İSLAM'DA EDEP
Muhammed Hüseyin TABATABAİ (r.a)

eKitap: www.islamkutuphanesi.com


EDEBİN ANLAMI HAKKINDA

 

Burada birkaç bölüm hâlinde yüce Allah'ın peygamberleri

kendisiyle eğittiği edebin mahiyeti ile ilgili bir inceleme yapacağız:

1- Edep, kelime anlamı ile, meşru bir davranışta yansıması gereken

güzel görünümdür. Bu güzellik, ya dinden kaynaklanır veya

akıllı insanların toplumları nazarında varolur. Dua ederken veya

bir arkadaşla karşılaşıldığında gözetilecek edep kuralları gibi. Buna

davranışın zarifliği de denebilir. Edep mutlaka meşru olan, yasak

olmayan konularda söz konusu olabilir. Buna göre zulmün,

ihanetin, yalanın, çirkin ve iğrenç işlerin edebi olmaz. Ayrıca ancak

irade sonucu olan ve birden çok alternatifi olan hareketlerde gerçekleşebilir.

Çünkü ancak o takdirde bu hareketin bazı türleri edepli

ve diğer bazıları edebe aykırı olabilir. Meselâ İslâm'da yemek

yeme edebi gibi. Bu edebin en önemli kurallarına göre, yemeğe

besmele ile başlayıp Allah'a hamdederek son vermeli ve

tam doymadan önce sofradan kalkmalıdır. Başka bir örnek, namazda

oturma edebidir. Bunun için vücudu dengede tutacak şekilde

sol yan üzerine oturup, sağ ayağın üstünü sol ayağın iç kısmı

üzerine koymalı, elleri diz kapaklarının üzerine koymalı ve gözleri

kucağına doğru bakmalıdır.

 

O hâlde edep, iradeye bağlı davranışlardaki güzel görünüm

demek-tir. Güzellik de asıl anlamı ile hayatın amacına uygun olma

anlamını taşır. Bu anlamı ile güzellik, değişik toplumların bakışlarına

göre fark-lılık göstermez. Fakat pratikte örnekleri açısından

çok büyük farklılıklar gösterir. Kavimlerin, milletlerin, dinlerin,

mezheplerin, hatta aile gibi küçük toplumsal birimlerin değişmesiyle,

edeple ilgili davranışların güzel veya çirkin olarak belirlenmesinde

farklılık görülür.

 

Bir kavimde öyle edep kuralları geçerli olur ki, bunlar diğer

kavimler tarafından bilinmez. Bir kavim tarafından hoş karşılanan

öyle edep kuralları olabilir ki, bunlar diğer kavimler tarafından çirkin

görülerek kınanır. Meselâ insanların birbirleri ile karşılaştıkla

rındaki selâmlaşma geleneği gibi. Bu gelenek İslâm'da selâm

vermek şeklindedir. Allah'tan gelen, mübarek ve temiz bir iyilik

temennisi olarak uygulanır. Bazı kavimlerde şapka çıkararak, bazılarında

eli baş hizasına kadar kaldırarak, başka bazılarında başı

eğerek, rükû ederek (belden eğilerek) veya başı sallayarak yerine

getirilir. Nitekim kadınlarla karşılaşıldığında batılıların yaptıkları

öyle uygulamalar var ki, İslâm bunları çirkin görerek kınamaktadır.

Toplumdan topluma değişen böy-le uygulamaların örnekleri

çoktur.

 

Yalnız bütün bu farklılıklar, örneklerin belirlenmesi aşamasında

görülür. Yoksa gerek davranışlara yansıması gereken güzel görünüm

anlamındaki edebin temelinde ve gerekse edebe uygun

davranışların takdir edilmesi hususunda bütün aklı başında insanlar

görüş birliği hâlindedir. Öyle ki, bu konuda farklı görüşte olan

iki kişiye bile rastlanmaz.

 

2- Yukarıda söylediğimiz gibi güzellik, edebin dayanaklarındandır

ve değişik toplumların kendilerine has maksatlarına göre

farklılık gösterir. Bundan, toplumların edep kurallarının birbirinden

farklı oluşunun zorunlu olduğu sonucu çıkar. Buna göre edep

her toplumun aynası gibidir; o toplumun genel ahlâk özelliklerini

yansıtır. Bu ahlâk özelliklerini ise, o toplumların hayattaki amaçları

düzenler ve onları toplumlarındaki faktörlerle, bir bölümü tabiî

ve bir bölümü tesadüfî olan değişik faktörler içlerine, vicdanlarına

yerleştirir.

 

Buna da dikkat etmek gerekir ki, edep kuralları ile ahlâk kuralları

aynı şey değildir. Çünkü ahlâk kuralları, nefislerde yerleşen

köklü ruhî melekeler iken; edep kuralları, yansımalarını insanın

değişik nefsî sıfatlardan kaynaklanan davranışlarında gösteren

güzel görünümlerdir. Bu ikisi arasında da büyük fark vardır.

Buna göre edep kuralları, ahlâk kurallarından kaynaklanır ve

ahlâk kuralları da toplumun özel gayesiyle uyum içinde olan gereklerindendir.

Bu durumda insanın davranışlarında gözeteceği

edep kurallarını belirleyen faktör, hayatında peşinden koştuğu

amaçtır. Bu amaç insanın nefsi için bir çizgi çizer ve insan hayatı

boyunca ve amacına yaklaşma sürecinde herhangi bir davranışta

bulunurken o çizginin dışına çıkmaz.

 

3- Edep, özelliği bakımından hayatta güdülen amaca bağlı olduğu-

na göre yüce Allah'ın peygamberlerine aşıladığı ilâhî edep,

dinî davranışlardaki güzel görünümdür. Bu güzel görünüm dinin

amacını yansıtır. Bu amaç, maddelerinin çokluğu ve azlığı, kemâl

ve gelişme dereceleri açısından hak dinlerdeki farklılıklara bağlı

olarak kulluk ilkesidir.

 

İslâm, insan hayatının bütün yönleri için düzenlemeler getiren

bir sistemdir. Öyle ki, küçük-büyük, basit-önemli olsun hayatın

hiçbir alanı onun kapsamı dışında değildir. Bundan dolayı İslâm,

hayata bütünü ile edebi yaymış ve her davranış için o davranışın

amacını yansıtan bir güzel görünüm belirlemiştir.

 

İslâm'ın tek genel gayesi, yegane genel amacı ise, inanç ve

davranış aşamalarının her ikisinde de yüce Allah'ın birliği ilkesini

hâkim kılmaktır. Yani insan inanacak ki, onun bir ilâhı vardır; bu

ilâh her şeyin başıdır, her şey varlığını ondan almıştır; her şeyin

sonudur, her şey ona döner; o güzel isimlere ve yüce örneklere

sahiptir. Bu inanca sahip olduktan sonra hayatın akışına katılacak

ve özü itibariyle Allah'a kulluğu ve her şeyin O'nun kulu olduğunu

yansıtan davranışlarla hayatını devam ettirecektir. Böylece tevhit

ilkesi iç âlemine ve dış görünüşüne işleyecek, katıksız kulluk anlayışı

sözlerinde, davranışlarında ve varlığının diğer cephelerinde

örtülmez ve perdelenmez bir belirginlikle ortaya çıkacaktır.

Buna göre ilâhî edep -veya peygamberlik edebi- tevhit ilkesinin

davranışlara yansımış biçimidir.

 

4- Tasım (kıyas) yolu ile bilinen ve kesin tecrübe ile doğrulanan

bir gerçektir ki, amelî yani uygulamaya dönük ilimler -bunlar

uygulanmak amacı ile öğretilen ilimlerdir- eğer uygulamalı olarak

öğretilmezlerse, tam anlamı ile başarılı olup beklenen olumlu sonuçlarını

veremezler. Çünkü genel bilimsel kurallar somut ve pratik

örneklerle uyuşmadıkça insan vicdanı onları onaylamakta,

doğruluklarına inanmakta zorlanır. Çünkü hayat boyunca vicdanlarımız,

somut örneklerle meşguldürler ve ikinci tabiatımızın yönelişi

sonucu olarak duyu organlarının algılama imkânları dışında

kalan genel aklî ve bilimsel kuralları gözetmekte isteksizdirler.

Meselâ, uygulamadan uzak bir bakış açısı ile kahramanlığın

aslında güzel olduğuna inanan birini düşünelim ve bu kimsenin

günün birinde kalpleri hoplatacak korkunç bir sahne ile karşılaştığını

farz edelim. Bu adam, o durumda yiğitliğin güzelliğine hükmeden

aklı ile canına yönelik tehlikeden korunmadaki, ölümden

kurtularak tatlı dünya hayatının yok olmasını önlemedeki lezzetin

cazibesine kapılacak veh-minin arasında bir çatışma yaşayacaktır.

Vicdanı bu iki kutup arasında gidip gelecek ve çatışan tarafların

hangisini destekleyeceği konusunda şaşıracaktır. Ama vehmin

gücü daha ağır basacaktır, çünkü somut gerçek onun yanındadır.

Buna göre öğretim faaliyeti sırasında öğretmenin, uygulama

içinde pişmelerini ve pratiğe alışmalarını sağlamak amacıyla ilmî

gerçekleri uygulama eşliğinde öğrencilere vermesi gerekir. Böylece

öğrencinin benliğinin köşelerinde saklı duran aykırı inançlar ortadan

kalkarak öğrendiği bilgilerin onayı vicdanında kökleşir.

Çünkü bir şeyin olmuş olması, onun mümkün olduğunun en güzel

delilidir.

 

Bundan dolayı gördüğümüz şudur: İnsan, dış dünyada meydana

gelişine şahit olmadığı şeye boyun eğmekte zorlanmaktadır. Olay

bir defa meydana gelince; vukuu imkânsız olan bir şeyin imkânsızlıktan

çıkarak mümkün alanına geçmesi şeklinde şaşırmaya başlar.

Öyle ki onun meydana gelişi, nazarında pek önemli görülür,

onda endişeye ve sarsıntıya yol açar. Fakat daha sonra ikinci ve

üçüncü defa meydana gelince önemini yitirir, sarsıcı etkisi kırılır ve

ilgi çekmeyen normal o-laylar arasına katılır. Çünkü iyilik de, kötülük

de alışkanlık meselesidir.

 

Dinî öğretimde, özellikle İslâm dininin öğretimi sırasında bu

metodun gözetilmesi en bariz gerçeklerdendir. Dinin şeriat koyucusu,

müminlerinin öğretim faaliyeti içerisinde hiçbir zaman aklî

genellemeleri ve genel kuralları ele almakla yetinmemiştir. İşe

önce uygulama ile başlamış ve uygulamanın yanına sözü ve sözlü

açıklamayı eklemiştir. Bunun sonucu olarak dinî bilgileri ve hükümleri

öğrenmeyi tamamlayan bir mümin, salih amel ve takva

azığı ile donanmayı da ta-mama erdirmiş durumda olacaktır elbette.

Bunların yanı sıra eğitici öğretmenin, ilmi ile amel etmesi,

kendi bildiklerine uyması gereklidir. Amel ile birleşmeyen ilmin

etkisi yoktur. Çünkü söz nasıl bir delil ise, fiil de bir delildir. Dolayı

sıyla söze ters düşen fiil, insanın nefsindeki zıt bir durumun varlığına

delâlet eder. Bu çelişki, sözü yalanlar; sözün bir yutturmaca

olduğuna, söyleyenin onu insanları aldatıp avlamak için bir aldatma

aracı olarak kullandığına delil olur.

 

Bundan dolayı, yaptıkları vaazları ve verdikleri nasihatleri davranışlarıyla

birleştirmeyen, sabır ve sebatla söylediklerine amel

etme çabasından uzak duran vaizlerin ve nasihatçilerin vaazları ve

nasihatleri karşısında insanların kalplerinin yumuşamadığı ve vicdanlarının

boyun eğmediği görülür.

 

İnsanlar zaman zaman böyle vaizler hakkında, "Eğer söyledikleri

doğru olsa onları kendisi uygulardı" derler. Fakat insanlar böyle

bir sonuca varmakla muhtemelen hatalı bir değerlendirme yapıyorlar.

Çünkü varılması gereken sonuç, "Söylenen söz, söyleyicisi

nazarında doğru kabul edilmiyor. Eğer doğru kabul edilse, onun

tarafından uygulanırdı" şeklinde olmalıdır. Yoksa insanların dedikleri

gibi, söylediği söz mutlak anlamda doğru değil, şeklinde bir

sonuca varmak doğru değildir.

 

Buna göre verimli bir eğitimin şartlarından biri, eğitimi veren

öğretmenin öğrenciye anlattıklarını kendinde gerçekleştirmiş olması,

önerdiği nitelikleri şahsında taşımasıdır. Meselâ korkak bir

eğitim görevlisinin kahraman bir yiğit yetiştirmesi veya bağnaz,

dogmatik ve inatçı bir eğitim kurumundan hür fikirli ve hür vicdanlı

bir âlimin yetişmesi kesinlikle imkânsızdır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Acaba hakka götüren mi

uyulmaya daha lâyıktır, yoksa (tutulup) yola götürülmedikçe,

kendisi doğru yolu bulamayan mı? O hâlde size ne oluyor? Nasıl

hükmediyorsunuz?" (Yûnus, 35) "İnsanlara iyiliği emredip kendinizi

unutuyor musunuz?" (Bakara, 44) Yine yüce Allah, Şuayb Peygamberin

kavmine söylediklerini şöyle naklediyor: "Yasakladığım hareketleri

kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Tek isteğim,

gücümün yettiği oranda (bozuklukları) düzeltmektir." (Hûd,

88) Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur.

Bütün bunlardan dolayı eğitici öğreticinin öğrettiği ve eğitimini

yaptığı hususlara inanmış olması gerekir.

Üstelik şunu da unutmamak gerekir: Söylediklerine hiç

inanmayan bir kimsenin, hatta açık ve katıksız bir imanın sahibi

gibi görünüp iyi ameller yapmakla gerçek kişiliğini gizleyen bir

görünüp iyi ameller yapmakla gerçek kişiliğini gizleyen bir münafığın

elinde ancak kendisi gibi iğrenç karakterli biri yetişebilir.

Çünkü her ne kadar vicdanın benimsemediği ve kalbin onaylamadığı

sözler söyleyerek dil ile kalp arasında farklılık meydana getirmek

mümkün ise de, öbür yandan söz bir davranıştır ve davranış

da insanın nefsinden kaynaklanan, dışarıya sızan bir gerçektir.

Buna göre davranışın, sahibinin karakterine ters olması nasıl

mümkün olabilir?

 

Çünkü söylenen söz, sözel fonksiyonu dışında söyleyenin iman

ve küfür gibi vicdanî niteliklerinin de taşıyıcısıdır, bu nitelikleri öğrencinin

yalın ve sade vicdanına iletip yerleştirir. Buna göre sözün

sözel fonksiyonu olan yararlı yönünü, onun yıkıcı olan diğer yönlerinden

ancak durumu iyi teşhis eden basiret sahibi kimseler ayırt

edebilir. Nitekim yüce Allah, münafıkların vasıflarını Peygamberimize

(s.a.a) anlatırken, "Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın."

(Muhammed, 30) buyuruyor.

 

Buna göre yararlı sonuçlar vermesi beklenen eğitimde eğitici

öğretmenin öğrencilerine verdiği bilgilere inanması ve ilmine uygun

davranışlarla donanmış olması şarttır. Ancak böyle bir eğitimin

yararlı olması beklenebilir. Söylediklerine inanmayan veya

ilmine uygun davranışlar ortaya koymayan bir eğiticinin vereceği

eğitime gelince, bundan hayır beklenemez.

 

Biz doğuluların ve Müslümanların, özellikle eğitim ve öğretimle

ilgili tutumunda, bu gerçeğin birçok örneği ve sayısız somut misali

vardır. Bunları hem resmî, hem de gayriresmî öğretim kurumlarımızda

bol bol görürüz. O nedenle hiçbir tedbir işe yaramıyor ve

hiçbir çaba başarılı olamıyor.

 

Kur'ân'ın, peygamberlerin ve elçilerin davranışlarında tecelli

eden ilâhî edeplerle ilgili öyküler içermesi de, bu gerçeğe dayanır.

Bu davranışların bir kısmı peygamberlerin Allah'a yönelttikleri ibadetlerle,

dualarla ve sorularla ilgilidir. Diğer bir bölümü de peygamberlerin

insanlarla aralarındaki ilişkilerle ve onlara hitap tarzları

ile ilgilidir. Bilindiği gibi eğitim faaliyeti sırasında örnekler göstermek,

uygulamayı delil olarak göstermeyi amaç edinen, pratik

eğitim tarzının bir türüdür.

 

5- Yüce Allah, İbrahim Peygamber ile kavmi arasındaki tevhit

mücadelesini naklettikten sonra şöyle buyuruyor: "Bu bizim kesin

kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediklerimizin

derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç şüphesiz senin Rabbin

hikmet sahibi ve (her şeyi) bilendir. Biz ona İshak'ı ve Yakub'u

armağan ettik; hepsini doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve

onun soyundan gelen Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı

ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz iyileri işte böyle mükâfatlandırırız.

Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (doğru yola

ilettik). Hepsi de iyilerdendi. İsmail'i, el-Yese'i, Yunus'u ve Lut'u

da doğru yola ilettik, hepsini âlemlere üstün kıldık. Babalarından,

çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik

ve doğru yola ilettik. İşte bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından

dilediğini bununla doğru yola iletir. Eğer onlar (Allah'a) ortak

koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi. Bunlar,

kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.

Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse, (bilsinler ki) onlara,

kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.

İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların

yolunu izle." (En'âm, 83-90)

 

Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, toplu bir şekilde peygamberlerini

(hepisine selâm olsun) sayıyor, arkasından onlara ilâhî

hidayeti bağışladığını belirtiyor. Bu hidayet ise sadece tevhide iletilmeleridir.

Bunun delili, "Eğer onlar (Allah'a) ortak koşsalardı,

yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi." ifadesidir. Çünkü

onlara armağan ettiği hidayetle çelişen tek şeyin şirk olduğunu

vurguluyor. Dolayısıyla onları ilettiği tek gerçek tevhit gerçeğidir.

Ancak şu da var ki, tevhit bilincinin hükmü yüce şahsiyetlerin

amellerine sirayet etmiş, davranışlarına sızmış ve her alanda etkisini

göstermiştir. Bunun delili ayetteki, "Eğer onlar (Allah'a) ortak

koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyi işler boşa giderdi." ifadesidir.

Çünkü eğer şirk, davranışlara sirayet etmemiş, amellere sızmamış

olsa, onların içine içlerine işlemeseydi o davranışların boşa

çıkmasını, yok olmasını gerektirmez. Şirkin zıddı olan tevhit de

böyledir.

 

Tevhit şuurunun davranışların içine işlemesinin anlamı, davranış

biçimlerinin tevhidi somutlaştırması, aynanın görüntüyü

yansıtması gibi onu yansıtmasıdır. Öyle ki, tevhidin somut bir fo-

toğrafı olduğu farz edilirse, bu fotoğraf o davranışlar olurdu. Aynı

ekilde o davranışların sırf bir inanç olarak soyutlaştıkları varsayılırsa,

o davranışlar söz konus inanç olurdu.

 

Bu anlamın ruhî sıfatlarda birçok örneği vardır. Meselâ kibirli,

kendini beğenmiş birinin nefsindeki bu duygunun davranışlarında

somutlaştığı görüldüğü gibi, karamsar bir zavallının da ruhundaki

zilletin ve miskinliğin bütün davranışların yansıdığı görülür.

Sonra yüce Allah, Peygamberimize (s.a.a) kendinden önceki

peygamberlerin hidayetlerine uymasını emrediyor; onların kendilerine

uymasını emretmiyor. Çünkü uymak, inançta değil, davranışlarda

olur. Çünkü inançta uymak, özü itibari ile iradî bir iş değildir.

Yani yüce Allah Peygamberimizden, kendisinden önceki

peygamberlerin, uygulamalı ilâhî eğitimlerinin sonucunda ortaya

koydukları, tevhide dayanan iyi davranışlarını tercih etmesini ve

bu yöndeki yollarını izlemesini istiyor.

 

Bu uygulamalı eğitimle, yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği

edebi kastediyoruz: "Onları emrimiz uyarınca insanları doğru yola

ileten önderler yaptık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı,

zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi."

(Enbiyâ, 73) Ayetin orijinalinde geçen "fi'l'el-hayrat=hayırlı işler yapmak",

"ikam'es-salât=namaz kılmak" ve "îtae'z-zekât=zekât vermek"

ibarelerinde mas-tarla yapılan isim tamlaması (izafet) şuna

delâlet eder:

 

Peygamberlerin ortaya koydukları fiillerden maksat, yaptıkları

hayırlı işler, kıldıkları namazlar ve verdikleri zekâtlardır; yoksa uygulamaya

geçirilmemiş sırf farazî fiil kastedilmiyor. Buna göre fiillerin

ortaya konma aşamasındaki bu fiillerle ilgili vahiy, doğruya

yöneltme ve eğitme vahyidir; yoksa [yasama anlamındaki] peygamberlik

ve kanun koyma vahyi değildir. Eğer bu vahiyden maksat,

peygamberlik vahyi olsaydı, "Onlara 'Hayırlı işler yapın, namaz

kılın ve oruç tutun' diye vahyettik." denirdi. Şu ayetlerde

buyrulduğu gibi: "Sonra sana... 'İbrahim'in dinine uy...' diye

vahyettik." (Nahl, 123) "Biz Musa ile kardeşine, 'Kavminiz için Mısır'da

evler hazırlayın, (ey İsrailoğulları) evlerinizi karşı karşıya

kurun, namaz kılın!' diye vahyettik." (Yûnus, 87) Bu anlamda başka

ayetler de vardır.

 

Doğruya yöneltme vahyi şu demektir: Yüce Allah kullarından

birine kutsî bir ruh ayıracak ve bu mukaddes ruh iyi işler yapıp kötülüklerden

kaçınma konusunda o seçkin kulu doğruya yöneltecek.

Tıpkı insanî ruhun, bizi hayır ve şer konusu ile ilgili düşüncede

doğruya yöneltmesi ve hayvanî ruhun iradî olarak canımızın istediği

veya istemediği şeyler hususunda tercih etmemizi sağlaması

gibi. Bu konuyu ileride geniş bir şekilde inceleyeceğiz.

Sözün kısası "Sen de onların yolunu izle." direktifi, detaya girilmeksizin

Peygamberimize (s.a.a) yönelik, peygamberlerin bütün

davranışlarına yayılmış, şirkten arınmış bir tevhit edebi olan ilâhî

eğitimdir. İşte yüce Allah, Peygamberimize bu edebi aşılamaktadır.

Yüce Allah, Meryem suresinde bazı peygamberlerin (hepsine

selâm olsun) adlarını saydıktan sonra şöyle buyuruyor: "İşte bunlar,

Allah'ın nimete erdirdiği Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte

gemide taşıdıklarımızın soyundan, İbrahim ve İsrail (Yakup) soyundan

doğru yola ilettiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerdir. Bunlar,

Rahman'ın ayetleri kendilerine okunduğunda, ağlayarak

secdeye kapanırlardı. Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi

ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Onlar kötülük

bulacaklardır (sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır). Ancak

tövbe edip inanan ve iyi işler yapanlar bu hükmün kapsamı dışındadırlar.

Onlar cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır."

(Meryem, 58-60)

 

Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, peygamberlerinin günlük

hayatlarındaki genel edeplerini anlatıyor ve şu noktaları

vurguluyor: Onlar davranışlarında Allah'a boyun eğiyorlar ve kalpleri

yüce Allah'a huşu ile doludur. Allah'ın ayetleri okunduğunda

secdeye kapanmaları, Allah'a boyun eğmelerinin göstergesidir.

Kalbin incelmesinden ve nefsin zelilliği kabul etmesinden kaynaklanan

ağlama ise, huşu hâllerinin belirtisidir. Bunların ikisi birlikte

de kulluk sıfatının nefislerine egemen olduğunun kinayeli ifadesidir.

Öyle ki, kendilerine Allah'ın her ayeti okunduğunda, kulluk sıfatı

iç dünyalarının her yanına yayıldığı gibi, bu etkisi dış görüntülerinde

de belirir. Onlar, hem Allah ile baş başa kaldıklarında, hem

de insanlar arasındayken kulluklarının sembolü olan ilâhî edebi

takınıyorlar. Hem Rableri ile ve hem de insanlarla bir arada iken

ilâhî edep uyarınca yaşıyorlar.

 

Bu edep ile genel edebin kastedilmiş olduğunun delillerinden

biri, okuduğumuz ayetlerin ikincisinde yer alan, "Onlardan sonra

yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler ve şehvetlerine

uydular." ifadesidir. Çünkü Allah'a yönelmek demek olan namaz,

bu sapıtmış nesillerin Rableri ile durumlarını ve ihtirasların tutsağı

olmak, şehvetlerine uymak da onların kendileri dışındaki insanlarla

ilgili durumlarını ifade ediyor.

 

Bu iki kesim birbirinin karşısına konulduğuna göre, ayetten

şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Peygamberlerin genel edebi,

kulluk bilinci ve sıfatı ile Rablerine yönelmeleri ve yine kulluk bilinci

ile insanlar arasında yaşamalarıdır. Başka bir ifadeyle onların

hayat yapısı şu esasa dayanıyor: Kendilerine egemen olan ve her

şeylerini tasarlayan bir Rableri vardır. O'ndan geldiler ve O'na döneceklerdir.

Onların bütün tutumlarının ve davranışlarının temeli

işte budur.

 

İkinci ayette yer alan tövbe edenlerin istisna edilişine ilişkin

hüküm, ilâhî eğitimin (edebin) bir başka maddesidir. Bu madde ilk

önce peygamberlerin ilki olan Hz. Âdem'e uygulandı. Yüce Allah

şöyle buyuruyor: "Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi ve yoldan

çıktı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti."

(Tâhâ, 121-122) Bu konuyla [Hz. Âdem'in Rabbinin emrine

karşı gelmesiyle] ilgili bazı açıklamaları inşallah ileride ele alacağız.

[Peygamberlerin genel edep ve eğitimiyle ilgili olarak başka

bir ayette] yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın, kendisine farz ettiği

bir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük

yoktur. Sizden öncekiler içinde de Allah'ın yasası böyle idi. Allah-

'ın emri, hiç şüphesiz yerine gelmiştir. (O peygamberler) Allah'ın

emirlerini tebliğ ederler (mesajlarını duyururlar), Allah'tan korkarlar

ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü

olarak Allah yeterlidir." (Ahzâb, 38-39)

 

Bu, yüce Allah'ın peygamberlerini (hepsine selâm olsun) eğittiği,

edeplendirdiği genel bir edep, aynı zamanda peygamberler için

geçerli ilâhî bir yasadır. Bu edebin ve yasanın özü şudur: Peygamberler

paylarına ayrılan hayatta sıkıntıya düşmemeliler ve

hiçbir konuda zorlanmamalılar. Çünkü onlar fıtrat üzeredirler, fıtrata

uygun hareket ederler ve fıtrat da sahibini sadece kendisi ile

bağdaşan hedefleri elde etmeye yöneltir, Allah'ın çıkılmasını kolay

kılmadığı düzeylere çıkmak için kendini zorlamaz.

Nitekim yüce Allah bir ayette, Peygamberinin (s.a.a) şöyle dediğini

naklediyor: "Ben zorlama yapanlardan değilim." (Sâd, 86) Yine

aynı anlamda şöyle buyruluyor: "Allah hiç kimseye güç yetireceğinden

başkasını yüklemez." (Bakara, 286) "Allah hiç kimseye

verdiğinden başkasını yüklemez." (Talâk, 7) Zorlama, fıtratın dışına

çıkmak olduğuna göre, nefsin arzularına uyma kapsamına girer

ki, peygamberler böyle bir tehlikeden korunmuş kimselerdir.

Allah, yine genel edeple edeplendirme babında şöyle buyuruyor:

"Ey peygamberler, temiz yiyeceklerden yiyin ve iyi işler yapın.

Hiç şüphesiz ben yaptıklarınızı bilirim. Ve işte sizin bu ümmetiniz

tek bir ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden

korkun." (Mü'mi-nûn, 51-52) Bu ayetlerde yüce Allah peygamberlerini

eğiterek onların temiz şeyler yemelerini, hayattaki maddelerin

temiz olanları üzerinde tasarrufta bulunmalarını, bu temiz

maddeleri aşıp sağlıklı fıtratın nefret duyacağı pis maddelere el

sürmemelerini telkin ediyor. Bunun yanı sıra işlerin iyi ve yararlı

olanlarını yapmalarını emrediyor.

 

İyi iş demek; fıtratın belirlenen süreye kadar yaşamasını koruma

altına alıcı sebeplerle uyuşması açısından yapılması insanın

yararına olan, fıtratın eğilimine uygun olan iş demektir. İşte Allah

peygamberlere böyle işler yapmalarını emrediyor. Veya Allah'a

takdim edilmeye elverişli işler yapmaya emrediyor. Bu manaların

her ikisi de birbirine yakındır. Bu ayetlerde telkin edilen edep ve

verilen eğitim, her insan ferdi ile ilgili bireysel eğitimdir.

 

Yüce Allah daha sonra sözü toplumsal bir edep kuralına getirerek,

peygamberlere şöyle bir hatırlatmada bulunuyor: "Elçiler ve

kendilerine elçi gönderilen insanlar tek bir ümmettir [peygamberler

ve ümmetleri bu ümmetin birer parçasıdır]. Bu ümmet bütününün

tek bir Rabbi vardır. O hâlde hep birlikte sadece ondan

korksunlar, takvalı olsunlar ve böylece bu takvaları sayesinde ayrılıkların

ve bölünmelerin kökünü kessinler."

 

Bu iki husus birleşince, yani ferdî edep ile içtimaî edep bir a-

raya gelince, tek bir insan toplumu oluşur. Bu toplum ayrılıklardan

korunmuş olup, tek bir Rabbe kulluk eder. Fertleri ilâhî edep uyarınca

hareketlerini düzenler, bunun sonucu olarak pis işlerden ve

kötü davranışlardan sakınırlar ve mutluluk koltuğuna kurulurlar.

Bu ilâhî eğitimin unsurları başka bir ayette şöyle bir araya getiriliyor:

"O, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e,

Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için de din olarak

yasalaştırdı. Şöyle ki: Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa

düşmeyin." (Şûrâ, 13)

 

Başka bir yerde yüce Allah bu iki edep maddesini, yani Allah'-

la ilgili edep ile insanlığa yönelik edebi birbirinden ayırarak şöyle

buyuruyor: "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere,

'Benden başka ilâh yoktur, sadece bana kulluk edin' diye

vahyettik." (Enbiyâ, 25) Böylece peygamberlere kendisinin birliği

edebini telkin ediyor ve bu edebi kendisine kulluk edilmesine dayandırıyor.

Bu, peygamberlerin Rablerine yönelik edepleridir.

Başka bir yerde de peygamberlerin insanlarla ilgili edebini anlatarak

şöyle buyuruyor: "Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek

yiyor ve çarşıda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak

bir melek indirilmeli değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı,

yahut kendisinin, ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil

mi?... Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de yemek

yerler, çarşıda gezerlerdi." (Furkan, 7-20)

 

Bu ayette anlatılıyor ki, bütün peygamberlerin ortak davranışı -

ki o, Allah'ın onlara telkin ettiği bir edeptir- insanlarla bir arada

yaşamak, insanlardan kopmayı, insanlar arasında ayrıcalığı ve ayırımcılığı

reddetmektir. Bunların hepsi fıtratın da reddettiği tutumlardır.

İşte bu da peygamberlerin insanlarla ilgili edebidir.

6- Peygamberlerin ahlâk ve adabıyla ilgili bir diğer husus da,

onların Allah'a yönelme, O'na dua etme konusunda takındıkları

edeptir. Yüce Allah bu hususta Âdem Peygamber ile eşinin sözlerini

naklederek şöyle ifade ediyor: "Ey Rabbimiz, biz kendimize

zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle ziyana

uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23)

 

Âdem Peygamber ile eşi bu sözleri, Allah tarafından yanına

yaklaşmaları yasaklanan yasak ağacın meyvesinden yedikten

sonra söylediler. Bu yasak ise, yükümlülük getirici bir yasak değil,

irşadî (yönlendirme amaçlı) bir yasaktı. Onların bunu çiğnemeleri

de bir yükümlülüğe uymamak değildi; gözetilmesi menfaatlerine

olan, cennetteki güvenli hayatlarının mutluluğunu garanti eden,

her türlü bedbahtlıktan ve sıkıntıdan uzak kalmalarını sağlayacak

olan bir nasihate karşı gelmekti. Nitekim yüce Allah onları şeytana

uymamaları konusunda uyarırken şöyle buyurmuştu: "Sakın

(şeytan) sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulursun. Şimdi burada

acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Susuzluk çekmeyecek,

sıcaktan kavrulmayacaksın." (Tâhâ, 117-119)

Âdem Peygamber ile eşi sıkıntıya uğrayınca, başları belâya girince,

cennet hayatındaki mutluluklarını kaçırınca, karamsarlığa

kapılmadılar ve Rableri ile aralarındaki bağdan ümitlerini kesmediler.

Tersine hemen her şeyleri elinde olan ve kendileri için arzuladıkları

bütün hayırlar iradesine bağlı olan Rablerine sığındılar,

her türlü kötülüğü giderip her çeşit iyiliğe kapı açacak olan

rububiyet sıfatına bel bağladılar. Zira rububiyet sıfatı, kul ile Allah

arasında bağlantı kuran yüce bir sıfattır.

 

Âdem Peygamberle eşi, daha sonra belirtilerinin ortaya çıkmasıyla

kendilerini tehdit eden kötülüğün ne olduğunu anladılar.

Bu kötülük, hayatlarını saran hüsran ve ziyandı. -İlâhî irşada uymayı,

yasak meyvenin lezzeti karşılığında satmış gibi idiler. Böylece

mutluluklarının bitmeye yüz tuttuğunu açıkça fark ettiler.- Bu

kötülüğü başlarından savmaya yönelik ihtiyaçlarını şöyle dile getirdiler:

"Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, kesinlikle ziyana

uğrayanlardan oluruz." Yani hayattaki hüsran, bizi tehdit ediyor ve

varlığımızı etkisi altına alacak şekilde gölgesini üzerimize salmıştır.

Bu tehdidin bizden uzaklaşabilmesinin yegane çaresi, senin işlediğimiz

günahı affetmen ve arkasından bizi merhametinin şemsiyesi

altına almandır. Mutluluk da budur zaten. Çünkü insan, hatta

her yaratılmış varlık, fıtratında saklı bilinci ile fark eder ki, varlık

alanında ve mevcudiyet sürecinde yer alan her şey, uğradığı kaybı

ve kusuru gidermek, kendisini tamamlamak ister ve bu kaybı sadece

yüce Allah giderir; çünkü varlıkların kayıplarını gidermek bir

rububiyet geleneğidir.

 

Bundan dolayı sadece durumu anlatmak ve kulun başına çö-

reklenen ihtiyaç zavallılığını ortaya koymak yeterlidir, sözlü istekte

bulunmak gereksizdir. Hatta muhtaçlığı açıkça dile getirmek, en

etkili isteme ve dilekte bulunmanın en fasih biçimidir.

Böyle olduğu için Âdem Peygamber ile eşi, isteklerini somut

biçimde dile getirerek, "Bizi affet, bize merhamet et" demediler.

Bir diğer sebep de -ki asıl önemlisi odur- Hz. Âdem ve eşi, ilâhî irşada

karşı geldikleri için kendilerini şahsiyet ve yücelikten yoksun

zavallı duruma düşürdüklerini fark ettiler. Ardından kendilerini

böylesi bir durumda görmeleri, onları mutlak teslimiyete götürdü

ve böylece Allah'ın, haklarında vereceği hükme peşinen boyun

eğdiler. Sonuç itibariyle de her türlü istekten ve dilekten, arzularını

dile getirmekten kaçındılar; sadece Allah'ın Rableri olduğunu anarak,

zalimliklerini itiraf etmelerinin yanı sıra O'ndan olan beklentilerine

işaret ettiler.

 

O hâlde Âdem Peygamber ile eşinin, "Ey Rabbimiz, biz kendimize

zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, ziyana

uğrayanlardan oluruz." şeklindeki sözlerinin anlamı şudur: Biz

nefsimize zulmetme kötülüğünü işledik. Bu sebeple hayattaki

mutluluğumuzu bütünü ile tehdit eden bir hüsranla yüz yüze geldik.

Bu bizi kuşatan bir zillet ve zavallılık durumudur. Bu zulmün

sonuçlarını yok etmeye ve rahmetinin şemsiyesi altına alınmaya

ihtiyacımız vardır. Nefsimize ettiğimiz kötülük bizi şahsiyet, değer

ve yücelikten yoksun bıraktı; içine düştüğümüz durumun utandırıcılığı

yüzünden senden bir şey istemeye yüzümüz yok. Ey aziz hükümdar,

bil ki biz senin hükmüne teslimiz. Yetki ve hüküm sana

aittir. Yalnız sen bizim Rabbimizsin ve biz de senin kullarınız. Buna

dayanarak, kulların Rablerinden bekledikleri rahmeti biz de senden

bekliyoruz.

 

Peygamberlerin edep örneklerinden biri de Nuh Peygamberin

(a.s) oğlu hakkında Kur'ân'da bize nakledilen şu duasıdır: "Gemi,

onları dağ-lar gibi dalga(lar) arasından geçiriyordu. (O sırada)

Nuh, bir kenarda duran oğluna, 'Yavrum, bizimle birlikte bin, kâfirlerle

birlikte olma.' diye seslendi. (Oğlu,) 'Beni sudan koruyacak

bir dağa sığınacağım.' dedi... Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki:

'Rabbim, oğlum benim ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır

ve sen hükmedenlerin en hayırlısısın.' Dedi ki: 'Ey Nuh, o senin

ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir ameldir. Öyleyse

bilmediğin bir şeyi sakın benden isteme. Sana cahillerden olmamanı

öğütlerim.' Nuh dedi ki: Rabbim, bilmediğim bir şeyi

senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana

acımazsan, ziyana uğrayanlardan olurum." (Hûd, 42-47)

Hiç şüphesiz, Nuh Peygamberin (a.s) sözlerinden ilk bakışta

onun oğlunun kurtuluşu için dua ettiği anlaşılır. Fakat olayla ilgili

ayetler incelenince, meselenin içyüzünün başka türlü olduğu görülür.

Şöyle ki, meselenin bir yanı şöyledir: Yüce Allah, "Her canlı türünden

birer çifti ve (boğulacağına ilişkin) aleyhlerinde hüküm

verilenler hariç, aileni ve inananları gemiye yükle." (Hûd, 40) buyruğu

ile Nuh Peygambere ailesini ve müminleri yanına alarak gemiye

binmesini emretti. Böylece haklarında kesin hüküm verilenler

dışındaki aile fertlerinin kurtulacağını kendisine vaat etti.

"Allah inkâr edenlere, Nuh'un ve Lut'un eşlerini örnek verdi."

(Tahrîm, 10) ayetinde belirtildiği üzere Hz. Nuh'un eşi kâfirdi. Fakat

oğlunun, hak çağrısını reddettiği ortaya çıkmamıştı. Yüce Allah'ın

kelâmında, onun bir kenarda dururken babası ile arasındaki karşılıklı

konuşmasıyla ilgili verilen bilgiden ortaya çıkan şey, onun babasının

emrine karşı gelmesi idi. Bu da açıkça kâfir olma anlamında

değildir. Bu yüzden Nuh Peygamber onun kurtulacaklar arasında

olacağını sanmış olabilirdi. Çünkü onun oğlu olduğu belli

idi ve kâfirlerden biri değildi. O hâlde kurtuluş vaadinin içinde olmalı

idi.

Öte yandan yüce Allah, insanlar hakkında Nuh Peygambere şu

kesin hükmü vahyetti: "Nuh'a vahyedildi ki: Kavminden, daha önce

inananlar dışında kimse inanan olmayacak, onların yaptıklarından

dolayı üzülme. Gözlerimiz önünde ve vahyimiz gereğince

gemiyi yap ve zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma

(kurtuluşları için bana yalvarma); onlar mutlaka boğulacaklardır."

(Hûd, 36-37) Acaba bu ayette sözü edilen "zulmedenlerden"

maksat, hakka çağrıyı inkâr edenler midir, yoksa bu ifade her türlü

zulmü kapsamakta mıdır, yoksa ifade Allah tarafından açıklanmaya

muhtaç bir belirsizlik mi taşımaktadır?

 

Anlaşılan bu hususlar, Nuh Peygamberi (a.s) oğlu konusunda

şüpheye düşürdü. Yoksa bütün peygamberlerin efendileri beş

ululazm (çı-ğır açıcı) peygamberlerden biri olan Nuh Peygamberin

(a.s), Rabbinin yüce konumundan gafil olması veya yüce Allah'ın,

"zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma (kurtuluşları için

bana yalvarma); onlar mutlaka boğulacaklardır." şeklindeki vahyini

unutmuş olması düşünülemez. Çünkü, "Rabbim! Yeryüzünde

tek bir kâfir bile bırakma." (Nûh, 26) diye Rabbine dua eden kendisidir.

Eğer kâfir olması hâlinde bile oğlunun kurtulmasına razı olsaydı,

aynı rızayı eşi için de gösterirdi.

 

Bundan dolayı kesin bir istekte bulunmaya cür'et etmeyerek,

isteğini bilgi edinmek isteyen bir dilekçe üslûbu ile sundu. Çünkü

oğlu konusunu bütün yönleri ile bilmiyordu. Bu yüzden Allah'ın,

"Rabb" sıfatını anarak söze girdi. Çünkü "Rabb" ismi, dilek sahibi

muhtaç ku-lun (merbubun) duasının anahtarıdır. Arkasından, "oğlum

benim ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır." dedi. Bu

sözleri ile şöyle söylemek ister gibi idi: "Oğlumun benim aile fertlerimden

olması da, kurtuluşunu gerektirir. [Gerçi şunu da bilmekteyim

ki:] Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. Senin yaptığında hata

olmaz, senin hükmünde hiçbir pürüz bulunmaz, oğlumun akıbetinin

neye varacağını bilmiyorum."

 

İşte ilâhî edebin gereği budur. Kul, bilgisinin sınırında duracak

ve faydalı olup olmayacağını bilmediği şeyi istemeye kalkışmayacak.

İşte bu nedenle Hz. Nuh (a.s), "Nuh, Rabbine seslendi." ifadesinden

de anlaşıldığı gibi, sözlerini heyecanlı bir dille söyleyerek

Allah'ın vaadini gündeme getirmenin dışında başka bir söz

söylemiyor ve bir şey istemiyor.

 

Sonuçta ilâhî masumiyet bu noktada Hz. Nuh'un imdadına yetişti

ve başka bir şey söylemesine engel oldu. Yüce Allah,

["...aleyhlerinde hüküm verilenler hariç, aileni ve inananları gemiye

yükle." ayetiyle] kurtuluş vaadini bildiren ifadesindeki "âilen"

kelimesinin anlamını ona açıkladı ve aileden maksadın salih kimseler

olduğu kendisine bildirildi. Oysa oğlu salih bir kimse değildi.

Zaten yüce Allah daha önce, "zulmedenler konusunda bana hitapta

bulunma (kurtuluşları için bana yalvarma); onlar mutlaka

boğulacaklardır." buyurmuştu.

 

Nuh Peygamber (a.s) ise, "aile" kelimesini bilinen anlamında

almıştı ve sadece kâfir olan eşinin kurtuluş vaadinin kapsamı dışında

olduğunu sanmıştı. Arkasından bilmediği konuda bir istekte

bulunması -ki o da oğlunun kurtulmasıdır- yasaklandı. Çünkü sözlerinden

anlaşıldığı üzere bu yolda bir istekte bulunacaktı.

Bu ilâhî tembih ve terbiye üzerine böyle bir istekte bulunmadı

ve başka bir söze geçti. Bu başka sözler görünüşte tövbe niteliğinde,

aslında ise Allah'ın lütfettiği bu edebe karşılık olan bir şükür

niteliğinde idi. Dedi ki: "Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten

sana sığınırım." Böylece sözünün akışının kendisini sürükleyeceği

noktadan Allah'a sığındı. Bu nokta gerçek durumunu

bilmediği oğlunun kurtuluşunu istemekti.

Bu noktadan sonra artık istekte bulunmadığının bir delili,

"Bilmediğimi bir şeyi istememden sana sığınırım" değil de, "bilmediğim

bir şeyi senden istemekten sana sığınırım." demesidir.

Çünkü birinci cümlenin orijinalinde ["eûzu bike min suâlî mâ...]

mastar ("suâl") kendi failine ("î") izafe edilmiş ve bundan failin fiili

işlediği anlamı çıkar.

Bir delili ise şu ifadedir: "...sakın isteme." Çünkü eğer Nuh

Peygamber dilekte bulunmuş olsaydı, sözün akışı ona açık bir

redle karşılık verilmesini veya "Bir daha böyle yapma" şeklinde bir

cevap almasını gerektirirdi. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de yer alan

buna benzer durumlarda bu tür cevaplarla karşılaşırız. Şu ayetlerde

olduğu gibi:

"Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle göreyim, dedi. Allah

ona, 'Sen beni göremezsin.' dedi." (A'râf, 143)

"Çünkü siz onu

dillerinizle alıveriyorsunuz ve hakkında hiç bilginiz olmayan bir

şeyi, (düşünüp taşınmadan hemen) ağızlarınızla söylüyorsunuz.

Allah size öğüt veriyor ki, eğer inananlar iseniz, böyle bir şeye bir

daha asla düşmeyesiniz." (Nur, 15-17)

Nuh Peygamberin (a.s) bir başka duasını yüce Allah şöyle

naklediyor: "Ey Rabbim! Beni, ana-babamı, evime mümin olarak

girenleri, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de sadece

helâkini artır." (Nûh, 28) Bu dua Nuh suresinin sonunda yer alıyor.

Bu duadan önceki çok sayıda ayette, Nuh Peygamberin (a.s)

Rabbine yönelttiği şikâyetler nakledilmiştir. Bu şikâyetlerde geceli-

gündüzlü çağrı çalışmaları ile geçen bin yıla yakın ömrü boyunca

giriştiği mücadeleleri, kavminden gördüğü şiddet içerikli tepkileri,

Allah yolunda katlandığı sıkıntıları, bu konuda elinden geleni yap-

tığını, kavmini yola getirmek için son raddesine kadar bütün gücünü

seferber ettiğini, buna rağmen çağrılarının onların haktan

kaçmalarından, böbürlenip hakka boyun eğmemelerinden ve nasihatlerinin

onların burun kıvırmalarından başka bir işe yaramadığını

anlatıyor.

 

Kavmine yönelik bu vaaz ve nasihatlerden, hak ve hakikatle

kulak zarlarını titreştirmesinden, karşılaştığı inattan ve ısrarlı günahkârlıktan

dolayı Rabbine yönelttiği şikâyetlerden, kendisine

yönelik hilelerle ve tuzaklarla ilgili yakınmalardan sonra Nuh Peygamber

heyecana ve üzüntüye kapılarak, ilâhî hamiyet duygusunun

etkisi ile kavmine şu bedduayı yapıyor: "Ey Rabbim, yeryüzünde

kâfirlerden tek kişi bile bırakma. Çünkü eğer sen onları bırakırsan,

senin kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece gerçekten

sapan kâfir nesiller doğururlar." (Nûh, 26-27)

Nuh Peygamberin bu ayetlerde, eğer Allah kâfirleri yeryüzünde

bırakırsa, kulları yoldan çıkaracaklarını, şaşırtıpsaptıracaklarını

belirtiyor. Bu yoldan çıkarma endişesini ise yukarıda

nakledilen sözleri arasındaki, "Onlar birçok insanı yoldan çıkardılar."

ifadesinde dile getirmişti. [Dolayısıyla o ayetteki "yoldan

çıkarmak" bu ayette geçen "yoldan çıkarma"ya işarettir. Yani bunlar

birçok insanı yoldan çıkardıkları için, eğer tekrar yeryüzünde

bırakılırlarsa, Allah'ın kullarını yoldan çıkaracaklardır.] Çünkü onun

kavmi gerçekten birçok mümini yoldan çıkarmıştı ve Nuh

Peygamber geride kalan müminleri de yoldan çıkaracaklarından

korktu [o nedenle de nesillerinin kesilmesi için Allah'a dua etti].

Hz. Nuh (a.s) "sadece gerçekten sapan kâfir nesiller doğururlar."

ifadesi ile, onların soylarından ve yakınlarından mümin nesillerin

türemesinin beklenemeyeceğinden haber veriyor. Gayp haberlerinden

olan bu haber, peygamberce bir sezgiye ve ilâhî vahye

dayanıyor.

 

Hz. Nuh (a.s) ilk kez kitap ve şeriat getiren yüce bir peygamberdir,

dünyayı putperestlik karanlığından kurtarma girişiminin

öncüsüdür. Böyleyken çok az kişi -hadislerde yer aldığına göre

yaklaşık olarak seksen kişi- çağrısına olumlu karşılık vermiştir. İşte

ilâhî hamiyetin etkisi ile böyle yüce bir peygamberin, kâfirlere

beddua ettikten sonra bu gibi durumda takınılacak olan edep ge-

reği, çağrısına uyan müminleri de unutmaması ve onlar için kıyamet

gününe kadar hayır dilediğinde bulunması gerekirdi.

Bu nedenle sözlerine şöyle devam etti: "Ey Rabbim! Beni...

bağışla." Önce kendisinin affedilmesi dileği ile söze girdi. Çünkü

gösterdiği yolu izleyenlere yönelik bir af talebinden söz ediyor ve o

da bu izleyenlerin başı ve öncüsüdür. "ana-babamı" Bu ifade, anababasının

mümin olduklarına delildir. "Evime mümin olarak girenleri"

Bunlar onun dönemi içindeki kendisine inanan müminlerdir.

"inanan erkek ve kadınları..." Bunlar tevhit ilkesine bağlı [kendi

dönemindeki ve gelecek] bütün müminlerdir. Çünkü onların hepsi

kıyamet gününe kadar onun ümmeti ve minnettarlarıdırlar. Zira o,

dünyada kutsal bir kitaba ve belirli bir şeriata dayalı ilk dinî çağrıyı

gerçekleştiren ve insanlar arasında tevhit bayrağını ilk dalgalandıran

peygamberdir. Bundan dolayı yüce Allah onu, "Âlemler içinde

Nuh'a selâm olsun." (Sâffât, 79) diye buyurarak en saygı dolu bir dille

selâmlıyor.

 

Evet; her kul Allah'a iman ettikçe, her insan iyi bir iş yaptıkça,

her Allah'ın adı anıldıkça, insanlar arasında her hayır ve mutluluk

belirtisi görüldükçe, bu keremli peygambere selâm ulaşır. Çünkü

bütün bunlar onun çağrısının bereketi, onun devriminin sonuçlarıdır.

Allah'ın rahmeti onun ve diğer bütün peygamberlerin üzerine

olsun.

 

İbrahim Peygamberin (a.s) kavmi ile arasındaki tartışmalar

konusunda Kur'ân'da nakledilen şu sözleri de bu kabildendir: "(İbrahim)

dedi ki: 'Gerek sizin, gerekse eski atalarınızın, neye taptığınızı

görüyor musunuz? Onlar benim düşmanımdır; ancak âlemlerin

Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve doğru yola ileten

O'dur. Beni yediren ve içiren odur. Hastalandığım zaman bana şifa

veren O'dur. Beni öldürecek, sonra yeniden diriltecek O'dur. Ve

hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur.

Rabbim! Bana egemenlik (şeriat) ver ve beni iyiler arasına kat.

Bana, sonra gelecekler arasında bir doğruluk dili (sözcüsü) nasip

eyle. Beni bol nimetli cennetinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla.

Çünkü o sapıklardandı. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni

mahcup etme." (Şuarâ, 75-87)

 

Hz. İbrahim (a.s) bu sözleri ile kendisi ve amcası için dua ediyor.

Babası için dua etmesi, ona bu yolda söz verdiği içindir. Bu

dua, onun peygamberliğinin başlarında yapılmıştı. İbrahim Peygamber

henüz babasının iman edeceğinden ümit kesmemişti.

Ama onun bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, ondan

uzaklaştı ve onunla ilişkisini kesti.

 

İbrahim Peygamber burada, kulluk edebinin gerektiği şekilde

Rab-bine güzel övgüler yönelterek söze giriyor. Bu övgüler,

Kur'ân'ın ondan naklettiği ilk ayrıntılı övgülerdir. Kur'ân'ın daha

önce ondan naklettiği şu övgüler böyle kapsamlı değildi: "Ey kavmim!

Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.

Ben... yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim ve ben

müşriklerden (ortak koşanlardan) değilim." (En'âm, 78-79) Babasına

söylediği şu sözler de bu kısa övgünün bir başka örneğidir:

"Rabbimden senin için af dileyeceğim. Hiç şüphesiz O bana karşı

çok lütufkârdır." (Meryem, 47)

 

İbrahim Peygamber (a.s) bu kapsamlı övgüsünde yaratılışının

baş-langıcı ile Rabbine döneceği gün arasındaki belli başlı ilâhî

bağışları dile getirdi. Kendini bütünü ile yoksul ve muhtaç konumda

gösterdi, Rabbinin ise sadece zenginliğini ve katıksız cömertliğini

vurguladı. Kendini hiçbir şeye gücü yetmeyen zavallı bir kul

olarak tanımladı; İlâhî gücün kendisini hâlden hâle geçirdiğini ifade

etti. Bu bağlamda Allah'ın kendisini yoktan var ettiğini, yedirip

içirdiğini, hastalanınca iyileştirdiğini, arkasından canını aldığını,

sonra tekrar dirilttiğini, sonra da kıyamet günü hesap vermeye

hazır hâle getirdiğini dile getirdi. Bu süreçte kendisine düşen tek

görevinse, sadece katıksız itaat ve günahların affedileceği beklentisi

olduğunu vurguladı.

 

Gözettiği edep ilkelerinden biri, "Hastalandığım zaman bana

şifa veren O'dur." sözünde görüleceği üzere hastalanmayı kendine

izafe etmesidir. Çünkü böyle bir övgü bağlamında hastalığı Allah'a

izafe etmek yakışıksız olurdu. Gerçi hastalık da varlık âleminde

gerçekleşen olaylardandır ve bu niteliği ile Allah ile bağlantısız

değildir; ama burada anlatılmak istenen şey hastalığın meydana

gelişi değildir. Eğer maksat bu olsaydı, onu Allah'a izafe etmekten

söz edilebilirdi. Buradaki maksat, hastalığı iyileştirmenin Allah'ın

bir rahmeti ve inayeti olduğunu vurgulamaktır. Bu yüzden İbrahim

Peygamber Allah'tan sadece iyi şeylerin sadır olduğunu vurgulamak

amacıyla, hastalığı kendine ve şifayı Rabbine isnat etti.

Sonra duaya başladı ve bunda da çarpıcı bir edep üslûbu kullandı.

Sözüne Allah'ın "Rabb" ismiyle başladı. Ardından isteklerini

kalıcı ve gerçek nimetlerle sınırlayarak geçici dünya süslerini gündeme

getirmeye kalkışmadı. Tercihini büyük ve en onurlu nimetler

olan egemenlikten, yani şeriattan ve iyi kullar arasına katılmaktan

yana kullandı. Ayrıca daha sonraki kuşaklar arasında bir doğruluk

dilinin, sözcüsünün varolmasını istedi. Bu da kendinden sonra

zaman zaman, dönem dönem çağrısını sürdürecek ve şeriatını

uygulayacak önderlerin ortaya çıkmasını istemek demekti. Bu istek,

aslında şeriatının kıyamet gününe kadar yaşamasını istemek

anlamına gelir. Son olarak da cennet vârisliğini (cennetlik olmayı),

babasının affedilmesini ve kıyamet günü mahcup olmamayı istedi.

Ayetin akışından anlaşıldığına göre yüce Allah, babasının affedilmesi

dışında onun bütün bu dileklerini kabul etti. Çünkü yüce

Allah'ın, seçkin bir kulu tarafından yapıldığı hâlde boşa gitmiş,

kabul edilmemiş olan bir duayı söz konusu etmesi düşünülemez.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Babanız İbrahim'in dinine..."

(Hac, 78) "Onu, daha sonra gelenler arasında kalıcı bir söz yaptı."

(Zuhruf, 28) "Biz onu dünyada seçtik ve o ahirette salihlerdendir."

(Bakara, 130) Ayrıca yüce Allah, "İbrahim'e selâm olsun." (Sâffât,

109) şeklindeki buyruğu ile onu kapsamlı bir selâmla onurlandırmıştır.

Tarihin ondan sonraki akışı, Kur'ân'ın onun hakkındaki bütün

övgülerini doğruladı. Çünkü o seçkin peygamberdi. Tek başına

tevhit dinini yerleştirmeye, fıtrat inancını hayata geçirmeye girişti.

Putperestliğin temellerini yıkmak için kıyam etti ve putları kırdı.

Bütün bunları tevhit ilkesinin izlerinin silindiği, peygamberlik misyonunun

kayıplara karıştığı, dünyanın Nuh'un ve diğer seçkin peygamberlerin

adlarını unuttuğu bir dönemde gerçekleştirdi. Fıtrat

dinini ihya etti. Günümüze kadar varlığını, hâkimiyetini sürdüren

tevhit çağrısını ve tevhit dinini insanlar arasında yaydı.

Onun dönemi üzerinden dört bin kadar yıl geçtiği hâlde adıyla

diridir ve kendisinden sonra gelenler arasında kalıcılığını sürdürmektedir.

Çünkü dünyanın bildiği tevhit dininin kolları şunlardır:

Yahudilerin dini, ki peygamberleri Musa'dır. Hıristiyanlık dini, ki

peygamberleri İsa'dır. Bu peygamberlerin her ikisi İsrail adı ile de

anılan İbrahim oğlu İshak oğlu Yakup soyundandır. Bir de Hz. Muhammed'in

(s.a.a) getirdiği İslâm dinidir, ki Peygamberimiz de İbrahim

oğlu İsmail'in soyundandır.

 

İbrahim Peygamberin Kur'ân'da bize nakledilen dualarından

biri, "Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlât ver." (Sâffât, 100)

şeklindedir. İbrahim Peygamber bu duasında Allah'tan salih bir evlât

istiyor. Bu duasında hem Rabbine sarılıyor, hem de bir açıdan

dünyevî bir amaca yönelik olan isteğini salihlik sıfatı ile donatarak

Allah'ın rızasına uygun bir mahiyete büründürüyor.

Onun Kur'ân'da nakledilen bir başka duası da, bugünkü Mekke'nin

bulunduğu yere ayak bastığında yaptığı duadır. Oğlu İsmail

ile annesini oraya yerleştirdiğinde yaptığı bu dua Kur'ân'da şöyle

naklediliyor: "Hani İbrahim, 'Ey Rabbim! Burayı güvenli bir şehir

yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle

rızklandır' dedi. Allah da, 'İnkâr edeni ise az bir süre geçindirir,

sonra cehennem azabına (girmeye) zorlarım; ne kötü varılacak

yerdir orası.' dedi." (Bakara, 126)

 

İbrahim Peygamber Rabbinden o sırada kıraç ve ziraata elverişsiz

bir arazi olan bu yeri kendisi için harem, yani güvenli ve

dokunulmaz bir yer yapmasını istiyor. Bu sayede dini bütünleştirmeyi

amaçlıyor. Buranın insanlarla Rableri arasında somut bir

bağlantı merkezi olması düşüncesindedir. İnsanlar Rablerine kulluk

etmek için buraya gelecekler, ibadetlerinde oraya yönelecekler,

saygısını gözetip aralarında oranın güvenliğine ve

dokunulmazlığına riayet edecekler. Böylece burası Allah'ın yeryüzündeki

kalıcı bir ayeti olacak; Allah'ı anan herkes orayı da anacak,

Allah'a yönelen herkes oraya da yüzünü çevirecek; neticede

bunun sayesinde müminler arasında somut bir yön ortaklığı ve söz

birliği meydana gelecektir.

 

İbrahim Peygamberin (a.s) duasında sözünü ettiği güvenlikten

kastı, bu yerin dokunulmaz bir mekân kabul edilmesi anlamına

gelen teşriî güvenliktir; yoksa çatışmaların, savaşların ve huzuru

ihlâl eden bozguncu olayların meydana gelmemesi anlamındaki

[tekvinî ve] dış güvenlik değildir. Bunun delili, "Biz onları, kendi

katımızdan bir rızk olarak her türlü ürünün toplanıp getirildiği güvenli,

dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?" (Kasas, 57) ayetidir.

 

Bu ayette Kâbe'nin güvenliği orada oturanlara sunulmuş bir

nimet olarak tanıtılıyor. Orası Allah'ın kendisi için dokunulmaz ve

saygın kıldığı bir yerdir. Güvenli olarak nitelenmesi, insanların buraya

saygı duymaları sebebi iledir; yoksa orayı kargaşadan ve savaştan

koruyan tekvinî=varoluşsal bir faktörden dolayı değildir. Nitekim

bu ayet inmeden önce Mekke şehri, Kureyşliler ile

Cürhümlular arasında kanlı savaşlara sahne olmuş, ayrıca sayısız

öldürmelere, zulümlere ve kargaşalara şahit olmuştur.

Bu söylediğimizin bir başka delili de şu ayettir: "Çevrelerindeki

insanlar kapılıp götürülürken, bizim (Mekke'yi), dokunulmaz ve

güvenli bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) Yani onlar

Harem-i Şerif'ten kapılıp götürülmüyor, kaçırılmıyorlar. Bunun sebebi,

insanların o mekâna saygı duymalarıdır ve bu saygıyı oraya

yükleyen biziz.

 

Kısacası, Hz. İbrahim (a.s) yeryüzünde soyundan gelenlerin

yerleşecekleri Allah'a ait bir dokunulmaz ve güvenli yer olmasını

istiyordu. Bu da ancak dünyanın her tarafından insanların ziyarete

gelecekleri bir beldenin kurulması ile mümkündü. Burası kıyamet

gününe kadar oturma, sığınma ve ziyaret amacı ile gelinecek bir

dinî toplantı yeri olacaktı. Bu yüzden Allah'ın burayı güvenli bir yer

yapmasını istedi. Burası ziraata elverişsiz ve bitkisiz bir çıplak yer

olduğu için orada oturanlara çeşitli ürünler bağışlamasını istedi.

Böylece burada oturanlar geçimlerini sağlayabilecek ve orayı terk

etmek zorunda kalmayacaklardı.

 

Sonra İbrahim Peygamber Mekke'ye ayrıcalık kazandıracak

olan bu isteğinin müminler ile kâfirleri birlikte içerdiğini fark edince,

"halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları" (Bakara, 126)

ifadesi ile isteğini, dua konusu edilenlerin mümin olmaları ile kayıtlandırdı.

Peki, bu belde de hem kâfirler, hem de müminler bir

arada oturdukları ve ihtilâfa düştükleri veya sadece kâfirler burada

oturdukları takdirde ne olacak? O zaman buranın halkı bu bitkisiz

ve ziraata elverişli olmayan çıplak yerde nasıl yiyecek maddesi

bulacak? İşte İbrahim Peygamber bu meseleye hiç

değinmiyor.

 

Bu, onun dua makamında gözettiği bir edep kuralıdır. Dua edenin,

isteğini nasıl karşılayacağını Rabbine öğretmeye kalkışması

ve isteğinin kabul edilmesine ulaştırıcı yolun hangisi olduğunu

göstermeye çalışması yersiz bir gevezeliktir. Zira Allah, ilim, hikmet

ve kudret sahibidir. O'nun işi, bir şeyin olmasını istedi mi ona

"ol" demektir; o iş hemen oluverir.

Yüce Allah onun isteğini normal sebeplere dayalı olan yürürlükteki

yasası uyarınca yerine getirmeyi dilediği için ve bu uygulamada

mümin-kâfir ayırımı yapmamayı murat ettiği için İbrahim

Peygamberin (a.s) duasına şu kaydı eklemiştir: "İnkâr edeni ise az

bir süre geçindirir, sonra cehennem azabına (girmeye) zorlarım;

ne kötü varılacak yerdir orası." (Bakara, 126)

Harem-i Şerif'in teşriî bir ayrıcalık kazanmasına ve Kâbe'nin

yani insanlar için Mekke'de kurulan ilk ev ve bütün âlemler için

bereket ve hidayet kaynağı olan bu kutsal mekânın yapılmasına

yol açan İbrahim Peygamberin (s.a.a) bu duası, kendinden sonra

kıyamet gününe kadar gelecek Müslümanlara bağışladığı yüce ve

kutsal himmetinin bir ürünüdür. Yüce Allah, İbrahim Peygamberin

(a.s) ömrünün sonlarında yaptığı bir duayı bize şöyle naklediyor:

"Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) güvenli

kıl, beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbim! O

putlar birçok insanı yoldan çıkardı. Şimdi kim bana uyarsa, o

bendendir. Kim de bana karşı gelirse, hiç şüphesiz sen bağışlayan

ve esirgeyensin. Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını senin

Beyt-i Haremi'nin (dokunulmaz ve güvenli evinin), Kâbe'nin

yanı başında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Ey

Rabbimiz! (Bunu) namaz kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen

de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve

onlara meyvelerden rızk ver; umulur ki, sana şükrederler. Ey

Rabbimiz! Şüphesiz sen bizim gizlediğimiz ve açığa vurduğumuz

her şeyi bilirsin. Çünkü ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a

gizli kalmaz. İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshak'ı bağışlayan

Allah'a hamdolsun! Hiç şüphesiz benim Rabbim duaları işit(ip

kabul ed)endir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelenlerin bir kısmını

namaz kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey

Rabbimiz! Hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve bütün müminleri

bağışla." (İbrâhîm, 35-41)

 

Bu, İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün sonlarında yaptığı

duadır. O sırada Mekke şehri kurulmuştu. Bunun böyle olduğunu,

okuduğumuz ayetlerdeki "İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshak'ı

bağışlayan Allah'a hamdolsun!" ifadesi ile, "bu şehri (Mekke'yi)

güvenli kıl." ifadesinden anlıyoruz. Çünkü daha önceki duasındaki

gibi, "burayı güvenli bir şehir yap." (Bakara, 126) demiyor.

Bu duada gözettiği edep kurallarının biri, duası sırasında

Rabbine bağlılığı sık sık ifade etmesi ve Allah'ın rububiyet sıfatına

sarılmasıdır. Ne zaman sırf kendisi ile ilgili bir şey söylese, "Ey

Rabbim!" ve ne zaman başkalarını da ilgilendiren bir şey söyleyecek

olsa söze, "Ey Rabbimiz!" diye başlıyor.

Bu duada gözettiği bir başka edep kuralı da şudur: Ne zaman,

hem meşru ve hem de gayrı meşru bir amaçla istenebilecek bir dileğini

açıklasa, onun için güttüğü doğru amacı da ortaya koyuyor.

Böylece Allah'ın rahmetini harekete geçirmek istediği açıkça anlaşılıyor.

Meselâ, "beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak

tut." deyince, arkasından "Ey Rabbim! Onlar birçok insanı yoldan

çıkardılar." diyor. "Ey Rabbimiz! Ben neslimden bir kısmını... yerleştirdim."

dedikten sonra, "Ey Rabbimiz! (Bunu) namaz kılsınlar

diye (böyle yaptım)." diyor. "Artık sen de insanlardan bir kısmının

gönüllerini onlara meyledici kıl." şeklindeki duasının arkasından,

"umulur ki, sana şükrederler." cümlesini getiriyor.

Bu dua da gözettiği bir başka edep kuralı da şudur: Dile getirdiği

her isteğin arkasından Allah'ın güzel isimlerinden o isteğin içeriğine

uygun olanını anıyor. Bağışlayan, esirgeyen ve duaları işiten

gibi. Her dileğinden önce "Rabb" adını tekrarlıyor. Çünkü

rububiyet, kul ile Allah arasında bağlantı kuran yegâne faktör ve

her duanın kapısını açan anahtardır.

 

Yine bu duasında gözettiği bir edep kuralı, "Kim de bana karşı

gelirse, hiç şüphesiz sen bağışlayan ve esirgeyensin." ifadesinde

görülüyor. Çünkü asi olanlar için beddua etmediği gibi, onlardan

söz eder etmez yüce Allah'ın öyle iki adını anıyor ki, bu iki isim her

tür insanın mutluluk nimetinin kapsamına girmesine vasıtadır. Bu

iki isim affedicilik ve merhametlilik isimleridir. Böylece ümmetinin

kurtuluşuna ve Rabbinin cömertliğinin yaygın olmasına yönelik

isteğini, sevgisini ortaya koyuyor.

 

Peygamberlerin Allah'a yönelik dua edebiyle ilgili bir diğer dua

da Hz. İbrahim'in, oğlu İsmail Peygamberle birlikte yaptığı duadır.

Kur'ân-ı Kerim bunu bize şöyle naklediyor: "Hani İbrahim ile İsmail

Kâbe'nin duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi: Ey

Rabbi-miz! Bizden (bunu) kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.

Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan yap, neslimizden

de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerimizi göster,

tövbelerimizi kabul et; çünkü tövbeleri kabul eden ve çok

merhametli olan sensin. Ey Rabbimiz! İçlerinden onlara senin

ayetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, kendilerini temizleyecek

bir elçi gönder. Hiç şüphesiz sen her zaman üstün gelen

ve hikmet sahibisin." (Bakara, 127-129)

 

İbrahim Peygamber bu duayı oğlu ile birlikte Kâbe'yi inşa ederlerken

yapmışlardı. Bu duada da, daha önceki dualarda dikkatimizi

çeken edep kurallarının gözetildiğini görüyoruz.

Peygamberlerin davranışlarında Allah'a yönelik sergilenen bir

diğer edep kuralı da, İsmail Peygamberin (a.s), kurban edilme olayındaki

tavrıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Biz ona

yumuşak huylu bir erkek müjdeledik. Çocuk onun yanında çalışma

çağına erişince ona, 'Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı

görüyorum; bir düşün, ne dersin?' O da, 'Babacığım! Sana

emredileni yap. İnşal-lah beni sabredenlerden bulursun.' dedi."

(Sâffât, 101-102)

 

İsmail Peygamberin sözlerinin başı her ne kadar babasına

karşı takındığı edeple ilintili olsa da, sözlerinin devamında

Rabbine karşı takındığı edebi ortaya koyuyor. Üstelik Halilullah

(Allah'ın dostu) İbrahim Peygamber (a.s) gibi bir babaya karşı takınılan

edep, aslında Allah'a karşı takınılmış bir edeptir.

Kısacası; babası, İsmail'e gördüğü rüyayı anlattı. Bu rüya bir

ilâhî emri içeriyordu. Bunun böyle olduğunu İsmail'in, "Sana emredileni

yap." şeklindeki sözünden anlıyoruz. Hz. İbrahim (a.s) oğluna

rüyasını anlattığında, ona bu konuda ne düşündüğünü söylemesini

emretti. -Bu tutum, İbrahim Peygamberin (a.s) oğluna

karşı takındığı bir edepti.- İsmail babasına, "Sana emredileni

yap..." dedi. Bunun bu konudaki şahsî görüşü olduğunu belirtmedi.

Kendini arka plâna atmak ve babasına karşı alçak gönüllülük

olsun diye böyle konuştu. Sanki babası karşısında şahsî bir görüşü

yok gibi davrandı. Bundan dolayı söze babacığım diye girdi ve "Eğer

istersen öyle yap." demedi. Böylece kesin isteğinin babasının

gönlünü hoş etmek olduğunu ortaya koymuş oldu. Ayrıca o işin,

İbrahim Peygambere (a.s) verilmiş bir emir olduğunu kendisi ifade

etmiştir. Hz. İsmail (a.s) gibi birinin Allah'ın emrinin yerine getirilmesi

konusunda tereddüt göstereceği, kararsız davranacağı

düşünülemez.

 

Hz. İsmail bu sözlerinin arkasından, "İnşallah beni sabredenlerden

bulursun." diyor, ki bu söz babasına yönelik bir başka gönlü

hoş etme girişimidir. Bütün bunlar Hz. İsmail'in babasına karşı

takındığı edebin ilkeleridir.

 

Bu sözünde Rabbine karşı başka bir edep takınıyor. Çünkü

["beni sabredenlerden bulursun" sözüyle sabredeceğine dair] babasına

verdiği sözde kesin konuşmuyor, sonucu Allah'ın dileğine

bağlıyor. Çünkü bir işi Allah'ın dileğine bağlamaksızın kestirip atmakta,

sebebiyet konusunda bağımsızlık iddiası şaibesi vardır, ki

peygamberler böyle bir şeyden münezzehtir. Yüce Allah işlerini Allah'ın

iradesine bağlamayarak kestirip atan "Bahçe Sahipleri"ni

Kur'ân'da şöyle ayıplıyor: "Biz bunlara da belâ verdik, şu Bahçe

Sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar sabah olunca, bahçeyi

devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da etmiyorlar (Allah

dilerse devşiririz demiyorlar)dı." (Kalem, 18) Yine yüce Allah

Kur'ân'da Peygamberimizi (s.a.a) istisnalı konuşması hususunda

şaşırtıcı bir kinayeli ifade ile şöyle edeplendiriyor: "Hiçbir iş hakkında,

'Bunu yarın yapacağım' deme. Ancak 'Allah dilerse (yapacağım)'

de." (Kehf, 24)

 

Bu edeplerden biri de Yakub Peygamberin (a.s) edebidir. Oğulları,

Bünyamin ve Yahuda adlı kardeşlerini Mısır'da bırakıp döndüklerinde,

takındığı bu edebi, Kur'ân bize şöyle naklediyor: "Ve

onlardan yüzünü çevirdi de, 'Vah Yusuf'um, vah!' dedi ve üzüntüden

gözleri ağardı. (Buna rağmen) acısını içine gömüyor (belli

etmiyordu). Dediler ki: 'Vallahi sen, hep Yusuf'u anıp durmaktasın;

sonunda ya hasta olacaksın ya da öleceksin!' Dedi ki: 'Ben

üzüntümü ve tasamı sadece Allah'a şikâyet ediyorum ve ben Allah'tan

(bir bilgi olarak) sizin bilmediklerinizi biliyorum." (Yûsuf, 84-

86)

Yakup Peygamber oğullarına diyor ki: "Benim devamlı şekilde

Yusuf'un adını anmam, kötü durumumu Allah'a şikâyet etmektir.

Ben Rabbimin rahmetinden ümit kesmiş değilim. Yusuf'u bana


DEVAMI

 


----------------------------
Asrın en büyük tefsiri olan el-Mizan Tefsirinin 6. cilden faydalanılarak hazırlanmıştır
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda bizleri unutmayın lütfen:)