anlamındadır.

Hakk’ın rızayeti ve ebedi cennet, saadetin meyvesidir. Hak Teâlâ’ya düşmanlık ve ebedi elim azap ise, Mutsuzluğun acı meyvesidir.

Bu iki hakikate, yani saadet ve şekavete, değerli mümin ve Müslüman aileler, mutlaka teveccüh etmelidirler. Kadın ve erkek, evliliklerinin başlangıcında, saadete sebep olan ve şekavet’i defeden etkenlere birbirinin yardımıyla teşebbüste bulunmalıdırlar ki ev ve ortamları, her ikisi için de salim bir ortam haline gelsin ve çocukları için tertemiz bir muhit oluşturulsun.

Aileler, hayatlarının başlangıcında iman, salih amel ve ahlâki güzelliklerle süslenerek, Hak Teâlâ’nın rızayetini elde etmek ve ilâhi cennete girmek ortamını temin etmelidirler.

Saadet ve şekavet ile her ikisinin nedenleri Kur’ân-ı Kerim ve rivayetlerde detaylıca zikredilmiştir ve bütün insanlara kendilerini saadetten mahrum kılmamalarını ve şekavete düşmemeleri hususunda uyarılarda bulunmuştur.

Ben, aile sistemi hakkındaki konuşmamla uyumlu olarak aile ehlinin birbiriyle yaşantısında, bir takım ilkelere riayet etmesi gerektiği ve de saadetlerinin ipoteğinde olduğu bir takım konulardan sakınmaları icap ettiği gerçeğine teveccühen ahlâki kötülükler ve iyiliklerin iki aşamasına işaret etmek istiyorum. Elbette bunlar, ailelerin çok ihtiyaç duyduğu bir konudur. İman ve amel konusunda ise daha detaylı kitaplara müracaat etmek gerekir.

Aileler özellikle de İslâmi İran’daki aileler, Allah’a ve kıyamet gününe iman, nübüvvet ve velayeti kabul etmek, namaz, oruç, hac ve mali haklar gibi farzları yerine getirmek, haram yeme, insanlığa aykırı şehvetleri tatmin etmekten uzak durmak, mahrem ve namahrem meselesine riayet etmek hususunda kabul edilir bir düzeydedirler. Ailelerin zayıf noktalarının çoğu, ahlâki meselelere riayet etmemek ve nefsanî kötülüklerden uzaklaşmamak hususundadır ve gerekli olduğu kadar bu iki aşamayı açıklamakla iktifa edeceğim.

İnsaf

Burada insaf; adalet, başkalarına hizmet, insanın kendisi için istediğini herkes için istemesi ve kendisi için istemediği bir şeyi de başkaları için istememesidir. Bu gerçek, kadın ve erkeğe, kadın ve erkek tarafından evlatlara ve evlatlar tarafından anne ve babaya hâkim olmalıdır. Herkes İslâm’a göre başkalarına karşı insaflı olmak ve her işte insanların durumuna riayet etmekle mükelleftir.

İmam Sadık (a.s) Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “İnsanların en âdili, kendisi için istediğini insanlar için de isteyen ve kendisi için istemediğini onlar için de istemeyendir.”[659]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim fakire yardım eder ve insanlara insaflı davranırsa, şüphesiz o gerçek mümindir.”[660]

Allah Resulü (s.a.a) Müminlerin Emiri’ne (a.s) şöyle buyurmuştur: “Üç şey imanın hakikatlerindendir: Yokluk anında infakta bulunmak, insanlara kendinden insaflı davranmak ve öğrenciye ilim bağışlamak.”[661]

Bir şahıs Allah Resulü’ne (s.a.a) şöyle arz etti: “Bana öyle bir amel öğret ki, cennete ulaşmayı bana kolaylaştırsın.” Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Gazaplanma, insanlardan bir şey isteme ve kendin için istediğin bir şeyi insanlar için de iste.”[662]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Bilin ki insanlara karşı kendisinden insaflı davranan bir kimsenin Allah izzetini arttırır.”[663]

Erkeğin kadına, kadının erkeğe, anne babanın çocuklarına ve çocukların da anne babasına karşı insafa riayet ettikleri bir ailenin hayatı ne kadar da yüce ve tatlı bir hayattır. Bu ailenin tüm bireyleri kendileri için istediği şeyi diğerleri için de istemekte ve kendileri için istemediği şeyi diğerleri için de istememektedir.”

Böyle olmadıkları takdirde, istirahat ve rahatlık, sadece erkeğe ve evin çocuklarına olacak, bütün sıkıntı ve meşakkat ise kadının omuzlarında bulunacaktır. Eğer böyle olmazsa, kadın ve erkek can çekişir, çocuklarsa yer, içer ve minnet bile ederler. Ama bütün aile bireyleri, birbirine karşı insaflı ve adaletli davranmalı, birbirine hizmet etmeli, evin tüm işlerinde birbirine yardımcı olmalıdır ki saadetlerinin bir bölümü temin edilmiş olsun ve mutsuzluğun saldırılarından güvende kalmış olsunlar.

İdare Etmek ve Yumuşak Huyluluk

Yumuşak huylu olmak, uyuşmak, birbiriyle uzlaşmak, sıcak ve yumuşak ahlâk üzere birbiriyle ortak bir hayat sürdürmek, İslâm’ın önemle vurguladığı bir iş olmakla birlikte bir tür ibadettir ve fevkalade bir sevap ve faydaları da vardır.

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Uyuşmak uğur, uyuşmazlık ise uğursuzluktur.”[664]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Size, yarın kıyamet günü ateşinin kendisine haram olduğu bir kimseyi, haber vermeyeyim mi? ” Onlar, “Evet haber ver, ey Allah’ın Resulü!” dediklerinde Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “İnsana yakın olan müsamahalı ve kolay davranan yumuşak huylu kimsedir.”[665]

Hz. Musa (a.s) Allah-u Teâlâ’ya şöyle arz etti: “Ey Allah’ım! İnsanlara eziyet etmeyen ve onlara iyilikte bulunan kimsenin mükâfatı nedir? ” Allah şöyle buyurdu: “ey Musa! Kıyamet günü ateş ona şöyle der: “Benim sana ulaşacak bir yolum yoktur.”[666]

Allah Resulü’ne, “İslâm’ın insan için en yüce programı nedir?” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Müslümanların insanın elinden ve dilinden esenlikte olması.”[667]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah ve Resulü yanında, Allah’a iman ve kullarına yumuşak davranmaktan daha sevimli bir amel yoktur. Allah ve Resulü yanında, Allah’a şirk koşmak ve kullarına kaba davranmaktan, daha sevilmeyecek çok nefret ettiği bir amel yoktur.”[668]

Erkeğin kadın hakkında, kadının erkek hakkında, kadın ve erkeğin çocuklar hakkında ve çocukların anne ve babası hakkında ve özetle herkesin diğerleri hususundaki ilâhi görevi; uyuşma, idare etme, yumuşak davranma, sevgi, vakar ve kolay davranmaktır.”

Nasihat

Nasihat ve hayır dilemenin insan için dünyevi ve uhrevi nasipleri vardır. Nasihat eden kimsenin nasihatini kabul etmek de kalbin nuraniyetine, uyanıklığına ve basiret sahibi olmasına neden olmaktadır.

Herkes gücü ve kudreti oranında, diğerinin nasihatini kabullenmeli, onun hakkında hayır dilemeli, nasihati dinleyen kimsenin de öğüt ve nasihat dinlemesi ve onu hayata geçirmesi bir zarurettir.

Nasihat etmek hususunda, hayâ utanma ve sıkılmayı bir kenara itmek gerekir. Zira burası hayâ etme yeri değildir. Nasihati kabul etmek hususunda da kibir ve gururdan soyunmak gerekir. Zira nasihate engel olan hayâ, Allah Resulü’nün buyurduğu gibi ahmakça bir hayâdır. Nasihati kabul etmeye engel olan kibir de şeytani bir ahlâktır.

Evin erkeği de, eş ve çocuklarının hayrını dilemeli, onlara bazen nasihatte bulunmalı, onları görevleriyle tanıştırmalıdır. Bazen kadın, erkeğe nasihat etmeli, bazen de çocuklar anne ve babasının hayrını dilemelidir. Her birinin de karşı tarafın nasihatlerini dinlemesi, bu konuda kibir ve gururdan sakınması gerekir.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kim kardeşini çirkin bir iş üzere görür de onu gücü yettiği halde o işten geri çevirmezse, şüphesiz ona ihanet etmiş olur.”[669]

Edep

Ağır olmak, vakarlı olmak, terbiyeli davranmak, davranışlarında bireylere riayet etmek, her yerde ve herkesin yanında ölçüsünü bilmek, yerli yerinde konuşmak, insanlara saygılı davranmak ve benzeri şeyler, edebin mertebelerindendir.

Erkek, eşine, kadın kocasına, her ikisi çocuklarına ve çocukları da anne babasına karşı edepli olmalıdırlar.

Edep insanın değerini yükseltmekte, şahsiyet ve izzetini korumakta, sevgisini arttırmakta, dostlarını çoğaltmakta, insana ailesi ve toplum içinde şahsiyet sahibi kılmaktadır. Bütün bu işlerin yanı sıra edep, Hakk’ın rahmetini elde etmeye sebep olmaktadır. Edebe riayet de bir tür ibadettir.

Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Edepten daha yetkin bir soy şerafeti yoktur.”[670]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) diğer bir hikmetli sözünde şöyle buyurmuştur: “Başkası için beğenmediğin bir şeyi terk etmen, sana edep olarak yeter.”[671]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) başka bir sözünde ise şöyle buyurmuştur: “Güzel edep, soy şerafetinin yerine geçer. (Edep sermayesi olan kimse, şerafet üstünlüğüne sahiptir. Edebi olmayan kimsenin ise soy şerafeti yoktur).”

Aileyi İthamdan Korumak

Davranış, tavır, muaşeret, birbirine gidip gelmeler, İslâm'a göre aile veya bireylerin iftiraya maruz kalmayacağı bir şekilde olmalıdır.

İftira, ailelerin haysiyet temellerini yıkmakta, birçok zahmetlere, baş ağrılarına, hayatın acılarına sebep olmaktadır.

İnsan, belli bir program, iş veya şahsiyetle karşılaşabilir. Kendisi için hiçbir engel de olmayabilir. Ama olayın gerçeklerinden haberi olmayan diğerleri ve yersiz hüküm vermekten dillerini tutamayan kimseler, yavaş yavaş, bu programı diğer bir takım bulmacalarla birlikte, insanlar arasında yaygın hale getirebilir ve böylece de insanların özellikle de komşuların insana bakışını değiştirebilir. Bu ise ailenin haysiyet ve kimliğine, telafi edilmesi mümkün olmayan bir darbe indirebilir. Aile bireylerinin geleceğini zarar ve ziyana sokabilir. Farz ediniz ki insan, iktisadi muaşeret ile ilgili veya ilişkiye dayalı bir program düzenlemek istemektedir veya çocuğu için bir yerden kız istemekte veya kızını evlendirmek istemektedir. Ama yersiz bile olsa, insan dikkatsizliği sebebiyle buna imkân verdiği için o olumlu harekete de engel teşkil edebilir.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Babam beni şöyle uyarmıştır: “Ey oğulcağızım! Her kim kötü bir arkadaşla arkadaşlık ederse, esenlik içinde kalamaz. Her kim kötülük yerlerine girerse, ithama uğrar. Her kim de dilini koruyamazsa pişman olur.”[672]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan, iftiraya en evla olan kimse, iftira ehliyle oturup kalkan kimsedir.”[673]

Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim kendini iftira yerinde karar kılarsa, kendisi hakkında kötü zanda bulunan kimseyi kınamamalıdır.”[674]

İmam Sadık (a.s) ilginç bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Şek yerlerinden sakının. Sizden biri annesiyle yolun üzerinde durmasın. Şüphesiz herkes, onu tanımamaktadır.”[675]

Evet, hakikati bilmeyen cahil bir insanın, halk arasında, “falan kimse, yabancı bir kadınla gülüp oynaşıyordu, dolayısıyla doğru bir adam değildir. İnsanlar onun hakkında dikkat etmelidir. Sakın o başkalarının namusuna bir darbe indirmesin?” diye söylenti çıkarabilir.

Evin erkeği, evin kadını ve evin çocukları iftira yerlerinden, haysiyetlerinin çiğneneceği yerlerden sakınmalıdırlar. İslâm bu konu hakkında çok sıkı davranmıştır.

Ahde Vefa

Ahde vefa göstermek, fıkhi ve şer’i hükümler açısından farzdır, ahdi bozmak ise haramdır. Kadın ve erkek arasındaki sözleşme ilâhi bir sözleşmedir. Kadın ve erkek bu sözleşmeyi korumak ve vefa göstermek için dikkatli olmalıdırlar. Erkeğin kadına, kadının erkeğe, kadın ve erkeğin birbirlerinin ailesine, anne babanın çocuklara verdiği söz, şer’i bir engel olmadığı takdirde bir tür ahittir. Ahde vefa göstermek ise farzdır. Bundan yüz çevirmek ise kesinlikle haramdır. Kur’ân şöyle buyurmaktadır:

“Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahitte sorumluluk vardır.”[676]

Emanete riayet etmek ve ahde vefa göstermek, müminin kesin nişanelerindendir:

“Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.”[677]

İmam Seccad (a.s) dinin bütün şeriat ve emirlerini üç şeyde bilmektedir: “Doğru söz, adaletli hüküm ve ahde vefa.”[678]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Üç şey hususunda hiç kimse için dünya ve ahirette bir özür yoktur: “Emaneti, ister iyi olsun ister kötü sahibine eda etmek, ister iyi adam olsun ister kötü ahde vefa göstermek, ister iyi olsunlar ister kötü anne babaya iyilikte bulunmak.”[679]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ahdine vefa göstermeyen kimsenin dini de yoktur.”

İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur: “Biz öyle bir Ehl-i Beyt’iz ki, Allah Resulü’nün (s.a.a) yaptığı gibi vaat ettiğimiz şeyi kendimize bir borç olarak kabul ederiz.”[680]

İstişare

Ev, diktatörlük ve istibdadın merkezi haline gelmemelidir. Sadece bir kişi hükmetmemelidir. Düşündüğü herhangi bir şeyi istediği gibi ailesine kabullendirmemelidir.

İstişarenin birçok faydaları vardır. Eğer erkek ve kadın, ev işlerinde birbiriyle istişarede bulunur, akıllı çocuklarıyla istişare ederse, bazen de tecrübesi fazla olan büyüklerle hayatın soğuğunu ve acısını tatmış olan kemal sahibi kimselerle görüş alışverişinde bulunursa, bu onların hayatının salahına ve bazen de dünya ve ahiretlerinin faydasınadır.

İstişare konusunda ısrar gösteriniz. Kendinizi ölçü kabul etmeyiniz. Başkalarının görüşüne de saygı gösteriniz. Başkasının görüşünü reddetmeyiniz, kendinizi diğerlerinden daha bilgili zannetmeyiniz. İstişare ortamını bütün aile bireyleri için temin ediniz. İstişare yardım edici, bazen de büyük tehlikelerden kurtarıcı bir etkendir.

Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân suresi, 159. ayette ve Şurâ suresi, 36-38. ayette meşveret etme meselesine büyük bir ilgi göstermiştir.

İstişare etmek hakikatte Kur’ân’a uymaktır, sorunları halletmektir ve tehlikeler karşısında bir set oluşturmaktır.

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “İşlerin hususunda, aziz ve celil olan Allah’tan korkanlar ile meşveret et.”[681]

Hakeza İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Üç şey bel kırıcıdır: Amelini çok gören, günahlarını unutan ve kendi görüşüyle hareket eden kimse.”[682]

Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kendi görüşüyle hareket eden kimse, nefsini tehlikeye atmıştır.”[683]

Kendisiyle istişare edilen kimse de meşverete verdiği cevap hususunda hakkı göz önünde bulundurmalıdır. Meşveret eden kimseye en iyi yolu göstermelidir. İstişare hususunda hıyanet etmenin günahı çok büyüktür.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim İstişarede Müslümanları aldatırsa, şüphesiz ben ondan beriyim.”[684]

Tevazu

Tevazu; ahlâki, insani ve İslâmi bir halettir. Tevazu ve alçak gönüllülük, Allah’ı tanımanın ve kendi konumunu bilmenin bir tatlı meyvesidir. Kendini Allah’ın kulu gören, faydalandığı bütün nimetleri Allah vergisi olarak kabul eden, herkesi kendinden daha iyi gören, yaratıkları Hak Teâlâ’nın kulları sayan ve hakikatte bu geniş varlık âleminde kendisine hiçbir üstünlük tanımayan kimse, tevazu ve alçak gönüllülük içindedir.

Kadını, Allah’ın kulu olarak kabul eden çocuklarını Hakk’ın, kölesi olarak sayan, kendini onların hizmetçisi kabul eden, kadın ve çocuklarını Hak Teâlâ’nın kendi elindeki bir emaneti olarak bilen kimse, onlara karşı sadece tevazu ve alçak gönüllülük içinde olur.

Kadın gururlu ve kibirli olmazsa, kocası karşısında soy şerafetini, ailevi konumunu öne sürmezse, ilim ve bilgisini bir şey görmezse, diplomasını gerçek üstünlük sebebi kabul etmezse, elbette eşine ve ailesine karşı alçak gönüllü ve mütevazı olacaktır. Akıllı çocuklar da anne ve babalarına karşı tevazu, alçak gönüllülük, huzu ve saygı içinde olurlar.

Tevazu; izzet, şeref, yücelik ve büyüklük bağışlar. Tevazu insana yücelik kazandırır. Tevazu aile ocağını ısıtır, hal ve sefa verir. Tevazu; sevgi kazandırır, ailenin bağlarını güçlendirir.

Mütekebbir kimse bilmelidir ki hiç kimse hatta kadın ve çocukları bile onun kibrine özen göstermemektedir. Onların ruhu kibri reddetmekte ve mütekebbiri onların gözünden düşürmektedir.

İmam Hasan-i Askeri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Dünyada kardeşleri için tevazu gösteren kimse, Allah katında doğrulardandır ve Ali b. Ebi Talib’in gerçek şiasıdır.”[685]

İmam Sadık (a.s) babalarından şöyle rivayet etmiştir: “Şüphesiz, insanın bir meclisin aşağısında oturmaya razı olması, gördüğü kimseye selam vermesi, haklı bile olsa tartışmaktan sakınması ve takva üzere övülmeyi sevmemesi onun tevazusundandır.”[686]

Müminlerin Emiri (a.s) ölüm döşeğinde şöyle buyurmuştur: “Alçak gönüllü ol, şüphesiz tevazu en büyük ibadettendir.”[687]

Çocuklara Merhamet Etmek ve Büyüklere Saygı Göstermek

İslâm; bütün kadın ve erkeklere, küçüklere karşı merhamet göstermelerini ve büyüklere karşı da saygılı davranmalarını emretmektedir.

Ev, Hak Teâlâ’nın, peygamberlerin ve imamların emirlerinin icra edildiği bir yer olmalıdır ki insan dünya ve ahirette saadet yüzünü görebilsin.

Kendinden küçüklere öfkelenmek, feryat etmek, onlara itina göstermemek, sevgisiz davranmak, onları öpmemek, onlara verilen sözlere vefa göstermemek, bütün bunlar birer suç ve günahtır.

Kendinden büyüklere saygısızlık etmek, ona öfkeyle bakmak, isteğine kulak vermemek, bıkkınlık ve usangaçlık izharında bulunmak da bir günah ve suçtur.

Biz, bizden daha küçüklerin dünyaya gelmesine neden olduk. Dolayısıyla da onlar bir düzene girinceye kadar da onları muhabbet ve merhametle ağırlamak zorundayız. Biz de bizden büyüklerin ürünüyüz. O halde onların bizim üzerinde de büyük hakları vardır. Onlara saygı göstermek bizlere farzdır.

Müminlerin Emiri (a.s) dünyadan göçmek üzereyken şöyle buyurmuştur: “Ailenden küçük olanlara merhamet et ve onlardan büyük olanlara ise saygı göster.”[688]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Büyükleri büyük sayınız. Zira büyükleri büyük saymak Allah’ı ululamaktandır.”[689]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerimize saygı göstermeyen kimse bizden değildir.”[690]


Misafirlik

Bazı aileler, misafir kabul etmek ve misafirliğe gitmek hususunda sıkı davranmaktadırlar. Söylemek gerekir ki bu sıkı davranmak, halsizliğin, gevşekliğin, tembelliğin veya cimriliğin alametidir.

Misafir ağırlamak, peygamberlerin ve imamların ahlâkındandır. İlâhi velilerin ve Allah yolunda yürüyenlerin nişanelerindendir.

Cimrilik, gevşeklik ve tembellik her ne şekilde olursa olsun çirkindir. Ailenin erkeği veya ailenin kadını veya çocuklar, misafirleri güler yüzle karşılamalıdırlar. Zira evliyaların ahlâkı esasınca amel etmek, Hak Teâlâ’nın hoşnutluğuna sebep olmaktadır. İşlerin açılmasına, Allah’ın rahmet ve lütfünün tahakkuk etmesine sebep olmaktadır. Ev halkından birçok bela ve tehlikeleri def etmektedir.

Misafir ağırlamak meselesi o kadar önemlidir ki İslâmi öğretilerde yer aldığına göre, misafirin rızkı kendisiyle beraber gelmektedir ve ev sahibi gerçekte misafirlerin misafiridir.

Bu meseleyi teşvik etmek, çok övülmüştür ve ahlâkın güçlenmesine sebep olmaktadır. Allah’ın beğendiği bu işe engel olmak ise insani ahlâka aykırıdır.

Altıncı İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Yücelikler on tanedir. Eğer onları kendinde toplamaya gücün yetiyorsa bunu yap. Bunlardan biri misafiri ağırlamaktır.”[691]

İmam Sadık (a.s) misafirin giriş ve çıkışı hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz misafirler senin evine girdiklerinde, senin ve ailenin mağfiretiyle (bağışlanmasıyla) girmiş olurlar. Evinden çıktıkları zaman ise senin ve ailenin günahlarıyla çıkmış olurlar (senin ve ailenin günahlarını yok ederler).”[692]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Müslümanlardan dört kişiyi doyurmak, İsmail’in oğullarından bir köle azat etmeye denktir.”[693]

O halde insaf, müdara, yumuşaklık, hayır dilemek, edep, iftira yerlerinden sakınmak, ahde vefa göstermek, tevazu, küçüklere merhametli davranmak, büyüklere saygı göstermek ve misafir ağırlamak, yüceliğin temel ilkelerindendir ve de insan için dünya ve ahiret saadetini temin etmektedir.


Mutsuzluğun Sebepleri

Küsmek, birbirinden ayrılmak, yüz çevirmek, iftirada bulunmak, temiz bir kadına iftira atmak, sözlü tartışmak, birbirinin ayıbını araştırmak, gıybet, laf taşımak, iki kimsenin arasını bozmak, hile, düzen, aldatmak, diğerleriyle alay etmek, israf, kibir, haset, cimrilik, Allah’a isyan olan hususlarda başkalarına itaat etmek, başkalarına yük olmak, düşmanlık ve kin ve benzeri sıfatlar hakkında Kur’ân-ı Kerim’de bir takım ayetler vardır ve rivayetlerde de bağımsız bir bölüm halinde incelenmişlerdir. Dolayısıyla bunların tümü, ailelerden uzak olmalı, ev ve aile bu sıfatlardan temizlenmelidir. Zira bu sıfatlardan her birisi günahtır. Onlardan bazısı büyük günahtır ve de kıyamette kesin bir azaba sebep olmaktadır. Her birisi de aile ağacının köküne bir darbe indirmektedir. Mutsuzluğun ortaya çıkış sebebidir.

Bu konuların detaylarını Kur’ân’dan sonra, değerli bir kitap olan Kafi, c. 2, Vesail, c. 11, Şafi-i Feyz, Meheccet’ul-Beyza, Cami’us Saadet-i Neraki ve diğer ahlâki ve rivai kitaplarda mülahaza etmek gerekir. Bunları açıklamak, bu toplantının vaktini aşmaktadır. Daha fazla bir vakti ve çeşitli toplantıları gerektirmektedir.



 “Allah’ın helal kıldığı şeyler arasında boşanmaktan daha nefret ettiği bir şey yoktur.”  (Vesail, c. 22, s. 7)

  

 

 

Otuzuncu Bölüm

 

Boşanma ve Miras

 

Boşanmanın Çirkinliği

Boşanmak, bizzat güzel bir şey değildir. Boşanmak çirkin, uygunsuz, Hak Teâlâ’nın, peygamberlerin ve imamların nefret ettiği bir husustur, meğerki boşanmanın şer’i bir sebebi ve şeriat ehli örfünün kabul ettiği bir ölçüsü olsun.

Kadın veya erkeğin heva ve hevesi üzere boşanmak, hakka ve insanlığa aykırı bir ameldir. Şeriat hükümleriyle oynamaktır. İki taraftan birinin veya ikisinin şahsiyetini lekelemektir.

Ben, önce boşanma hususundaki önemli rivayetlere işaret etmek istiyorum. Sonra da Kur’ân-ı Kerim’deki ayetleri ve Kur’ân’a göre boşanma meselesinin şartlarını incelemeye çalışacağım.

Büyük filozof Hacı Sebzevari, Şerh-i Mesnevi adlı kitabında, masumdan şöyle rivayet etmektedir: “Allah-u Teâlâ yeryüzünde köle azat etmekten daha sevimli bir şey yaratmamıştır ve Allah-u Teâlâ boşanmaktan daha nefret edilir bir şey yaratmamıştır.”[694]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın helal kıldığı şeyler arasında boşanmaktan daha nefret ettiği bir şey yoktur.”[695]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, kadını oyuncak gibi kullanan erkekleri ve erkekleri oyuncak gibi kullanan kadınları sevmez.”[696]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah, zevk üzere boşanan kimseden nefret eder.”[697]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah, içinde gelin olan evi sever ve içinde boşanma olan evden nefret eder.”[698]

Allah Resulü bir şahsa şöyle buyurmuştur: “Eşin ne yaptı?” O şöyle dedi: “Onu boşadım.” Peygamber şöyle buyurdu: “Onda hiçbir kötülük ve çirkinlik olmaksızın mı boşadın?” O, “Evet, hiçbir sebebi olmaksızın” dedi. O şahıs yeniden evlendi, Allah Resulü onu görünce şöyle buyurdu: “Yeniden evlendin mi?” O, “Evet” diye arz etti. Peygamber şöyle buyurdu: “Şimdi eşin ne yapmaktadır?” O şöyle dedi: “Onu da boşadım.” Peygamber şöyle buyurdu: “Hiçbir çirkin işi olmaksızın mı? ” O şöyle arz etti: “Evet!”

O şahıs yeniden evlendi. Allah Resulü onun yanından geçince şöyle buyurdu: “Yeniden evlendin mi? ” O, “Evet!” dedi. Peygamber şöyle buyurdu: “Şu anda eşin ne yapmaktadır.” O şöyle arz etti: “Onu da boşadım.” Peygamber şöyle buyurdu: “Onda hiçbir çirkinlik olmaksızın mı boşadın? ” O şahıs şöyle arz etti: “Evet!” Peygamber şöyle buyurdu: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah, zevk üzere boşayan erkek ve boşanan kadından nefret (veya lanet eder).”[699]

Boşanmanın Ön Şartları

Eğer erkek tarafından kadının birlikte yaşamasının mümkün olmadığı bir problem ortaya çıkacak olursa veya erkeğin kadınla yaşamasına engel teşkil edecek herhangi bir şey kadında ortaya çıkacak olursa ve bu engeli ortadan kaldırmak mümkün değilse, boşanmak için gerekli ortam oluşmuşsa, artık bu boşanma şer’i ve engelsiz bir boşanmadır.

Bu hususta kadın ve erkek ve her iki tarafın ailesi, meseleyi şiddetlendirmekten sakınmalıdırlar. Kadın veya erkeğe veya her iki taraftan birinin ailesine kötü söz söylemekten sakınmalıdırlar.

Erkeğin eşiyle ihtilafı, eğer şer’i bir nedene dayanıyorsa, diğerlerinin veya bizzat kendilerinin gıybet, iftira, aşağılama, kınama ve alay etme gibi günahlara düşmesine neden olmamalıdır. Bu tür günahlar, kadın ve erkeğin ve onların ailesinin birbirine karşı kin ateşini alevlendirecek ve kıyamet gününde de Allah’ın azabına neden olacaktır.

Ne yazık ki boşanma durumu ortaya çıkınca, gıybet, iftira ve kin kapısı ailelerde açılmakta, aile bireylerinden birçoğu bu büyük ve şekavet nedeni olan günahlara duçar olmaktadırlar.

Bazen kadın yaşanılacak bir kadın değildir ve erkeğin ona tahammül etmesi çok zordur veya bazen de erkek nikâhını kıyarken, kadınla bir takım şartların altına imza atmıştır ve bu şartlar gerçekleşmediği takdirde kadına boşama hakkını tanımıştır veya bunun tam tersi söz konusudur. Bu durumda sakin ve huzur içinde hiçbir günaha bulaşmadan boşanma gerçekleşmelidir. Kavgaya, çatışmaya, iki aileyi meydana indirmeye, Hak Teâlâ’ya karşı her türlü günah işlemeye, iki haysiyetli ailenin şerefiyle oynamaya neden olmamalıdır.

Ben, boşanmanın başlangıcında iki ailenin de içine düştüğü büyük günahlardan ikisine işaret etmek zorundayım. Böylece umulur ki ilâhi gerçeklere teveccüh edildiği takdirde, günah ve suçlardan sakınılmış olsun.

Gıybet

Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: Kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz.”[700]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gıybetin Müslüman’ın dinini yok etmekteki hızı, lokmanın midedeki hazmından daha hızlıdır.”[701]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Gıybetten sakınınız. Şüphesiz gıybet zinadan daha şiddetlidir.”[702]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Mirac gecesi, tırnaklarıyla yüzünü yırtan bir topluluğun yanından geçtim. Cebrail’e bunların kim olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: “Bunlar insanların gıybetini eden kimselerdir.”[703]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah mal ve kanı haram kıldığı gibi gıybeti de haram kılmıştır.”[704]

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gıybet münafığın nişanesidir.”[705]

Hakeza Müminlerin Emiri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aşağılıkların en çirkini iyilerin gıybetini etmektir.”[706]

Yedinci İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kardeşinin gıybetini eden kimse mel’undur.”[707]

Hz. Seyyid’üş Şüheda (a.s) gıybet eden birine şöyle buyurmuştur: “Ey adam! Kendini gıybetten koru. Şüphesiz gıybet, cehennem köpeklerinin katığıdır.”[708]

Evet, nefsanî isteklerine tapan bir kimsenin, bidat çıkaranın, zulmeden sultanın ve açıkça kötülük eden bir kimsenin gıybeti haram değildir. [709]

Müminlerin Emiri (a.s) gıybeti dinlemenin günahı hakkında şöyle buyurmuştur: “Gıybeti dinleyen kimse, gıybet eden kimse gibidir.”[710]

Gıybeti reddetmek, onu dinlememek, Müslüman kardeşinin ve dini kız kardeşinin yüzsuyunu korumak hususunda Allah Resulü (s.a.a) bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Herkim gıybete engel olarak kardeşinin yüzsuyunu korursa, onu ateşten kurtarması, Allah’a bir haktır.”[711]

O halde, boşanma meselesinde söz konusu edilecek tek şey sadece boşanmadır. Hak, insaf, adalet ve yücelikten uzak sözler söylemek, sadece günah ve başkaları için cehenneme gitmekten başka bir şey değildir.

İftira

Bazen boşanmayı tevil etmeyi meşru göstermek için eşinin aleyhine iftira kampanyası başlatmaktadır. Onun namusunu topluluk içinde lekelemektedir. Bazen de kadın eşinin aleyhine iftiraya başvurmaktadır, bazen de erkeğin ailesi kadının ailesine ve bazen de kadının ailesi, erkeğe ve ailesine iftirada bulunmaktadırlar.

Çirkinlik ve aşağılık hususunda bu işin bir benzeri yoktur. Kıyametteki azabı da çok şiddetlidir.

İmam Sadık (a.s) Hekim’den şöyle nakletmektedir: “İyi kimseye iftirada bulunmak, köklü dağlardan daha ağırdır.”[712]

İmam Rıza (a.s) babalarından, onlar da Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Herkim bir mümin kadın veya erkeğe iftirada bulunur ve onda olmayan bir şeyi söylerse, Allah kıyamet günü onu dediği şeyi ispat edinceye kadar ateşten bir tepe üzerinde tutar.”[713]

Eğitici Bir Ders

Bir şahsa şöyle dediler: “Neden eşini boşamak istiyorsun? ” o şöyle dedi: “Eşimin gıybeti haramdır.” Boşanma gerçekleştirdikten sonra, o kadın evlendi. Tekrar birinci eşine şöyle sordular: “Neden eşini boşadın? ” O şöyle dedi: “Başkalarının karısının gıybetini etmek haramdır.”

Kur’ân Açısından Boşanma Meselesi

 Eğer kadın ve erkek başkalarının müdahalesi olmaksızın kendi sorunlarını halledebilir ve ayrılık sebeplerini ortadan kaldırabilirlerse ne güzel. Aksi takdirde buna güçleri yetmezse, vakarlı, sabırlı, keskin görüşlü ve dindar bir kişi erkeğin ailesinden ve bir kişi de kadının ailesinden iki kişi bir oturum düzenlemeli ve böylece işin boşanmaya varmasına engel olmalıdırlar.

“Karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Doğrusu Allah her şeyi bilen ve haberdar olandır.”[714]

“Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutma ya da iyilik yaparak bırakmadır. İkisi Allah’ın hudutlarını koruyamamaktan korkmadıkça kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal değildir. Eğer ikisinin Allah’ın hudutlarını koruyamayacaklarından korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde (mehrini bağışlayıp talak almasında) ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah’ın hudutlarıdır, onları çiğnemeyin. Allah’ın hudutlarını çiğneyenler ancak zalimlerdir.”[715]

“Kadınları boşadığınızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın, haklarına tecavüz etmek için onlara zararlı olacak şekilde tutmayın; böyle yapan şüphesiz kendisine zulmetmiş olur. Allah’ın ayetlerini de alaya almayın; Allah’ın üzerinize olan nimetini, öğüt vermek üzere size indirdiği Kitap ve hikmeti anın, Allah’tan sakının, Allah’ın her şeyi bildiğini bilin.”[716]

Gördüğünüz gibi boşanma meselesinin yanında, Allah-u Teâlâ insanı nimetlere, Kur’ân’a, hikmete ve kendisinin sonsuz ilmine teveccüh ettirmektedir. Böylece de bu konuda insaf ve adaletin tüm boyutlarıyla ve vücutlarıyla hayata geçirilmesini sağlamaktadır. Şüphesiz eğer aileler, Allah’a ve kıyamete iman içinde olur, güzel ahlâk ve salih amel ile süslenirse, onlar arasında boşanma diye bir şey olmaz. Kadın ve erkek, barış, sefa ve muhabbet dolu hayattan nasip elde ederler. Üstü başı dağınıklık, gevşeklik, tembellik ve uyuşturucu alışkanlığı, eğitimini terk etmek, İslâm ümmetinin birçok çocuklarının bozulması, anne ve babalarının ihtilafına ve neticede de boşanmasına dayanmaktadır.

Erkek, zulmetmemeli, kadının hakkına riayet etmeli, verdiği sözlere bağlı olmalı, kadın ve çocukları hususunda insani ve İslâmi kaideleri hayata geçirmeli, kadın da kocasına, evine ve çocuklarına bakmakta olması gerektiği gibi olmalıdır ki, Allah’ın en çok nefret ettiği yırtıcı bir canavar ve aile ocağını söndüren bir ateş konumundaki bir ateş ortaya çıkmasın. Şüphesiz boşanmada suçlu olan kimse, kıyamet günü şiddetli bir hesaba çekilecektir. O halde boşanmanın rakamlarını en aza indirgemeye çalışalım. Haram bakıştan, günahtan, zulümden, birbirine zulmetmekten el çekelim ki boşanma diye bir şey olmasın.

Ülkenin adli makamları, ahlâki meselelerle ilgili ve boşanmanın çirkin bir iş olduğu hususunda bir kitapçık hazırlamalıdır ve boşanmak için oraya müracaat edenlere vermelidir. Böylece onlar bu kitapçığı okudukları takdirde belki de bir daha müracaat etmeyecekler, hayatlarını düzene sokacaklardır. Böylece dul kadın ve erkekler, topluma girerek, onların imanı zayıf olanlarını fesada, sapıklığa ve kirliliğe itmeyeceklerdir.

Hayatın Sonu

Hayatın inişli ve çıkışlı caddesi, hayat meydanı, hareket ve faaliyet sahası, emeller, arzular, sonunda ölüm ve insanın yüce ahiret âlemine intikali; hayatının ürünleri, ahlâk, amel ve inançlarının meyvesiyle karşılaşmak içindir.

Kur’ân-ı Kerim kadın ve erkekten hayatta oldukları müddetçe, dünya ve ahiretteki işlerinin sonunu düşünmelerini istemektedir ve de ahiret için ne azık hazırladıklarına bakmalarını söylemektedir.

“Herkes yarına ne hazırladığına baksın.”[717]

Hayat sona ermeden önce, çok çok önemli olan bir mesele de malın üçte biri hakkında şer’i bir vasiyet yazmaktır. Bu da insan öldükten sonra Allah’ın kendisine bir rahmeti ve lütfüdür. Mümin kimsenin vasisi, malın üçte birini ayırmalı, vasiyetnamede belirtilen yerde harcamalıdır.

Vasiyet, bütün peygamberlerin, velilerin ve imamların teveccüh ettiği bir şeydir. Onlardan hiç kimse, vasiyetsiz dünyadan ayrılmamıştır. Vasiyet, Allah-u Teâlâ’nın mübarek Bakara suresi, 180. ayetinde buyurduğu bir emri ve Allah Resulü'nün ümmetine ve masum imamların da şialarıne emrettiği bir husustur.

“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer hayır (mal) bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi muttakilere bir hak olarak size yazıldı.”[718]

Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Vasiyet her Müslüman’ın üzerinde bir haktır.”[719]

Hakeza Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimse için başının altında vasiyeti olmaksızın bir gece uyuması yakışmaz.”[720]

Hakeza Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Herkim vasiyette bulunarak ölürse Allah Resulü’nün sünneti üzere dünyadan göçmüştür. Ölümü takva, şahadet ve Hakk’ın mağfireti üzeredir.”[721]

Vasiyetle çok az amel edildiği, bir takım kanunların, vasinin elini kolunu bağladığı, canından usandırdığı ve varislere diz çöktürdüğü ilginç ve garip günümüzde; insanın kendi vasisi olması ve ölümünden sonra yapmasını istediği şeyleri bizzat yapması çok güzel bir davranıştır. İnsan şu anda hayatta olduğuna göre bir malı ve mülkü varsa, hayır yolunda, örneğin kız ve erkeklerin evliliğine ortam sağlamak, yetimlerin harçlığını vermek, okul yapmak, cami yapmak, yol yapmak, fakir kimseler için ev yapmak gibi işlere teşebbüste bulunmalıdır. Bu durumda ölümden sonra da bir nasip elde edecektir. İmam Ali (a.s) insana şu anlamlı tavsiyede bulunmuştur: “Ey Âdemoğlu! Malın hususunda kendi vasin ol ve senden sonra yapılmasını tercih ettiğin şeyi malın hakkında kendin yap.”[722]

“Kendi mezarına bir hayat belgesi gönder

Senden sonra kimse göndermez önceden gönder.”

Velhasıl, kendinizden sonra bırakacağınız bir malın helal olmasına dikkat ediniz. Zira haram mal miras olmaz. Malın üçte birini ölümünüzden sonrası için vasiyet etmeyiniz. Çünkü etkili değildir. Vasiyetinizi malın diğer üçte ikisini bölüştürme hususunda Kur’ân-ı Kerim ayetlerine göre düzenleyiniz ki varislere bir zulüm yapılmış olmasın. Vasi ve varislerin de Kur’ân-ı Kerim üzere düzenlenmiş vasiyetnamesi üzere hareket etmesi farzdır. O vasiyetnamenin icra edilmesi ibadettir. Hem ölü, hem de vasiyetnameyi icra edenler için büyük bir sevap vardır.

Varislerin mirası bölüştürmeden önce, humus, kadının mehriyesi ve şahısların alacağı ile ilgili borçları varsa, ödemeleri ve ölünün zimmetinde hac varsa, hac parasını vermeleri farzdır. İçinde Allah’ın ve insanların haklarının olduğu bir malı kullanmak, varisler için haramdır ve de Allah’ın azabına neden olmaktadır.

Miras bölüştürmesinde ölünün, karısı, babası, annesi, kızının ve oğlunun haklarına Allah’ın kitabı esasınca riayet edilmelidir. Eğer bunun dışında bir şey yapılacak olursa, Allah’ın sınırlarını çiğnemek olur ve de ceza ve azabı gerektirir.

Mirası bölüştürme işinde ilmihallere veya fıkıhta uzman bir âlime müracaat ediniz ki her şeyi Hak Teâlâ’nın kanunları esasınca yapılsın ve ölünün ruhu bu amelden dolayı mutlu olsun.

Geride kalanlar da şu anlama dikkat etmelidir ki ölen kimse, hayatı zamanında can veya kalbiyle gece gündüz, sizlerin işlerini idare etmek için zahmet çekmiş, her türlü meşakkate tahammül etmiş, nice defa bu yolda bir takım mali günahlara bulanmıştır. O halde onu unutmayınız, onun için namaz kılınız, oruç tutunuz, sadaka veriniz. Kul haklarını ödeyiniz, hayırlı işler yapınız. Özetle mümkün olan her şekilde onun bağışlanması ve ruhunun şad olması için özellikle cuma gecelerinde, ramazan ve şaban aylarında onu hatırlayınız. Böylece siz öldükten sonra da çocuklarınız sizi hatırlayacaktır. Bazen mezarlıkların yanına gidiniz. Hak Teâlâ onların ruhuna, sizinle ünsiyet kurmasına izin vermektedir. Bu da onların berzah âleminde sizlere dua etmesine neden olmaktadır. Dostlarımdan biri şöyle diyordu: “Bir sorunla karşılaştığı zaman, hemen Tahran’dan Kum’a giden ve bir saat anne ve babasının yanında oturan bir dostum vardır. Onlar için fatiha okumakta, dua etmekte ve sadaka vermektedir ve onlardan kendisine dua etmelerini istemekte, daha sonra da Tahran’a dönmektedir.

Tecrübe de ettiği gibi anne ve babasının duası onun ardıca gelmekte ve o gün akşam güneşi batmadan önce işlerindeki sıkıntıları, kendiliğinden hallolmaktadır.

Anne ve babanın canından fedakârlık ederek, çocuklarının hayatını temin ettikleri ve onların mutluluklarını sağladıkları halde, öldükten sonra çocuklarının onu anmamaları, onların bağışlanması için hiçbir şey yapmamaları asla doğru değildir.

 



[1]- Bu değerlendirme, değerli araştırmacı, Nehc’ül-Belâğa’nın büyük müfessiri, ilâhi öğretilerin öğretmeni, Mesnevi’nin şârihi Allame Muhammed Taki Caferi tarafından kaleme alınmıştır.

[2]- Hafız

[3]- Nûr, 31

[4]- Ra’d, 11

[5]- Sabır, istikamet, takva, istiğfar ve toplu tövbe gibi

[6]- Hûd suresi, 52

[7]- Âl-i İmrân, 125

[8]- Kur’ân’da yer alan ifadeler şunlardır: “Mağfiret dileyin, tövbe edin, sabredin, sakının” ki hepsi de çoğul kipi şeklinde kullanılmıştır, tekil değil.

[9]- Tahrim, 60

[10]- “Eğer başında vuslat isteği varsa Hafız

Hüner ehlinin eşiğinin toprağı olmalısın.” (Hafız)

[11]- Yazarın kitaplarından bazıları da şunlardır. On iki ciltlik İrfan-i İslâmi, Şerh-i Sehife-i Seccadiye ve de Türkçeye de çevrilen Şerh-i Dua-i Kumeyl

[12]- Bakara, 3

[13]- İbrâhim, 32- 34

[14]- Yasin, 40

[15]- Âl-i İmrân, 191

[16]- Necm, 42

[17]- Hûd, 56

[18]- Rûm, 21

[19]- Furkân, 54

[20]- Nûr, 32

[21]- Hidayet’ul-İlm, 651

 

[22]- İzdivac der İslâm, 17

[23]- a. g. e. 7

[24]- a. g. e. 8

[25]- Bihar, c. 103, s. 220

[26]- a. g. e.c. 103, s. 219

[27]- Vesail, c. 14, s. 7

[28]- İzdivac der İslâm, 14

[29]- Bihar, c. 103, s. 222

[30]- Müstedrek’ul Vesail, Ebvab’ul Mukaddemat, 1. bab.

[31]- Bihar, c. 103, s. 221

[32]- Mevaiz’ul-Adediyye, 180

[33]- Tahrim, 6

[34] Kafi, c. 2, s. 340 ve Meheccet’ul Beyza, c. 5, s. 140

[35]- Nûr, 36

[36]- İzdivac der İslâm, s. 26

[37]- Bihar, c. 100, s. 220 - 221

[38]- a. g. e.

[39]- a. g. e.

[40]- a. g. e.

[41]- İzdivac der İslâm, s. 27

[42]- a. g. e.

[43]- Nisa, 28

[44]- Bihar, c. 101, s. 72

[45]- Bihar, c. 101, s. 73

[46]- Bihar, c. 5, s. 157

[47]- Rahmân, 19- 22

[48]- Nur’us Sakaleyn, c. 5, s. 191, 19. hadis

[49]- Bihar, c. 77, s. 128, 32. rivayet, 6. bab

[50]- Tin, 4

[51]- Neml, 88

[52]- Secde, 7

[53]- Nisa, 1

[54]- Rûm, 21

[55]- Necm, 39

[56]- Bakara, 229

[57]- Bihar, c. 100, s. 349

[58]- Bakara, 240

[59]- Bakara, 241

[60]- Bakara, 180

[61]- Nisa, 7

[62]- Nahl, 97

[63]- Mevaiz’ul-Adediyye, s. 201

[64]- Tahrim, 10

[65]- En’âm, 151

[66]- Nisa, 11

[67]- Bakara, 233

[68]- Kasas, 7

[69]- Bihar, c. 43, s. 23

[70]- Sefinet’ul-Bihar, c. 8, s. 580

[71]- Bakara, 223

[72]- Tefsir-i Numune, c. 1, s. 97

[73]- Vesail, c. 14, s. 2

[74]- Vesail, c. 14, s. 11

[75]- Nahl, 58- 59

[76]- Kasas, 7

[77]- Bakara, 223

[78]- Bakara, 187

[79]- Rûm, 21

[80]- Vesail’uş Şia, Bab’ul Evlad’da nakledilen rivayetler

[81]- a. g. e.

[82]- Bihar, c. 103, s. 218

[83]- Devam eden hayırlı iş

[84]- Mevaiz’ul-Adediyye, c. 138

[85]- Revze-i Kafi, s. 313

[86]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 351

[87]- Bihar, c. 77, s. 214

[88]- Mevaiz’ul Adediyye, s. 268

[89]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 352 ve 352

[90]- a. g. e.

[91]- Âl-i İmrân, 56

[92]- Pişva-i Şehidan, s. 328

[93]- Bihar, c. 103, s. 235

[94]- Risale-i Tevzih’ul-Mesail, Ayetullah Fazıl Lenkerani, s. 418, 2236. mesele

[95]- Melik’uş Şuera, Bihar

[96]- A’râf, 156

[97]- (Merhamet edenlerin en hayırlısı, merhamet edenlerin en merhametlisi ve rahmet sahibi)

 

[98]- A’râf, 23

[99]- Nûh, 26

[100]- İbrâhim, 37

[101]- Kasas, 24

[102]- Yusuf, 101

[103]- Enbiya, 89

[104]- Mü’minûn, 118

[105]- Âl-i İmrân, 191

[106]- Mecme’ul Beyan, c. 8, s. 358

[107]- Ahzâb, 35

[108]- Lailâhe illallah kelimesini söylemek

[109]- Mizan’ul-Hikmet, c. 9, s. 96

[110]- Bihar, c. 57, s. 299

[111]- Bihar, 2. baskı Muesseset’ul-Vefa, c. 100, s. 245

[112]- R’ad, 21

[113]- Bihar, c. 77, s. 203

[114]- Mizan’ul-Hikmet, c. 6, s. 316

[115]- İzdivac der İslâm, 18

[116]- İzdivac der İslâm, 18- 19

[117]- a. g. e.

[118]- a. g. e. 20- 21

[119]- a. g. e. 20- 21

[120]- a. g. e. 20- 21

[121]- Sâd, 73- 74

[122]- A’râf, 13

[123]- Mizan’ul-Hikmet, c. 8, s. 298

[124]- a. g. e.c. 8, s. 300- 302

[125]- a. g. e.

[126]- a. g. e.

[127]- a. g. e.

[128]- Bihar, c. 73, s. 231

[129]- Bihar, c. 72, s. 201- 205

[130]- Ayetullah Burucerdi’nin Biyografisi, Devani, s. 79

[131]- Müstedrek’ul-Vesail, Ebvab-u Mukaddemat-i Nikâh, 23. bab

[132]- Bihar c. 103 s. 347

[133]- a. g. e.

[134]- İzdivac der İslâm, 95

[135]- Mücazat-i nebeviyye, 182

[136]- İzdivac der İslâm96, 97

[137]- Bihar c. 103 c. 348

[138]- Beyyine, 7

[139]- Mü’minûn, 2- 9

[140]- Furkân, 64- 74

[141]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 333

[142]- a. g. e. s. 334

[143]- Bihar, c. 67, s. 293

[144]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 330

[145]- a. g. e.

[146]- Bihar, c. 71, s. 158

[147]- Nûr, 26

[148]- Nisa, 3

[149]- Bakara, 221

[150]- Bihar, c. 100, s. 72

[151]- a. g. e.

[152]- Bihar, c. 100, s. 373

[153]- a. g. e. s. 375

[154]- İzdivac der İslâm, 32

[155]- Bihar, c. 100, s. 374

[156]- Bihar, c. 100, s. 373

[157]- Bihar, c. 103, s. 371

[158]- İzdivac der İslâm, 55

[159]- Bihar, c. 103 s. 235

[160]- İzdivac der İslâm, s. 54- 55

[161]- a. g. e.

[162]- Bihar, c. 79, s. 142

[163]- Vesail, c. 17, birinci bab, s. 81, 22043. rivayet

[164]- Bihar, c. 103, s. 232- 237

[165]- a. g. e.

[166]- İzdivac der İslâm, 75- 77

[167]- a. g. e.

[168]- Bihar, c. 64, s. 198

[169]- Müstedrek-u Kitab’in Nikâh, 6. ve 8. bablar

[170]- a. g. e.

[171]- Bihar, c. 100, s. 235

[172]- Bihar, c. 78, s. 327 Beyrut baskısı c. 75, s. 327

[173]- Bihar, c. 71, s. 173

[174]- A’râf, 8

[175]- A’râf, 9

[176]- Âl-i İmrân, 14- 17

[177]- İzdivac der İslâm, s. 45, Vesail’den naklen, Ebvab’ul-Mukaddemat-i Nikâh

[178]- Bihar, c. 100, s. 240

[179]- Vesail, Bab-u Mukedemat-ı Nikâh, 4. bab ve Bihar, vefa müessesesinin baskısı, c. 100, s. 225

[180]- Mustedrek’ul-Vesail, nikâh bölümü, 13. bab

[181]- Bihar, c. 100, s. 227

[182]- a. g. e.

[183]- İzdivac der İslâm, 47

[184]- Vesail’uş Şia, Ebvab-u Mukaddemat-ı nikâh, 36. bab

[185]- Vesail’uş Şia, Ebvab-u Mukaddemat-i nikâh, 36. bab

[186]- Vesail’uş Şia, Ebvab-u Mukaddemat-ı nikâh, 36. bab

[187]- İzdivac der İslâm, 49

[188] a. g. e.

[189]- Muheccet’ul-Beyza, c. 3, s. 54

[190]- Bakara, 257

[191]- Ra’d, 38

[192]- Bihar, vefa müessesesinin baskısı, c. 100, s. 233

[193]- Bihar, c. 100, s. 237

[194]- Bihar, c. 100, s. 235

[195]- a. g. e. s. 233

[196]- İzdivac der İslâm, 59

[197]- Bihar, c. 100, s. 232

[198]- İzdivac der İslâm, 60

[199]- Bihar, c. 100, s. 236

[200]- Bihar; c. 100, s. 238

[201]- Bihar, c. 100, s. 239

[202]- İzdivac der İslâm, 61

[203]- a. g. e.70

[204]- Bihar, c. 100, s. 238

[205]- Bihar, c. 100, s. 237

[206]- İzdivac der İslâm, 67

[207]- Bihar, c. 75, s. 285

[208]- Mizan’ul-Hikmet, 166- 167

[209]- a. g. e.166- 167

[210]- Bihar, vefa Müessesesinin baskısı, Beyrut, c. 100, s. 349

[211]- a. g. e.

[212]- Bihar, c. 100, s. 350- 351

[213]- a. g. e.

[214]- Bihar, c. 100, s. 351

[215]- Bihar, c. 43, s. 111- 112

[216]- Bihar, c. 100, s. 267

[217]- Bihar, c. 100, s. 266

[218]- İzdivac der İslâm, 112

[219]- İzdivac der İslâm, 112

[220]- İzdivac der İslâm, 114 ve Müstedrek bab’un Nikâh, 31. bölüm

[221]- İzdivac der İslâm, 114, Mustedrek Bab’un Nikâh, 31. bölüm

[222]- Hurma, yağ ve unun karışmış hali.

[223]- İzdivac der İslâm, 91

[224]- Bihar, c. 100, s. 280, İlel’uş Şerayi, s. 514, 517, Emali’is Seduk, s. 566, 570

[225]- Bihar, c. 100, s. 285

[226]- İlel’uş Şerayi, 309

[227]- Bihar, c. 100, s. 287

[228]- Bihar, c. 100, s. 289

[229]- a. g. e. 290

[230]- a. g. e. 290

[231]- a. g. e. 295

[232]- Bakara, 222

[233]- Mizan’ul-Hikmet, c. 5, s. 558

[234]- a. g. e.

[235]- Nehc’ül-Belâğa, 160. hutbe

[236]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 92

[237]- a. g. e.

[238]- a. g. e.

[239]- a. g. e.

[240]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 93

[241]- a. g. e.

[242]- a. g. e.

[243]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 95

[244]- a. g. e.

[245]- a. g. e.

[246]- a. g. e. c. 10 s, 94

[247]- Diş etlerinin iltihaplaşmasına ve irin toplamasına neden olan bir diş hastalığıdır.

[248]- a. g. e. c. 4, s. 596

[249]- Bihar, c. 76, s. 131

[250]- Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 597

[251]- a. g. e.

[252]- a. g. e.

[253]- a. g. e.

[254]- Bihar, c. 76, s. 129

[255]- Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 599

[256]- a. g. e.

[257]- Bakara, 172

[258]- Bakara, 168

[259]- A’râf, 31

[260]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 117

[261]- a. g. e.

[262]- a. g. e.

[263]- a. g. e. c. 1, s. 117- 118

[264]- a. g. e.

[265]- a. g. e.

[266]- a. g. e.

[267]- Vesail, c. 16, s. 406

[268]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 123

[269]- Vesail, c. 16, s. 520

[270]- Vesail, c. 16, s. 518

[271]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 125

[272]- Vesail, c. 16, s. 539

[273]- Bihar, c. 62, s. 324

[274]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 116

[275]- a. g. e.

[276]- a. g. e.

[277]- a. g. e.

[278]- Âl-i İmrân, 159

[279]- Kalem, 4

[280]- Mizan’ul-Hikmet, c. 3, s. 137- 138

[281]- a. g. e.

[282]- a. g. e.                                                                                                                                   

[283]- a. g. e.

[284]- Bihar, c. 71, s. 388- 389

[285]- a. g. e.

[286]- Bihar, c. 71, s. 385

[287]- a. g. e.

[288]- Bihar, c. 77, s. 58

[289]- Mizan’ul-Hikmet, c. 3, s. 149

[290]- a. g. e.

[291]- Rûm, 21

[292]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 205

[293]- Vesail, Alu’l-Beyt baskısı, c. 16, a. 171

[294]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 210

[295]- Kafi, c. 2, s. 199

[296]- Vesail, Alu’l-Beyt baskısı, c. 20, s. 22- 23

[297]- a. g. e.

[298]- Âl-i İmrân, 14

[299]- Vesail, c. 20, s. 23- 24

[300]- a. g. e.

[301]- a. g. e.

[302]- Vesail, c. 16, s. 303, Alu’l-Beyt baskısı,

[303]- Vesail, c. 16, s. 304- 305

[304]- a. g. e.

[305]- En’âm, 160

[306]- Âl-i İmrân, 134

[307]- Şûrâ, 40

[308]- Bihar, c. 71, s. 400

[309]- Mizan’ul-Hikmet, c. 6, s. 367

[310]- a. g. e.

[311]- a. g. e.

[312]- Mizan’ul-Hikmet, c. 6, s. 368- 370

[313]- a. g. e.

[314]- a. g. e.

[315]- a. g. e.

[316]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 268

[317]- a. g. e.

[318]- a. g. e.

[319]- a. g. e.

[320]- Bihar, c. 2, s. 135

[321]- a. g. e. c. 74, s. 230

[322]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 231

[323]- a. g. e. c. 7, s. 230- 231

[324]- a. g. e.

[325]- a. g. e.

[326]- a. g. e.

[327]- a. g. e.

[328]- a. g. e.

[329]- a. g. e.

[330]- a. g. e.

[331]- Kafi, c. 2, s. 110

[332]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 236

[333]- a. g. e.

[334]- a. g. e. c. 7, s. 414

[335]- a. g. e.

[336]- Bihar’ul Envar, c. 73, s. 294

[337]- Lokman, 18

[338]- Nisa, 34

[339]- En’âm, 152

[340]- Bakara, 83

[341]- Tâ-Hâ, 44

[342]- İsrâ, 28

[343]- Fussilet, 33

[344]- Kenz’ul-Ummal

[345]- Mizan’ul-Hikmet, c. 8, s. 434- 440

[346]- a. g. e.

[347]- a. g. e.

[348]- a. g. e.

[349]- Bihar, c. 77, s. 214

[350]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 259

[351]- Bütün başı örten bir tür başörtüsü

[352]- Kadının bedenini örten geniş bir elbise

[353]- Bütün bedeni örten ve elbisenin üstüne giyilen geniş bir örtü.

[354]- Nâziât, 40- 41

[355]- Vesail, c. 14, s. 19

[356]- Nehc’ül-Belâğa-i İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 9, 153. bab, s. 160

[357]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 357- 358

[358]- a. g. e.

[359]- Ahzâb, 59

[360]- Nûr, 30

[361]- Nûr, 31

[362]- Bihar, c. 78, s. 284

[363]- Bihar, c. 104, s. 36

[364]- a. g. e.

[365]- Kasas, 26

[366]- Bihar, c. 13, s. 32

[367]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10 s, 77

[368]- a. g. e. s. 78

[369]- Nûr, 31

[370]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 154

[371]- Tuhef’ul Ukul s. 39

[372]- Zümer, 9

[373]- Mizan’ul-Hikmet, c. 6, s. 449

[374]- a. g. e.

[375]- Bihar, c. 77, s. 175

[376]- Bihar, c. 1, s. 185

[377]- Zilzal, 7- 8

[378]- Bihar, c. 70, s. 25

[379]- Mizan’ul-Hikmet, c. 8, s. 212

[380]- Bihar, c. 70, s. 53

[381]- Mizan’ul-Hikmet, c. 8, s. 216- 218

[382]- a. g. e.

[383]- Bihar, c. 70, s. 52

[384]- Mizan’ul-Hikmet, c. 8, s. 216- 216

[385]- a. g. e.

[386]- Bihar, c. 78, s. 8

[387]- En’âm, 82

[388]- Bihar, c. 73, s. 107

[389]- Bihar, c. 78, s. 38

[390]- Vesail, c. 20, s. 14 Alu’l-Beyt baskısı

[391]- Bihar, c. 13, s. 21

[392]- Mizan’ul-Hikmet, c. 3, s. 56- 58

[393]- a. g. e.

[394]- a. g. e.

[395]- a. g. e.

[396]- Mizan’ul-Hikmet, c. 3, s. 59- 62

[397]- a. g. e.

[398]- a. g. e.

[399]- a. g. e.

[400]- Mizan’ul-Hikmet, c. 3, s. 63

[401]- En’âm, 162

[402]- Vesail, c. 20, s. 168

[403]- Kadınlar hakkındaki bu latif ve ince tabir Hak Teâlâ’nın kadına özel rahmet ve göstergesinin inayetidir. Bu tabir, Vesail, c. 20, s. 13, Al’ul-Beyt baskısında, Âdem ile Havva’nın evliliği hususunda yer almıştır.

[404]- Vesail, c. 20, s. 63, Al’ul-Beyt baskısı

[405]- Âl-i İmrân, 57

[406]- Lokman, 11

[407]- Mizan’ul-Hikmet, c. 5, s. 596

[408]- Mizan’ul-Hikmet, c. 5, s. 595- 596

[409]- a. g. e.

[410]- Mizan’ul-Hikmet, c. 5, s. 599- 600

[411]- a. g. e.

[412]- Tevbe, 71

[413]- Bakara, 180

[414]- Bakara, 201

[415]- Bihar, c. 71, s. 383

[416]- Mizan’ul-Hikmet, c. 9 s. 277- 278

[417]- a. g. e.

[418]- a. g. e.(Örneğin: Hz. Musa’nın ümmeti buzağıya tapıyordu; bu ümmet de paraya tapmaktadır. Müt. )

[419]- Bakara, 168, 169

[420]- İsrâ, 70

[421]- Bihar, c. 5, s. 147

[422]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 123

[423]- Bihar, c. 103, s. 7- 19; Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 119

[424]- a. g. e.

[425]- a. g. e.

[426]- a. g. e.

[427]- Bihar, c. 78, s. 339

[428]- Vesail, c. 12, s. 11

[429]- Bihar, c. 103, s. 7

[430]- Bihar, c. 103, s. 2

[431]- Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 119

[432]- Nehc’ül-Belâğa, 91. hutbe

[433]- Bihar, c. 77, s. 389

[434]- Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 117

[435]- Bihar, c. 74, s. 3895

[436]- Bihar, c. 75, s. 172

[437]- Bihar, c. 69, s. 407

[438]- Bihar, c. 74, s. 81

[439]- Bihar, c. 71, s. 396

[440]- Bihar, c. 78, s. 60

[441]- Bihar, c. 76, s. 60

[442]- Bihar, c. 66, s. 15

[443]- Bihar, c. 103, s. 21

[444]- Bihar, c. 103, s. 11

[445]- Mizan’ul-Hikmet, c. 9, s. 308

[446]- Bihar, c. 7, s. 197

[447]- Bihar, c. 103, s. 6

[448]- Bakar, 222

[449]- Mizan’ul-Hikmet, c. 1, s. 5410- 541

[450]- a. g. e.

[451]- a. g. e.

[452]- a. g. e.

[453]- a. g. e.

[454]- Bihar, c. 6, s. 35- 36

[455]- a. g. e.

[456]- el-Mizan, c. 2, s. 247- 250’de yer alan makaleden bir özettir.

[457]- Mülk, 10

[458]- Bihar, c. 1, s. 131

[459]- Mizan’ul-Hikmet, c. 6, s. 419

[460]- a. g. e.

[461]- Gurer’ul-Hikem, akıl babı

[462]- Bihar, c. 77, s. 158

[463]- Kafi, c. 1, s. 26

[464]- Bihar, c. 77, s. 147

[465]- a. g. e. s. 141

[466]- Bihar, c. 74, s. 189

[467]- Mizan’ul-Hikmet, c. 2, s. 63

[468]- a. g. e.

[469]- a. g. e.

[470]- Bihar, c. 92, s. 17

[471]- Mizan’ul-Hikmet, c. 8, s. 67- 69

[472]- a. g. e.

[473]- a. g. e.

[474]- Nehc’ül-Belâğa, 176. hutbe

[475]- Bihar, c. 92, s. 19

[476]- a. g. e. s. 189

[477]- Nehc’ül-Belâğa, 147. hutbe

[478]- Kur’ân-ı Kerim'deki nübüvvet ayetlerinin özeti.

[479]- Tâ-Hâ, 132

[480]- Meryem, 55

[481]- İbrâhim, 40

[482]- Bihar, c. 77, s. 77

[483]- Bihar, c. 69, s. 406

[484]- Bihar, c. 82, s. 209

[485]- Ankebût, 45

[486]- Vesail, Alu’l-Beyt baskısı, c. 16, s. 338

[487]- Tahrim, 6

[488]- Bakara, 174

[489]- Nisa, 10

[490]- Tekvir, 6

[491]- İbrâhim, 48

[492]- Tahrim, 6

[493]- A’la, 13

[494]- Necm, 14- 15

[495]- Âl-i İmrân, 133

[496]- Bihar, c. 21, s. 361

[497]- Nisa, 19

[498]- Bakara, 228

[499]- Ahzâb, 50

[500]- Vesail, c. 20, s. 80 Alu’l-Beyt baskısı

[501]- Bihar, c. 103, s. 249

[502]- Hicr, 92- 93

[503]- Saffat, 24

[504]- İsrâ, 36

[505]- Lokman, 14

[506]- Ahkaf, 15

[507]- Rahnema-i Mader, 6

[508]- Bihar, c. 101, s. 106

[509]- Bihar, c. 101, s. 106- 107

[510]- Bihar, c. 101, s. 116

[511]- Vesail, c. 21, s. 409

[512]- Vesail, c. 21, s. 407

[513]- Çocuk doğarken verilen yemek

[514]- Vesail, c. 21, s. 411- 413

[515]- a. g. e.

[516]- a. g. e. s. 439

[517]- Bakara,  233

[518]- Lokman, 14

[519]- Rahnema-i Mader, 30

[520]- Bihar, c. 103, s. 323

[521]- Bihar, c. 103, Rıza’ babı ve Vesail, c. 15, Rıza’ babı

[522]- Vesail, Alu’l-Beyt baskısı, c. 21, s. 451

[523]-Vesail, c. 21, s. 389

[524]- a. g. e.

[525]- Vesail, c. 21, s. 390- 391

[526]- a. g. e.

[527]- Vesail, c. 21, s. 396

[528]- İbrâhim, 39

[529]- Meryem, 5- 6

[530]- Vesail, c. 21, s. 355

[531]- Bihar, c. 104, s. 97

[532]- Vesail, c. 21, s. 356

[533]- Bihar, c. 103, s. 7

[534]- Nahl, 72

[535]- Bihar, c. 21, s. 355

[536]- Vesail, c. 21, s. 357- 358

[537]- a. g. e.

[538]- a. g. e.

[539]- Bihar, c. 42, s. 284

[540]- Teğâbün, 15

[541]- Vesail, c. 21, s. 483

[542]- a. g. e.

[543]- Vesail, c. 21, s. 484

[544]- Bihar, c. 104, s. 97

[545]- Vesail, c. 21, s. 485

[546]- Vesail, c. 21, s. 361

[547]- Vesail, c. 21, s. 460

[548]- Vesail, c. 21, s. 473

[549]- Kafi, c. 6, s. 47

[550]- Vesail, c. 21, s. 476

[551]- Müzzemmil, 17

[552]- Şûrâ, 49- 50

[553]- Kefh, 46

[554]- Vesail, c. 21, s. 361 Alu’l-Beyt baskısı

[555]- a. g. e.

[556]- a. g. e.

[557]- Vesail, c. 21, s. 362

[558]- a. g. e.

[559]- Vesail, c. 21, s. 365

[560]- Kehf, 81

[561]- Kafi, c. 6, s. 6 ve Vesail, c. 21, s. 364

[562]- Vesail, c. 21, s. 365- 366

[563]- a. g. e.

[564]- a. g. e.

[565]- Vesail, c. 20, s. 367

[566]- Bihar, c. 104, s. 91

[567]- Vesail, c. 21, s. 368

[568]- Bihar, c. 104, s. 69

[569]- Bihar, c. 60, s. 381

[570]- Kafi c. 6, s. 48, Mekarim’ul-Ahlâk, s. 220 ve Vesail, c 21, s. 482

[571]- İzdivac der İslâm, s. 136

[572]- a. g. e.

[573]- Selam olsun sana ey Fatıma'nın oğlu ve selam olsun sana ey Hatice-i Kübra'nın oğlu.

[574]- Nûh, 26- 27

[575]- Bihar, c. 8, s. 34

[576]- Meryem, 28

[577]- Fatır, 1

[578]- Tevbe, 105

[579]- Saff, 8

[580]- “Ataların huyları çocuklara intikal edicidir.”

[581]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 232

[582]- Nehc’ül-Belâğa, Şerh-i İbn-i Ebi’il-Hadid, c. 18, s. 250

[583]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 720

[584]- a. g. e.

[585]- a. g. e.

[586]- a. g. e.

[587]- a. g. e.

[588]- Bihar, c. 104, s. 98

[589]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 222

[590]- a. g. e.

[591]- a. g. e.

[592]- Bihar’ul-Envar, c. 74, s. 70 ve Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 723

[593]- Furuğ-i Kafi, c. 6, s. 49

[594]- Vesail, c. 15, s. 203

[595]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 705- 707

[596]- a. g. e.

[597]- a. g. e.

[598]- a. g. e.

[599]- a. g. e.

[600]- Nûr, 51- 52

[601]- İsrâ, 23- 24

[602]- Âl-i İmrân, 92

[603]- Lokman, 14- 15

[604]- Duhâ, 6

[605]- Kafi, c. 2, s. 158

[606]- Kafi, c. 2, s. 159

[607]- Vesail, c. 1, s. 491

[608]- a. g. e. s. 490

[609]- Bihar, c. 74, s. 59

[610]- Bihar, c. 38, s. 196

[611]- Bihar, c. 74, s. 45

[612]- Tuhef’ul-Ukul, 238

[613]- Bihar, c. 74, s. 61- 74

[614]- a. g. e.

[615]- a. g. e.

[616]- Bihar, c. 74, s. 82

[617]- Bihar, c. 13, s. 330

[618]- Vesail, c. 21, s. 490

[619]- “Eşhedu ella ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammed’en abduhu ve resuluhu” (Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve resulüdür)

[620]- Menazil’ul-Ahire, Muhaddis-i Kummi

[621]- Bihar, c. 74, s. 6

[622]- Vesail, c. 18, s. 224

[623]- Nesebi soy ile gelen akrabalık, hasebi ise evlilikle ile gerçekleşen akrabalıktır.

[624]- Teğâbün, 14

[625]- Şuara, 214

[626]- Bakara, 83

[627]- Bakara, 177

[628]- Nisa, 8

[629]- En’âm, 152

[630]- Nahl, 90

[631]- Nûr, 22

[632]- Nisa, 135

[633]- Tevbe, 113

[634]- Mücâdele, 22

[635]- Bihar, c. 100, s. 244

[636]- a. g. e. s. 253

[637]- Nisa, 1

[638]- Ra’d, 21

[639]- Bakara, 27

[640]- Ra’d, 25

[641]- Muhammed, 22

[642]- Bakara, 265

[643]- Bakara, 271

[644]- Bakara, 274

[645]- Bakara, 177

[646]- Sefinet’ul- Bihar

[647]- Bihar, c. 74, s. 103

[648]- Bihar, c. 74, s. 104

[649]- Bihar, c. 74, s. 103- 105

[650]- a. g. e.

[651]- Bihar, c. 75, s. 185

[652]- Bihar, c. 74, s. 131

[653]- Bihar, c. 73, s. 369

[654]- Bihar, c. 74, s. 90

[655]- Bihar, c. 74, s. 137

[656]- Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 89

[657]- a. g. e.

[658]- Mizan’ul-Hikmet, c. 4, s. 89

[659]- Bihar, c. 72, s. 25

[660]- Bihar, c. 72, s. 25- 28

[661]- a. g. e.

[662]- a. g. e.

[663]- Bihar, c. 72, s. 33

[664]- Bihar, c. 72, s. 51- 52

[665]- a. g. e.

[666]- a. g. e.

[667]- Bihar, c. 72, s. 53- 54

[668]- a. g. e.

[669] Bihar, c. 72, s. 65

[670] Bihar, c. 72, s. 67

[671] a. g. e.

[672]- Bihar, c. 72, s. 90

[673]- a. g. e.

[674]- a. g. e.

[675]- Bihar, c. 72, s. 91

[676]- İsrâ, 34

[677]- Müminun, 8

[678]- Bihar, c. 72, s. 92

[679]- a. g. e.

[680]- Bihar, c. 72, s. 97

[681]- Bihar, c. 72, s. 98

[682]- a. g. e.

[683]- Bihar, c. 72, s. 98- 99

[684]- a. g. e.

[685]- Bihar, c. 72, s. 117

[686]- Bihar, c. 72, s. 118- 119

[687]- a. g. e.

[688]- Bihar, c. 72, s. 136

[689]- a. g. e.

[690]- Bihar, c. 72, s. 137

[691]- Bihar, c. 72, s. 458

[692]- Bihar, c. 72, s. 459- 460

[693]- a. g. e.

[694]- Şerh-i Mesnevi, s. 142

[695]- Vesail, c. 15, s. 280

[696]- Mizan’ul-Hikmet, c. 5, s. 546

[697]- Vesail, Alu’l-Beyt baskısı, c. 22, s. 8

[698]- Vesail, c. 22, s. 7

[699]- Vesail, c. 22, s. 7

[700]- Hucurât, 12

[701]- Vesail, c. 12, s. 122

[702]- Bihar, c. 75, s. 222

[703]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 332- 333

[704]- a. g. e.

[705]- a. g. e.

[706]- a. g. e.

[707]- Bihar, c. 77, s. 33

[708]- Bihar, c. 78, s. 117

[709]- Bihar, c. 75, s. 53

[710]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 352

[711]- Mizan’ul-Hikmet, c. 7, s. 353

[712]- Vesail, c. 12, s. 288

[713]- Vesail, c. 12, s. 288

[714]- Nisa, 35

[715]- Bakara, 229

[716]- Bakara, 231

[717]- Haşr, 18

[718]- Bakara, 180

[719]- Mizan’ul-Hikmet, c. 10, s. 494- 495

[720]- a. g. e.

[721]- a. g. e.

[722]- Nehc’ül-Belâğa, 254. hikmet