HZ. ALİ (A.S) ’NİN İMAMETİ VE AKIL
بِسْـــــــــــــــــــــــــــــمِ
اللَّهِ الرَّحْمَانِ
الرَّحِيم
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
“Kur'an
ışığında Hz. Ali” ile “Hz. Ali’nin İmameti ve Akıl” adlı kitaplarım dört
kez basıldı, her defasında bütün nüshaları kısa zamanda
tükendi. Bu durum, her iki kitabımın da hakkettikleri ilgiyi
gördüklerini göstermektedir.
Bu nedenle ve bir çok yerden gelen yoğun
isteğe dayanarak her iki
kitabı “Kur'an ve Akıl
çerçevesinde Hz. Ali’nin İmameti” adı ile tek bir kitap
halinde yayımlamağa karar
verdim. Başarı Allah’tandır
M. C. MUĞNİYYE
Herkes "Hak’tan başka imam
yoktur" der, ancak iş fiile geldiği zaman büyük çoğunluk
bunun tersini yapar.
Örneğin: Hak der ki "Sen
başkasının hatalarından önce kendi hatalarından
sorumlusun, başkalarının hatalı olabileceği gibi sen
de hatalı olabilirsin."
İnsanın
hırsı, taraftarlığı, öğrenimi,
eğitimi, yetişme tarzı; araştırmacı ise eksik
araştırması, sıradan
okuyucu ise tek yanlı kitap okuması gibi değişik
faktörler hatanın oluşmasında büyük rol oynar. Bütün bu unsurlar
başkası için ne kadar geçerli ise senin için de o kadar geçerlidir.
Eğer başkasının
delillerini yeterince incelemeden senin
yüzde yüz haklı, ötekilerin yüzde
yüz haksız olduğuna inanıyorsan kendine Haktan başka
imam edinmişsin demektir. Bu
durumda sen, Hak yolunda değilsin.
Evet başkasının
düşünceleri yanlış
olabilir; peki bunun tersi mümkün değil mi? Onların düşünceleri de sağlam
bir temele dayanmış olamaz mı? Eğer, "ne olursa
olsun ötekiler hatalıdır"
diyorsan her şeyden önce önyargılı olduğun için hatalı
olan sensin. Onların düşüncelerinin doğru yada yanlış
olduğuna karar vermeden önce araştırma ve inceleme
yapmalısın.
Eğer kendini hatadan ve
çelişkiden sakınmak
istiyorsan, düşünceleri
atalarının düşüncelerine ters düşse bile peşin
hükümlü olmaktan vazgeçmeli, seni gerçeğe götürecek yolları
aramalısın. Bunun yöntemi, gerçeğini öğrenmek
istediğin şeye göre
değişir. Görülebilir, işitilebilir veya dokunulabilir ise, bunun göz, kulak veya
dokunma yoluyla yapılması mümkündür. Ancak akli bir konu ise bunu
sadece akıl yolu ile bulabilirsin. Örneğin Hz.Muhammed’in (s.a.a),
İmameti, Nass'la (metin) Hz.Ali
(a.s)'ye bıraktığını okursan veya duyarsan bunun doğru olup
olmadığına hemen karar vermeyebilirsin, ama emin olmak
istiyorsan senin muteber kabul ettiğin hadis
kitaplarını incelemen yeterlidir.(1)
“Hakka ve doğruluğa giden
yol bellidir” diyebilirsin. Mutlaka bu böyledir; ancak her hataya düşen
hatalı olduğunu bilmemekte, dolayısı ile Hakka giden yolu arama
gereği duymamaktadır. Hatalı insanları iki gruba
ayırmamız mümkündür:
Bilinçli olarak hatasında
ısrar edenler ve bilgisizlikten dolayı hatalı olduğunu
bilmeyenler.
Hatasından
bilinçli olarak dönmek
istemeyenlere yapabileceğimiz hiç
bir şey yoktur. Onlara bin bir
delil de getirsek hatalarından dönmeyeceklerdir.
Bilgisizlikten dolayı
hatalı olduğunu bilmeyenlere
ise delilleri göstermek ve elimizden geldiğince onları ikna
etmeğe çalışmak vazifemizdir.
Akıldan başka imam yoktur, bu gerçek Kur'an-ı Kerim ve Hz.Muhammed (s.a.a)
tarafından dile getirilmiştir. Hz.Muhammed (s.a.a) insanlara
aklı imam ve önder edinmelerini emretmiştir. Yağmurun gerçekliği bile aklın
ve düşüncenin ürünüdür. Hatta bir hadise göre Hz.Muhammed (s.a.a)
"Dinimin aslı
akıldır" demiştir.
Aklın elle tutulan, gözle
görülen veya kulakla işitilen bir şey olmadığı
şüphesizdir. O dokunamadığımız ama içimizde
hissettiğimiz bir şeydir. Aklın İmametinin anlamı Hakkın
imametidir. Her kim ki Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberse akıl ve
din buyruklarına göre imam odur.
Soru: Bu vasıfta biri var
mıdır?
Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed
(s.a.a)'tir
Soru: Bu vasıfta Hz.Muhammed
(s.a.a)’ten başka biri var
mıdır?
Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed
(s.a.a) kim için “Hak daima onunla ve o daima
Hakla beraberdir” demişse odur.
Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali
İbn-i Ebu Talib
(a.s)
için:
"علي
مع الحق والحق
مع علي، يدور
معه كيفما دار"
"Hak daima onunla ve o daima
Hakla beraberdir, ne tarafa dönse
Hak onunla döner”
dediği
bütün Müslümanlarca bilinmektedir.(2)
Bunun
anlamı “Hz Ali (a.s) hiç hata yapmayan bir alim, hiç zulüm
yapmayan bir adil, Allah’a hiç karşı gelmeyen bir itaatkar”dır.
Eğer din ve akıl böyle
birine itaat etmeyi emretmiyorsa, insanlığın ne bir anlamı
ne de bir kıymeti vardır!
İlginç olan bir durum da
bazılarının, "Mademki Hak Ali ile beraberdir o halde Hak
ondan önce hilafete gelenlerle de
beraberdir, çünkü Ali Halifelerle birlikte idi" demeleridir. Bunu
diyenler aynı zamanda Abdurrahman İbn-i Avf’ın hilafeti
Hz.Ali (a.s)’ye vermek için
Allah’ın Kitabı, Peygamberin sünnetinin yanı sıra iki şeyhin -Ebu Bekir ve Ömer’in-
yolundan gitme şartını ileri sürdüğünde, Hz. Ali
(a.s)’nin: "iki şeyhin yolundan gitmektense Hilafeti hiç almam" dediğini gayet iyi
bilir. Buna rağmen Abdurrahman İbn-i Avf’ı haklı kabul
ederler.
Çelişkiyi görüyor musun
sayın okuyucum, "Ali Hak’la
beraberdir....." hadisi Hz. Ali
(a.s)’nin haklı olduğunu ispat ettiği kadar
iki şeyhin haklı olduğunu da ispat etmektedir,
çünkü Ali onlarla birlikte idi!. Aynı zamanda Hz.
Ali (a.s) iki şeyhin yolunda yürümediği için haksızdır. Biri sana "Halil’in bütün
serveti babası İbrahim’den,
İbrahim’in bütün serveti
oğlu
Halil’den miras kaldı" derse ne kadar mantıklı bulursun?.
Çelişkinin gerçek
netliğini, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’i ’incelediğimizde görebiliyoruz, Sahih-i Buhari’nin El Fiten kitabının birinci
bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır:
" قال
النبي: (ص) أنا
فرطكم على
الحوض،
ليرفعن إلي رجال
منكم ، حتى
إذا أهويت
لأناولهم
اختلفوا دوني
ـ أي أخذوا –
فأقول: أي ربي
أصحابي ... يقول:
لا تدري ما
أحدثوا بعدك"
"Peygamber dedi ki: Ben
Havz’ın başında bana yükseltilecekleri beklerken, eğilerek
ellerini tutmak istediğim kişiler göreceğim; ancak
bazılarının bana ulaşması engellenecektir 'Allah’ım
bunlar benim Sahabem",
diyeceğim, Allah da bana 'senden
sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun' diyecektir."
Sahih-i Müslim, baskı 1348 H,
cilt 2, S:61’de ise şöyle yazmaktadır:
"إني على
الحوض انتظر
من يرد علي
منكم، فوالله
ليقطعن دوني
رجال ، فاقو
لن : أي ربي مني
ومن أمتي...
فيقول لا تدري
ما عملوا
بعدك؟ . ما
زالوا يرجعون
على أعقابهم."
Havz’ın başında sizden gelecek kişileri
bekleyeceğim zaman, gördüklerime
elimi uzatacağım ancak benden uzaklaştırılacaklardır,
'Allah’ım bunlar benden, benim ümmetimden' diyeceğim, Allah
da bana 'senden sonra ne
yaptıklarını bilmiyorsun'
diyecektir."
Bu hadisler Al-i İmrân
suresinin 144. ayeti ile pekişmektedir.
وَمَا
مُحَمَّدٌ
إِلاَّ
رَسُولٌ قَدْ
خَلَتْ مِنْ
قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
أَفَإْن
مَاتَ أَوْ
قُتِلَ
انْقَلَبْتُمْ
عَلَى
أَعْقَابِكُمْ
وَمَنْ
يَنْقَلِبْ عَلَى
عَقِبَيْهِ
فَلَنْ
يَضُرَّ
اللَّهَ شَيْئًا
وَسَيَجْزِي
اللَّهُ
الشَّاكِرِينَ}(آل
عمران/144)
"Muhammed
Bir peygamberdir ondan önce de peygamberler gelip gitmiştir, şimdi ölür
yada öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz ?"
Buna rağmen derler ki
"Ayırt edilmeksizin bütün sahabeler adildir." bize göre bu konudaki
ısrarlarının nedeni, Halifelerin haklılıklarından
kuşku duymamak için Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim hatta Kur'an-ı
Kerim'den bile olsa gerçek delilleri görmek istememeleridir. Neden mi: Ata
inancı söz konusudur.
O inanç, Kur'an-ı Kerim'in ve
sahihlerin delillerine karşı
da olsa kıyasın temelidir.
▬
Akla İbrahim’in evin içinde olup
olmadığını sorarsan, sana bunun kendi ihtisas alanına
girmediğini söyler. Ama onun nerede olduğu veya yerin altında ne
gibi hazinelerin ve madenlerin olduğunu öğrenmek istediğini
söylersen, senden araştırmanı, deney ve gözlem yapmanı
ister ve doğrulara ulaşman için her zaman sana ışık
tutacağını söyler.
Bu tür
bilgiler akıldan gelmez; ama akıl sayesinde gelir. Görsel veya
işitsel delillerin bile aklın yardımına ihtiyacı
vardır; çünkü insan akıldan yoksun olduğu zaman bir hiçtir.
Ancak, aklın delilleri kabul etmesi
ayrı, delilleri eleştirip
doğrusuna ulaşması ayrıdır.
Eğer akla "İbrahim evde
olabilir mi" diye sorarsan sana hemen evet cevabını verir ki bu
bilgi akıl dışından değil aklıdan gelir.
Çünkü doğru bilgiye ulaşmak
sadece akıldan veya sadece deney ve gözlemden gelmez; eğer öğrenilmesi istenen gerçek,
araştırmayı gerektiren
nazari bir olgu ise mümkün olup olmadığını ancak
akıl sayesinde öğrenebilirsin. Ama eğer gerçek sadece maddi ise –cismin kapsadığı
elementleri öğrenmek gibi- o zaman bunun yöntemi deneydir.
Eğer Uluhiyet
(Tanrısallık), Peygamberlik veya İmametle ilgili konuları
sorarsan bu sorular aşağıdaki detayları gerektirir.
Yaratıcıyı
ancak akıl yoluyla idrak edebiliriz; çünkü doğa ötesini deneyle
öğrenmemiz imkansızdır. Allah’ın vahyi ile onun
varlığını kabul etmek, doğru ve Hak olduğu iddia
edilen bir şeyin doğru olduğu iddia edildiği için kabul
etmeye benzer. Bu yüzden Allah’ın varlığını ispat
etmekte aklımızı kullanmalıyız. Kur'an-ı Kerim
de, insana Allah’ın varlığını akıl yoluyla idrak
edebileceğini söylemiştir.
Eğer
akla: "Allah’ın varlığının ispatı
nedir?" diye sorarsak, bize: "Evrene,
evrenin içindeki harekete, düzene ve dengeye bakın, sonra bunu
açıklamak için dilediğiniz kadar teori ve varsayım düşünün
ilim ve mantığın, tek bir açıklama
dışında hepsini
reddettiğini göreceksiniz, o da her
şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah’tır diyen
açıklamadır." der. Mantık ehline göre imkansız olan
şey aklın imkansız kabul ettiği şeydir. Örneğin, iki çelişiğin birleşmesi veya birlikte yükselmesi
gibi, eğer "evrende su
vardır" iddiası gerçekse
bunun tersi olan "evrende su yoktur" iddiası gerçek
dışı demektir. Bir şeyin aynı anda iki çelişik
şeyle vasıflandırılması düşünülemez. Bu durumda
"evrende her şey rastlantı sonucu meydana geldi" teorisi
yalan ise, bizim "evren bir irade ve tasarı sonucu meydana
geldi" diyen tezimiz doğrudur.
Bu konuda bir
örnek vermek istiyorum, eğer adının ve soyadının ufukta
ışıkla
yazıldığını görürsen, bunun zekalı bir
insan tarafından yapılan bir
aletle gerçekleştiğini düşünürsün. Bunun yerine
"çarpışan iki otomobilin veya iki trenin veya patlayan
yanardağın saçacağı ışıkların
rastlantı sonucu senin adını soyadını havaya
yazmalarının mümkün olduğunu" ileri sürer ve "bu bir varsayımdır"
diyecek olursan, şüphesiz bunu akıllı hiç bir insana kabul
ettiremezsin.
"Varsaydığımız bir şeyi gözümüzle görmedikçe elimizle
dokunmadıkça o varsayımın ne anlamı var" diyebilirsiniz. O zaman, gözümüzle
görmediğimiz, elimizle dokunmadığımız
aklının varolduğu varsayımının da bir anlamı
yoktur. Doğa bilimcileri bile delile ihtiyaç duymaksızın varsayımın geçerliliğini kabul etmekteler. Görmeden dokunmadan akılları ve önsezileri ile
atomun varlığını hatta şeklini, özelliklerini ve
etkinliğini belirlediler. Eğer bilim adamları sadece duyularla
bilinenlere değer verselerdi bilimin kapıları her zaman kapalı kalmaz mıydı?. "Bu
dünyanın gerçeğini en iyi anlatan şey gözle görülmeyen, bilinmeyen,
gizemli, ancak aklımızla ve vicdanımızla var olduğunu
bildiğimiz yönleridir" diyen ne kadar doğru söylemiştir.
(3)
Peygamberlik, Allah (c.c)’la
kulları arasında bir elçiliktir, İyiliğe davet eder, şerden sakınmayı tavsiye eder,
peygamberliğin
varlığı gereklidir ve gerekli olanın varlığı
kaçınılmazdır. İnsana, kedisine ve topluma karşı
olan görevlerini ve haklarını belirler. Filozofların çoğu:
"Akıl, insanın Allah’a karşı yapmakla yükümlü
olduğu hükümlerin var olduğunu bilir, yalınız bunun ne
olduğunu ancak peygamber yardımı ile öğrenebilir" der.
Bu
durumda biz, Peygamberliğe Hz. Muhammed (s.a.a)’in penceresinden
bakarız, onun hayatı, sıfatı, şeriatı ve
öğretileri bizi şüphe duymaksızın Peygamberliğin varlığına
inandırır. Onun şeriatı ve öğretilerine peygamberlik
dışında bir varsayım düşünecek olursak
mantıklı bir düşünce olmayacaktır. Bilim ve bilgiden uzak
bir ortamda büyüyen bir ümmi, insanlığın bilmediği
farklı bilim ve sanatlarda insanlığın o güne kadar
tanımadığı, yüceliği ve azameti akıllara
durgunluk veren, bunlarla insanlığı karanlıktan
ışığa çıkaran muhtelif öğreti ve nazariyeler
getirsin!. Bunu ancak doğaüstü olarak açıklamamız mümkündür.
Hz. Muhammed (s.a.a), peygamberliğini inkar edenlere
Kur'an-ı Kerim'le meydan okumuştur. Bizde aynı şeyi
yaparak, "ümmi bir kişinin hiç kitap okumadan, bilim ve bilim
adamları hakkında hiçbir şey duymadan nasıl yasa, ahlak,
tıp ve matematik konularında bir kitap yazabileceğini
peygamberlik dışında bir açıklama ile
açıklamaları için ihtisas sahiplerine meydan okuyoruz."
Nasıl bu evrenin düzeni mutlaka
güçlü bir düzenleyen olmadan açıklanamıyorsa, bu doğa üstü olayın açıklaması
da sadece vahiy ve peygamberliktir.
Bilim, öğretmen olmadan öğrenmeyi, tedavi olmadan ölüyü diriltmeyi -
bilimsel olarak açıklamaktan aciz kaldığı zaman
metafiziğe başvurmak zorunda kalmaktadır.
Burada
kastettiğimiz imam, peygamberden sonra peygamberin istisnasız bütün
yetkilerini kullanan yetkilidir. Bu, tamamen peygamberlik gibi ilahi bir makamdır.
Bunun için "Peygamberin Hilafeti" olarak adlandırılır
ve ümmetin peygamberine
yaptığı itaati İmam'ına yapmasını
gerektirir.
İmam
Zeyn El Abidin (a s) “Sahife i Seccadiye” de imamı dua üslubu ile tarif
ederken şunları söylüyordu:
"Allah’ım;
kitabını, haddini (ceza uygulamasını),
şeriatını ve peygamberinin sünnetini onunla tesis et, zalimlerin
senin dininde yok ettiklerini onunla dirilt, yolundaki zulmün pasını
onunla gider, yolundaki sıratı onunla inşa et,
haksızları sıratından onunla uzaklaştır,
eğri yolun yolcularını onunla yok et, senin yolunda olanlara
karşı onu yumuşat,
düşmanlarına karşı onun elini serbest bırak,
Allah’ım bize onun şefkatini, rahmetini, acımasını
ihsan et ve bizi onu dinleyen ve ona itaat edenlerden kıl.”
Dedesi Ali
İbn-i Ebu Talip (a.s) ise imamın görevlerini anlatırken:
"İmam, Rabbinin emirlerini vaazla bildirmek, nasihatte içtihat
yapmak, sünneti ihya etmek, hak edenlere
haddi uygulamak, hakkı sahiplerine vermekle yükümlüdür." Der.
Bu sözler
akıl ile imametin ilişkisini açıklamaktadır. Aynı
ilişki, Allah’ın kitabını, haddini,
şeriatını, peygamberlerinin sünnetlerini uygulamak, zalimlerin
yok ettikleri din izlerini diriltmek, Allah’a giden yolu aydınlatmak, Allah’ın
yolundan sapanları uzaklaştırmakla
bağlantılıdır. Bu konuyu özetlememiz gerekirse, Aklın
İmamet konusundaki hükmü, bilimin, adaletin ve itaatin iyi,
çirkinliğin, cehaletin, zulmün ve günahın kötü olduğunu kabul
ettiği hükme eşittir.
İlginç ve tuhaf durumlardan biri de, Şiilerin
İmamda "ilimde hatasız, amelde günahsız" şart
ve sıfatlarını arama, hatta olmazsa olmaz kabul etme
görüşünü, Ehl-i Sünnetin
kınaması ve hor görmesidir.
Bunu kınamalarının sebebi, onların, "cahil ve
fasık da olsa yöneticinin itaati vaciptir (gereklidir)" demeleri
ve ona karşı gelmeyi haram saymalarıdır! Şeyh Ebu Zehra "Mezehib El
İslamiyye" adlı kitabının "yönetici
şeriattan dışarı
çıkarsa" bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır. "Ehl-i
Sünnete göre imamda aranan şartlarda esas tercih onun adil, erdemli ve
hayır sahibi olmasıdır. Eğer değilse zalimin
zulmüne katlanmak ona karşı
gelmekten daha iyidir."
Ebi Ya’la El Ferra, (Vefatı 458
Hicri), "El Ahkam El Sultaniyye" adlı kitabında (Baskı yılı 1938) 4. sayfada
derki" "Fasık olmak imametin
devamını engellemez, ister bu ahlak, -yani şehvete
kapılarak günah işlemek olsun-, ister inanç -yani yorumda Haktan
şüpheye düşmek olsun.!-"
Bunun
anlamı da cahil ve fasık bir kişi Müslümanların imamı
olabilir. Allah ve din adına hükmedebilir!... Doğrusu
anlayamıyorum! Bir cahil, fasık ve günahkar nasıl insanları
Hakla yönetecek ve Hakka yönlendirecektir?! Keşke bunu, Kur'an,
Şeriat ve İslam adına hükmedene değil de kendisini seçen ve
imam kabul eden kişilerin imamı olarak kabul etselerdi.
Ayrıca "Kur'an-ı
Kerim (Bakara suresi ayet 193) derki:
َقَاتِلُوهُمْ
حَتَّى لاَ
تَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ
الدِّينُ
لِلَّهِ
فَإِنْ انتَهَوْا
فَلاَ
عُدْوَانَ
إِلاَّ عَلَى
الظَّالِمِينَ
(البقرة/193)
"Bir fitne kalmayıncaya, din
tamamıyla Allah'ın dîni oluncaya dek onlarla çarpışın.
Vazgeçtikleri zaman, düşmanlık
ve saldırı sadece
zalimleredir."
Buna
karşın Sahihi Buhari, 9. bölüm, kitabı Fiten'de, Peygambere mal
edilen şu hadis geçmektedir: "yöneticilerinden kötü bir şey
görenler sabretsin”. bu durumda; ya Hz. Muhammed (s.a.a)’in sözleri ona
vahiy inen Kur'an-ı Kerim’le çelişkilidir ya da ona mal edilen bu
hadis yalan ve iftiradır. Şiiler, birinci şıkkın
imkansız olduğunu bildiklerinden ikincisini kabul ettiler.
Dolayısı ile bütün sahabelerin adil olduğuna inanmadılar.
Ehl-i Sünnet ise, tam tersine bütün sahabelerin adil olduğuna inanarak
Buhari’nin naklettiği hadisleri aynen kabul ettiler. Oysa bunun
kaçınılmaz sonucu, Peygamber (s.a.a)'in sözlerinin Kur'an-ı Kerim’le
çelişkili olduğuna inanmaktır. Allah da Peygamber de bundan
münezzehtir.
▬
Evrende
bulunan her şey Allah’ın bilgisi ve gücünü gösteren birer ispattır. Modern keşiflerden önce gördüğümüz
deliller, gecenin ve gündüzün değişimi, yerde biten bitkiler,
yediğimiz ve içtiğimiz, veya gözümüz görmeden
aklımızın görebildiği idi. Bilim ve bilimsel araçlar
geliştikçe öğrendik ki, çok küçük olan atomdaki güç, bir saniyede
şehirleri, dağları yıkıp milyonlarca canlıyı
öldürebilmektedir.
Ayrıca,
evrendeki yıldız sayısının kum tanelerinin
sayısından daha fazla olduğunu, en küçük yıldızın
dünyadan bir milyon kat daha büyük olduğunu, her yıldız kümesine galaksi
dendiğini ve her galaksinin yüz milyondan fazla yıldız
barındırdığını, galaksi sayısının
iki milyondan fazla olduğunu ve bütün bu evrenin hacminin boş uzaya
göre dünyanın boşluğunda uçan bir sinekten farksız
olduğunu biliyoruz. Bu örnek modern bilimin keşfettiği ve Allah’ın
gücünü gösteren milyonlarca örneklerden sadece biridir. Kur'an-ı Kerim’in ayeti de alim ve
mucitlere belirgin bir Arapça dili ile "Size verilen ilim çok azdır.
İbret alın ey akıllı insanlar" demeye devam
etmektedir.
EVRENDEN DAHA MUAMMALI OLAN: AKIL
Ya
aklımız? O evren hakkında okuduğumuz ve
öğrendiğimizden de ötedir. Evren maddedir, çapı ve ölçüsü
vardır. Enistein, evrenin çapını 70 milyon ışık
yılı olarak hesapladı. Akıl ise dibi olmayan bir kuyu, tavanı olmayan bir gök ve
sonsuz bir evrendir. O, her şeyi kendisine sığdırır
ama hiçbir şey onu kendisine sığdıramaz. O, Hz. Ali’nin
(a.s) aşağıdaki beyitlerinde sözünü ettiği büyük alemdir.
"وتزعم أنك جرم صغير
وفيك انطوى
العالم الأكبر
"Küçük
varlık olduğunu iddia etmektesin – oysa büyük alem sende
saklıdır."
Evet akıl evrenden daha büyüktür,
ve ondan daha büyük sadece onun yaratıcısıdır. Ancak
benzetme yapacak olursak kelimenin kelimeyi
söyleyenle oranı, veya daha azıdır.
İlahi
Adalet, tıpkı İlahi güç gibi sadece onun (c.c) bilgisinin
kapsamındadır Evrende, insanda, Allah’ın şeriatı ve
hükümlerinde delil ve belirtileri vardır. Bunu, şu şekilde izah
etmek mümkündür:
Eğer
birinden alacağın varsa, alacağını istemen senin
hakkındır. Eğer ödemeyi reddederse eksiksiz olarak zorla alma
hakkın doğar, bağışlarsan Allah bağışlayanları
sever.
Allah da
(c.c) Adil ve Cömerttir. Cömertliği ve rahmeti ile günahları denizin
köpüğü kadar olsa bile günahkarı affedebilir,
mükafatlandırabilir de... :
وَإِذْ
قَالَ
اللَّهُ يَا
عِيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
أَأَنتَ
قُلْتَ
لِلنَّاسِ
اتَّخِذُونِي
وَأُمِّي
إِلَهَيْنِ
مِنْ دُونِ
اللَّهِ
قَالَ
سُبْحَانَكَ
مَا يَكُونُ
لِي أَنْ
أَقُولَ مَا
لَيْسَ لِي
بِحَقٍّ إِنْ
كُنتُ
قُلْتُهُ
فَقَدْ
عَلِمْتَهُ
تَعْلَمُ مَا
فِي نَفْسِي
وَلاَ
أَعْلَمُ مَا
فِي نَفْسِكَ
إِنَّكَ
أَنْتَ
عَلاَّمُ
الْغُيُوبِ}(المائدة/116
مَا قُلْتُ
لَهُمْ
إِلاَّ مَا
أَمَرْتَنِي بِهِ
أَنْ
اعْبُدُوا
اللَّهَ
رَبِّي وَرَبَّكُمْ
وَكُنتُ
عَلَيْهِمْ
شَهِيدًا مَا
دُمْتُ
فِيهِمْ
فَلَمَّا
تَوَفَّيْتَنِي
كُنتَ أَنْتَ
الرَّقِيبَ
عَلَيْهِمْ
وَأَنْتَ
عَلَى كُلِّ
شَيْءٍ
شَهِيدٌ}(المائدة/117{إِنْ
تُعَذِّبْهُمْ
فَإِنَّهُمْ
عِبَادُكَ
وَإِنْ تَغْفِرْ
لَهُمْ
فَإِنَّكَ
أَنْتَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيم
المائدة/118 {قَالَ
اللَّهُ
هَذَا يَوْمُ
يَنفَعُ
الصَّادِقِينَ
صِدْقُهُمْ
لَهُمْ
جَنَّاتٌ تَجْرِي
مِنْ
تَحْتِهَا
الأَنهارُ
خَالِدِينَ
فِيهَا
أَبَدًا
رَضِيَ
اللَّهُ عَنْهُمْ
وَرَضُوا
عَنْهُ
ذَلِكَ
الْفَوْزُ الْعَظِيم
(المائدة/119
لِلَّهِ
مُلْكُ
السَّمَاوَاتِ
وَالأَرْضِ
وَمَا
فِيهِنَّ
وَهُوَ عَلَى
كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ
}(المائدة/120
"Ey
Meryem oğlu İsa! İnsanlara, “beni ve annemi Allah’tan başka
iki Tanrı bilin” diye sen mi söyledin? Buyurduğu zaman o, “Haşa!
Seni tenzih ederim; hakkım olmayan
şeyi söylemek bana yakışmaz, hem ben söyleseydim sen
şüphesiz onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, ben senin
zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalınızca
sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim ve sizin
Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim.
İçlerinde olduğum müddetçe onlar üzerinde kontrolcü oldum. Beni vefat
ettirince onlar üzerinde gözetleyici
yalınız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.
Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin
kullarındır. Eğer onları bağışlarsan
şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin
Maide Suresi 116-117-118-119-120
Yukarıdaki ayette "Eğer onları
bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin"
dediğini okuduk. Bu Allah’ın dilediği kimseyi –başkasını ilah edinse bile-
affedebileceğini göstermektedir. Kulun amelinde yeterli neden olmadan ve
aşağıdaki şartlar oluşmadan adalet sahibi Allah
(c.c)'ın azap ederek
cezalandırması imkansızdır.
Geçerli
nedenin oluşması için ilk şart, tebliğin emin bir Peygamber
tarafından yapılmasıdır. Tıpkı devlet memurunun
ödemen gereken gelir vergini veya birine olan borcunu ödemen gerektiğini,
ödemen için gerekli mühleti ve ödemediğin takdirde hapis ile
cezalandırılacağını veya malına el
konulacağını ihtar ederek bildirmesi gibidir. Devlet,
vatandaşın ödemeyeceğini bilse de gerekli ihtarı yapmadan
nasıl cezalandırmıyorsa, Allah da (c.c) emrettiği zaman
kulunun itaatsizlik yapacağını günah işleyeceğini bildiği
halde cezalandırmaz, önce emrederek ona gerekli fırsatı verir.
itaatsizlik ve isyandan sonra duyduğu,
anladığı ve bilerek karşı geldiği için
cezalandırır. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim’de diyor ki.
وَلَوْ
أَنَّا
أَهْلَكْنَاهُمْ
بِعَذَابٍ
مِنْ قَبْلِهِ
لَقَالُوا
رَبَّنَا
لَوْلاَ
أَرْسَلْتَ
إِلَيْنَا
رَسُولاً
فَنَتَّبِعَ
آيَاتِكَ
مِنْ قَبْلِ
أَنْ نَذِلَّ
وَنَخْزَى}(طه/134)
"Eğer
biz bundan önce onları bir azapla helak etseydik, derlerdi ki: Rabbimiz!
Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa
düşmeden önce ayetlerine uysaydık!"
Taha
suresi: 134.
وَمَا
كُنَّا
مُعَذِّبِينَ
حَتَّى
نَبْعَثَ
رَسُولاً}(الإسراء/15)
"Biz bir peygamber göndermedikçe
–kimseye – azap edecek değiliz.
İsra Suresi: 15"
رُسُلاً
مُبَشِّرِينَ
وَمُنذِرِينَ
ِلأَلاَّ
يَكُونَ
لِلنَّاسِ
عَلَى
اللَّهِ
حُجَّةٌ
بَعْدَ الرُّسُلِ
وَكَانَ
اللَّهُ
عَزِيزًا
حَكِيمًا}(النساء/165)
Müjdeleyici ve
sakındırıcı peygamberler gönderdik ki insanların
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın!
Nisa Suresi: 165”
İkinci şart, tebliğin
yapısı ve üslubudur. İkna edici olmalıdır ki
önyargıdan ve taraftarlıktan
arınan insanlar inansın... ikna için gerekli olan üslup, dava
sahibinin dava gerçeğini basitleştirerek, yumuşak ve davet
edilen kişiyi çekecek şekilde yapmasıdır. Ayrıca izah
etmek için örnekler vererek düşünme, inceleme, olayları dikkatle
tartma ve ondan sonra karar vermeyi salık vermesidir. Davasını
emrivakiyle dayatmaması, kendini daha alim, üstün ve kutsal göstermemesi
gerekir. Allah (c.c) der ki:
إِنَّ
اللَّهَ لاَ
يستحي أَنْ
يَضْرِبَ مَثَلاً
مَا
بَعُوضَةً
فَمَا
فَوْقَهَا
فَأَمَّا
الَّذِينَ
آمَنُوا
فَيَعْلَمُونَ
أَنَّهُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّهِمْ
وَأَمَّا الَّذِينَ
كَفَرُوا
فَيَقُولُونَ
مَاذَا أَرَادَ
اللَّهُ
بِهَذَا
مَثَلاً
(البقرة/26)
"Şüphesiz
Allah, bir sivrisineğin üzerindekinden
- yani sivrisinekten küçük
misal
vermekten çekinmez. İman etmişlere gelince onlar böyle misallerin
Rablerinden gelen Hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kafir olanlara gelince:
Allah böyle misal vermekle ne demek ister?. Derler." Bakara suresi 26
Ayrıca, Hz. Muhammed'e (s.a.a)
ادْعُ
إِلَى
سَبِيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتِي
هِيَ
أَحْسَنُ ...
(النحل/125)
"Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle
çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış... Nahl:125"
diye seslenir. Hz. Musa ve Hz. Harun'a da
اذْهَبَا
إِلَى
فِرْعَوْنَ
إِنَّهُ
طَغَى/
{فَقُولاَ
لَهُ
قَوْلاً
لَيِّنًا
لَعَلَّهُ
يَتَذَكَّرُ
أَوْ
يَخْشَى}(طه/44)
Firavun'a gidin çünkü o iyice azdı, ona yumuşak
söz söyleyin belki o aklını başına alır veya
korkar." Taha:44
Diye hitap eder. Hak İnsanlara anlatılırken
gönüle yakın olması için daima güzel ve mütevazı bir üslup
kullanılmalıdır.
Bütün şüphe ve kuşkuları
gidererek ikna etmenin en temel şartlarından biri de, çağrı sahibinin
yaptığı çağrıyla uyum içinde olmasıdır. Uyum
sözü ile sadece davet ettiği şeyleri kendisinin uygulaması
değildir. Yaptığı çağrının, canı,
kanı ve eti ile kaynaşması ve kişiliği ile
bütünleşmesi gerekir.
Konuştuğu zaman sanki çağrı konuşuyor, eylem yaptığı zaman sanki
çağrı eylem yapmış olmalıdır.
"Buna karşın
"Benim
bir şeytanım vardır. Bazen beni etkiler" diyen bir
kişi, (4) Kur'an-ı Kerim'de "O arzusuna göre konuşmaz ,
bildirdikleri vahiyden başka değildir" denilmiş olan - peygamberin
Halifesi olamaz. O, tıpkı dünkü ve bugünkü yöneticiler gibi kendi
zamanının dünyevi bir yöneticisidir! O kendisini seçenlerin ve onu
kabul edenlerin adıyla konuşabilir. Eğer Allah ve Peygamber
adına hükmettiğini iddia ederse bu iddia onu bazen etkileyenden kaynaklanır!
Diyebilirsin ki: "Hz. Muhammed (s.a.a)'den
başka, bu İslam
çağrısıyla
-yukarıda izah ettiğimiz şartlara- uyum sağlayacak kişi var mıdır?"
Cevap: Evet! Kim söz ve fiille Hz.
Muhammed (s.a.a)'in uzantısı ise İslam çağrısı
ile uyum içerisindedir.
İkinci soru: Hz. Muhammed
(s.a.a)'in süreği var
mıdır?
Cevabı
öyle birine bırakıyorum ki, o mecbur kalmadan ve ancak kaçma
imkanı bulamadığı zaman Hz Ali (a.s) veya oğulları ile ilgili bir
fazilet anlatır. Öyle bir hadisçi ki Ehl-i Sünnet ona güvendiği kadar
hiç kimseye güvenmez. Yani Buhari'den söz ediyorum. Buhari, Sahihinin
beşinci kısmında bulunan Hz Ali (a.s)'nin faziletleri bölümünde
şöyle demektedir: "Peygamber Hz. Ali'ye dedi ki: Sen bendensin
bende sendenim." Bilindiği
gibi Hz. Muhammed (s.a.a) Hz. Ali (a.s) 'nin ne babası nede oğludur.
Sen bendensin derken, kendi ruhunu Ali (a.s)'nin ruhuna, aklını aklına,
ilmini ilmine,
İmanını imanına,
ahlakını ahlakına empoze
ettiği anlamına gelmektedir.
Hz. Muhammed (s.a.a) onu
istediği gibi yetiştirdikten sonra bütün sahabelerin içinden
kardeşliğine seçti.
Kardeşliğin sırrı
da burada yatmaktadır. Ahmed'in Mesned'inde Hz. Ali'nin peygambere
"Ben hariç bütün dostlarını birbirine kardeş ilan ettin" dediği
zaman Hz. Muhammed (s.a.a) ona "Çünkü seni kendime ayırdım,
ben senin kardeşinim sende benim kardeşimsin. Senden başka
bunu kim iddia ederse yalancıdır" diye yazmaktadır.
Bu konuda Hz. Ali (a.s) "Peygamber
(s.a.a)'i yavru devenin annesini takip ettiği gibi takip ederdim, her gün
ilminden bir şeyler verir ve onun gibi uygulamamı isterdi."
Demektedir.
Üçüncü ve son olarak diyebilirsin ki
"Ehl-i Sünnete göre en büyük ve en güvenilir Muhaddis (Hadisi Şerifi
nakleden) olduğu halde nasıl Buhari için O mecbur kalmadan ve ancak kaçma
imkanı bulamadığı zaman Hz Ali (a.s) veya
oğulları ile ilgili bir fazilet anlatır diyebiliyorsun?"
Cevap vereyim: Zaten onun
büyüklüğünün ve yüceliğinin sırrı da budur! Şimdi Ali
ve oğullarına karşı olan taassubunu gösteren bir örnek
vereyim: El Hafız El Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El Buhari
adlı 1959 baskılı kitabının C:8 S:71’de
aralarında Nesai’nin de bulunduğu bir grup Alim ve Muhaddisten
naklederek harfiyen derki: "Hiçbir
sahabe hakkında Ali (a.s) kadar doğru hadis
anlatılmamıştır" aynı bölümün 76’ncı
sayfasında da İmam Ahmed dedi ki: "Ali (a.s) hakkında
duyduğumuz kadar hiçbir sahabe hakkında hadis duymadık."
Buna rağmen Buhari bu
sayısız hadislerden çok azını zikretmiş ve bu çok az
olan hadisleri de normal hali ile bırakmamıştır! Tahrif,
budama, değiştirme ve eksiltme yoluna başvurmuştur.
Müslim dahil bir çok Muhaddis "Al Raye" (sancak)
hadisini "Sancağı öyle bir kişiye vereceğim ki Allah'ın Fethi onun
eli ile gerçekleştirecektir. O
Allah’ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulu de onu sever.Diyerek
sancağı Ali’ye verdi." Diye anlatır.
Buhari hariç hepsi "O Allah’ı
ve Resulü'nü sever Allah ve Resulu de onu sever." ibaresini nakletti.
Doğrusu Buhari’nin bu cümleyi neden eksilttiğini anlayamadım.!
Buhari, Allah'ın ve Resulü'nün
sevdiğini sevmediği için mi?
yoksa çok sahih (doğru) (!) olan kitabını
onurlandırabilmek için Muaviye ve ciğer yamyamı olan annesini
yazarken fazileti dünyayı dolduran kişiden bahsetmek zorunda
kalınca faziletini budayarak yazdı? Ancak zavallının
unuttuğu şey onun adı Levhi Mahfuzda
yazıldığı gibi kalplerin ve akılların
derinliğinde de yazılıdır.
Demek ki Buhari'ye ve kitabına
duyulan bu güvenenin ve mal edilen bu
yüceliğin sırrı, onun Ali ve oğullarına
karşı olan taassubunda gizlidir.
Azap veya cezalandırmanın
vuku bulması için Allah'ın ( c.c ) kuluna emrettiği şeyi
mutlaka yapma, sakın dediği şeyden sakınma gücü vermesi gerekir. Yoksa
imkansızı istemek anlamına gelirdi. Buda Şiilere göre
Allah'ın adaleti ve hikmeti ile ters düşer. Kul, yapma gücüne
rağmen Allah'ın emrettiğini yapmazsa kusuruna karşı
cezalandırmayı hakkeder.
Bu
duruma göre hüccetin tamamlanması
için mutlaka çağrı sahibinin çağrısı ile
özdeşleşmesi lazımdır... Ayrıca peygamberin
Halifesi olabilmek için bütün Halife ve vasiler gibi mutlaka ve mutlaka vahiy
hariç bütün sıfatlarında peygamber gibi olması gerekir.
Böyle olunca da kendisi için "hatalı yorum yaptı veya
içtihadı hatalıydı" denen kişi asla peygamberin Halifesi olamaz!.
Hakkında nass olan kişiyi, hakkında nass olmayan
kişi ile
kıyasladığımız zaman; sanki doğruyla
yanlışı, eksikle bütünü kıyaslamış oluruz.
(5)
Sünnilerin
ilginç iddialarından biri de, Allah'ın ne adil ne de zalim
olduğudur. Çünkü adil, Allah'ın emrettiğine itaat eden, sakının dediğinden
sakınan, zalim de bunun tersini yapandır. Allah ise, emredilmeyecek
bir amir, uyarılamayacak bir uyarıcıdır. Bu, onların
şu sözünün sonucudur: "Allah'ın vacipleri yoktur, yaptıkları
da kötülenemez. İyi şey şeriatın emrettiği,
kötü şey de şeriatın sakın dediğidir.
Eğer emrettiği şey için sakının deseydi kötü, sakının dediği şeyi
emretseydi iyi olurdu."
(Ayci'nin yazdığı
ve Cürcani'nin şerh ettiği
Mavakif kitabı C:8, S: 19 ve 181, İbni Rüşt'ün Menehic El Edille
Kitabı S:113, Adalet ve Zulüm bölümünün dördüncü husus kısmında)
Oysa unuttukları şey, adalet
insan eksiğinin tamamlayıcısı, Allah(c.c)'ın ise mükemmel zatının eserlerinden
ve gereklerinden biri olduğudur.
Hatta bizzat kendisidir. Ayrıca, adaleti Allah'a mal
eden ve (hükmü koyan) ne özel ne genel
anlamda asla bir nass koymamış olsa da Fakih kendi takdirini
kullanarak hüküm verir. Şiiler kıyası, Şari
(şeriatı emreden), olaya neden olan konuda açık bir hüküm
koymamışsa kabul etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme
neden olan olayda nassı gerektirir.
Allah'ı
kötülükten tenzih eden sayısız ayet ve hadisler vardır. Bu
konuyu "Maalim El Felsefe El İslamiyye" adlı
kitabımızda detaylı bir şekilde işlemiştik.
▬
HZ.MUHAMMED,
( S.A.A ) HZ.İSA ( A.S ) VE
HZ.ALİ( A.S ) İLE İLGİLİ
Her insanın kişiliği,
parmak izi gibi kendine özgü olduğu
doğrumudur?
İnsan
kişiliği; kendi nefsi, duyguları ve görüşleridir.
Kişilik dokunulan veya nesneler gibi büyüteçle görülebilen bir şey
değildir.... Kişiliğin gerçekliği, gözle görülmeyen Gaip
alemindendir... Tabi bu, kişiliğin hiç
anlaşılamayacağı anlamına gelmez. Örneğin
cömertlik ve cesaret nefsin sıfatlarındandır. Cömerdi,
yaptığı iyilik ve bağışlarla, cesuru
fedakarlık ve atılganlığıyla tanırsın.
Şahsın kişiliğini veya başkasından ayıran
özelliğini tanımanın yolu görsel özellik ve izlerdir.
Bunlarla, cömerdi cimriden, cesuru
korkaktan, hatta cömerdi daha cömertten, cimriyi daha cimriden
ayırabiliriz. O zaman, her insanın, tıpkı ses tonu, yüz
hatları ve parmak izi gibi kendine has; başka hiçbir insanın
katılmadığı ayrı bir kişiliğinin olması
mümkündür. Hatta insanın özel duyguları olmazsa hayatı da
olmazdı. Bu teklik, Allah'ın
hikmetinin ve büyüklüğünün sırlarından biridir.
Evet, iki kişilik
arasında düşünce ve diğer temel özelliklerde birden fazla
benzerlik olabilir. Hz. Ali (a.s) 'nin kişiliğinin, Hz. Muhammed ( s.a.a) ve Hz.
İsa'nın (a.s) kişiliğine - peygamberlik ve vahiy
dışında - benzemesi gibi.
HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ ( A.S
) İLE İLGİLİ
Hepimiz, Hz.
İsa (a.s)'ya getirilen zina suçlusu kadının olayını
biliriz. Ona recm edilmesini (taşlanarak öldürülmesini) arz ettiler. yine
hepimiz, Hz. İsa (a.s.)'nın "hanginiz günahsız ise ona
taş atsın" dediğini biliyoruz. Bu sözden sonra Hz. İsa
(a.s) ve havarileri haricinde herkes utanarak uzaklaştı.
Vesail ve El Cevahir vb. kitaplarda had
cezası bölümünde, şöyle bir olay anlatılır:
Kadının biri, İmam'ın önünde zina suçunu itiraf etti.
İmam tellalı gönderip halkı çağırdı. Halk toplandığında
Allah (c.c)'a hamd-ı sena ettikten
sonra " ey ahali, yarın bu kadına hadd uygulayacağım
ellerinizde taşlarla toplanın" diye seslendi. Ertesi sabah,
İmam kadını meydana çıkardığında
herkesin elinde taş vardı. Recm vakti geldiğinde
katırına bindi, iki parmağını kulaklarına koyup
bütün sesi ile "ey ahali, Allah peygamberine, peygamber de bana bir ahitte
bulundu: "Kim haddi hakkediyorsa o
had uygulamasın." "Bu
kadın gibi günahı olan kim varsa ona taş atmasın"
dediğinde herkes dağıldı. Sadece kendisi, Hasan ve Hüseyin
kaldı. Tamamen İsa'nın
yanından herkesin uzaklaşıp havarilerinin
kaldığı gibi.
Bu ahit (söz)
yaratan tarafından gelir. yaratılandan değil! Ahdin içeriği
ise, Günahların kirli ve lekeli eller tarafından değil, temiz,
pak eller tarafından yıkanmasıdır. Çünkü Allah'ın haddi ve hükümleri sadece
müminlerin ellerine emanet edilir. Bu ahit Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve
İncil'de "kirli eller; tahir elleri kirletmemek, iyilerin rolünü
üstlenmemek için kesilir veya zincirlenir" diye kaydedildi. Bu yüzden,
ülke ve vatandaşların kaderi
ilim ve ahlakta yeterli olanlara verilmesi, akıl ve
akıllılar tarafından
benimsenmiştir.
Bundan dolayı, günahkarlar
uzaklaştığında sadece Hz. İsa (a.s) ve Havarileri, Hz.
Ali, Hasan ve Hüseyin (a.s) kaldı.... Allah'ın peygamberine vahiy
ettiği, peygamberinin de vasisine tebliğ ettiği bu ahdin en
çarpıcı yanı, günahkar insanda
pişmanlık ve vicdan azabı duygusunu uyandırması,
kendi kendinin vaizi olması ve kendine istemediği şeyi
başkasına istememesine yöneliktir.
Hz. İsa (a.s) "Ben,
kurtuluşun yolu ve kapısıyım" dedi.
Hz. Ali
(a s ) de "Ben karanlıktaki kandil gibiyim,
karanlığa giren benimle önünü görür" dedi.
İmam, bu cümlesi ile "size
iki değer bırakıyorum" hadisine işaret etmektedir. Bu
hadis Müslim'in, 348 H baskılı, sahihinin Cilt 2, bölüm 2, sayfa 109, Hz. Ali'nin Faziletleri
kısmında anlatılmaktadır. Hadisin tamamı harfiyen
şudur:
"قال رسول
الله: إنما
أنا بشر، يوشك
أن يأتي رسول
ربي، فأجيب،
وأنا تارك
فيكم الثقلين:
اولهما كتاب
الله ، فيه
الهدى والنور
وأهل بيتي."
"Allah'ın
peygamberi: Ben bir beşerim,
Allah'ın elçisi beni davet etmek
üzere ve ben daveti kabul etmek üzereyim. Size iki değer
bırakıyorum, birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda
hidayet ve nur vardır. İkincisi ise Ehl-i Beytimdir."
"Ehl-i
Beyt kimlerdir? Zevceleri (
Hanımları ) değil midir?" diye Sorabilirsin.
Cevap: Müslim, yukarıda
anılan bölümün 116. sayfasında şöyle yazmaktadır,
"Ayşe dedi ki: ...peygamber (s.a.a) ertesi gün üzerinde siyah yünlü bir kisve ile
çıktı – bir nevi Yemen elbisesi - Hz. Hasan (a.s.) geldiği zaman içine
aldı. Sonra sırasıyla Hz. Hüseyin (a.s.), Hz.Fatıma (a.s.) ve Hz.Ali (a.s.) geldikleri zaman onları
da içine aldı ve:
"Ey
Ehl-i Beyt! Allah (c.c) sizden
günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor" dedi.
Ehl-i Beyt (a.s), Hz.Muhammed (s.a.a) 'in
kisvesinin altına alarak belirlediği kimselerdir.
Bir başka soru da:
Bazılarına göre zevceleri de
(hanımları) Ehl-i Beytten'dir. Hatta bazılarına göre Ehl-i
Beyt sadece peygamberin zevceleridir.
Cevap: bunu söyleyenler, aynı
zamanda Müslim'in güvenilir,
kitabının da sahih (doğru) olduğunu söylediler. "Müslim'e güvenilir" ve
"Ehl-i Beyt peygamber (s.a.a)'in zevceleridir." gibi daha birçok
benzeri çelişkinin nedeni, Ehl-i Beyt (a.s)'e velayet etmeyen zümrenin
kendi duygularına uymasından kaynaklanmaktadır.
- Hz. İsa (a.s) der ki :
"İnsan kendini yitirdikten sonra dünyayı kazansa ne işe
yarar."
-Hz. Ali (a s ) de der ki: "günah kişiyi
kazanırsa. kişi hiçbir şey kazanamaz."
-Hz. İsa (a.s) der ki:
"İnsan sadece ekmekle yaşamaz."
-Hz. Ali (a.s) de der ki: "Dünya
için sonsuza kadar yaşayacak gibi çalış, ahiret için de
yarın ölecek gibi hareket et."
-Hz. İsa (a.s) der ki:
"Sizden nefret edenlere iyilik edin."
-Hz. Ali (a.s) de der ki: "Gücün
düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap."
İmam'ın bu cümle ile
kastettiği sadece affa davet değildir. Aynı zamanda itaatin en
yücesini ve ibadetin en hayırlısını
aşılamağa çalışmaktır. Çünkü İbadet ve
Allah'a şükretmek sadece namaz, oruç, hac ve zekatla sınırlı
değildir. Namaz, var olduğu için; oruç, sağlıklı
olduğu için; zekat da,mülk sahibi olduğu için, kulun Allah(c.c)'a
şükretmesidir. Affetmek de, güçlü kılınmanın Allah'a
şükür yöntemi olarak uygun bulunmuştur. İbadetin bu gizemini
sadece peygamber, peygamber vasisi veya ibadeti Allah'ın yüce zatına
yapan kişi bilir.
Çoğaltacak olursak ciltler
dolduracak olan bu örneklerden bu kadarı ile yetinelim.
İddiacılardan biri, diyebilir
ki: kim ki yücelikte ve Allah'ın katında Hz. Muhammed (s.a.a) 'in
dengi var derse o Müslüman değildir;
çünkü o peygamberlerin sonuncusu, elçilerin efendisidir. Allah (c.c) da,
düsturunu ona indirerek tamamlamıştır. Öyle ki, onun belagatlı
sözlerinden ve mükemmel ahlakından daha üstün, sadece Yaratan vardır.
Başka biri: "Hz. Muhammed
(s.a.a) neden son peygamberdir?" diye sorabilir.
Ona cevap olarak "çünkü Hz.
Muahammed ve onun dini mükemmelliğin bütün şartlarını
tamamlamış, amaç ve sonuca ulaşmıştır.
Tıpkı Güneşin ışık ve aydınlatmanın zirvesine
ulaştığı gibi. Güneş
ışığının varlığında ne bir yıldıza ne de elektriğe
gerek kalmadığı gibi Hz. Muhammed (s.a.a)'ten sonra yeni bir
peygamberin insanlık yararına getirebileceği hiçbir şey
kalmamıştır. Ancak, Güneş batarsa insanlar Ay
ışığından yararlanır. Yalnız Ayın
kendinden ışığı yoktur. Onun
ışığı Güneştendir. İmam, peygamberin
gaybetinden sonra peygamberliğin ışığı ile
insanlara iyiliğin yolunu gösterir. Hz. Muhammed (s.a.a) Güneş, Hz.
Ali (a.s) de Ay gibidir. Onun hidayetinden mükemmelliğinden alarak yayar.
Burada hedef birdir. O da, daha iyiye yöneltmektir. " Güneşi
ışık kaynağı, Ay’ıda Nur yapan kendisidir -(Allah
c.c)'tır- "
KUR'ANI KERİM'İN VE HZ.
MUHAMMED (S.A.A) 'İN ÜSLUBU
El Hafez El Askalani, Feth El Beri
Bişerh Sahih El Buhari adlı 1959 baskılı
kitabının C:8 S:71’de şöyle yazmaktadır: "Ali
İbn-i Ebu Talib, İbn-i Abdul Muttalib
El kureşi El Haşimi, Ebu El Hasan, Allah Peygamberinin
amcasının oğludur. Babası ile Peygamber'in babası
-anadan ve babadan- kardeştir. Peygamberliğin doğuşundan yaklaşık on
yıl önce doğdu ve peygamber
(s.a.a) onu büyüttü. Vefat edinceye kadar onunla birlikte kaldı ve ondan
hiç ayrılmadı.
Allah'ın peygamberi, seçkini ve
muhatabı ile olan beraberliği sayesinde Hz. Ali (a.s), İslam'a büyük destek sağlayan Sahabenin bile
ulaşamadığı yüksek mertebeye
ulaşmıştır. Beraberlikleri doğumdan ölüme kadar
sürmüştür. Peygamber onu kucaklamış, yüklemiş,
yatağında yatırmış, hatta bir anne gibi lokmayı
çiğneyip ona yedirmiştir.
Sabit
gerçekler arasında Allah (c.c)'ın
kendine en yakın Meleklerinden birini, sütten kesildiği andan
itibaren, Hz. Muhammed (s.a.a)'le beraber kalması, ona ahlak ve
faziletleri öğretmesi için görevlendirdiğidir. Hz. Ali (a.s)'ye de
çocukluğundan beri Hz. Muhammed (s.a.a)'le birlikte olma lütfünda bulunmuştur.
(6) Yavrunun
annesini takip ettiği gibi takip eder, peygamber ona ilminden ve
ahlakından öğretir, onun gibi davranmasını öğütlerdi.
Peygamber (s.a.a) öğretileri ile onu Allah (c.c) 'a, Muhammed (s.a.a)'e ve
Kur'ana yakışır bir tarzda yetiştirdi. Bunları
öğrendiğimiz zaman Hz. Ali (a.s)'nin şu sözlerini daha iyi
anlarız:
- O susan bir Kur'an bende konuşan
bir Kur'anım.
-Beni kaybetmeden
soracağınızı sorun.
-Peygamber (s.a.a) bana ilminden, her
kapısı bin kapıya açılan bin kapı öğretti (7)
-Hiçbir zaman Allah'ın Peygamberi
(s.a.a) benim ne sözümde bir yalan işitti, ne fiilimde bir kusur gördü.
-Hiç kimsenin benden alacağı
bir şey, aleyhimde konuşacağı bir sözü
olmamıştır.
-.Zelil,
hakkını alıncaya kadar gözümde değerli, güçlü de hakkı
ondan alıncaya kadar güçsüzdür.
-Allah'ın hükmüne razı olduk,
durumumuzu Allah'a teslim ettik.
-Peygamber (s.a.a) adına yalan
mı söylüyorum! ona ilk inanan ben değil miyim? Asla onun adına
yalan söylemem.
Büyük Peygamber (s.a.a)'in Ali (a.s) ve
faziletleri hakkında söylemiş
olduğu sözlere gelince, hadis ve fazilet kitaplarını
doldurmuştur. (8) bunların bir kısmı Hz. Ali (a.s)
dışında biri için söylenmiş olsaydı, Haktan sapanlara
göre bu hadisler her şey diğer
hadisler bir hiç olurdu.
HZ. MUHAMMED (S.A.A) VE HZ. ALİ
(A.S)
Şimdi büyük Peygamber (s.a.a)
ile öğrencisi ve vasisi Hz. Ali
İbn-i Ebu Talib (a.s)'in kişiliklerinden örnekler verelim:
.
Allah'ın
elçisi dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki bu işten vazgeçmem için
Güneşi sağ elime, Ayı sol elime verseler; Allah (c.c)'tan bir
emir gelmedikçe ve ben ölmedikçe vazgeçmem."
Öğrencisi İmam Ali de dedi ki : "Allah'a
yemin ederim ki, bana yörüngesindekilerle birlikte yedi göğü verseler, bir
karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu alarak Allah'a itaatsizlik edemem.
. Dünyanızın tamamı
benim için bir çekirgenin ağzındaki yapraktan daha
değersizdir."
Son Peygamber (s.a.a) dedi ki:
"Allah'a yemin
ederim ki, Fatıma hırsızlık yapsaydı elini keserdim".
Vasilerin efendisi de
"Müslümanların
malına el uzatmış valisine dedi ki: Allah'a yemin ederim ki,
Hasan ve Hüseyin senin yaptığını yapsaydı asla onlara
acımaz, mutlaka onlardan hakkı alırdım.
"
Kureyş,
Elçilerin Efendisine eziyet etti. Onu
evinden çıkardı, onunla savaşmak için ordular kurdu. Savaşı Müslümanlar
kazandığında, Hz. Muhammed (s.a.a) " Sizi affediyorum,
serbestsiniz" dedi.
Kureyş'in Hz. Muhammed (s.a.a)'e
yaptığının aynısını Cemel
vakasının müsebbipleri Hz. Ali (a.s)'ye yaptı. Allah
(c.c)'ın desteği ile zafer kazanınca o da Peygamberin
yaptığı gibi affetti.
Aynı şekilde Amr İbn-i As ve İbn-i Artaa'yı affetti ve
Şam askerlerinin kendisinden esirgediği suyu kendisi onlardan esirgemedi.
Hz. Ali (a.s), Hz. Hatice (a.s.)'yle
birlikte Peygamber (s.a.a)' in arkasında ilk namaz kılan
kişidir. Bu, öyle bir iftihar kaynağıdır ki, Hz. Ali
(a.s)'nin başka hiçbir fazileti olmasaydı bu ona yeterdi.
Altı sahihten birinin yazarı
Nesai'nin yazdığı "El Hasais" Kitabında bu olay
için şöyle bir hadis vardır: "Afif El Kindi bu -
üç kişiyi ilk namaz kılarken gördüğünde Abbas
İbn-i Abdul Muttalib'e 'Bu büyük bir olaydır' dediği ve
Abbas'ın ona 'Büyük bir olay mı? Vallahi yeryüzünde bu üçünden
başka bu dine inanan yoktur" diye cevap verdiği
yazılıdır.
Dr. Ali Sami
El Naşşar: "İslam'da Felsefi Düşüncenin
Oluşumu" adlı kitabının ikinci bölümünün önsözünde
şöyle yazmaktadır: "Küçük delikanlı Peygamber (s.a.a)'in
sahabelerinin birincisi ve havarilerinin ilki idi. Küçük ve güzel elini gururlu
ve onurlu bir edayla uzatıp gerekirse onu canı ile feda
edeceğini dile getirerek ona biat ediyordu. Olaylar gelişti küçük
havari de gençliğe doğru ilerledi. Peygamber (s.a.a)
arkadaşı ile Hicret ederken,
küçük havari uzun zaman geçmeden
Kureyş şeytanlarının
kılıçlarının ona uzanacağını bilerek onun
yatağında yattı. Buna rağmen ne korktu ne de umursadı;
çünkü onun ruhu peygamberle birlikte idi."
Evet! İmam ölümü de
düşünmedi, başının üzerinde parıldayan
kılıçları da. Düşündüğü tek şey peygamberin
hayatı, çağrısının ve davasının
başarıya ulaşması idi. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) ona
yatağında yatmasını teklif ettiği zaman; İmam: "Senin hayatın kurtulur
mu?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca,
İmam "Senin için seve seve ölürüm" diye cevap verdi.
Namazına gelince; tarihte bir ilkti. Tarihte ilk İmam Hz. Muhammed
(s.a.a), tarihte arkasında ilk namaz kılan kadın Hz. Hatice
(a.s) ve yine tarihte arkasında ilk
namaz kılan erkek Hz.Ali (a.s)'dir.
Bu bütün insanlık tarihinin
bu şekli ile kılınan ilk namazıydı!
Yoldan sapanlar, bu durum için dediler
ki "Evet ama Ali çocuktu diğer erkek ise yetişkindi(!)"
Cevap olarak deriz ki:
"Evet,
Hz. Ali (a.s) çocuktu. Zaten
yüceliğinin sırrı da burada yatmaktadır. Şartlar ve
tesadüfler söz konusu kişinin, putperestlik, şirk ve cahilliye
günahları ile boynuna kadar batarak yetişmesini, putları
secdeyle doyurmasını ve ancak yetişkin yaşa girdikten sonra
şahadet kelimesini getirmesini sağlarken, Allah'ın iradesi, Hz. Ali (a.s)'nin peygamberliğin,
taharetin ve imanın kucağında yetişmesini
sağlıyordu. Daha çocuk yaşta iken putları kaidelerinden
indirip Peygamber (s.a.a)'in ayakları altına sermişti. Allah
(c.c); onun, Uluhiyet ve Peygamberliğin iradesine göre yetişmesini ve
Hilafete hazırlanmasını istiyordu. Eskiler "İnsan ne
ile yetişirse onunla yaşlanır" demişlerdi. Böyle
insanlar ( Hz. Ali gibi olanlar ) en azından geçmişteki
kişilikleri ve imanları ile yeni kişilik ve imanları
arasında bocalamaları söz konusu değildir.
Bunun
yanı sıra Hz. İsa (a.s) kundakta iken konuşmuştu. Hz.
Muhammed (s.a.a) de doğar doğmaz yüzü peygamberlik nuru ile
ışıldamış; çocukluğunda daima yalandan,
tezyiften, ihanetten ve puta tapmaktan nefret etmişti. Bu da onun
faziletlerindendir. Ayrıca kutsal
kişiliğinin ilk günden beri peygamberlik gizemine sahip olduğu
bütün Müslümanlarca kabul edilmektedir. Aynı durum Hz. Ali (a.s) ve
çocukluğu için de geçerlidir. Çocukluğunun ilk günlerinden beri
kendisinde İmametin ve yüce
Peygamber (s.a.a)'in Hilafetinin sırrı teşekkül etmişti.
Bu kerameti
kim Hz. Muhammed (s.a.a)'e kabul eder de Hz. Ali (a.s) için inkar ederse
bilerek veya bilmeyerek kendini çelişkiye ve
mantıksızlığa düşürmüş olur. Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi bu durum arzularına uyup doğru yoldan saptıklarından
kaynaklanmıştır.
Bu durumda
imamet ve hilafetin yükünü, ancak hayatı çocukluktan ölüme kadar
aydınlık ve taharet içinde süren bir kişi taşıyabilir.
Buna karşın hayatında bir kez bile Allah (c.c)'tan
başkasına secde eden bir kişi, tövbe etse de Peygamber
(s.a.a)'in yerine İmam ve Halife olamaz. Şüphesiz İslam
kendinden önceki dönemi affettirir; ama İslam'ı kabul etmekle Hilafet
için yeterli olmak aynı şey değildir. Yoksa her "Lailahe
İllallah, Muhammed Resulu llah" diyenin yeterli olması
gerekirdi.
Buna göre,
kim Hz. Ali (a.s)'nin ve diğer
sahabenin tutum ve davranışlarını inceleyip tetkik eder,
akıl ve fıtrata (sağduyuya) başvurursa, mutlaka
aşağıdaki neticeye ulaşacaktır. "Ya Ali (a.s)
tek başına Hilafete layıktır, ya da hiç kimse bu mertebeye
layık değildir!" O zaman da Hilafet müessesesini temelinden
inkar etmemiz gerekir.
Bu akıl
ve mantığın hükmüdür. O halde neden Allah'ın
yarattığı akıl ve fıtrata başvuran ve inanan
insanlara insafsızca hücum ediliyor?..
Bu soruyu
herkese soruyoruz; ancak akıl ve vicdanınıza dayanarak cevap veriniz: Reşit olmayan
birinin malına bir veli tayin edecek olsanız, ve
karşınızda iki aday bulunsa, biri hayatı boyunca Allah
(c.c)'a en ufak
bir itaatsizlikte bulunmamış, diğeri
uzun zaman, -yetişkin olduktan sonra da- itaatsizlik etmiş, daha sonra tövbe
etmiş olsa hangisini tercih
ederdiniz. Birincisini mi ikincisini mi?
وَمَا
يَسْتَوِي
الأَحْيَاءُ
وَلاَ الأَمْوَاتُ
إِنَّ
اللَّهَ
يُسْمِعُ
مَنْ يَشَاءُ
وَمَا أَنْتَ
بِمُسْمِعٍ
مَنْ فِي
الْقُبُورِ}(فاطر/22)
“Görenle
görmeyen, ışıkla karanlık, asılla gölge, sağlarla
ölüler bir olur mu? şüphe yok ki Allah, duymak isteyene duyurur, sen
mezardakilere duyuramazsın. Fatır:22”
Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a)
doğru söylemişlerdir.
(NOT: Şii müfessirlerinin
"Allah duymak isteyene duyurur" açıklamasına
karşılık Ehl-i Sünnet
müfessirleri "Allah dilediğine duyurur" şeklinde
açıklamışlardır. Türkçe meallere de -genel olarak- Sünni
açıklaması hakimdir. Ç)
▬
Bana
göre insanların, kendilerini yönetecek lidere ihtiyaç duyması
ispat gerektirmeyen bir gerçektir ki sosyal durum da bunu gerektirir. Hatta
hayvan aleminde bile kuş, arı ve karıncalarda durum böyledir.
Her insan, dini, siyasi, cumhuriyetçi
veya kralcı -türü ne olursa olsun - tıpkı yemeğe ve suya
ihtiyaç duyduğu gibi kendiliğinden, Liderin varlığına
ihtiyaç duyar. Bunun için delil sunmak anlamsızdır.
Siyasi
liderlikler konumuz dışındadır. İlk ve son hedefimiz
Peygamber (s.a.a)'in Halifesi ve bu Hilafet rütbesine layık temel
sıfatlardır.
Eğer Hz.
Muhammed (s.a.a)'in hayatını ölçüt alarak peygamberliğin görevini inceleyecek
olursak; bu görevlerin:
"insanları tek bir Allah'a ve ahret gününe imana davet etmek,
insanlara Allah (c.c)'ın helal ve haram hükümlerini belirtmek, onları
sevapla rağbet ettirerek veya cezayla korkutarak bunlara yöneltmek, özel
ve genel hakları temin etmek, bu hakların ihlali durumunda ve
inceliğin sonuçsuz kaldığı durumlarda bu hakları
kuvvetle savunmak, saldıranları cezalandırarak caydırmak ve
engellemek." Olarak görürüz.
Peygamber
(s.a.a) bu görev ve yetkiyi sadece Allah (c.c) 'tan almaktadır. bu
hükümleri isteseler de istemeseler de insanlara farz kılan Allah
(c.c)'tır. İnsanlar, Peygamber (s.a.a)'in tebliğle ilgili her
konuda masum (hatasız) olduğunu bilir. Dolayısı ile
onlardan kim bu tebliğleri reddeder veya bunlara karşı gelirse Allah (c.c)'a
karşı gelmiş olur; çünkü çağrısı Allah
(c.c)'ın çağrısıdır.
وَمَا
كَانَ
لِمُؤْمِنٍ
وَلاَ
مُؤْمِنَةٍ إِذَا
قَضَى اللَّهُ
وَرَسُولُهُ
أَمْرًا أَنْ
يَكُونَ لَهُمْ
الْخِيَرَةُ
مِنْ
أَمْرِهِمْ...
(الأحزاب/36)
"Peygamber,
müminlere kendi nefislerinden daha yakındır (yetkilidir) Ahzap
suresi, ayet 6"
"Allah ve Resûlü, bir işe
hükmetti mi erkek olsun, kadın olsun, hiçbir inananın, o işi
istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkân yoktur. Ahzap suresi,
ayet 36"
فَلاَ
وَرَبِّكَ
لاَ
يُؤْمِنُونَ
حَتَّى يُحَكِّمُوكَ
فِيمَا
شَجَرَ
بَيْنَهُمْ
ثُمَّ لاَ
يَجِدُوا فِي
أَنفُسِهِمْ
حَرَجًا مِمَّا
قَضَيْتَ
وَيُسَلِّمُوا
تَسْلِيمًا}(النساء/65)
"
Hayır, Rabbine ant olsun ki
aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem
kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir
sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabul
etmedikçe iman etmiş sayılmazlar. Nisa suresi ayet 65"
Buna benzer ayet ile hadisler yorum
kabul etmeksizin, açıkça Peygamber
(s.a.a)'in iradesi söz konusu olduğu zaman -kim olursa olsun- hiç kimsenin iradesi söz konusu olamaz. Bunun
tek nedeni de batılın, Peygamber (s.a.a)'in ne önünden ne
arkasından ne de yanlarından gelemeyeceği gerçeği ve Allah
(c.c)'ın vahyi ile konuşmasıdır.
Birisi,
aşağıdaki ayetleri kastederek:
فَاعْفُر
عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ
لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ
فِي الأَمْرِ
فَإِذَا عَزَمْتَ
فَتَوَكَّلْ
عَلَى
اللَّهِ
إِنَّ اللَّهَ
يُحِبُّ
الْمُتَوَكِّلِينَ
(آل
عمران/159)
"Şu
halde onları affet; bağışlanmaları için dua et;
iş hakkında onlara danış ... Âli İmrân Suresi-
159" ve
وَالَّذِينَ
اسْتَجَابُوا
لِرَبِّهِمْ
وَأَقَامُوا
الصَّلاَةَ
وَأَمْرُهُمْ
شُورَى
بَيْنَهُمْ
وَمِمَّا
رَزَقْنَاهُمْ
يُنْفِقُونَ
(الشورى/38)
"Onların işleri,
aralarında danışma iledir. Şura Suresi -38"
Bu ayetler için ne diyorsun? Diye sorabilir.
Alimler ve müfessirler bu
ayetleri açıklarken şöyle yazarlar: "Peygamber (s.a.a) dini
değil, dünyevi konularda sahabelerine danışırdı.
Ordunun düzenlenmesi, savaş taktiği vb. gibi" ikinci ayet için
de "bu peygambere değil mükelleflere hitap ediyor" dediler. Ayetin
başlangıç kısmı da bunu açıkça göstermektedir.
Dünya işleriyle ilgili konuları,
tecrübe ve fikir sahiplerine danışmasını tavsiye ediyor.
Bu konuda Peygamber (s.a.a)'in bir çok hadisi vardır. Bunlardan biri:
"Kim bir konuda danışırsa o doğru yolu bulur"
der. Dini konulara gelince Allah
(c.c)'ın kitabına, Hz. Muhammed (s.a.a)'in sünnetine başvurulur.
Yoksa bunları insanlara soracak olsaydı ne peygamberlere ne de
indirilmiş kutsal kitaplara ihtiyaç olurdu.
İslam'a
göre, peygamberin yerini alabilecek, din ve dünya işlerini yönetecek bir
Halifenin varlığına ihtiyaç var mıdır? Var ise bu
makamı ele geçiren kişinin yerleştiği makama ve elinde tuttuğu yetkilere
"kutsaldır" demeğe hakkı var mıdır? Yoksa bu
sadece Peygamber (s.a.a)'e özgü müdür. Yani İslamiyet'te Hilafet var mıdır yok mudur?
Halifeliğin
İslamiyet'te gerekli olduğunu kabul edersek, bu gereklilik, akıl
yoluyla mı, Yoksa duyum ve
şeriatla mı anlaşılmıştır? Özellikle
Halifenin varlığı peygamberin varlığı kadar
gerekli olduğunu ve bu konuda
şeriat kaynaklı bir nassın (metin) olduğunu göz
önünde bulundurursak; bu durum, kurul yöntemi ile seçimi değil; aklın yolunu pekiştirmektedir.
Gereklilik
nedeni ne olursa olsun! Halifeyi tanımlayıp filanın oğlu
filandır demenin yolu nedir? Bunun yöntemi bizzat Peygamber
tarafından nassla tayini mi, seçim mi, yoksa akıl mı?
Kişiyi bu muazzam ve tehlikeli rütbeye layık kılan meziyetler
nelerdir?
Müslümanlar
arasında mükemmel denebilecek iki kişi varsa, biri diğerinden daha mükemmel ve daha
yetenekli ise, onun bırakılıp daha az mükemmel ve daha az
yetenekli olanı başa getirmek caiz midir?
Bu konu inanç
ve kelam kitaplarında sayfalar
dolusu yazıldı. Şii ve
Sünni alimler arasında da büyük tartışmalar ve mücadeleler
yarattı. Ben, aşağıdaki paragrafta bir yandan kitabın
hacmine uyması, bir yandan da
okuyucuyu sıkmaması için bu konuyu özetlemek istiyorum. Çünkü kelimeler –özellikle yazılı
olanı - okuyucu bulamazsa, veya okuyucuda etki yaratamazsa ölü harf
sayılır ve sahibi ile birlikte ölür gider.
Şiiler
ve Sünniler Hilafetin gerekliliği konusunda anlaşmış durumdalar.
Ancak Hilafetin tayinini kimin belirleyeceği konusunda ihtilafa
düştüler. Allah (c.c) mı,
Müslümanlar mı?
Şiiler, İmam'ın
insanları itaate yaklaştırıp hayra yönlendirdiğine;
varlığının isyankarlıktan ve şerden
uzaklaştırdığına inandıkları için
Allah'ın lütfü gereği Allah
(c.c) tarafından tayin edilmesi gerektiğine inanırlar.
Sünniler ise,
Allah (c.c) tarafından tayin edilmesinin gerekmediğine, çünkü Allah
(c.c)'a hiç bir şeyin vacip olmadığı ondan ne iyi ne kötü
hiçbir şeyin gelmeyeceği, dolayısı ile imamı tayin
etmenin yolu akli yolla değil meşru yolla Müslümanların işi
olduğuna inanırlar.
Durum ne
olursa olsun, bir halifenin varlığının şart
olduğu konusunda anlaştıklarına göre bu ihtilaf ve
çekişmeden daha önemli konu Hilafete gelecek kişinin Peygamber
(s.a.a)'in Hilafetine layık olup olmadığını belirleyen
sıfatları, onu başkasından ayıran özellikleri ve
bunları anlamanın yollarıdır.
HALİFENİN SIFATLARI VE
KURTULUŞ YOLU
Şiilerle
Sünniler, Halife ve İmam'ın sıfatları özellikle masumiyet
sıfatı konusundaki
tartışmaları çok uzundur. Ayrıca bunu belirleme
yönteminin nass mı, seçim mi olduğu konusunda da uzun uzun
tartışmışlardır.
Bana göre,
Halifenin sıfatları, özellikleri, onu belirleme yolları ve buna
benzer ihtilafların hepsinin veya çoğunun
tek bir kaynağı vardır. "Kutsal Peygamber (s.a.a)'in Halifesinin
Allah'a itaati, helal ve haram
konularında ki masumiyeti gerekli
mi; yoksa cahil ve fasık olabilir
mi" Konusudur .
Birinci
şıkka göre masumiyet yeterliliğin ölçüsüdür ve Hilafet
kesinlikle masum olan kişinin hakkıdır. Eğer
şeriatı emreden Allah (c.c) tarafından bir nass gelmişse bu
akıl hükmünün kesinleşmesi anlamına gelir. İkinci
şıkka; yani masumiyetin şart olmadığı
varsayımına karşı bir sorumuz vardır: Halifenin alim ve adil olması gerekir mi
yoksa hem cahil hem fasık biri halife olabilir mi? Onu belirlemenin yolu nass mı, seçim mi?
Doğrusu,
her şeyden önce araştırmanın bu noktadan başlayarak
başka noktalara yönelmesi gerekir. Bize göre masumiyet peygamberden
ayrı düşünülmeyeceği gibi hiçbir şekilde Halifeden
ayrı düşünülemez. çünkü
masumiyet peygam-berin şahsına değil işgal ettiği
makam ve görevi için gereklidir. Halife de
vahiy haricinde aynı görevi üstlenecek, Peygamber gibi Allah (c.c)'a davet edecektir.
Allah'ın hükümlerini zan ve içtihada dayalı olarak değil;
Allah'ın ve peygamberinin belirlediği gibi gerçekçi ve kesin bir
şekilde belirleyecektir. Böylece Hakkın kullara olan hücceti yerine
gelmiş olacaktır.
Dolayısı ile masumiyet Halifeye gerekli değilse Peygamber
(s.a.a)'e de gerekli
olmamalıydı. Eğer Peygamber (s.a.a)'e gerekli ise Halifesine de
gereklidir. Cemaat karar versin!
Burada sorarsın: " Ehl-i
Sünnet, Her iki fırkanın da masum olmadığı hususunda
anlaştığı Ebu Bekir'in Hilafetine dayanarak masumiyetin gereksizliğini
iddia etti. Ebu Bekir'in hilafeti
yeterli bir delil değil midir? ( El
Ayci C:8, S:350 )
Cevap: Bu
iddia, ortaya atanın aleyhinedir. Çünkü her iki tarafın masum
olmadığına kanaat getirmesi
Ebu Bekir'in Hilafeti hakketmediğini gösterir.
Diyebilirsin
ki: " Vahyi bildirmek için
Peygamber (s.a.a)'in, masum olması gerekirdi, Halifeye vahiy
gelmeyeceğine göre masum olmasına gerek yoktur. Onun görevi her içtihat sahibinin
yaptığı gibi şeriatı Allah (c.c)'ın kitabı ve peygamberin sünnetine başvurarak
açıklamaktır. Bilindiği gibi onlara başvurmak ve onlardan
hüküm çıkartmak için masumiyet şart değildir. Yoksa bu her alim ve içtihat sahibi için geçerli
olurdu."
Cevap:
Bilinen bir gerçektir ki, Allah (c.c)'ın kitabına ve Peygamber
(s.a.a)'in sünnetine başvurmak, onları yanlış anlamamak ve
hükümleri doğru çıkartmak için yeterli bir neden değildir. Böyle
olsaydı ilim ve fıkıh adamları arasında hiçbir ihtilaf
olmaz, Hz. Muhammed (s.a.a)'in ümmeti de birbirini kafirleştiren
mezheplere bölünmezdi! Eğer Kitabın ve sünnetin
varlığı alimler ve din önderleri arasındaki ihtilafı
önleyemiyorsa o zaman ihtilafa düştükleri
ve mahkemeleştikleri zaman hiç hata yapmayan yanlışı
doğrudan ayıran bir merci (Başvurulacak kişi) olması
gerekir. Hakkı hiç şüphe götürmeksizin açıklayacak kişinin
ya Peygamber (s.a.a) ya da O Hakka kavuştuğu zaman onun yerini
tutabilecek bir Halife olması gerekir. Eğer peygamberin Halifesinin
diğerleri gibi hata yapabileceğini kabul edersek ihtilafın hep
kalacağını, Halifenin kendisini doğru yola çevirecek bir
mürşide ihtiyacı olacağını o mürşidin de hata yapması halinde onun da bir
mürşide ihtiyacı olacağını kabul etmemiz gerekirdi. Bu durumun, sonu belirsiz olduğuna göre
imkansızdır. O zaman iki seçenekten birini kabul etmekten başka
çaremiz kalmaz: ya şeriatı anlama ve beyan etme konusunda
Halifenin masum olması gerekir; ya da İslamiyet'te Hilafet yoktur
ve Muhammed (s.a.a)'in ümmetindeki ihtilaf kıyamet gününe kadar devam
edecektir. Bu durumda Kur'an-ı Kerim'in ve sünnetin anlaşılması ve beyanı
konusunda hata yapabilecek bir Halifenin caizliğine inanmak, vahiy ve
vahyin beyanı konusunda hata yapabilecek bir Peygamberin caizliğine
inanmakla birdir. Cemaat karar versin!
Halifenin
varlığı bütün Müslümanlar tarafından gerekli
görüldüğüne göre masum olması zorunludur. Ebu Bekir de tüm Müslümanlar tarafından masum olmadığı
kabul edildiğine göre Halifelik unvanını ondan alarak masum
olduğu kesin olan kişiye
vermek gerekir.
Ve son soru: Peygamber (s.a.a)'in
sahabelerinden herhangi birinin masum olduğu kesinleşti mi?
Cevap:
Evet, Hz. Muhammed (s.a.a) Hz.Ali (s.a)'nin masumiyetini ikrar etmiştir.
Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali İbn-i Ebu Talib (a.s) için "Hak daima onunla ve o daima
Hakla beraberdir, ne tarafa dönse
Hak onunla döner” dediği bütün Müslümanlarca bilinmektedir. Ne yazık ki Allah (c.c)!ın Kur'an-ı Kerim' de
dediği gibi
وَأَكْثَرُهُمْ
لِلْحَقِّ
كَارِهُونَ
(المؤمنون/70)
".... ancak
çoğu Haktan nefret eder. Müminun suresi: 70" (9)
Hatta Sünniler de iltizam (zorunluluk)
ilkesine bağlı olarak Ali'nin masumiyetini ikrar ederler. Dediler ki:
"Ümmet neye ittifak etmişse o Haktır; çünkü Peygamber hadisinde
: (Ümmetim dalalette birleşmez) demiştir. Dolayısı ile
ümmet, çevresinde bütünleştiği konularda masumdur
(hatasızdır). "Ümmetin tamamının Ali'yi
kabullendiği ve Ebu Bekir ile Ömer
hakkında ihtilafa
düştüğü" Herkesin bildiği bir gerçektir. Ve "Ali
(a.s)'nin Hilafet için kendini Ebu Bekir'den daha layık gördüğü"
herkesin bildiği başka bir gerçektir.
O halde masum olan ümmetin itirafı ile Hz.Ali (a.s.)'dir. Hilafet
konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer'den daha layık olduğunu
söylüyorsa haklıdır. Onlar da, Hilafeti kendilerine istemekle
haksızlardır. (10)
Ehl-i
Sünnet: "İki kişi fazilet ve üstünlükle nitelenirse daha
faziletli ve daha yetenekli kişi ihmal edilerek ondan daha az faziletli ve
daha az yetenekli kişi başa getirilebilir" dediler. Bu
düşünceyi Ebu Bekir'in "Başınıza getirildim ve ben en
iyiniz değilim" lafına dayanarak savunurlar. Hilafet için
masumiyetin gereksizliğine de Ebu Bekir'in Hilafetini delil olarak
gösterirler.
Onlar Ebu Bekir'in Hilafetini Hakla
değil, Hakkı Ebu Bekir'in Hilafeti ve sözleri ile tanımlarlar.
Yani kişileri Hakla değil, Hakkı kişilerle tanırlar.Şiiler
ise bunun tam tersine inanır ve Hz. Ali (a.s)'nin Hilafetinin delillerini
Allah (c.c)'ın Kitabı, Peygamber (s.a.a)'in Sünneti, akıl, masum ümmetin Ali(a.s)'de
bütünleşip Ebu Bekir ve Ömer'de ihtilafa düşmesinde gördüler.
Şüphesiz ki insanın mantığı daha az yeteneklinin
önderliğini reddeder. Hatta uzmanların belirttiği gibi hayvanlar
bile daha düşük ve daha zayıfın komutasını reddeder.
Eğer Ehl-i Sünnetin görüşü doğru olsaydı, Peygamberin
zamanında ondan daha iyisinin varlığı caiz olurdu ki bunu
söylemeye hiç bir Müslüman'ın cüret edeceğini sanmıyorum.
Hz.
Peygamber (s.a.a)'in hayatını ve çağrısını
başından sonuna kadar
inceleyen kişi, Hz. Ali (a.s)'nin, Peygamber (s.a.a)'in
kazandığı bütün zaferlere, çağrısı uğruna
çektiği bütün çilelere ortak
olduğunu, Hz. Ali (a.s)'nin hiçbir yerde Resulü Ekremden
ayrılmadığını ve her alanda desteklediğini
görecektir. Hatta Tebük savaşında Medine'yi ona emanet ederken
"Musa için Harun'un yakınlığı ne ise, benim için senin
yakınlığın odur." dedi. Hz.Ali (a.s) Peygamber(s.a.a)'in cihadında onunla birlikte olmasaydı
bu gün İslam diye bir şey olmayacaktı.
Bunun
yanısıra Hz. Ali, (a.s) Hz. Muhammed (s.a.a)'in en yakını
ve ona vahiy dışında her özellik ve sıfatta benzeridir.
Peygamber (s.a.a)'in Ali (a.s) ile ilan
ettiği kardeşliğin nedeni de budur. Allah (c.c) nasıl
çağrısı için kimin daha layık olduğunu biliyorsa Hz.
Muhammed (s.a.a) de bilerek bütün sahabelerin içinden Hz. Ali (a.s)'yi
seçmiştir. İslam devletinin temelini oluşturan Faziletteki bu benzerlik,
cihattaki bu ortaklık ve ilkeler için yapılan fedakarlıklar Ali (a.s)'yi Halife yapmak
için yeterli değilse İslamiyet'te
Hilafet yok demektir! Eğer Muhammed (s.a.a)'in bir Halifesi var
ise o Hz. Ali(a.s)'dir. Kim, Hilafeti kendisi veya Hz. Ali (a.s) dışında başka biri için talep ederse Allah (c.c)'ın aşağıdaki
ayetinde anılanlara benzer:
وَمَنْ
أَظْلَمُ
مِمَّنْ
افْتَرَى
عَلَى اللَّهِ
كَذِبًا
أُوْلَئِكَ
يُعْرَضُونَ
عَلَى
رَبِّهِمْ
وَيَقُولُ
الأَشْهَادُ
هَؤُلاَءِ الَّذِينَ
كَذَبُوا
عَلَى
رَبِّهِمْ
أَلاَ لَعْنَةُ
اللَّهِ
عَلَى
الظَّالِمِينَ}(هود/18)
"Kim Allah'a
karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir! Onlar Rablerine arz
edilecekler, şahitlerde: “İşte bunlar Rablerine karşı
yalan söyleyenlerdir” diyecekler. Bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir. Hud suresi. 18"
Soru:
Eğer Hilafet Ali (a.s) 'nin hakkı ise, neden Ömer; peygamberin
mübarek cesedi henüz sıcakken Ebu Bekir'e biat etti.
Cevap: Ömer,
Müslümanların büyük çoğunluğunun Hz.Ali (s.a)'ye yöneleceğini
bildiği için onun önünü kesmek ve komplo girişimini garantilemek
istemiştir. Kronolojik ve bilimsel araştırmalar da bu
gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu olaylardan bin üç yüz
yetmiş üç yıl sonra 1965 yılında yayınlanan El Kâtib
dergisinin 0046 nolu sayısında anılan derginin yayın müdürü
ve tanınmış Mısır edebiyatçısı Ahmad Abbas
Saleh, "Orta tabakadakiler iktidarı ele geçirdi."
başlıklı makalesinde şunları yazdı:
"Hz.Ali
(a.s) yakınları, dostları ile birlikte Peygamber (s.a.a)'e
ağlarken ve defin işleri ile uğraşırken; hatta
bazı tarihçilere göre henüz mübarek cesedi
soğumamışken; Ömer, Hilafet işini bağlamak için
Ebu Bekir'i Sakife'ye (biatın gerçekleştiği çardak)
sürüklüyordu. Olay, Ali (a.s)'ye bildirildiği zaman kızdı,
yakınları ve destekleyicileri ile birlikte biat etmeyi reddetti. Tam
altı ay biat etmedi." Yine aynı makaleden: "Ali (a.s),
yokluğunda toplanan Sakife toplantısını Ömer'in komplosu
olarak niteledi ve aralarında çok uzun süren bir düşmanlık oluştu. -Sayın
Saleh ayrıca- Ömer'in kişiliğini,
araştırılması ve incelenmesi gerekli garip bir kişilik
olarak gördüğünü belirtti." Elimizde bu kişiliği
araştıran çok sayıda çağdaş araştırmalar
olmasına rağmen bence hala
araştırmağa
ihtiyaç vardır. Bu adam güçlü, adeta ikisi bir anda oluşan
seri bir düşünce ve uygulamaya sahip muazzam bir girişimcidir"
İnsaf sahibi bir
araştırmacı bu konularda ne kadar şüpheye düşerse
düşsün Ömer'in Hz.Ali (s.a)'ye
komplo kurduğundan, onu arkadan
vurduğundan hiç şüphe duymaz. yoksa, Halife seçmek gibi önemli bir konuyu
onun yokluğunda ve ona danışmadan nasıl uygular?. İmam da, bu konuyu Ebu Bekir'e hitaben
söylediği bir şiir beytinde şu şekilde dile getirir:
فان
كنت بالشورى
ملكت أمورهم
فكيف بهذا
والمشيرون
غيب
Şura ile
hükmettinse gerçekten!
İstişare
edilen yoktu (!)
Acaba neden?
▬
"İSLAM'DA
FELSEFİ
DÜŞÜNCENİN VAR OLUŞU"
KİTABININ YAZARI NAŞŞAR İLE
Tarih, ilk
yazıldığı zaman ihtiyaca göre, eğilime yönlendirilerek
yazıldı... veya en
azından inceleme ve araştırma
yapılmadan.... Bundan emin olmak
isteyen kişi, günümüzde doğu veya batı dünyasında
yayınlanan gazetelerin durumunu değerlendirsin. Görecektir ki şüphe ve güvensizlik uyandıran
konularla doludur. Bu şüphe ve güvensizliğin haklılık
payı mutlaka çok büyüktür. Örneğin herhangi bir ülkede önemli bir
olay meydana geldiği zaman, o ülkenin gazeteleri bir kaç saat sonra
aynı olayı farklı, hatta çelişkili bir şekilde
verdikleri görülür. Bu farklılığın ve çelişkinin
nedeni kişilerin taraftarlığı ve tutuculuğudur.
Eğilim ve cehalet ne belli bir zamana ne de belli bir topluma özgüdür. Bu
sıfatlar insanlığın var olduğu ilk günden beri
vardır.
Eskilerin yazdıkları tarihi
olaylar, bilhassa karşıt mezhebe mal ettikleri inançlarla ilgili
yazılar yalan, tezvir, tezyif ve kehanetlerle doludur. Şüphesiz ilmin
birinci kuralı akıllı insanın duyduğu veya
duyduğu konu hakkında şüphe etmesi, daha sonra
araştırıp incelemesidir. Müslümanların, şüphe duymadan Hak kaynağı olarak kabul ettikleri
kitap sadece Kur'an'ı Kerim'dir.
İnsan, kitap okurken özellikle Hz.
Muhammed (s.a.a)'e isnat edilen hadis söz konusu olursa hiç şüphe ve
araştırma gereği
duymadan körü körüne inanıyorsa akıllı düşünme özelliğini
kaybetmiş demektir. Tıpkı
sadece şüphe için şüpheye düşen insan gibi.
Evet, bir çok okuyucu okuduğuna
veya sevdiği yazara şimşek hızıyla inanır.
Özellikle kendilerinin ve atalarının ait olmadığı bir
topluluk hedef alınıp hurafe ve saçmalıklar yazılmışsa,
okumaktan zevk bile alır.
Buradaki yöntem, insanın gerçeği
ararken başvurduğu yoldur. Bu yol; bazen duygu, -Duygunun yol olması ne kadar
doğrudur?(!)- bazen akıl,
bazen açıklama veya geleneksel ata
fikirleri olmaktadır. Bazı
araştırmacılar, suyun her kaba girip kabın şekil ve
rengini aldığı gibi; ilkesizce,
durum ve şartlara göre değişebilmektedirler! Şiiler
hakkında yazanları ve yayımlayanları izledim.
yazılarına temel aldıkları kaynak ve yöntemleri dikkatle
inceledikten sonra şu sonuca ulaştım: Yöntemlerin, hedef ve
güdülere göre değiştiğini gördüm. Kimi kin ve
düşmanlık duyguları ile yalanı, iftira ve
aldatıcılığı temel ilke edinerek yazmış,
(Muhibbiddin Al Khatib'in 'El Hutut El
arida', Hafnawi'nin 'Ebu Süfyan' adlı kitapları gibi.) kimi de ataların inançlarına uymayan her
şeyi önyargılı olarak reddederek,
aklına ve kalbine hükmeden gelenek ve soya bağlılıkla
yazmıştır -Bunlarda çoğunluğu teşkil
etmektedir-.
Kiminin de belli hiçbir yöntemi
yoktur. Bazı durumlarda hiç
inceleme gereği duymadan kâh eski kaynaklardan kâh yeni yazarlardan
gelişigüzel alır, veya sezgi ve tahmine dayanır. Üçüncü bir
yöntemi de önce bir şeyi kesin bir dille yazar daha sonra kendi kendiyle
çelişkiye düşerek ve sanki başka bir insanmış gibi tam
zıddını yine aynı kesin dille yazmaktan çekinmez. Bütün bu
saydıklarım, çok açık ve net bir şekilde İskenderiye
Üniversitesinde İslam Felsefesi Hocası Dr. Ali Sami Al
Naşşar'ın yazdığı "Neş'et El Fikr El
Felsefi Fi El İslam (İslam'da Felsefi Düşüncenin
Oluşumu)" adlı kitabının bir ve ikinci cildinde
görülmektedir. Aşağıdaki paragraflarda kitaptaki
saçmalıkların ve dedikoduyu temel almanın örneklerini
göreceksiniz.
Dr. Al Naşşar çocukken
okuduğu okuldan ve öğretmenlerinden, Hz. Ali (a.s)'nin
kutsallığının kaynağı İbn-i Seba olarak
öğrenmiş, kendisi de Doktora kazanıp Üniversitede okutunca
öğrencilerine aynı şeyi öğretmiştir. 1965
baskılı Kitabının
1.C, 46. Sayfasında şöyle
yazmaktadır: "Neredeyse bütün İslam inanç kitapları, Ali
(a.s)'nin kutsallık fikrini ilk
ortaya atanın Yahudi kökenli İbn-i Seba olduğunu
yazmaktadır."
Doğrusu anlamadığım
bir şey var burada, neden filozof (!) Al Naşşar İbn-i Seba hakkında çocukken öğrendiği, büyüdükten sonra
da öğrencilerine öğrettiği
şeyleri hatırlıyor da
Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetleri hatırlamıyor !.
إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا}(الأحزاب/33
)
"Allah, ey
Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir
temizlikle tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi
(33)"
İle:
قُلْ
لاَ
أَسْأَلُكُمْ
عَلَيْهِ
أَجْرًا إِلاَّ
الْمَوَدَّةَ
فِي
الْقُرْبَى
وَمَنْ يَقْتَرِفْ
حَسَنَةً
نَزِدْ لَهُ
فِيهَا حُسْنًا
إِنَّ
اللَّهَ
غَفُورٌ
شَكُورٌ}(الشورى/23)
"Sizden,
tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim,
ancak yakınlarıma sevgidir" Şura: 23
Ve bu ayetlerle Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s) , Hz.
Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s)'nin
kastedildiğini, Muslim’in de sahihinde bunu ikrar ettiğini
unutuyor.
Şimdi bu
durumda Ehl-i Sünnet, Hz. Ali (a.s)' yi Allah (c.c) 'ın emirlerine değil
de İbn-i Seba'ya dayanarak mı kutsallaştırdılar!
Dr. Ali Sami Al Naşşar, 1964
baskılı, İslam'da Felsefi Düşüncenin Oluşumu adlı
kitabının C:2, .28. sayfada: harfiyen şöyle yazmaktadır.
"Ehl-i Sünnet Hz.Ali (a.s) yi, Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamber (s.a.a)'in
sünnetinin derinliğine inerek açıkladı ve Peygamber (s.a.a)'in
"Ben ilim şehriyim Ali de kapısıdır" hadisine
dayanarak kutsallaştırdılar. ve onu ruhsal anlamda Ebu Bekir ve
Ömer dahil olmak üzere bütün sahabelerden üstün olduğuna
inandılar."
-----------------------------------------------------------------
NOT: Şüra Suresinin 23. ayetinde de tefsirciler
çelişkiye düştüler. Ehl-i Beyt
(a.s) taraftarı tefsirciler : "Sizden, tebliğime
karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak
yakınlarıma sevgidir" Diye açıklarken Ehl-i Sünnet tefsircileri "Ben bu tebliğime karşı
sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum." Diye
açıklamışlardır. N.A
Yani Şiiler Hz. Ali (a.s)'yi
kutsallaştırırken Allah (c.c)'ın ve Peygamber (s.a.a)'in
sözlerine uyarak değil İbn-i Seba'ya uyarak
kutsallaştırmışlar. Ehl-i Sünnet ise Kur'an-ı Kerim'in
ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetinin derinliğine inerek
açıklamış ve Peygamber (s.a.a)'in "Ben ilim şehriyim
Ali'de kapısıdır" hadisine dayanarak
kutsallaştırmışlar. Doğrusu "El İnsaf"
dedirten bir mantık.!
İlim ve
araştırma uzmanları, İbn-i Seba'nın bir hurafe, hiç
yaşamayan vehmi bir kişilik olduğunu ve uyduranın sadece
Şiileri kötülemek ve onlara eziyet etmek için uydurduğunu ispat
ettiler. Dr.Taha Hüseyin, "Ali ve Çocukları" adlı
kitabında da bu konuyu belirtmiştir. (11) 1965 yılında
Mısır'da yayınlanan El Kâtib dergisinin Mart ayı sayısının 56. sayfasında; Ahmad Abbas Saleh, harfiyen şöyle
yazmıştı: "Şüphesiz İbn-i Seba vehmi bir kişiliktir. yoksa bunca önemli
olayda neden hiç rolü olmadı? Vehmi bir kişilik yaratıp ona
olağanüstü rol vermek ancak safdillikle nitelenebilir ki eski kaynak
kitaplarında da bu kişiliğe hiç rastlanmamıştır.
Demek ki onun hakkında yazılan
bunca hurafe, haleflerin (sonrakilerin) uydurmasıdır!
Dr.
Naşşar: kitabının C:1, 448. ve C:2, 218.
sayfalarında "Oniki İmam
düşüncesi İslam'da yoktur" diye yazmaktadır. Bu sözü cahil
biri yazmış olsaydı onun cahilliğine veya
saflığına vererek mazur görebilirdik. Ancak bu sözleri yazan; Üniversitede
İslam Felsefesi hakkında konferans veren, İslam'da Felsefi
Düşüncenin Oluşumu ile ilgili, sayfaları iki bin iki yüzü
aşmış bir kitap yazan bir profesör olunca, ne diyeceğimizi
bilemiyoruz! Onun bu fikri temelden inkar etmesi İmamete karşı
olan olumsuz duygularını yansıtmaktadır. Bu fikir hakiki
bir İslam fikridir ve bunu ileri
süren; Arzularına göre konuşmayan Allah'ın
Resulüdür. Buhari Sahihi'nin, C:9, El Ahkam Kitabında ve Müslim
Sahihi'nin, 2. kısım, 1. bölüm el İmare kitabında: "
Halifeler 12 dir hepsi de
Kureyş'tendir." Diye yazmaktadırlar.
Üniversite Başkanı Üstat
Efram El Büstani'nin hazırladığı Dairet-ul Maarif El
Lübnaniyye'nin (Lübnan Ansiklopedisi) 6. cildinde bu konuyu tafsilatıyla
işledim. "El Hafez El Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El
Buhari" adlı kitaptan naklen: Şiiler ve Sünniler, Tahir ve Mümin
İmamların sayısının 12 olduğunda
anlaştılar; ancak kim oldukları konusunda
anlaşmazlığa düştüler. Hatta Ehl-i Sünnet'in bir
kısmı bu 12
rakama Hz. Hüseyin(a.s)'in katili ve Kâbe'yi
yıkıcısı Muaviye'nin oğlu Yezid'i ve Kur'an-ı
Kerim'i yırtan Mervan oğullarından Velid İbn-i Yezid'i
katmaktadırlar.! Bu şahıs bir gün Kur'an-ı Kerim okurken :
وَاسْتَفْتَحُوا
وَخَابَ
كُلُّ
جَبَّارٍ عَنِيد
/ مِنْ
وَرَائِهِ
جَهَنَّمُ وَيُسْقَى
مِنْ مَاءٍ
صَدِيدٍ
(إبراهيم/15/16(
"... ve her inatçı Cabbar, mahrûm olup gitti.
Önünde de cehennem vardir, orada kanlı,
irinli su içirilecek ona.
İbrahim 15-16
Ayetine rastladığı zaman
Kur'an-ı Kerim'i hedefe koyarak onu
okla parçalamış ve
şu şiiri okumuştur:
أتوعد كل جبار عنيد
فها
أنا
ذاك
جبار
عنيد
إذا ما جئت ربك حشر
فقل يا رب خرقني الوليد
"Her
inatçı ve Cabbarı tehdit mi ediyorsun? İşte o inatçı ve Cabbar benim.
Yarın Mahşerde Rabbini
görürsen ona de ki ‘Beni Velid
parçaladı.’ "
Diyebilen biridir.!
Naşşar kitabının
C:6, 217. sayfasında "Zamanın İmam'ını
tanımadan ölen, cahilliye üzerinde ölmüştür." Hadisinin,
Şiiler tarafından mezheplerinin doğrulanması amacıyla
konduğunu yazmaktadır. Bu ifadeyi kitabının
değişik yerlerinde de tekrarlamıştır. Bu durum Doktorun Hadis ilminden uzak değil en
uzak kişi olduğunu göstermektedir. Çünkü bu hadisi Ehl-i Sünnet, Hz.
Ali (a.s)'nin en büyük düşmanı
Muaviye'den naklettiler, El Emini, Gadir kitabının C:1,
S:158.de bu hadisi nakledenler
arasında: El Hafez El Heysemi Mecme El Zevaid kitabını, Ebu Davd
El Tayalisi Mesned kitabını
zikretmektedir.
Naşşar,
yazdığı kitabın ikinci cildinin önsözünde şunları
yazmıştır:
Yaygın olan düşünce, Ehl-i
Sünnet ve Mutezilenin İslam
felsefesini Hıristiyan, Yahudi, Zındık ve bazı felsefe sahiplerine karşı savunurken, Şiilerin
yegane işinin İslam Toplumuna karşı sataşmak ve
fikirlerini çürütmek olduğudur. Bu da büyük bir hatadır. Çünkü
Şii Alimleri, İslam'ın ilk çağlarında olduğu
gibi son çağında da İslam'ı düşmanlarına
karşı İslam ruhuna uygun
bir tarzda savundular. Ehl-i Sünnet ve
Mutezile ile birlikte
Hıristiyan, Yahudi, Zındık ve bazı felsefe sahiplerine karşı tetikte durup,
aydınlatıcı meşaleler misali İslam inancının
ahengi ve bütünlüğü için
çalıştılar. Tarihi bir gerçektir ki, Hz.Cafer Sadık
(a.s)'ın Medresesinin büyük alimi
Hişam İbn-i El Hakem bu uğurda büyük rol
oynamıştır.
Aynı önsözde şu
yazısı da yer almaktadır:
Şiilik tarih boyunca vardı,
halen de İslam aleminde milyonlarca Şii vardır. İsna
Aşeriyya (Oniki İmama inananlar), İsmailliye, Zeydiyye, ve
Gulatlar (aşırı olanlar). Ancak çağımızda en büyük fırka
olan "İsna Aşeriyya" hakiki bir İslam
fırkasıdır. Asla diğer kapalı gruplara benzememekte, inançları neredeyse Sünni inancının
aynısıdır.
El Naşşar, aynı bölümde
11. sayfada "Bu gün İsna Aşeriyya Şiilerinin
sayısı seksen milyondur."
221. sayfada ise, ".....Bu
gelişmeler mezhebin - İsna Aşeriyya- canlılığını,
esnekliğini ve akli gelişmeleri kabul ettiğini göstermektedir." demiştir.
Gördüğünüz gibi O bu sözlerle
İsna Aşeriyya'yı kesin bir şekilde İslam fırkası olarak
görmekte ve inançlarını neredeyse Sünni inancının
aynısı olarak nitelemekte, akli gelişmelere açık bir mezhep
ve aydınlatıcı
meşaleler misali İslam inancının ahengi ve bütünlüğünü Yahudilere ve
diğerlerine karşı savunduklarını ifade etmektedir.
Ancak Naşşar çoğu zaman
bir konuyu kesin bir dille
yazdıktan sonra,
çelişki ve tutarsızlığa düşeceğini fark etmeden onun tam tersini yine aynı kesin dille yazmaktan geri
kalmaz!. Örneğin: "Tutucuların fikri, ılımlı
olanlara bile tesir etmiştir" başka bir yerde "Şiilerdeki
tutucu fikrin nedeni Yahudilerdir." Demektedir.
Doğrusu anlayamıyorum
Naşşar, Ehl-i Sünnet inancını tutuculuktan uzak
tuttuğu halde nasıl tutucu olarak kabul ettiği İsna
Aşeriyyanın fikrini Ehl-i Sünnet' in fikirlerine benzetti?!
Ayrıca Şiiler İslam'ı Yahudi ve diğerlerine
karşı savunurken, tutuculuğu nasıl Yahudilerden aldı?!
Naşşar'ın kendi
yazdığı ile çelişip tutarsız olduğu yer sadece
burası değildir...
221. sayfada İsna Aşeriyya
mezhebinin ılımlı ve gelişmeye kabil olduğunu
yazdıktan sonra 228. sayfada: "İsna Aşeriyyanın ne
kıyası ne icmaı vardır, sadece Kur'an-ı Kerim'in ayeti
veya İmamların birinden hadis veya zil sesine benzer içtihatları
vardır" demiştir.
Anlamadığım
şeylerden biri de zil sesinin Naşşar'ın aklına nereden
geldiği ve birinci fikrinden birkaç
adım uzaklaşmadan neden vazgeçtiğidir? Yani bunlar
İslam'ın Felsefi Düşüncelerinden mi, Yoksa kendi modern
felsefesinin metotlarından mıdır?
Eğer Naşşar,
Şiilerin Usul ve İstidlal
(delil yardımı ile sonuçlandırma) kitaplarına göz
atsaydı, onların teşri (yasa) kaynaklarının Kur'an-ı
Kerim, Sünnet, İcma ve akıl olduğunu görecekti. Ayrıca,
Peygamber (s.a.a) sünnetini Şii veya Sünni güvenilir kaynaklardan
alırlar. Onların yanında "Rivayet ettiklerini alın ama
görüşlerinden uzak durun" ilkesi vardır. Ben bu görüşü en
güvenilir kaynaklardan naklettim ve "Mâ Eşşia El
İmamiyye" (İmamete inanan Şiilerle) ile
"Eşşia ve Etteşeyyü"( Şiilik ve
Şiileşme) adlı kitaplarımda ve gazetelerde Şiilere
fütursuzca iftira atanlara defalarca cevap olarak yazdım. Ama kendi
bildiğinden şaşmayan ve gerçeği sadece kendi vehminde
arayan kişilere ne yapabiliriz.?!
Şiilerin içtihat ehli olduklarını, (12)
içtihat kapısını
açtığını ve hâla o kapının ardına kadar
açık olduğunu herkes –hatta çocuklar ve yaşlılarda- bilir. Akli usullerde yazılan onlarca
kitapları bunun somut örneğidir. Bunların arasında Necef
Üniversitesinde ve bazı İran Enstitülerinde okutulan Şeyh Ensari'nin Feraid el Usul kitabı,
Şeyh el Horasani'nin Kifayet kitabının ikinci cildini
sayabiliriz. Eğer Naşşar bu kitapları okumadıysa bile
İslam Felsefesinde Doktor olduğuna göre şüphesiz felsefe ve
kelam kitapları okumuştur ve okuduğu kitaplarda mutlaka Şiilerin:
"iyiliğin ve kötülüğün akli olduğuna, Allah'ın
iyiliği iyi olduğu için emrettiğine kötülüğü de kötü
olduğu için men ettiğine"
inandıklarını, buna karşılık Ehl-i Sünnet'
in: "akli iyilik ve kötülüğü reddettiğini, iyiliğin Allah
emrettiği için iyi, kötülüğün de Allah (c.c) men ettiği için kötü olduğunu, eğer
Allah (c.c)
kötü şeyi emretseydi iyi, iyi şeyi men etseydi
kötü olurdu." Dediklerini bilir.
Kıyasa gelince, Şiiler
hakkında meşru nass olmayan konularda bile şeriatla
çelişmemesi, ilim ve şeriata uygun olması şartı ile
aklın bütün ilke ve kurallarını kabul eder. Kesin
olması halinde tatbik ederler. Çünkü; ilim,
aydınlatıcı kitap ve hidayet olmadan Allah hakkında tevil
yapmazlar. Şeriattan kaynaklanmayan ve
zanna dayalı hareket etmek istemezler. Sünnilere gelince, onlar;
وَمَا
يَتَّبِعُ
أَكْثَرُهُمْ
إِلاَّ ظَنًّا
إِنَّ
الظَّنَّ لاَ
يُغْنِي مِنْ
الْحَقِّ
شَيْئًا
إِنَّ
اللَّهَ
عَلِيمٌ
بِمَا
يَفْعَلُونَ}(يونس/36)
"Şüphe
yok ki Allah, onlar ne yapıyorlarsa hepsini bilir. Onların
birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir
şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını
bilir. Yunus Suresi 36"
Ayetini okudukları halde zanna
dayanarak hareket edebiliyorlar.
Naşşar da bilinen
nağmeleri çaldı, "Recat (Geri Dönüş), Cifr, (Hz. Ali (a.s)'
ın yazdığı ve geleceği haber verdiği
varsayılan bir kitap), Bidâ ( İmam
olacağı söylenen kişinin ölmesinden kaynaklanan şüphe ),
Takiyye, Guluv (tutuculuk), Mushaf-ı Fatıma, Mehdi" gibi. O
da bunları bin küsur yıldan
beri çalan yüzlercesi gibi hiçbir şey eklemeden, araştırmadan
çaldı. Bunun için kendisine "El Mehdi El Muntazar ve El
Akıl" ile "Eşşia ve Etteşeyyu" adlı
kitaplarımı okumasını tavsiye ediyorum. Ben bu kitaplarda
Şiiler hakkında yapılan her tenkidi, onlara atılan her
iftirayı ve onlara mal edilen her eksikliği topladım,
şaşkın fikirleri, gerçek ve sabit rakamlarla çürüttüm. Burada
uzatmamak için tekrarlamak istemiyorum.
Naşşar, İkinci cildinin dördüncü bölümünde
"Ehl-i Sünnet ve Mutedil Şiilere göre
Hz. Ali (a.s)" başlığı altında
şunları yazmış: "Sünniler İki şeyhin, -Ebu
Bekir ve Ömer'in- velayetini kabul ederken Şiiler kesinlikle onları
inkar etti. Buna karşılık
Hz. Ali (a.s)'yi Sünniler de Şiiler de kendilerine mal ettiler.
Sünniler (Selefleri dahil) Hz. Ali (a.s)'nin ilk inanan çocuk olduğunu, (13) Peygamber
(s.a.a)'in kucağında büyüdüğünü, Peygamber (s.a.a)
tarafından yetiştirildiğini, Müslümanların ilk anneleri
olan Hz. Hatice tarafından da korunup sevildiğini, ilk andan itibaren
ve her konuda Peygamber (s.a.a)'e destek olduğunu kabul eder. Büyük hicret
gününde Peygamberin yatağında ve meleklerin nezareti altında
Kureyş zalimlerine karşı duruşuna duydukları
hayranlık Şiilerin hayranlığından daha az
değildir. Ali (a.s) daha sonra Hz. Fatıma (a.s) ile birlikte
Medine'ye hicret etti. Haşimilerin
bu genç yiğidi Savaşlarda da nice Kureyşli
azılıyı öldürdü. Hz. Muhammed (s.a.a)'i savunmak için defalarca
ölüme atıldı."
Naşşar
aynı bölümün 28. Sayfasında şunları
yazmıştır: "Ehl-i Sünnet, 'Ben ilim şehriyim, Ali de
kapısıdır' hadisine binaen Hz. Ali (a.s)'yi İslam'ın
alimi olarak kabul etmektedir. Çünkü o Kur'an-ı Kerim ve Sünnet
fıkhının derinliğine
inmiştir. Ebu Bekir'in de Ömer'in
de Fakihi (Alimi) idi –Fıkıh konusunda ona başvururlardı–
her iki şeyhin zamanında da züht hayatını tercih etti. Ayrıca
Ehl-i Sünnet' in kitaplarında İmam olarak anılan tek sahabedir.
Hatta Hasan El Basri ona bu ümmetin Rabbanisidir. derdi. Emevilerin
yaptığı bütün kötüleme propagandalarına ve Nâsibilerin
düşmanlığına rağmen; Ehl-i Sünnet'e göre Peygamber
(s.a.a)'in amcasının oğlu ve damadı olan Hz. Ali(a.s)
İslam'ın ruhsal önderi idi. Ruhsal anlamda da istisnasız bütün
sahabelerin Ebu Bekir ve Ömer'inde üstünde idi."
Naşşar, ayrıca
şunları beyan etmiştir:
1964 baskılı
kitabının C:2, 223. sayfasında: "Gerçek o ki Hz. Ali (a.s)
Hilafetin, Ebu Bekir yerine kendisinin, kendisinden sonra çocuklarının ve
torunlarının hakkı olduğunu görüyordu."
6. sayfada: "Ebu Bekir, Hz.
Fatıma (a.s)'yı hatırladığı zaman
ağladı ve ölümü sırasında adamlarının onun evine
zorla girmesinden duyduğu pişmanlığı dile getirdi. Şüphesiz
Hz. Fatıma (a.s) da Halifeliğin,
Hz. Ali (a.s)'nin İlahi bir Hakkı olduğunu görüyordu."
8. sayfada: "Hz. Muhammed (s.a.a),
Ebu Bekir'e Küçük İmamlık sayılan namaz kıldırma teklifini yaptığı için
Müslümanlar kıyasla büyük İmamlığın da –Hilafetin– ona
verilmesini uygun gördüler."
217. sayfada: "Eşariler –Yani
Ehl-i Sünnet– 'Ümmetim dalalette birleşmez' hadisine
inandıklarını ilan ettiler." Diye
yazmıştır. Bizde bütün
bunlardan şunları anlayabiliriz:
1-
Ümmetin
tamamı Hz. Ali (a.s)'yi kabul etmiş, buna karşın Ebu Bekir
ve Ömer'i ümmetin bir kısmı kabul etmiştir.
2-
Bütün
ümmetin çevresinde toplandığı konu Haktır; aksi taktirde
masumiyetin bir anlamı olmayacaktır. (14)
3-
Hz.
Ali (a.s) Hilafet konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer'e karşı hak
sahibi olarak görmüş, onların hilafeti sırasında züht ve
yoksul bir hayatı tercih etmiştir.
Peygamber (s.a.a)'in bir parçası olan Hz. Fatıma (a.s)
da, Hz. Ali (a.s)'nin Hilafetteki
hakkının İlahi
olduğuna ve bu hakkın sadece onda olduğuna
inanmıştır.
4-
Ebu Bekir Hz. Fatıma
(a.s)'ya eziyet etmiştir. (15) Allah da Kuranı Kerim'de - Ve bir
şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah'a âittir. Diye
buyurmuştur. Ehli Hakkın az
olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah da
"Çoğu kavrayamaz" diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına
göre masumiyet için, mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum
değildir hatta çoğu zaman Hak azınlığın
tarafında olmaktadır.
5-
Ehl-i
Sünnete göre Hz. Ali (a.s)'nin yerine Ebu Bekir'in halifeliğinin gerekçesi
cemaat namazındaki imamlığıdır.
Sünnilerin inandığı,
Naşşar'ın da kitaplarından ve kaynaklardan naklettiği
bu beş konu bizim için yeterlidir.
Eğer bu konuları toparlayıp birbirine bağlayacak
olursak, şu hükme varabiliriz: Hilafet Hz. Ali (a.s)'nin ilahi bir
hakkıdır. Çünkü mutabakat ümmetin masumiyetinin ispatıdır
ve ümmet Hz. Ali (a.s)'de mutabakata varmış, başkasında
ihtilafa düşmüştür. Çünkü masum olan ümmetin tamamının
kabul ettiği şahıs Hak sahibi olduğunu ilan ediyorsa bu
Hakkı inkar etmek dalalettir. Yani gerçeği itiraf etmek ve aksini yapanları
savunmak ve kesin olan sonucun nedenini
görmezden gelmektir...
Naşşar'ın
yaptığı da tam olarak budur. Ön olayları kabul edip,
sonucunu inkar etti. Durumu tıpkı "senin sağ elin var sol
elin de var ama iki elin yok !" diyenle aynıdır. İşte; bağnazlık kişiyi Akıldan uzak tutarak
bu hale getirir. Delillerle
artı olduğu ispat edilmiş, kabul edilmesi gerekeni reddeder.
Yine delillerle eksi olduğu ispat edilmiş ve reddedilmesi gerekeni
kabul eder. Bundan daha tuhaf olan şey, Naşşar'ın ve
benzerlerinin Ebu Bekir'in namaz kıldırmasının Hz. Ali
(a.s)'nin Hilafetteki İlahi Hakkını iptal ettiğine
inanmasıdır. Zaten bu görüşü ileri sürenler aynı zamanda
İyinin ve Kötünün, Adilin ve Fasıkın arkasında namaz
kılmayı caiz görenlerdir. Bir gerçektir ki İslam dininin
ve İslam Peygamberi'nin Müslüman mallarından uyuz bir dişi
keçiyi bile emanet etmeyeceği çok sayıda kişiler cami imamı
oldular.
İşte, kısaca
Şiilerin Hilafet konusundaki inançları budur. Hilafet
başkasının değil Hz. Ali (a.s)'nin hakkıdır.
Başka İslam fırkaları ile aralarındaki gerçek fark
budur. Sünni kaynaklardan nakledilenler bu inancı meşru kılmakla
kalmaz, açıkça ve kesin olarak haklı olduklarını gösterir.
O halde bu inanç nasıl "mantıksız ve kabul edilemez"
olur? Sünni kitaplarına göre
İbn-i Seba bu mezhebin temelini ve kurallarını oluşturdu
diye mi? Halbuki İbn-i Seba hurafe ve vehmi bir kişilikten başka bir şey değildir! Yoksa
sadece Hz. Ali (a.s)'yi kabul ettikleri için mi? Eğer masum ümmet Hz. Ali
(a.s)'de birleşip başkasında ihtilafa düştü ise
Şiilerin günahı nedir? Şiilerin,
Ali (a.s)'de birleşen masum ümmeti yalanlaması mı
gerekirdi? Şiiler, Peygamber (s.a.a)'e ve onun birer parçası olan Ali
ile Fatıma'ya inandıkları ve hilafetin Ali'nin ilahi hakkı
olduğunu kabul ettikleri için mi? Masum olan ümmetin kabullendiği ve
başkasında ihtilafa düştüğü Hz. Ali (a.s), Hilafetin kendi
hakkı olduğunu söylüyorsa
nasıl haklı olmaz? Eğer onun
her söylediği gerçek ve
doğru ise ona inananlar, dediğini tutanlar, çizdiği yolda
yürüyenler nasıl haksız ve müfteri olabiliyorlar?!
Hayır! Doğrusu ben bütün bu
delil ve ispatlara rağmen Şiilere sataşanların,
onların hakkında yazı yazıp kötüleyenlerin inanarak
yazdıklarına inanmıyorum. İşin içinde onların ağızlarını
açan, kalemlerini oynatan gizli bir sır vardır. Bu sır kara
tutuculuk da olabilir, cep meselesi de...
Naşşar kitabına bu
yöntemle devam eder. temel olmadan
sınır tanımadan ispat gereği duymadan ahkâm keser. Bazen
hiç inceleme zahmetine katlanmadan bir
müellifin yazdığına bakarak gelişi güzel yazar (İbn-i
Seba örneği gibi). Bazen de hayal
ve uydurmaya dayanarak yazar (İsna
Aşeriyya fikrinin İslami bir fikir olmadığı gibi). başka bir becerisi de bir konu
hakkında kesin hükmünü verir daha sonra yine aynı kesinlikle tam
tersini ileri sürer! (Şiiliğin gelişmeye kabil ve
ılımlı olduğunu yazıp daha sonra onları
taşlaşma ve donuklukla itham etmesi gibi). Başka bölümlerde
yazdıklarının gerçeğe
yakın olduğu görülür (Osman ve Emevi
taraftarlığı ve Hz. Ali (a.s)'nin büyüklüğü
konularında olduğu gibi). Ancak hataları, Hak ve gerçek
konularında olumlu yaklaşımını ve kitaba verdiği emeği boşa
çıkartmıştır. Yukarıdaki konularda Naşşar'ın
olumsuz ve tutarsız konularını işledik şimdi Hak ve
gerçek konusunda dile getirdiklerini yazacağız. Bunu yapmaktaki amacım
koskoca bir kitabı sağa sola yalpalayarak nasıl belirsiz bir
hedefe doğru götürdüğünü göstermektir.
Naşşar'ın
Kitabından Alıntılar:
1965
Baskılı kitabında C:2, S:228: "Osman'ın ve Emevilerin
taraftarları, büyük bir kinle İslam'dan, Peygamber (s.a.a)'den,
Peygamberin Ehl-i Beytinden (a.s) ve sahabelerinden nefret ettiler. Nefretleri
Ebu Bekir'e, Ömer'e ve Ali (a.s)'ye eşit derecede idi. Ancak Osman'ın
öldürülmesi bekledikleri fırsatı ellerine verdi. Şam
sokaklarında Şehit Şeyhin sözde intikamı için harekete
geçtiler. Şam halkı aldandı. Halk, iki şeyhi (Ebu Bekir ve Ömer) bayrak
yapanların gerçekte iki şeyhin en büyük düşmanı olduklarını
ve onların iktidarı zamanında sadece Müslüman halktan
korktukları ve yeni toplumda kendilerine yer edinebilmek için boyun
eğdiklerini bilmiyordu. Oysa onlar daha düne kadar Tulaka (azat edilenler)
ve müellefe-i kulûblerdendi (kalbleri
İslam'a ısındırılmak istenenlerdi)".
187. sayfada:
"Araştırmacılar, Harb'in oğlu Ebu Süfyan'ın
cahilliye döneminde olsun, Mekke'nin fethinden sonra istemeden İslamiyet'i
kabul ettikten sonra olsun, İslamiyet'e duyduğu büyük nefret ve kinin
nedenine dikkat etmediler, sebep onun İslamiyet'ten önce zındık
olması idi. Yani Yaratıcının varlığına
inanmıyordu. Huneyn savaşında Allah'ın Resulü ile
beraberken bile beraberinde Azlam (fal okları) vardı ve ona
başvuruyordu. O münafıkların mağarası
durumundaydı. O Araplığına bile sadık değildi.
Çünkü Yarmuk'ta Müslümanların zayıflamasına
sevinmişti!"
227. sayfada
Osman
için ise şunu yazıyordu:
"Hilafet Ali'den alınıp, tükenmekte olan,
yaşlı, idareyi bilmeyen adaleti sağlayamayan bir ihtiyara verildi."
C:2, 33.
Sayfada: "Ali İbn-i Ebu Talib(a.s)'in öldürülmesi ile, Azat
edilmişlerden, ciğer yamyamı kadının oğlu Muaviye
iktidarı ele geçirdi. ancak Hasan (a.s) hayatta iken o rahat edemiyordu.
Bu yüzden ondan kurtulmağa karar verdi ve zehirle öldürttü. Sonunda,
hilafeti oğlu Yezid'e sağladıktan ve Hicr İbn-i Adiy gibi
bir çok büyük sahabeyi öldürdükten sonra o da öldü. Ve yönetim Emevilerin
tekelinde kalan zalim bir iktidar şekline dönüştü."
2. Cildin önsözünde de:
"İktidar, Ebu Sufyan'nın oğlu Muaviye'nin eline geçti. Halk
henüz onun babasının putperest ve Mecusi olduğunu ve hiçbir
zaman Allah'a inanmadığını unutmamıştı. Hatta
Müslümanlar ona Attalik İbn-i Talik
(Azat edilmişin oğlu azat edilmiş) ve El Veseni
İbn-i El Veseni (Putperestin oğlu putperest) adını
takmıştı. Muaviye için ne denirse densin, eski selefler ve Ehl-i
Sünnet' in bir kısmı ne kadar onu sahabelerin arasına
sokmağa çalışırsa çalışsın; Muaviye hiçbir zaman İslam'a inanmayan,
İslam'a çok büyük kötülükler yapan ve daha fazlasını
yapmadıysa elinden gelmediği için yapamayan biri idi! Fatıma (a.s)'nın oğulları
ise kanları ile efsane yazmağa
başlamışlardı.
Görünüşe
göre Naşşar, Ebu Süfyan, Oğlu Muaviye ve torunu Yezid
hakkında yazarken dikkatle düşünmeye zaman ayırmış ve
kesin olarak onların Müslüman olmadıklarına ve İslam'a düşman olduklarına
hüküm vermiştir. Keşke kitabının diğer konuları
için de aynı şeyi yapsaydı, eğer böyle davransaydı
Müslümanları birbirine yaklaştırma konusunda İslam'a büyük
bir hizmet sunmuş olacaktı. Ne yazık ki Müslümanların
arasına; sadece Siyonist ve sömürgecilerin işine yarayan setler ve
engeller koydu. Felsefe doktoru olan El Naşşar, İslam'ın en
büyük probleminin Şiiler ve Şiilik değil Siyonist ve
sömürgeciler olduğunu bilmiyor mu? Acaba neden Naşşar ve
benzerleri tam da bu birliğe ihtiyaç duyulduğu zamanda İslam
fırkalarının arasındaki farklılıkları
kullanıp büyük büyük ciltler yazarak Muhammed (s.a.a)'in ümmetini bölmeye
çalışarak aralarına sınırlar ve setler koyarlar.
Naşşar bu gerçeği anlamakta aciz mi kaldı? İslam ve
Müslümanlara karşı sorumluluk duygusu taşımıyor mu?
Yoksa şaşkın mıdır? Acaba Birleşik Arap
Cumhuriyeti (Mısır'ın o zaman ki adı), Arap ve İslam
toplumlarına Naşşar ve benzerlerinin kitapları ile mi
önderlik etmek istemektedir.?!
Rivayetler
der ki: Hz. Muhammed (s.a.a)'in, Hz. Ali (a.s)'ye, "Ey Ali,
Allah(c.c)'ı sadece Ben ve sen tanıdık, Beni de sadece Allah
(c.c) ve sen tanıdınız, seni de sadece Allah (c.c) ve ben tanıdım."
Demiştir.
Bu rivayet
gerçek olsun olmasın, Müslümanlar Hz. Ali (a.s)'yi Alim, Zahit ve cesur
olarak tanır. Bu akıllarının kavrayabildiğidir. Ancak
Hz. Ali (a.s)'nin gerçeğini sadece ona denk veya ondan üstün olanlar
bilir. Ata sözü der ki "Fazileti sadece Fazilet ehli bilir." Kendisi
de der ki: "Alim cahili tanır ama cahil Alimi tanımaz."
İnsanlar olaylara, ahlakları ve gelenekleri
ışığında özel mantıkları ile açıklama
getirirler. Hz. Ali (a.s)'nin ise
halkın ahlakı ve gelenekleri ile benzerliği yoktu!
İşte kişiliği, özelliği, meziyeti ve iç yüzü ile
ilgili çelişkili, hatalı
açıklamaların ve takdirlerin nedeni budur.
Hz. Ali
(a.s)'nin Hayat serüvenini derinliğine inceleyip tetkik eden kişi,
mutlaka şu neticeye varacaktır. "Eğer Hz. Ali (a.s)
insan ise diğer insanlar, insan değildir!" ona
yakıştırılan "insan" vasfı öylesinedir.
Tıpkı siyah cariyeye "Fıdda (Gümüş)" veya "Selce
(Kar Tanesi)" adının verilmesi
gibi. Eğer diğerleri insansa Hz. Ali (a.s) insan üstüdür.
Şüphesiz,
aynı cinsten olan sebze ve meyve tohumlarının
değiştiği gibi insanlar da çalışkanlık ile
uyuşukluk, cömertlik ile cimrilik, cesaret ile korkaklık, iyilik ile
kötülük, zeka ile geri zekalılık konularında
farklıdırlar. Ama bu farklılık ne kadar olursa olsun özlük
ve tür konusunda birdir. Ancak farklılık Hz Ali (a.s) örneğinde olduğu gibi
aydınlıkla karanlık, hayatla ölüm boyutunda olursa farkın
yukarıdaki örnekler gibi olduğunu söylemek bilgisizlik ve cehalet
olur.
Sanırım,
"Hz. Ali (a.s) bütün insanlardan daha üstündür" demem için onun
yaptıkları ile başkasının yaptıklarını
mukayese etmem gerekmiyor. Her ne kadar onların yaptıkları ile
kendisinin yaptıklarından anlatılacak çok derin şeyler
varsa da bunun sırrını ancak Ali (a.s)'nin büyüklüğüne ve
rütbesine denk veya ondan daha üstün
olan bilir. Uzatmağa hiç gerek yok; aşağıda
anlatacağım örnekler yeterlidir:
Ayşe
devenin üzerinde "Bu kel kafalının başını
getirene bu keseyi vereceğim" diye haykırıyor; ama o galip
gelip Ayşe'nin hayatı iki dudağı arasında
kaldığı zaman ona
başka keseler de veriyor ve
saygı gösteriyor. İbn-i Mülcem, bir kahpenin
kışkırtması ile ona ölümcül bir darbe vuruyor; o da ona
kendi yemeğinden yedirip, suyundan
içiriyor, öleceğini anlayınca da çocuklarını
çağırıyor katili için iyi şeyler tavsiyede bulunuyor ve
onlara "af etmek takvaya daha yakındır" diyor.
Alçağın biri Ali
(a.s)'ye saldırıp öldürmek
isteyince, Hz. Ali (a.s.) onu yere savurmuş göğsüne oturup
kılıçla vurmağa hazırlanmıştı ki
öleceğini anlayan alçak onun yüzüne tükürmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali
(a.s.) onu serbest bıraktı. durumu hayretle seyreden kişiler
nedenini sorunca onlara: "Ben onu öldürseydim Allah (c.c) için değil bana hakaret ettiği için
yani kendim için öldürmüş olacaktım." dedi.
Çatışmaların birinde, onunla çarpışan
müşriklerden birini yere çalıp başını kesmek isteyince
adam: "Ey Ali beni öldürürsen çocuklarıma kim bakacak?" deyince
Hz. Ali (a.s.): "seni
çocuklarına bağışlıyorum" diyerek onu
bıraktı.
Başka bir çatışmada da
vuruştuğu bir atlıya kılıç çekip başına
vurmak üzere iken atlı "Ey Ali bu kılıcını bana
hibe eder misin" dediği zaman ona kılıcını
vermiş ve karşısında silahsız
kalmıştır. Bu olayların bir çok örneği vardır.
Hepimiz Amru İbn-i El As'ın ve
Bişr İbn-i Artaa'nın hezimete uğrayınca ölmemek için
edepsizce avret yerlerini nasıl açtıklarını biliriz!
Bunların
açıklaması nedir? El açıklığı mı, cömertlik
mi, züht mü, yoksa İlahi İradenin tercümesi mi? Allah (c.c) şiddete karşı şiddeti,
ölüme karşı ölümü mubah kılmadı mı? Benim çok iyi
bildiğim şey, onun bu özellik ve meziyetleri insanların
yaratılışı ve tabiatları ile
bağdaşmıyor. Yani, Ali (a.s) insan ve bu sıradan
olanlarda insan. Ali İmam ve bu kendi ve çocuklarına mülk
hazırlayanlar da İmam. Ali
Peygamber (s.a.a) Halifesi ve bu komplocu ve fırsatçılar da Peygamber
(s.a.a) Halifesi! Öyle mi? Kesinlikle
hayır! Ya Ali (a.s) özünde ve
gerçeğinde tektir; Halife, İmam
ve yetkililer arasında benzeri yoktur. Veya fazilet ile
rezillik arasındaki fark evhamdan başka bir şey
değildir.
Belki zühtten
veya sorumluluktan kaçmak için yetkiyi ve hükmetmeyi reddeden bulunabilir; ama
bunu fıtratı ile reddeden;
kibirliği ve gösterişi, içgüdüsü ile reddedeni
bulamazsın. Buna rağmen hastanın ameliyata teslim olması
gibi yönetimi almak için teslim oldu. Bunu sadece Ali (a.s)'den görebiliriz. O
Ali ki: "Bu fani dünya lezzetinden bana ne" demişti. Yönetimi
kabul ederken onu bekleyen zorluk ve problemlerin bilincindeydi. Ama o ülkeyi
düzeltmek, halkın emniyetini sağlamak, mazlum ve acılı
insanlara yardım etmek için kabul etti.. Hutbelerinin birinde:
"Allah'ım biliyorsun bizim yaptığımız ne yetki için
rekabettir ne dünya yıkıntılarının artıklardan
bir şeyler almağa çalışmaktır. Bizim istediğimiz
senin dininin yapısını tekrar onarmak, ülkendeki düzeni kurmak,
mazlum kullarına güven vermek ve
iptal edilmiş haddını (ceza uygulaması) tekrar
işletmektir." demiştir.
İşte Hz. Ali (a.s)'nin Hilafeti
kabul etmekteki ilk ve son nedeni ve gerçek hedefi buydu; Kullara güven vermek
ve ülkedeki düzeni sağlamak. Yoksa o ne dünya ve dünyanın
yıkıntıları, ne de kendi menfaati ile ilgileniyordu. Allah
(c.c)'a ibadet ederken "Ben ne senin cennetinde gözüm olduğu için
nede cehenneminden korktuğum için
ibadet ediyorum. Ben senin ibadeti hak ettiğini gördüğüm için
sana ibadet ediyorum." Diye seslenen bir kişinin kendi nefsi için bir şey yapması
beklenir mi?
İşte
buradan hareketle, Ali (a.s)'nin kendi nefsi için bir şey istememesinden,
mutluluğu veya mutsuzluğu hiçe
saymasından anlıyoruz ki, Ali (a.s)'nin yapısı diğer insanların yapısından
farklıdır. Çünkü insanın yapısının en büyük
özelliği; bencilliği ve kendi
menfaati peşinde koşmasıdır. "Hak" ise menfaat
dışında kaldığı zaman insanlar için boş
laftan başka bir şey değildir.
Bundan
dolayıdır ki ben, Kuran'a ve Muhammed (s.a.a)'e inanan bir
Müslümanım, tek yaratıcının ve rızk
bağışlayıcının sadece Allah (c.c) olduğuna,
kıyamet gününde sadece onun hesap sorup cezalandıracağına
inanıyorum. Tutuculuktan ve tutuculardan teberru ediyorum.
İnançlarımın tümünde Kuran-ı Kerim'e ve
sağlıklı akla dayanıyorum. Allah (c.c)'ın, Muhammed
(s.a.a)’in insan olduğunu, yemek
yeyip sokaklarda dolaştığını Kur'an-ı Kerim'de
tekid ettiğine, Muhammed (s.a.a)'in
de Ali (a.s)'nin öğretmeni ve üstadı olduğuna inanıyorum.
Ancak bu durum, Allah (c.c)'ın onları herkesten ayrı kılan
güçlerle donatmadığı, Onların insanın üstünde ve
yaratıcının altında bir derecede olmadığı
anlamına gelmez. Yani Allah (c.c)'ın bir iki kulunu insanlardan
farklı bir güç ve içgüdü ile yaratmasında bir sakınca var
mıdır? Doğrusu akıl da onları görüp
başkasının asla yapamayacağı şeyleri
yaptıklarını görünce ve eserlerine bakınca bu gerçekleri
kavramaması mümkün değildir.
▬
KUR'AN IŞIĞINDA HZ. ALİ (A.S)'NİN İMAMETİ:
İSLAM VE
HZ.ALİ (A.S)'NİN HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU
Kur'an-ı
Kerim nerede indi? İslam hangi evde doğdu ve büyüdü? Onu güçleninceye
kadar koruyan kimdi? Onun için uğraş veren fedakarlık yapan,
canı malı ve çocukları ile savunan kim? Ona ilk inanan, onun
için cengaverlere karşı kılıcını çeken, hısım
ve akrabalarla çarpışan kimdi?
Şahadet kelimesi için hemen her ailede bir kişiyi katleden
kimdi? Çocukları kanları içinde yüzen, torunları kundakta iken
annelerinin kucağında öldürülen kimdi? İlk çocuğu zehirle
öldürülen ikinci çocuğunun başı kesilip kızları esir
alınıp üstleri başları açılan kimdi? Çocukları torunları
ve torunlarının torunları şehit edilen kimdi? Evi
yağmalanan ve yakılan kimdi?
Bütün yukarıdaki soruların tek bir cevabı vardır: Bütün bunlar
Hz.Ali (a.s)’nin Kur'an-ı Kerim'in
ilkeleri ile hareket etmesi; ve o ilkeleri yaşatması
uğruna oldu. Bu sıfatların
tamamı sadece ve sadece Hz. Ali (a.s)’de birleşti.
Hz.
Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)'nin yaşadığı evde
yaşadı. Babası Abdullah ve dedesi Abdul Muttalib (15) vefat ettikten
sonra amcası Ebu
Talib onun sorumluluğunu üstlenmişti. Hz. Ali (a.s)'nin annesi ve
Peygamber (s.a.a)'in amcasının karısı Fatıma Bint-i
Esed, ona amcasından sonra en çok ilgi gösteren ve seven insandı.
Aynı zamanda o ilk Haşimi doğuran Haşimi idi. Müslüman oldu, hicret
etti ve Medine'de vefat etti. Hz. Muhammed (s.a.a) Fatıma
Bint-i-Esed'in defin işlerini
üstlendi. Ona elbisesini giydirdi, definden önce mezarında yattı, ona
ağladı ve "Allah senin gibi anneden razı olsun" diye
dua etti. Ona sorulduğu zaman: "o benim için amcamdan sonra bütün dünyada en iyi davranan insandı."
Diye cevap vermişti.
Hz. Ali (a.s) Kâbe'de doğdu.
Yıl olarak Hz. Muhammed (s.a.a)'in
Hira dağına çekilip dua ettiği yıl olduğu
söylenir. (16) Kureyş zor günler geçiriyordu. Ebu Talib'in de çok çocuğu
olduğundan, Abbas, Cafer'i, Hz. Muhammed (s.a.a) de Hz. Ali
(a.s)'yi aldı. böylece baba evinde fazla
kalmadan çocuk yaşta Hz. Muhammed (s.a.a)'in evine taşındı.
Hz. Muhammed (s.a.a)'e vahiy inmesinin ardından yirmi dört saat geçmeden Hz. Ali (a.s) Müslüman olmuştu ve Hz. Muhammed (s.a.a)'in Allah'a kıldığı ilk namazına iştirak etti. (17) Tebük savaşına katılmak için Medine'yi ona emanet ederken herkese Hilafetin kendisinden sonra sadece Hz. Ali (a.s)'ye ait olduğunu göstermek istiyordu ve o gün ona "Senin bana yakınlığın Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. ancak benden sonra peygamber yoktur." dedi. Bu hadisin açık anlamı Hz. Harun, Hz.Musa'dan ne hak ettiyse Hz. Ali de Hz. Muhammed'ten aynı şeyi hak etmiştir. "Musa:
وَاجْعَلْ
لِي وَزِيرًا
مِنْ أَهْلِي
/هَارُونَ
أَخِي/
اشْدُدْ بِهِ
أَزْرِي / وَأَشْرِكْهُ
فِي أَمْرِي
(طه/29/30/31)
"... Bir de
ailemden bir vezir ver, kardeşim Harun'u, onunla beni güçlendir,
işimde bana ortak et." Dedi.Ta Ha suresi:29-30-31" Allah
(c.c), Hz. Musa'nın isteğini nasıl kabul edip
قُلْنَا
لاَ تَخَفْ
إِنَّكَ
أَنْتَ الأَعْلَى}(طه/68)
"isteğini
kabul ettim ey Musa"
diye cevap verdiyse, Hz. Muhammed (s.a.a)'i de "
وَمَا
يَنْطِقُ
عَنْ
الْهَوَى /
إِنْ هُوَ إِلاَّ
وَحْيٌ
يُوحَى}(النجم
3 /4)
"Arzusuna göre konuşmaz ona
inen bizim vahyimizdir"
Necm:
4
diyerek teyit etmiştir.
Hz. Ali (a.s)
bu makamı, sadece Peygamber (s.a.a)'e yakınlığından
dolayı değil, ameli ile elde etmişti. Nasıl Hz. Muhammed
(s.a.a) makamını amcaları ve dayıları ile değil
büyük bir ahlak sahibi olması ile elde ettiyse Hz. Ali (a.s) de Peygambere
vefası, savaşlardaki cihadı ile elde etti. Çatışmalarda,
Bedir savaşında olduğu gibi tek başına
müşriklerin yarısını katlederken bütün savaşçılar
müşriklerin diğer yarısını katletmişti. Uhut
savaşında Peygamberin askerleri kaçarken Hz. Ali (a.s)'nin
başlarında bulunduğu çok az insan kaçmamıştı.
Hendek savaşında Kureyş, Ğatfan, Fazara ve Yahudiler bir
araya gelmiş bir birlik kurmuş ve Hz. Peygamber (s.a.a)'in
başkenti Medine'yi ele geçirip İslam'ı ve İslam
Peygamberini yok etmeğe karar vermişlerdi! Şirk ordusu
Müslümanların sağından ve solundan saldırıya geçmiş,
şiddetten gözler yuvalarından çıkmış yürekler
ağızlara gelmiş olduğu bir sırada büyük cengaverin
kılıcını çekmesi ile savaşın durumu
değişmişti.
Hz. Ali
(a.s)'nin Amr İbn-i Vedd El Amri'yi öldürmesi o kadar ünlü ki anlatmaya
gerek görmüyorum. Ama benim üzerinde durduğum nokta Hz. Peygamber
(s.a.a)'in "Şu anda İslam'ın tamamı, Şirkin
tamamı ile karşı karşıyadır" sözüdür.
Şüphesiz
ki Amr müşriklerin başı, komutanı ve en büyük
savaşçılarıydı. Müşriklerin kaderi onun hayatına
bağlı idi. Ancak Müslümanların başı Hz. Muhammed
(s.a.a)'ti. Koruyucu ve kefil olan oydu. İslam'ın ve Kur'anın
varlığı onun hayatına bağlı idi. O halde neden
Peygamber kendi huzurunda Hz. Ali
(a.s)'nin şahsını "İslam'ın tamamı"
olarak vasıflandırdı?
Cevap:
Şirk grupları tek kitle halinde birleşmiş, Hz. Muhammed
(s.a.a)'in hayatını ilk ve son hedef olarak seçmişlerdi. Çünkü
onun hayatı İslam'ı temsil ediyordu. O olmadan
yayılması ve yaşaması mümkün olamayacak ve o anda
Peygamberin çevresini saran
azınlıktan başka Müslüman kalmayacaktı.
Hz. Ali (a.s)
tam aksi yöndeki hedef için sahaya çıkmıştı. Şirkin
başını kesip yok edecek, İslam'ın yayılması
önündeki en büyük engel kalkacak ve Arap yarımadasında hiç eseri kalmayacaktı.
Çünkü müşrikler İslam'ın önündeki ilk engeli
oluşturuyorlardı. Onun için
dir ki Hz. Muhammed (s.a.a) o anda
"bundan sonra onlar bizi değil biz onları
dağıtacağız" dedi. Hz. Ali (a.s) Amr İbn-i
Vedd'in karşısına çıkarken İslam
çağrısının tamamlanması, bayrağının
doğu ve batıda dalgalanması için çıkıyordu.
O halde bu
karşılaşma bir dönüm noktasını teşkil ediyordu,
tıpkı ulusal bir ordunun işgalci bir orduyla savaşın
kaderini belirleyecek bir çarpışmada karşı
karşıya gelmesi gibi. Buradaki dönüm noktası ya Hz. Ali (a.s)
Amru'yu katledecek, İslam'ın bütün karşıtları yok
edilecek ve şirk Arap Ülkesinden yok olacak; veya Amr Hz. Ali (a.s)' yi katledecek ve
İslam kaybedecek ve şirk kazanacaktı.!
Ancak
Allah (c.c), Hz. Ali (a.s)'nin kılıcı ile Müslümanları
muzaffer kılmak, nurunu tamamlamak, din ve Kur'an öğretilerini
canlandırmak ve İslam'ı yaymak istiyordu. Eğer Ali
(a.s)'nin o gün Amru'ya vuruşu olmasaydı Hendek savaşından
kıyamete kadar hiçbir zaman hiçbir cami yapılmayacak, hiçbir minare
yükselmeyecek, hiçbir dini müessese kurulmayacak, hiç kimse namaz
kılmayacak veya oruç tutmayacaktı. O vuruş olmasaydı ne
İslam ne de Kur'an olacaktı. Onun için HZ. MUHAMMED (s.a.a):
"ALİ (a.s)'NİN HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU
SIKLAYNIN (İNSANLAR VE
CİNLERİN) BÜTÜN AMELİNE EŞİTTİR." Başka
bir rivayete göre "ALİ
(A.S)'NİN AMR'LA VURUŞMASI, ÜMMETİMİN KIYAMET GÜNÜNE KADAR
Kİ AMELİNDEN DAHA HAYIRLIDIR." (18) der.
Bunun
için Şiiler "Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'e ortaktır"
dediler. Çünkü o Kur'anın etkisine,
nuruna, bilimselliğine, gerçek inancın yayılışına
ve Kur'anın kıyamet gününe kadar korunmasına
neden olmuştur. Hepimiz "iyiliğe vesile olan iyiliği
yapmış gibidir." ile "İyi bir yasa yapan
hem yasanın sevabını, hem yasaya uyanın
sevabını kazanır." Sözlerine inanırız.
Bunu söylerken de Hz. Ali (a.s)'nin,
Hz. Muhammed (s.a.a)'in hayırlı bir eseri olduğuna; ve Onun tüm
hayırlı yönlerinin ya Hz. Peygamber (a.s.v)'in duasıyla ya da
onun yönlendirmesi ile olduğuna inanıyoruz. İmam Ali'yi
övmek Güneşin
ışığını yansıtan Ayın
ışığını övmeye benzer. Bunun delilleri
arasında Hz. Ali (a.s)'nin sütten kesildiği andan itibaren ahlak ve
faziletli olarak yetişmesi için Allah (c.c), Peygamber (s.a.a.)'in
yanında yetişmesini sağlamıştı. Şimdi sözü ona bırakalım: "Peygamberin yanına girdiğim
zaman öyle bir heybeti vardı ki onunla konuşamadım.",
"Peygambere olan yakınlığımı biliyorsunuz,
çocukken kucağına oturturdu, bağrına basardı,
yatağına yatırırdı, hatta lokmayı çiğner
sonra bana yedirirdi. Ne sözde ne fiilde hiçbir zaman benim hiç bir
yalanımı görmedi.", "Peygamber (s.a.a)'i yavrunun annesini
takip ettiği gibi takip ederdim, her gün ilminden ve ahlakından bir
şeyler verir ve onun gibi uygulamamı isterdi. Bahra dağına
çıktığı zaman benden başka hiç kimse onu görmezdi,
peygamberlik evi o zaman sadece Allah'ın Peygamberi, Hz. Hatice'yi ve beni
barındırırdı. Vahyin nurunu görür peygamberliğin
kokusunu koklardım."
Ben, Peygamberlik konusunda fazla bilgi sahibi olmadığı halde İmamı Ekrem hakkında detaylı bir şekilde araştırma yapmış ona adete aşık olmuş bir edebiyatçı ile konuşurken şöyle demişti :
-"İmam'ın insaniyeti bütün gelmiş geçmiş ve
geleceklerden daha üstündür." dedi.
-"İstisna yapmak gerekir " dediğim de
sözlerinde ısrar etti. O zaman ben ona:
-"Bu sözlerin ispatı gerekir" dedim. "İmam
neden ne olursa olsun kan dökmeyi cinayet
sayardı." Dedi, ben de dedim ki,
-"Delil getirmek yerine yine ispat gerektiren
bir iddiada bulundun."
-"Katili için iyilik tavsiye etti, Cemel
vakasında Marvan İbn-i El Hakem'i, Sıffın'de
Amru İbn-i El Ası'ı afetti. Netice olarak da
Muaviye başardı ve İmam katledildi." Dedi.
-"Ancak, Bedir, Uhud, Ahzap ve Hayber
vakalarında çok kişiyi öldürdü." Dedim
"Bu savaşlarda görevli bir askerdi." Dedi.
-"Ama Cemel, Sıffin ve Nahrevan'da
komutandı ve yine de onlarca kişiyi
öldürdü." Dedim.
-"Bütün bu saydıklarında hücumda değil
savunmadaydı." Dedi.
-"Bütün peygamberler ve erdemli insanlar
savunma için savaşır, şiddeti yok etmek için
şiddet kullanır ve yüzlerce insanın
kurtulması için bir kişiyi öldürürler." Dedim.
-"Evet doğru, ama tarih hiçbir zaman Hz. Ali
(a.s) gibi merhametlisini ne tanıdı nede
tanıyacaktır." Dedi.
-"Bunu bu şekilde ifade etseydin tartışmayı
bu kadar uzatmazdık, sende rahat ederdin
bende." Diye cevap verdim.
İmam'ın
merhamet ve insanlığını tanıtmak için şu sözden
daha güzel bir şey ifade edebilir mi?
"Gücün
düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap"
İnsan
bütün yaratıklara karşı merhametli olabilir, en kritik zamanda
kızgınlığına hakim olabilir, haklarının
çoğundan vazgeçebilir, ama düşmana merhamet etmek ve ona şefkat
göstermek; bu sadece Allah (c.c)'ın sapmışlara yol göstermek
için kandil olarak seçtiği kişilere mahsustur.
Dine mensup
olup bütün suçları kendilerinin kişisel veya parti görüşlerine
katılmayan masum ve vefalı insanlardan intikam almak için hile ve
nifaka başvuran bazı kişilerin bu hikmetten
yaralanmasını ne kadar isterdim.
Batılıların
çağdaş yazarlarından biri: "İslam'ın
bağımsız bir felsefesi yoktur. İslamın
filozofları; Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun felsefelerini anlatmakla
yetindiler." Diye yazdı.
Bu görüşe
karşı koyan bir grup bunu söyleyenin cahilliğini ve gerçeklere
yaptığı haksızlığı kesin delillerle ispat
ederek cevap verdiler. Gördüğüm kadarıyla Üstat Kadri Hafız
Tuvkan, "Arapların Ölümsüzleri" ve "Arapların Bilimsel
Kültürü" adlı iki eşsiz kitapla bu işin hakkını
verdi.
Kendini
bilgiç sanan bazıları: "Müslümanların felsefesi nereden
olacak ki? Diğer toplumlarla irtibatları başlamadan önce Kur'an
ve Hadisten başka bir şeyleri yoktu." Diye ahkam kestiler.
Bu kısmen
doğrudur. Bir zamanlar Müslümanların Kur'an-ı Kerim ve Hadisten
başka bir şeyleri yoktu. Buna karşılık biz soruyoruz;
"Kur'an-ı Kerim fal kitabı mıdır? Hadis halk
hikayeleri midir?" Diyebilirler ki: "Kur'an-ı Kerim ve hadisler,
Arapça dil bilgisinin ve fıkhın kaynağı olabilir; ama
varlıkları neden ve sonuç açısından açıklamak, alemin
eskiliği ile yeniliği, tekabülün bölümleri, bilinçaltı duygular
gibi felsefi araştırmaları ne bir ayete ne de bir hadise bağlamak
mümkündür. Araplar o zaman tartışma usullerini ve felsefi
muvazeneleri bilmeyen cahil bir milletti.
Bunun için Kur'an-ı Kerim Araplara hitap ederken
fıtratlarına ve duygularına hitap etti. O halde Kur'an-ı
Kerim bir felsefe kitabı değilse felsefe onlara nereden
gelecekti?!"
1-
Kur'an-ı Kerim belli bir nesil, belli bir toplum, belli bir cinsiyet, veya
belli bir grup için inmemiştir. O
Hak için bütün nesillere, toplumlara, ve
nerede olurlarsa olsunlar bütün insanlara inmiştir. Kur'an-ı Kerim
mademki eşit olarak hem ileri hem geri toplumlara indi o halde
insanın fıtratına ve aklına hitap etmeliydi. Ayrıca
Kur'an-ı Kerim'in hitap ettiği Arapların
inanışları farklı idi. Aralarında Allah'ı ve
ahiret gününü inkar eden materyalistler, putperest müşrikler ve Ehli Kitap
(Hıristiyan ve Yahudiler) vardı. Kur'an-ı Kerim bunlarla
tartıştı ve ihtilafa düştükleri konularda son sözü söyledi.
Hakkı; kesin, mantıklı delil, akli kanıtlar ve vicdani
hüccetlerle ispat etti. Peki felsefenin bundan başka bir anlamı veya
bir hedefi var mıdır?
2- Diğer bilimler gibi felsefenin
de bir konusu ve hedefi vardır. Konusu bütünü ile varlık yani
varlığın bu evrendeki gerçeğini aramak, hedefi ise
gerçeğin kendisini bilmek. Kur'an-ı Kerim de evrenden, evrenin
oluşumundan, aslından ve sonucundan, gökyüzünden ve içindeki
yıldızlardan, Yeryüzünden ve
yeryüzünün harikalarından bahsetti.
Ayrıca insandan, insanın gerçeğinden, eyleminden ve bir
çok ilime temel teşkil eden buna
benzer konulardan bahsetti.
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
تِبْيَانًا
لِكُلِّ
شَيْءٍ
وَهُدًى
وَرَحْمَةً
وَبُشْرَى
لِلْمُسْلِمِينَ}(النحل/89)
Sana her şeyi açıklayıp
anlatan ve Müslümanlara hidâyet, rahmet ve müjde olan kitabı indirdik.
Nahl: 89
Alimler
Kur'an-ı Kerim'in ilmi ile ilgili özel kitaplar yazdılar; bunlar
arasında "zarkani'nin yazdığı Manhal El İrfan Fi
Ulum-i El Kur'an, İbn-i Kayyim el Cevziye'nin yazdığı
Ettibyan, Dr. Subhi Saleh'in yazdığı Mabahis fi Ulum Al
Kur'an" kitaplarını sayabiliriz. Evet Arapların sadece
Kur'an-ı Kerim'i vardı; ama o da bilimlerin kaynağı ve
denizi idi (Nehru'nun dediği gibi). Yoksa Araplar naklettikleri Yunan
felsefesi ile değil "sadece Kur'an-ı Kerim'le bugünkü modern bilimlerin öncüsü
oldular." Eflatun ve Aristo'nun fikirleri ile değil. İngiliz
Üstadı Wels: "Arapların
ayak bastıkları her yerde Kur'an-ı Kerim'le bilim
şahlandı." Demiştir.
Yunanlıların
Mısırlılardan ve Mezapotamya'dan naklettikleri gibi, Araplar da
Yunanlılardan nakletti. Bu eğer bir şeyi kanıtlıyorsa
onların uygarlığını ve başka uygarlıklarla
kaynaştıklarını kanıtlar. Ayrıca bilimlerine
başkalarının da bilimlerini kattıklarını,
uygarlıkta belli bir sınırda kalmayıp uygarlık nerede
ise oradan almaya çalıştıklarını, (Peygamberlerin ve
Kur'an-ı Kerim'in emirleriyle) hikmet, nerede olursa olsun
öğrenmeğe çalıştıklarını kanıtlar.
Eğer cahil
bir yabancı: "Müslümanlarda Filozof yoktur." derse, cevap olarak
deriz ki: Batının fikir önderleri, İslam
uygarlığı ve felsefesi hakkında ciltler dolusu kitap
yazdılar ve çağdaş bilimin temelinin Müslümanlara ait
olduğunu, Müslümanlar olmasaydı söz konusu bilimin birkaç yüzyıl
daha geç kalacağını rakamlarla ispat ettiler. Evet Araplar Yunan
Felsefesini tercüme ettiler; ama felsefeye eklediklerini bir benzetme ile izah
edecek olursak yelkenli gemi ile motorlu gemi arasındaki farka
benzetebiliriz. El Razi, El Bustani, El Beruni, İbn-i Heysem,
Şirazi, Tusi, Ğazali, İbn-i Hayyan, Farabi, İbn-i Sina, El Kindi ve
benzerlerini doğuran bir ümmete "filozofları yoktur"
denemez. Bu ünlü kişilerin -bütün değil- buldukları teorilerin
bir kısmını yazmak istiyorum.
El Razi, çekim gücünü Newton'dan önce buldu, çünkü: "yere
düşen maddeler için bunları yere çeken çok güçlü bir çekim gücü
vardır." demişti. Hasan İbn-i El Heysem, cisimlerin üzerine
düşen ışın ve ışığı
araştıran görsel bilimi ilk bulan kişidir. Muhammed İbn-i
Musa, Cebir bilimini kurdu. Aristo'nun mantıkta
ulaştığı düzeye Cabir İbn-i Hayyan kimyada
ulaştı. Hz. Cafer Sadık (a.s)'ın talebesi ve nizam
uzmanı Hişam İbn-i El Hakem ise seslerin ve
ışıkların sonuç değil cisim olduklarını
yazdı. Tarih sayfaları, Miladi
13. yüzyılın başlarında yaşayan Ebi El Hasan'ın
zaman ölçüsü hakkında yaptığı kesin tespitleri
yazmıştır. Nasireddin El Tusi, üçgenleri astronomiden ilk defa
ayıran ve kendi halinde bir bilim
dalı haline getiren kişidir. Onun "Şekl El Kitaa"
adlı kitabı Latince'ye Fransızca'ya ve İngilizce'ye
çevrilmiş ve yüzyıllar boyunca Avrupa alimlerinin Kaynak Kitabı
haline gelmiştir. Üstat Kadri Hafız Tuvkan, "Arapların
Ölümsüzleri" adlı kitabında: "El Tusi, Hendesede (Geometri)
sadece kendi çağdaşlarını değil
çağımızın alimlerini de
aşmış bir alimdir." der. Sadr El Mute-Ellihin (19) olarak anılan
Muhammed İbn-i İbrahim, Darwin'den üç yüzyıl önce evrim
teorisini ileri sürmüş ve sağlam bir temele oturtmuştu. Bununla
ilgili olarak Amerikalı Drouber "Dinle İlimin
Çekişmesi" adlı kitabında: "yetişim ve
gelişim teorisi Arap ve Müslüman kitaplarında okutuluyordu.
Üniversitelerde okutulması ve
madenlere uygulanması konusunda bizden çok daha ileri bir düzeye
varmışlardı" demiştir. Isfahan şehrinde Bahaeddin
El Amili'nin inşa ettiği "Mescit Şah" isimli bir cami
vardır. Bu caminin kubbesinin altında bir kişi konuştuğu
zaman
sesin
yankısı yedi kere tekrarlanmakta, bir ucunda bir kişi
konuştuğu zaman uzak olmasına rağmen diğer ucundaki
insan mikrofonla konuşuyormuş gibi duyabilmektedir. Daha sonra bunun
sırrının farklı bir geometrik şekilde yaparak caminin
ortasına yerleştirdiği iki taşın sayesinde olduğu
anlaşılmıştır.
Cami günümüze kadar turistler ve meraklılar tarafından ziyaret
edilmektedir.
Tekrar
ediyoruz, Arap uygarlığının temeli Kur'an-ı Kerim'dir.
Çünkü o sadece bir din kitabı değil, din ile birlikte, Fen, Yasa,
Felsefe, İlim, Ahlak, Ekonomi, Siyaset ve diğer ilimlerin var
olduğu bir kitaptır. Gördüğümüz kadarıyla bu ilimler, bu
konular için yazılmış kitaplarda olduğu gibi bölümlere
ayrılmamıştır ama istisnasız bütün bu ilimlerin temelinin teşkil edildiğini ve
kurallarının konulduğunu görüyoruz. Bu gerçek zaman geçtikçe ve
yeni buluşlar oldukça
anlaşıldı. Ne zaman yeni
bir şey keşfedilse, onun temelinin Kur'an-ı Kerim'de
olduğunu görüyoruz. İbn-i Abbas bu konu ile ilgili olarak
"Kur'an-ı Kerim'de öyle anlamlar var ki bunlar zamanla
anlaşılacaktır." Demişti. İmam Cafer Sadık’
ta dedi ki: " Kur'an’da öyle açıklamalar var ki bir kısmı
gerçekleşti bir kısmı da zamanı gelince
gerçekleşecektir." Ve dedi ki "helal haram konusu ilimle (
Kur'an-ı Kerim'deki ilmi kastederek ) mukayese edilirse hiçbir şey
sayılmaz! (20) yani Fıkıh, Kur'an-ı Kerim'in ilimlere
ayırdığı büyük bölümün küçük bir parçasıdır. Üstad Nevfel,
“Allah ve Çağdaş İlim, Kur'an ve Çağdaş
İlim” adlı kitabında, bu konu için söylediğimizin
gerçekliğini rakamlarla ispat etmektedir. Renours diyor ki:
"Avrupa’yı onuncu yüzyılda ilerleten, Tabiat, Astronomi, Felsefe
ve Matematik gibi ilimlerin
Kur'an-ı Kerim'den alındığını itiraf
etmeliyiz" Bütün bunlardan sonra Müslümanların felsefesi ve ilimleri
yoktur denebilir mi? Allah’ın ölümsüz ve sonsuz Kitabı göz önünde
iken Hz. Ali (a.s)’nin karıncadan, yarasadan ve tavustan bahsetmesi veya
Yaratıcının tenzihinden,
ilimlerin inceliğinden söz etmesi tuhaf olabilir mi? Sonra bu
aklı evvelin Nehc’ül Belağa’nın Hz. Ali (a.s)’ye mal
edildiğini ileri sürebiliyor.(21) nedeni de -ona göre- Müslümanların Felsefeleri
olmayışı ve Nehc’ül
Belağa’nın İmam'ın bilgisi ve kültürünün üstünde oluşu
imiş(!)
Hz. Ali (a.s)’yi İlimden uzak
tutmak için sadece iki yol vardır: Hz. Muhammed (s.a.a)'i ve Kur'an-ı
Kerim'i ilimden uzak tutmak! Veya Hz.
Ali (a.s)’nin hem Kur'anın hem Sünnetin ilimlerini nezdinde
topladığını iddia etmek. Eğer felsefenin kendini ifade
edecek bir ortamı varsa hiç bir akıllının bunu
söylemeğe cüret edeceğini sanmıyorum.
Birileri
garipseyip: "nasıl kesin bir şekilde 'eğer Hz. Ali (a.s)
alim değilse; Hz. Muhammed (s.a.a)
de alim değildir, Kur'an-ı
Kerim'de de ilim yoktur.’ Diyebiliyorsun" diyebilir.
Böyle bir sorunun
cevabını her Müslüman veya İslam Tarihi hakkında az da olsa
bilgisi olanlar bilir. Yakın olanlar da uzak olanlar da bilir
ki Hz Ali (a.s) Kur'anın
tercümanı, konuşan lisanı, Peygamber ilminin belirli yolu ve
(Ayşe’nin dediği gibi) Kur'an-ı ve Sünneti en iyi bilendir.
Eğer Hz. Ali (a.s) Kur'an ve sünnette cahil ise sahabelerden alim olan
kimdi? Eğer Peygamberin en yakını,
İslam'a
ilk inanan kişi olan Hz. Ali (a.s) Kur'anın ve Sünnetin ilmini
bilmiyorsa, Uğruna üniversiteler kurulan ve hakkında binlerce kitap
yazılan İslam ilimleri nelerdir? Dünyanın dört bir yanına
nasıl yayıldı.?
Hz. Muhammed
(s.a.a) dedi ki: "Baş insan için ne ise Ali de benim için odur." (22) Ebu
Bekir'den nakledilen bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.a)'in "Ben Allah için
ne isem Ali de benim için odur."(23)
Dediğini rivayet ederler.
Ayrıca Hz. Peygamberin "Ey
Ebu’l Hasan ilmi su gibi içtin" ve "Ben ilim şehriyim Ali de
kapısıdır." dediği rivayet edilir. (24) İbn-i
Abbas da der ki: "Ali'ye ilmin onda dokuzu verildi, diğer insanlara
bırakılan onda bire de ortak oldu." Ömer İbn-i El Hattab da
der ki: "Peygamber Ali'yi ilimle beslerdi." Said İbn-i El
Museyyeb der ki:"Ali'den başka Peygamberin hiçbir sahabesi "bana
sorun" demezdi. Kendisinin de "istesem fatiha suresinden yetmiş
katır yükü kadar anlam çıkarırım" dediğini
rivayet ederler. (25)
Doğrusu
Hz. Ali (a.s)'nin faziletleri ve ilmi hakkındaki hadislerin bitmesi mümkün
değildir; ki doğuda ve
batıda Müslüman veya Müslüman olmayan alimler onun hakkında ciltler dolusu yazmışlardır.
▬
Eğer
felsefe; bir oranlama figürleri,
varlıkları zihinsel olan ve olmayan, öz ve yüzeysel, ve sadece
evhamda var olan bütünler ise; ve eğer filozof, karanlık bir odada
oturup evrenin ve doğanın bütünlüğünü düşünen,
düşünceleri ile yaşamakta olduğumuz hayatın üzerinde uçan,
aklını ilke ve kural üretmek için bir laboratuar olarak kullanan ve
bunları insanlara birer tılsım ve bilmece şeklinde sunan
ise Hz. Ali (a.s) felsefeden ve filozoflardan en uzak kişidir.
Yok eğer
felsefe, düşüncelerin açıklanması, akla doğrusunu
eğrisini ayırt edilmesi için sunulması ise; ve filozof
gerçeği delil ve mantıkla destekleyen, aklın kabul ettiğine
sarsılmaz bir inançla inanan ve inandığı şeyi
sadakatle tatbik etmeğe çalışan ise İmam filozofların
piri ve efendisidir.
Ben bu özette
İmam'ın felsefesi hakkında yazmak istemiyorum. Ancak onun
söylemiş olduğu bir cümleye rastladım. Belki bu cümle onun
felsefi yönünü ve felsefedeki gayesini belirlemektedir. Diyor ki:
"Akıllar
düşüncelerin, düşünceler kalplerin, kalpler duyguların, duygular
da unsurların imamlarıdır."
Örneğin
insan, "demokrasi mi daha iyidir diktatörlük mü?" Diye bir
düşünce ile karşı karşıya kalsa, aklı ile
muhakeme yapar. demokrasi ile diktatörlüğün iyilik ve kötülüğünü
dikkatle mukayese eder. Birinin
iyiliğinin daha fazla olduğunu görür, ona kesin olarak inanır ve kabul eder.
İşte kalbin rolü budur.
İnsan ne zaman bir ilkeye tam olarak inanırsa bu onun sembolü olur,
hiçbir tenkit eleştiri veya eziyete aldırmadan onun için çalışır ve her türlü
fedakarlığı yapar. İşte duyguların ve
unsurların rolü de budur.
İmam'ın
ne demek istediği açıklığa kavuştuktan sonra onun bu
sözlerinden şu neticeleri çıkartabiliriz.
1-
Aklın
görevi fikirleri elemek ve belirlemek, ancak aşağıda
belirtildiği gibi aklın geçemeyeceği sınırlar
vardır.
2-
Akılla
ve aklın kuralları ile çelişen İnanç, -hangi inanç olursa
olsun- hak ve doğru olamaz.
3-
Gerçeğe
uygun ve aklın doğru olduğunu kabul ettiği bir teori
eğer tatbik edilmezse faydalı değildir.
Burada dile
getirdiğimiz düşüncenin özeti: düşüncenin inanca dönüşmesi,
inancın da his edilen bir eyleme
dönüşmesi gereğidir.. Hz. Ali (a.s)'nin "İman ve fiil
birbirinden ayrılmayan iki ikiz kardeş, iki yoldaştır.
Allah (c.c) hiçbirini tek başına kabul etmez." sözü bunu
ifade etmektedir.
Birisi:
"Materyalistlerin felsefesi; sadece fiili değer olarak kabul
eden ve bu temele dayanarak üretimle
dağıtımı ve insanların ilişkilerini düzenleyen
bir görüştür". Diyebilir.
Cevap olarak:
" Evet, din de materyalistlerin sadece maddeyi asıl, ruhu da sonuç
olarak kabul eden felsefelerini reddeder."
Ütopyacıların
da "Asıl olan fikirdir, maddede onun sonucudur, yeryüzü ve bütün
gökteki yıldızlar madde şeklinde birer ruhtur." diyen
felsefelerini de reddeder diyebilirim.
Varlığı
sadece maddeyle veya sadece ruhla sınırlamanın nedeni; bazı
filozofların, "Akıl, gerçeği idrak edilen şeylerden
farklı olsaydı idrak etmesi imkansız olurdu, çünkü
çelişkili iki şeyden biri çelişkili olduğu diğerini
aralarındaki ilişki yokluğundan dolayı idrak etmesi mümkün
değildir." Demesidir. Aralarında bir uyum sağlamak için
akılla maddeyi birbirine bağladılar ve aklın beyindeki ve
sinir sistemindeki atomların titreşimlerinden oluştuğunu
iddia ettiler.
Ütopyacılar
da bunun tam tersini dile getirdiler, onlara göre de maddenin
varlığını akla bağlayarak, aslında tabiatın
varlığı maddi değil ruhsaldır dediler. Yani birileri
aklı maddeleştirdi diğerleri de maddeyi
akıllaştırdılar. (26)
Başkaları
da "Akılla vücut ayrı nitelikler taşır ve ikisi de
varlık olarak birbirinden bağımsız ve gerçekte
birbirinden ancak aklın maddeye
yetişmesinde bir sakınca da yoktur. ayrıdır; buradaki yetişmenin
anlamı, akılda maddenin kendisinin değil suretinin ve benzerinin
resmedilmesidir, bunun tersinin olması da imkansızdır."
dediler. (27)
Ancak İslam ve diğer semavi dinler üç
gerçeğin varlığını kabul eder. Allah (c.c), Akıl
ve madde. Madde varlığın esasları arasına girer; ancak
aklın da maddenin de varlığı Allah'tandır.
İmam'ın
düşünceleri ve sözleri bu gerçeğe dayanır. Bu da
materyalistlerin, ütopyacıların
ve her ikisini birleştiren -hem ruhun hem bedenin gerçeğini kabul
eden- ama Allah (c.c)'ın varlığını inkar eden üçüncü
grubun düşünceleri ile çelişir.
Bunları
incelediğimiz zaman materyalistlerin; çalışmanın madde
olduğunu, ve evrende maddeden başka hiçbir şeyin
olmadığını düşünerek çalışmayı
kutsadıklarını görürüz. insanın değeri de
ürettiği gıda, giyim ve inşa ettiği bina nispetine göredir.
Eğer İmam "İnsanın değeri yaptığı
ihsan kadardır" diyorsa, aynı zamanda "Allah (c.c)'ın
istediği olur" diyordu. Eğer İmam insanlara faydalı
olan çalışmayı kutsuyorsa bunu Allah'a imanla birlikte
kutsuyordu. Çünkü Allah madde üstüdür. Onu duyular idrak etmez ve o bütün
varlıkların aslıdır.
İmam (a.s), hayatla ilgisi olmayan boş ve anlamsız
tartışmalardan sakınılmasını tavsiye eder.
Örneğin, senden ruha inanmanı ister; çünkü ruh varlığa kök
salmış sabit bir gerçektir. Aynı zamanda inanç konusunda bu
kadarı ile yetinmeni, ruhun özelliğini, basit bir cevherden mi yoksa şeffaf
atomlardan mı meydana gelip gelmediğini araştırmanı
istemez. Senin bu araştırman bazı inanç sahiplerinin Hz.
İbrahim'e inen kurbanın ağırlığının yüz
kg ağırlığında olup olmadığını
veya Hz. Nuh'un gemisinin uzunluğunun seksen arşın olup
olmadığını araştırmasına benzer ki
bunları tartışmanın hiçbir anlamı yoktur.
Materyalistler,
canlı varlığı duyguları ile
sınırlandırır bundan ötesini anlamsız ve boş laf
olarak görürler. İmam (a.s) ise canlı varlığı
duyguları ile sınırlandırmaz, akıllı
varlığın düşüncelerini hissedilenle veya edilmeyenle ilgili
olsun sözlerini dünyasına ve ahretine faydalı olabilecek
şeylerle sınırlandırmasını ister. Onun
"İlim fiille birlikte olmalıdır. En adi fiil, imana ulaşamayarak sözde kalarak, etkisi
ahlakta ve eylemde görülmeyendir." Sözleri bu anlamdadır.
Allah (c.c) da Kur'an-ı Kerim'de
şöyle buyurmaktadır.
لاَ
خَيْرَ فِي
كَثِيرٍ مِنْ
نَجْوَاهُمْ
إِلاَّ مَنْ
أَمَرَ
بِصَدَقَةٍ
أَوْ مَعْرُوفٍ
أَوْ
إِصْلاَحٍ
بَيْنَ
النَّاسِ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذَلِكَ
ابْتِغَاءَ
مَرْضَاةِ اللَّهِ
فَسَوْفَ
نُؤْتِيهِ
أَجْرًا
عَظِيمًا}(النساء/114)
"Bir
sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı veya insanlar arasını
düzeltmeyi emredeninki hariç, onların aralarındaki gizli
konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur.... Nisa
Suresi 114."
Akıl
İmam (a.s)'a göre vahiy, duygu ve deneyimle birlikte irfan ve bilginin
nedenlerinden biridir. Ancak vahiy ile diğer unsurlar arasında fark
çok büyüktür. Vahiy doğa ile veya doğa ötesi ile ilgili olsun
istisnasız bildirdiği her şey Hakkel Yakindir. (Gerçeğin ta
kendisidir.) (28) Duygularla deneyimin alanı maddeyi aşamaz.
Aklın da aşamayacağı sınırlı bir alanı
vardır. O, her etkinin bir etkileyicisi, her düzenin bir düzenleyicisi,
adaletin iyi, zulmün kötü, yararlı olanın hayır yararsız
olanın şer olduğunu
bilir, aynı zamanda akıl, duygu ve tecrübe ile günlük
hayatımıza gerekli olan icat ve keşiflerle ilgilenir. Aklın
görevi sadece bu kadardır. O halde ortada aklın, duygunun idrak
etmediği ve deneyimle bilinmeyecek şeyler vardır. Buna
rağmen akıl, gerçekliğini
ve değerini korur.
İmam (a.s)'ın
bizi aydınlatan sözlerinden biri de "hayırla şer, güzellikle kötülük tek bir
şeyin içinde bulunan gerçek sıfatlardır." Akıl da,
sabit ve gerçek şeyleri ifade eder. Yoksa kişisel teori sahiplerinin
ifade ettikleri gibi; kişinin çevresi, terbiyesi veya
kişiliğindeki iyilik veya kötülük oranına göre iyi veya kötü bir
şekilde konuşmaz. İmam (a.s)'ın bu konudaki sözleri
gerçekçidir. Bunu "Hak kişilerle değil, kişiler Hakla
bilinir." Veya "Hakkı bilirsen Hak Ehlini de bilirsin"
Sözleri çok güzel dile getirmektedir. Bu sözlerin gerçekleşmesi için
Hakkın kendiliğinden ayakta durması, her türlü koşuldan
bağımsız kılınması gerekir. İmam (a.s);
akla, aştığı
takdirde cahilliğe düşeceği ve tökezleyeceği bir
sınır çizmiştir. Özellikle Allah (c.c)'ın zatı ve
gerçeği ile ilgili olduğu zaman. Bu konuda şöyle diyor:
"Evhamlarda Allah (c.c) için ne düşünülüyorsa gerçek onun
tersidir." Yani, aklın tasavvur gücü varlık esasının
sınırında durur. Çünkü akıl Allah zatının
gerçeğini tasavvur etmekte yetersizdir.
Kant'ın
"Akıl zaman ve mekanla sınırlı, şehvetle
çevrilidir. Bu nedenle akıl, yaşadığımız bu
alemin hiç bir şeyi ile sınırlandırılamayacak,
bildiğimiz hiçbir şeyi ile vasıflandırılamayacak olan
Allah (c.c)'ın mahiyetini idrak etmesi imkansızdır." Diyen
düşüncesi İmam (a.s)'ın düşüncesine yakındır.
Kant, İmam'ın "Allah vardır ancak aklın evhama ve çelişkiye
düşmeden aşamayacağı sınırları
vardır." Düşüncesini de ikrar eder. Ancak İmama göre
"akıl Allah (c.c)'ın mahiyetini bilmeden
varlığını bilir." Kant'a göre "Allah (c.c) kalp
yoluyla bilinir, akıl ise ne varlığın temelini ne de Allah
(c.c)'ın mahiyetini bilebilir"
Doğrusu
bilemiyoruz kalbin, sebepler ve sebebiyet verenlerle, nedenler ve
sonuçlarla, ne işi olabilir?
İmam (a.s); aklın, kendi görüşü ile düzenleyen olmadan düzen
olamayacağını, neden olmadan sonuç olamayacağını
bilerek Allah (c.c)'ın varlığına inanacağını
görmektedir. Bunların hepsi de kalpten uzak şeylerdir.
Her şeye
rağmen İmam (a.s), bilginin nedenini vahiyle
sınırlandırmaz, her bir unsurun ilgili olduğu alanla
sınırlı kalması koşuluyla buna deneyimi, incelemeyi ve
aklı da ekler.
▬
Ne Hz. Muhammed
(s.a.a)'in zamanında ne de dört
halifenin zamanında ilim için kurulmuş ne okullar, ne de enstitüler vardı. Sahabeler
çevreye dağılır Peygamberden ve Kur'an-ı Kerim'den
öğrendiklerini insanlara öğretirlerdi. Yalnız bu öğretiler
ibadet, farzlar ve benzer hükümleri aşmazdı.
Ancak
Kur'an-ı Kerim'in bilimsel sırları ve gaybi mucizeleri,
bilimselliği, tekniği ve her şeyi kapsaması her zamana ve
her mekana uyumluluğun sırrını sadece ilahi ilmin derinliğini bilenler bilir. Onlar
da Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beytidir. Diğerleri ise ya hiçbir
şey bilmez veya bildikleri kendi zamanının koşullarına
uygun olan insanların ve bindikleri atlarının şeceresini
yazma, hurafeler, Ayyafeler (kuşların uçuşundan anlam
çıkarmak) iz sürme, rüya tabiri, nalbantlık, hastaları demir ve
ateşle dağlamak gibi şeyleri bilirdi. Eğer sahabelerden
birinin işe yarar bir marifeti olmuşsa, bunun kaynağı
peygamber veya Ehl-i Beytidir. Bu konuda örnekler sayısızdır.
Ben burada birkaç örnek vereceğim.
Halife Ömer;
meclisinde, Bedr savaşına katılan yaşlı sahabelerle
birlikte İbn-i Abbas'ı da bulundururdu. Bu durumdan rahatsız
olan sahabeler bir gün ona "neden bu genci bizimle birlikte
bulunduruyorsun?" diye sordular. Buna karşılık bir gün
onları topladı, İbn-i Abbas'ı çağırdı ve
onlara Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin anlamını sordu,
bir kısmı sustu bir kısmı da: "bilmiyoruz" diye
cevap verdi. İbn-i Abbas ise ayetlerin anlamını
açıkladı. O zaman Ömer onlara "İşte görüyorsunuz
değil mi?" dedi. (29) Eğer İmam (a.s)'ın
öğrencisi Bedr'in yaşlıları ve sahabelerin büyüklerine ders
verebildiyse öğretmenine ne demeli? İbn-i Abbas'a "senin ilmin
amcanın oğlu Ali'nin ilmine göre nispeti nedir?" diye
sordukları zaman denizle su damlası arasındaki fark
gibidir" diye cevap verdi. Aslında Hz. Ali (a.s)'nin ilmi deniz
değil okyanustur. Çünkü Müslümanlar İbn-i Abbas'a Deniz ve Bilge
adını takmışlardı. İbn-i Salih şöyle rivayet
ediyor: "İbn-i Abbas'ın kapısında bilgi sormak için
bekleyenleri gördüm; evin önü ve sokak dolusu idi." İbn-i Abbas
Muaviye ile birlikte hacca gittiği
zaman Muaviye'nin bir maiyeti,
İbn-i Abbas'ın da ilim talep edenlerden bir maiyeti vardı.
Bağdadi, Ata'nın şöyle söylediğini rivayet eder. "Ben
İbn-i Abbas’ın meclisinden daha faydalı bir meclis görmedim,
Kur'an’dan, Gramerden, Şiirden veya Fıkıhtan sormak isteyenlerin
hepsi bir arada onun meclisinde idi"
İbn-i Abbas'ın
anlattığı izah ettiği bütün bu ilimler Ebu’l
Hasan'ın genişliği ve
derinliği belirsiz okyanusundan sadece bir damla idi. İbn-i Abbas
İmam (a.s)'ın yegane öğrencisi değildi, Hz. Ali (a.s.)
peygamberden sonra istisnasız herkesin üstadı idi. Herkes ondan ilim
alıyor, onun sözlerini Kur'an-ı Kerim'i delil gösterdikleri gibi
delil olarak gösteriyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.a) onun için
"Ali Kur'anla, Kur'anda Ali İledir, havz'ın başında
bana gelinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. (30)
demiştir. Bu hadisten aşağıdaki sonuçları elde
ederiz:
1-
Kur'an-ı
Kerim'in
وَمَا
آتَاكُمْ
الرَّسُولُ
فَخُذُوهُ
وَمَا
نَهَاكُمْ
عَنْهُ
فَانْتَهُوا
وَاتَّقُوا
اللَّهَ
إِنَّ
اللَّهَ
شَدِيدُ
الْعِقَاب
(الحشر/7)
"Peygamber,
size ne verirse onu alın ve neden
vazgeçmenizi emrederse ondan vazgeçin" Haşır Suresi:7
ayeti,
Peygamber hadisinin Kur'an-ı
Kerim gibi olduğuna, "Ali
Kur'anla beraberdir" ve "...Ali Kur'anın mertebesindedir"
hadislerinin, Ali'nin, Allah (c.c)'ın yolu, kullarına karşı
hücceti olduğuna, ona
karşı gelenin Kur'ana karşı geldiğine delildir. bütün
bu nedenlerle bize göre Hüccet
(Delil) ve İtaat
açısından Allah (c.c), Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) birdir.
2-
Hz
Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'in bütün ayrıntıları ile bütün
gerçeklerini ve ilimlerinin
tamamını bilir. Eğer bilmediği bir şey olsaydı o
zaman biri diğeri ile birlikte olmazdı.
3-
Hz.
Ali (a.s) Kur'an gibi hatasızdır. Batıl onun ne önünden ne de
arkasından gelir.
4-
O
Kur'an gibi ölümsüzdür ve bu ölümsüzlük kıyamet gününe kadar sürecektir.
5-
Hz.
Ali (a.s)'nin Kur'ana, Kur'anında Hz Ali (a.s)'ye ihtiyacı
vardır. Çünkü beraberliğin anlamı birinin diğerine
ihtiyacının olmasıdır. Hz. Ali (a.s) ilim kaynağı
olarak Kur'ana başvurur, Kur'anında Hz. Ali'nin izah ve
açıklamasına ihtiyacı vardır. Bunu için İmam (a.s)
Kur'an için "O suskun Kur'an bende konuşan Kur'anım."
Demiştir.
O, Hakla
Batıl arasında bir ölçüttür. Onun için Hz. Muhammed (s.a.a) ona:
"Hiçbir mümin senden nefret etmez, hiçbir münafık da seni sevmez."
demişti. Yine bundan dolayı o Cennet ve cehennem ehlinin
ayırıcısıdır. Yani mümin onu sevmesi, münafık
da ondan nefret etmesi ile belli olur.
Bu durumda,
açıkça görülüyor ki Hadisi Şerif, Hz. Ali (a.s) ve Kur'an-ı
Kerim tamamen aynı düzeydedirler. Aralarındaki beraberlikten ve
alakadan dolayı Kur'anın yüceliği ne ise Hz. Ali (a.s)'nin
yüceliği odur.
Eğer
"Ali Kur'anla beraberdir" hadisini göz ardı edip Hz. Ali
(a.s)'nin doğumundan ölümüne kadar hayatını ve
davranışlarını
inceleyecek olursak göreceğiz ki o bütün hayatını
Kur'an-ı Kerim için adamıştır. O ki küçükken Kur'an-ı Kerim'i
Peygamberden öğrendi, büyüyünce de
Peygam-berle birlikte onu savunmak için savaştı. Halife
olduktan sonra da, Nakisin, Kasitin ve Marikinlerle (Sadakatsiz, Haksız ve
Kur'an yorumunda sorumsuzluk yapanlar) la
savaştı. Üç Halifenin zamanında Kur'anın
öğretilerini yaymak için elinden gelen her şeyi yaptı. O halde
söz konusu hadis; ispat edilmiş bir gerçeği, İmam'ın
çocukluğu, gençliği ve yaşlılığında
yaptığı özveriyi ifade ediyor.
Kahire
Üniversitesi Bilimler Fakültesi dekanı sayın Ali El Jundi'nin
dediği gibi: "Bu açık seçik gerçeği görmeyenler; sadece görmek istemeyen hakka
inat eden, alışılmışın dışına
çıkan ve gözün görebildiği kulağın işitebildiğini
inkar edenlerdir."
Allah (c.c);
Hz. Ali (a.s)'nin iyiliğini, Hz. Ali (a.s) ile de bu milletin
iyiliğini istedi. örnek olarak
yetişmesi için onu, kendi benzerinin ve kendisinden daha üstün birinin
yanında büyümesini sağladı. El Şabi, Hz. Ali (a.s.) için
şöyle yazar: "Ali'nin bu ümmetteki durumu Meryem oğlu
İsa'nın Beni İsrail'deki durumuna benzer". Hasan El Basri
de onun için "Allah (c.c)'ın
düşmanlarına attığı isabetli bir oktur."
demişti. O kendini Kur'an-ı Kerim'e adamış, onu
öğrenmiş ve öğretmişti.
Hikmet sahibi
Ali (a.s)'ye gelince, Peygamberlerden sonra – Ebu’l Haseneyn'den (Hasan ve
Hüseyin'in babası) başka bu vasfa layık kimseyi göremiyorum-
eğer Hikmet sahibi olmasaydı Hikmet sahibi olması gerekirdi, çünkü hikmetin bütün
koşulları ve nedenleri onda mevcuttu. Onun özü temiz, gönlü hoş,
ruhu berrak, zekası keskin, gaybi ince şeylerden tahmin ederdi.
Doğru çıkan bir çok tahmini oldu. Onun adamlarından biri bir
gün: "Ey Emir El Müminin sende Gaybin bilgisi vardır." deyince gülmüş
ve "bu gaybi bilmek değildir. Bu
alimden öğrenmiş
olmaktır." Diye cevap vermiştir. (31)
İmam (a.s)
der ki: "Kahin sihirbaz gibi, Sihirbaz da kafir gibidir. Kafir de
cehennemliktir." Meşhur olayı hepimiz biliyoruz, bir gün sefere
çıkacağı zaman
çevresinden biri ona "Bu yönden gidersen korkarım
istediğine kavuşamayacaksın" dediği zaman ona:
"Senin bu sözüne kim inanırsa Kur'an-ı Kerim'i
yalanlamış olur." Diye karşılık verdi. Yine bir
gün bir müneccime
rastlamıştı, ona çatık bir çehre ile: "bu hayvanın karnındakinin
erkek mi dişi mi olduğunu biliyor musun!!? Senin sözlerine kim
inanıyorsa Kur'an-ı Kerim'i yalanlıyordur." dedi.
إِنَّ
اللَّهَ
عِنْدَهُ
عِلْمُ
السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ
الْغَيْثَ
وَيَعْلَمُ
مَا فِي الأَرْحَامِ
وَمَا
تَدْرِي
نَفْسٌ
مَاذَا تَكْسِبُ
غَدًا وَمَا
تَدْرِي
نَفْسٌ بِأَيِّ
أَرْضٍ
تَمُوتُ
إِنَّ
اللَّهَ عَلِيمٌ
خَبِيرٌ}(لقمان/34)
"Şüphe yok ki kıyâmetin ne zaman
kopacağı, yağmurun ne
vakit ve nereye yağacağı Allah katındadır. Ve hiç kimse Rahîmlerdekini, yarın ne kazanacağını
ve nerede öleceğini bilemez;
şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, her şeyden haberdardır". Lokman:(34)
Hz. Cafer
Sadık der ki: "Falcı Melun, Müneccim Melun, Kahin Melun,
Sihirbaz da Melundur."
İmamiyye
alimleri de "Kim bir Müneccim veya Kahine inanırsa Hz. Muhammed (s.a.a)'e indirilene inanmıyor
demektir." dediler. Hak ve ilim yolundan sapıp hile, yalan,
ikiyüzlülük ve sahtekarlık yapanları da dinde bidat
yaptıkları, düzeni ve insan ahlakını tahrip ettikleri için en sert şekilde
kınamışlardır. Ayrıca
sihirbazlıkla uğraşanı; Müslüman
ise öldürülmesini, gayrimüslim
ise cezalandırılması gerektiği görüşünde birleşmişlerdir.
Şimdi akla
bir soru gelebilir; eğer sihir ve kehanet Hz. Ali (a.s) ve
taraftarlarının yanında bu kadar günah ise neden kendisi kendi
zamanından sonra meydana gelecek olayları haber verdi? (Bu sorunun
cevabı aşağıdaki satırlarda verilmiştir.)
Alimlerin yeryüzünün dönüşünü ölçerek Güneş ve Ay
tutulmasını haber vermeleri mantıklıdır; ama herhangi
biri, onlarca yıl sonra belli bir yerde meydana gelecek bir
yangını, çıkacak bir devrimi, Allah (c.c)'ın filanın
soyundan bir yöneticinin veya bir alimin yaratacağını önceden
bildirmesi veya benzeri olayları bilmesi, mümkün olmayan konuları
haber vermesi imkansızdır. Bu sorunun cevabını
İmam'ın şu sözlerinden çıkartmamız mümkündür.
"Kim
bilgisi olmadan fetva verirse ona yeryüzü ve gökyüzü lanet eder"
"Söylenmeyecek şeyi söyleme, hatta bildiğin her
şeyi söyleme."
"İlme
gerek duymayacak hiçbir hareket yoktur."
Onun
bu
konudaki sözlerini toplayacak olsam bir
kitap oluşurdu. İmam (a.s)'ın, kendi yasakladığı
şeyleri kendisinin yapması düşünülemez! O bilenden
öğrendiği için gelecekte olacak şeyleri haber vermişti.
Önceki bölümde anlattığımız gibi adamın biri ona
"Ey Emir El Müminin sende Gaybin bilgisi vardır." dediği
zaman gülmüş ve "Bu gaybi bilmek değildir bu Bilenden
öğrenmiş olmaktır." Diye cevap vermişti. İmam
(a.s)'ın kastettiği "Bilen" Peygamberdir. Onun gelecekle
ilgili söylediği her şeyi (Bilimle öğrenilmesi mümkün olmayan
şeyler) Peygamberden
öğrenmişti.
عَالِمُ
الْغَيْبِ
فَلاَ
يُظْهِرُ
عَلَى
غَيْبِهِ
أَحَدًا /
إِلاَّ مَنْ
ارْتَضَى
مِنْ رَسُولٍ
فَإِنَّهُ
يَسْلُكُ
مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ
وَمِنْ
خَلْفِهِ
رَصَدًا}(الجن26/27)
"Gizliyi bilen odur,
gizlediği şey de hiçbir kimseye açılmaz. Ancak peygamberlerden
seçtiği müstesna. Cin Suresi:26-27" Peygamber de gerekli gördüğü seçkin kimseye verir. Peygamber (s.a.a),
gaiple ilgili olarak bir kısmı zamanımızdan önce, bir
kısmı zamanımızda gerçekleşen bir çok olayı haber
vermişti. Bizden önce gerçekleşen
olaylar arasında şunları sayabiliriz:
·
Kendisinden
sonra Müslümanların hükmedecek-lerini ve Sezar ile Kisra'nın (Eski
Roma ve İran İmparatorları) hazinelerini fethedecek-lerini
bildirmişti.
·
Abdullah
İbn-i Abbas doğduğu zaman annesi Ümmül Fadl'a “Halifelerin
babasını götür” demişti.
·
Hz. Ali
(a.s)'ye "Nakisler, Kasitler ve Marikilere (sadakatsiz, haksız ve
dinden çıkanlara) karşı
savaşacaksın" demişti.
·
Hz. Ali
için "O ölmeden sakalı cephesinden
kızıllaşacaktır." demişti.
·
Ayşe'ye
"Cemel'e (deve) binecek olan sensin ve Havaib köpekleri sana
havlayacaktır.” demişti.
·
Ebu Zerr El
Gaffari'ye Osman'ın Rebeze'ye yapacağı sürgünü kastederek
"seni bu yerinden çıkarırlarsa ne yapacaksın?" diye
sormuştu.
·
"Bedir gününde, malı
olmadığını iddia eden
amcası Abbas'a da 'Eşin Ümmül Fadl'a saklaması için
verdiğin para nerede?” diye sormuştu.
·
Kızı Fatıma'ya "Ben vefat
ettikten sonra bana ilk katılacak
olan sensin!" demişti.
·
Ammar İbn-i Yasir'e "Seni zalim
zümre öldürecektir, dünyada son yiyeceklerin
arasında ayran olacaktır." Diye haber vermişti.
(ayran içtikten sonra onu Muaviye'nin ordusu öldürdü)
·
Göğüslü
lakabı ile bilinen Haricilerin
reisinin öldürüleceğini söylemişti. (Nehrevan
savaşında öldü).
·
Zübeyr'e "Sen Haksız olarak Ali'ye
karşı savaşacaksın." demişti. (Cemel gününde Hz.
Ali (a.s)'ye karşı savaştı)
·
Mervan oğulları için "onlar
otuz kişi oldukları zaman
Allah (c.c)'ın malını talan, kullarını köle,
Dinini de tahrif edeceklerdir".demişti.
·
İran imparatoru Kisra
adamlarını göndermiş; Peygamberi ölü yada diri olarak getirmelerini
emretmişti. Ona vardıkları zaman onlara Kisra'nın;
oğlu Şeyrevih tarafından öldürüldüğünü" söyledi.
(olaylarda bunu doğruladı).
·
Ayrıca "El Hurra"
vakasını anlattı. Sahabelerden Zeyd İbn-i Suhan için
"onun bir parçası kendisinden önce cennete gidecektir demişti.
(Nehavend gününde Allah (c.c)'ın yolunda eli kesildi) bu hadis Tefsir ve
Tarih kitaplarında, özellikle
Sahih-i Buhari ve Sahih-i
Müslim'de zikredilmiştir.
Kendisinden sonra Ehl-i
Beytinin başına gelecekleri defalarca imalarla anlatmıştı.
(32)
Zamanımızda gaybla ilgili gerçekleşen
ikinci kısma gelince, baskısını Muhammed Ali Subayh'in
yaptığı Sahih Buhari C:9,
109. Sayfada "Fırat nehri, neredeyse gizlenen bir altın
hazinesini meydana çıkartacak." demiştir. –Petrole işaret
edilmektedir-
Aynı kitabın 61. sayfasında "Zaman
yaklaşacak ve işler azalacak" demişti.
ulaşımın artması ve aletlerle işçi
ihtiyacının azalmasına işaret edilmektedir.
1953 baskılı Ahmed'in Müsned'inde C:12, 173.
Sayfada: "Pazarlar ve zamanlar yaklaşacak" demişti,
-zamanımızın en belirgin özellikleri arasında
ihracatın kısa zamanda gerçekleşmesidir.!
Ahmed İbn-i Hanbel Müsnedinde rivayet eder ki: Hz.
Muhammed (s.a.a) dedi ki: "İnsanın asasının ucu ve
ayakkabısının kenarı kendisi ile konuşmadan
kıyamet kopmayacaktır." –Küçük radyolar ve iletişim
antenleri kastedilmektedir.-
Aynı kitaptan: "kişiler çıkacak ve
sığır gibi dilleri ile yiyeceklerdir." yalan ve iftiraya
dayalı gazete sahipleri kastedilmektedir.-
Bunların hepsinden daha ilginç olan da
"İnsanların başına öyle vahim olaylar gelecek ki
'kendi kendilerine' Acaba peygamber bundan bahsetmiş miydi?" diye
soracaklardır." Diyen hadisidir. Bu hadisi Ahmed İbn-i Hanbel
rivayet etmişti. İbn-i Hanbel öleli 1138 yıl oldu.
Peygamber, (s.a.a) Arap yarımadasında çıkacak
petrolü bildirmekle kalmadı. Onu çıkaracak süzecek ve kullanıma
hazır duruma getirecek
olanların sömürgeci, kötü ve
rezil insanların olacağını haber vermişti. İbn-i
Hanbel'in mesned'inde "kötü insanların
hazırladığı madenler olacaktır" başka bir hadiste
"Rezil insanların...."
Şeyh Ali Yezdi. "Eşşecere El
Mubareke" adlı kitabında Hicri üçüncü yüzyılın
alimlerinden Ali İbn-i İbrahim'in naklettiği uzun bir hadiste
Peygamber (s.a.a)'in "Pazarlar yaklaşacak, Faiz yeniden canlanacak,
insanlar gaybla (birbirlerini görmeden) ve rüşvetle
alışveriş yapacak, bazı kavimler gelirini Allah (c.c)
yolunun dışında harcayacak, zina
çocukları artacak, Kur'an-ı Kerim de şarkı gibi
okunacaktır." Dediğini yazmaktadır.
Bunların içinde bu çağda gerçekleşmeyen
kalmadı; ama "insanlar gayb’le (birbirlerini görmeden)
alışveriş yapacak." cümlesi dikkat çekicidir ve bu gün
tüccarlar arasında yapılan iş tarzına dikkat çekmektedir.
Biliyoruz günümüzde Doğudaki tüccar batıdaki tüccara telgraf çekerek
birbirlerini görmeden, konuşmadan ve pazarlık yapmadan
alışveriş yapmaktadır.
Aynı kitapta İmam (a.s)'ın: "Yer
içindeki yanardağları çıkaracak, Yaz meyvesi
kışın, kış meyvesi yazın yenecek. Ağaçlar
yılda iki kez mahsul verecek, buğday ve arpa ekenler normalin yüz
katı kadar verim alacak, yıl
bir ay, ay bir hafta, hafta bir gün, gün
de bir saat gibi olacaktır." Dediğini yazmaktadır.
Eğer Peygamber (s.a.a) dostlarına bu
gaipleri anlattıysa benzerlerini
İmam (a.s)'a anlatması daha evladır. Madem ki aralarındaki
yakınlık başla ceset arasındaki gibidir o zaman Ali kadar
kim hak ederdi?
O halde İmam (a.s)'ın bütün
anlattıkları Peygamber (s.a.a)'e dayalıdır. Bunları
kim İmam için reddederse, kast etsin etmesin, Peygamber (s.a.a) için de
reddetmiş olur
Garip olan şeylerden biri de İmam (a.s)'ın
gaybı bildiğini reddedenler,ona bunu çok görenler, iki özürlünün
gaybı bildiğine ve Hz. Muhammed (s.a.a)'in zuhur edeceğini
bildirdiğine inanıyorlardı (33)
El Razi, büyük kitabında "Alim El
Ğayb" (Gaybi bilen) ayetinin tefsiri sırasında der ki:
"Bağdat'ta Sultan Sancar İbn-i Melik Şah zamanında
kahin bir kadın vardı. Bu kadın gaybı bildirir ve
söyledikleri aynen çıkardı. Kelam ve hikmet ilmi
tahkikçilerinden bir çok kişi ona
inanırdı." Ebu El Bereket ise "El Muteber" adlı
kitabında daha ileriye gitmiş ve otuz yıl yakından takip
ettikten sonra kadının gaybi tam olarak haber verdiğine kanaat
ettiğini yazmıştı.
Aslı ve
gerçeği belirsiz bir kadın, gaybi haber veriyor, ona büyük alim
ve tahkikçiler inanıyor. Hatta
şüpheciliği ile ünlü El Razi bile "Gaip ilmi velilere mahsus
değil sihirbazlarda da olabilir....." demektedir. O halde Allah (c.c)'ın Peygamber (s.a.a)'ine Peygamberin de İmam (a.s)'a öğretmesinde ve onun
bunları anlatmasında garipsenecek ne var?
Belki birisi:
"İleri sürdüğün deliller Allah (c.c)'a ve Hz. Muhammed (s.a.a)'e
vahyin indiğine inanan bir Müslüman'ı
ikna edebilir çünkü bütün yazdığın kanıtlar
Kur'an-ı Kerim ve İslam'ın usulüne inanmış kimselere
yöneliktir. Ancak Allah (c.c)'a
inanmayan veya Allah (c.c)'a inanıp da Hz. Muhammed (s.a.a)'in
peygamberliğine inanmayana bu deliller geçersizdir. inanmak zorunda da
değildir" diyebilir.
Buna
karşılık ben derim ki: İmam (a.s)'ın gaybi
bildiğine inanmayandan inanması için dinini veya inancını
değiştirmesini beklemiyorum; ama eğer insaf sahibi ise onun
aklına ve vicdanına sesleniyorum: "eğer birisi bilim veya
deneyime dayalı olmadan olacak bir şeyi haber verirse ve o şey
yüzde yüz bir doğrulukla meydana gelirse bu doğruluğu nasıl
yorumlarsın? Hz. Muhammed (s.a.a)
ile Hz. Ali (a.s)'den naklettiğimiz gaipleri ne ile açıklayabilirsin?
İmam (a.s)'ın İran'daki petrolü kastederek "Ne altındır ne gümüştür
ama Talkan'da bir hazine
vardır." sözünü neye bağlayabilirsin? İmam (a.s)'ın bu
hadisini İmam Ebu El Ganaim El Kufi
"El Fiten" adlı kitabında rivayet etmişti
ve Ebu El Ganaim öleli yüzyıllar
oldu. İmam (a.s)'ın
torunu Hz. Cafer Sadık 'ın aşağıdaki hadisini acaba ne
ile açıklayabileceksin?. "Gün gelecek Doğudaki Batıdakini
Batıdaki de doğudakini görebilecek ve duyabilecek. Her millet sesi
kendi dilinde dinleyecek. Araplar yabancı işgalciden kurtulup kendi
kendini yönetecek ve gemlerini
koparacaklardır. Toplumları da her cins insan
yönetecektir." (34) İmam (a.s) bu gerçekleri bin iki yüz yıldan
fazla bir zaman önce dile getirdi. Kitaplara bin yıldan fazla bir zaman
önce kaydedildi ve hepsi gerçekleşti. Hepimiz bunları gördük ve yaşadık.
Şu anda batı dünyası doğu dünyasına Radyo ile hitap
ediyor, yakında da Amerikalıları ve Avrupalıları
televizyonda da seyredeceğiz ki bunun tasarıları şimdiden yapılmaktadır.
Toplumların çoğunda demokrasi gelişerek soy ve para
aristokrasisini yok etti.
Nakroma, Kastro
gibi her cins ve renkten insanlar halkları yönetti. Araplarda egemenlik
yoluna girer girmez gemlerini koparıp birbirlerine hakaret etmeğe
başladılar. Sanki sömürgecinin musibeti onları
birleştirmişti. Egemenliğe tam kavuşurken her biri gücünü
kardeşinin üzerinde göstermeğe
başladı.
İmam
(a.s)'ın yüzyıllar önce haber verdiği olaylar
gerçekleşmiştir Bu gaipleri sadece Allah (c.c) ve onun seçtiği
erdemli kulları bilir.
Bir
kez daha tekrar ediyoruz: "İmam (a.s) gaybi bilmiyordu, Peygamberin
Allah (c.c)'tan öğrendiğini o, peygamberden öğrenmiş ve
bildirmişti. Gaybi bilmekle onu bildirmek arasında çok büyük fark
vardır. Her ne kadar bildirmek için bilmek gerekiyorsa da bu bilgi
kişisel değil birinden öğrenmektir."
İnsanlığın
var olduğu günden beri bir hayali vardır ve her insan bu hayalin gerçekleşmesini ister. Ancak
bunun mümkün olmadığını bilir veya öyle olduğunu düşünür.
Ancak Ehl-i Beyt (a.s) bunun gerçekleşeceğini kesin ve mutlak bir
dille bildirdiler. Bu hayalin gerçekleşme müjdesini şu şekilde
bildirdiler. El Şecere El Mubareke ve Bihar ül Anvar'ın 12. cildinde
şöyle yazar:
"Mirasın
paylaşılmadığı, ganimete sevinilmediği, hiç
kimsenin zulmedilmediği, hiç kimsenin hiç kimseden
korkmadığı, kanın akıtılmadığı,
rızkların denkleşeceği ve eşit
paylaşılacağı, herkesin iyi bir durumda ve güvende
olacağı, kurtların koyunlarla otlayacağı
çocukların vahşi hayvan ve aslanlarla oynayacağı
rızkın toprak kadar bol olacağı, birisinin bir yerden bir
yere yolculuk yaparken yanına ne yemek ne para alacağı,
gökyüzünün bereketini indireceği, yeryüzünün hazinelerini ve verimini çıkaracağı, fakirin
zenginleşeceği, hiç kimsenin hiç kimseye büyüklük
yapmayacağı, sıtmanın pire ve sinekten, zehirin
haşerelerden yok edileceği zaman gelmeden kıyamet
kopmayacaktır.
Miras
paylaşılmayacak çünkü rızk toprak gibi bol olacak. Onun için ne
miras bırakmağa ne almağa gerek kalacak. Kan dökülmeyecek çünkü
paylaşım eşit şekilde olacak. Gökyüzü bereketini ve yeryüzü
verimini çıkartacaktır, çünkü bilim bazı ülkelerin tekelinde
kalmayıp bütün ülkelere yayılacak ve bilim nerede olursa verim ve
bereket olacaktır. Sıtma pire ve sinekten, zehir haşerelerden
yok edilecek çünkü ilerleyecek olan ilimle haşereler ve hayvanların
hatta insanın bile yapısı değiştirilecektir. Bilim bütünüyle yıkım ve yok etme
yerine yapım ve üretime yönelecek, insanlığın hayalini
gerçekleştirecektir. Bu asırdaki insanın hayatını bir
asır öncesinin hayatı ile karşılaştıracak olursak
farkın korkunç derecede büyük olduğunu göreceğiz. Bunun nedeni
de bilimin ilerleyişidir. Hayatımızdaki ve
düşüncelerimizdeki bu değişikliklerin nedeni de büyük buluş
ve keşiflerdir. Gelecekte ki buluşlar da geçmişe göre çok büyük olacaktır. İlim büyük bir
hızla ilerlemekte, onunla birlikte
hayatımızdaki arzulanan sonuca doğru yürülmektedir.
Göstergeler
o yönde gelişiyor ki gelecekte doğa insana kendi
kızlarından daha çok itaat edecektir. İnsanların savaşsız, barış sever ve
daha iyi bir yaşamı tercih ettiklerini göz önüne alacak olursak bunun
kesin sonucu her şeyin değişeceği ve insanların
hayatının Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s)'inin müjdelediği
gibi olacağı kesindir. Gelecek olan her şey de
yakındır.
HZ.ALİ
(A.S)'NİN BAZI ÖZELLİKLERİ
İnsan,
herhangi bir insan, kendi kişiliğinden ve izlenimlerinden ayrı
olamaz. Bilgi ve düşüncelerini gayret etse de kişiliğinden ve
birikiminden uzak tutup olaylara mal edemez. Nasıl ki alimsiz ilim,
ressamsız resim olamazsa; failsiz
fiil yazarsız yazı ne kadar imkansızsa bu da o kadar
imkansızdır.
Eğer
herhangi bir konuda bilgi sahibi olur ve o konuda konuşacak olursak, o
şey hakkında kendi
kavramımız ve tasavvurumuzla konuşmuş oluruz. Bazen uyumlu
bazen uyumsuz olabilir, gerçekle onu akseden duygu arasında benzerlik olmayabilir. Çünkü gerçek, fikirden
bağımsızdır. fikirde de gerçeği bilme zorunluluğu
yoktur. Bu ilke peygamber ve Allah (c.c)'ın kitabını
kavramış olan ve Hz. Ali (a.s) gibi ilmi doğrudan Peygamber
(s.a.a)'den alan veliler haricinde herkes için geçerlidir. Onun ilmi
gerçeğin kendisini teşkil eder bunun içindir ki o "örtü
açılsaydı imanım artmazdı" demişti. Çünkü
bilgisini arttıracak yeni bir şey olmayacaktır.
Tıpkı hacca giden bir insanın Kabe'nin varlığı
hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacı olmayacağı gibi.
İmam (a.s)'ın bilgisi de hatasız ve kusursuz olarak gerçeği
tam olarak ifade etmektedir.
Şu
bir gerçektir ki, Allah (c.c)'ın Kitabına ve Peygamber (s.a.a)'in mütevatir
hadisine (ard arda sıralanan)
dayanan kişinin ilmi gerçektir. Biz de bu bölümde söz konusu temele
bağlı kalarak İmam (a.s)'ın sıfat ve özelliklerini
anlatacağız. Kur'anın dışında ve hem Şii hem
Sünni rivayetçilerin naklettiği hadislerin dışında hadis
zikretmeyeceğiz.
İbn-i
Hacer’in, 1375 tarihinde basılan
"El Savaik El Muhrika" adlı kitabının 122.
sayfasında şu hadis mevcuttur: Peygamber (s.a.a) dedi ki
"Kardeşlerimin en hayırlısı Ali, amcalarımın
en hayırlısı Hamza'dır." 120. sayfada da Hz. Ali (a.s)' ye "Sen
dünyada ve ahrette kardeşimsin" "Ali benden ben de
Ali'denim" hadislerini zikreder. Bir grup müfessir Hud suresinin 17.
ayetindeki şahidin Ali olduğu konusunda birleşmektedir.
أَفَمَنْ
كَانَ عَلَى
بَيِّنَةٍ
مِنْ رَبِّهِ
وَيَتْلُوهُ
شَاهِدٌ
مِنْه ... (هود/17)
"Rabbinden apaçık bir delile
sâhip olan, bundan başka bir de kendinden bir şahidin okuduğunu
... Hud:17"
El Razi,
"şahit kelimesinin üç ayrı yorumu vardır. Üçüncüsü Ali'dir
okuyan ise Muhammed'tir." demektedir. El Suyuti, Eddur El Mensur kitabında Tabari de
tefsirinde "Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan Hz. Muhammed
(s.a.a)'tir, kendinden olan şahit de Hz. Ali (a.s)'dir" diye
yazmaktadır. (35)
يَاأَيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا إِذَا
نَاجَيْتُمْ
الرَّسُولَ
فَقَدِّمُوا
بَيْنَ
يَدَيْ
نَجْوَاكُمْ
صَدَقَةً ذَلِكَ
خَيْرٌ
لَكُمْ
وَأَطْهَرُ
فَإِنْ لَمْ تَجِدُوا
فَإِنَّ
اللَّهَ
غَفُورٌ
رَحِيمٌ
(المجادلة/12)
Ey inananlar,
Peygamberle gizlice konuşacağınız vakit, konuşmaya
başlamadan önce bir sadaka verin; bu, sizin için hem daha
hayırlıdır, hem de daha temizdir...... Mucadele:12
Hem Şii
hem Sünni müfessirler bu ayeti uygulayan tek kişinin Hz. Ali (a.s)
olduğu konusunda hemfikirler. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar
tarafından fazla soruya muhatap olunca sıkılmış ve bu ayet inmiştir. Bu ayette sorudan önce
bir sadaka
verilmesi emredilince soru sormaktan vazgeçmişlerdi.
Sadece Hz. Ali (a.s) sadaka vererek soru sormağa devam etmişti. Daha
sonra bu ayet neshedilmiştir. İmam (a.s), Peygamber (s.a.a)'le
aralarındaki yakınlığı anlatırken şöyle der:
"eğer ona sorarsam cevap verirdi; susarsam o benimle
konuşurdu."
وَالسَّابِقُونَ
السَّابِقُونَ
/ أُوْلَئِكَ
الْمُقَرَّبُونَ
(الواقعة 10/11)
"İlk inananlar ki onlar yakın olanlardır.
Vakıa:10"
Sünnilerin
büyük alimlerinden El Fadıl İbn-i Ruzbahan "İbtal El
Batıl" adlı kitabında der ki: "Sünni rivayetlere göre
Ümmetlerin ilk inananları üç kişidir. Firavunların mümini, Habib
El Naccar ve Hz. Ali (a.s)dir." Şüphesiz Hz. Ali (a.s) İslam'a
ilk inanan kişi ve inkar edilemeyen faziletlerin sahibidir.
Altı sahih
kitabında zikredilen bir hadis de şöyledir: "Talha İbn-i
Şube övünerek dedi ki: 'Allah'ın evini ben hakkediyorum; çünkü anahtar bendedir.' Abbas da dedi ki: 'Ben
daha çok hakkediyorum; çünkü su verme şerefi bana aittir.' Hz. Ali (a.s)
de dedi ki: 'Ben İslam'a ilk inanan ve Allah (c.c) yolunda en çok cihat
yapan kişiyim.' ardından İmam (a.s)'ın diğerlerinden
daha çok faziletli olduğunu kanıtlamak için Allah (c.c)
tarafından şu ayet indirilmiştir:
َجَعَلْتُمْ
سِقَايَةَ
الْحَاجِّ
وَعِمَارَةَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
كَمَنْ آمَنَ
بِاللَّهِ
وَالْيَوْمِ
الآخِرِ
وَجَاهَدَ
فِي سَبِيلِ
اللَّهِ لاَ
يَسْتَوُونَ
عِنْدَ
اللَّهِ
وَاللَّهُ
لاَ يَهْدِي
الْقَوْمَ
الظَّالِمِينَ/
الَّذِينَ
آمَنُوا وَهَاجَرُوا
وَجَاهَدُوا
فِي سَبِيلِ
اللَّهِ
بِأَمْوَالِهِمْ
وَأَنفُسِهِمْ
أَعْظَمُ
دَرَجَةً
عِنْدَ
اللَّهِ
وَأُوْلَئِكَ
هُمْ
الْفَائِزُونَ
(التوبة 19/20)
"Hacılara
su verme ve Mescid-i Harâm’ı îmâr etme işiyle
uğraşanların derecesini Allah’a ve âhret gününe inanıp
Allah yolunda savaşan kimsenin derecesiyle bir mi tutarsınız?
Allah, zulmeden topluluğu doğru yola sevk etmez.
İnananların, yurtlarından göçenlerin ve Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla savaşanların Allah katında
dereceleri pek büyüktür ve onlardır muratlarına erenlerin, kurtulup
nusret bulanların ta kendileri.
Tevbe:19-20"
...
لِنَجْعَلَهَا
لَكُمْ
تَذْكِرَةً
وَتَعِيَهَا
أُذُنٌ
وَاعِيَةٌ
(الحاقة/12)
"Bu, size bir öğüt ve ibret olsun ve belleyip
unutmayan kulaklarda kalsın diye. Hakka:12"
El Fadıl
İbn-i Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı
kitabında der ki: "Müfessirler (Ehl-i Sünnet Müfessirleri) bu ayeti
şöyle açıklar: Bu ayet indiği zaman Peygamber (s.a.a), Ali'ye
dönerek dedi ki: "Bu kulakların senin olması için dua ettim."
ve Hz. Ali (a.s) bu konu için "O günden sonra hiçbir şey
unutmadım." dedi. Bu da onun ilmini, kavrayışını
ve faziletinin büyüklüğünü gösterir. "1956 baskılı Zahair
El Ukba" kitabının 61. sayfasında da şu hadis
mevcuttur: "Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)'ye "Ya Ali ben ne
zaman Allah (c.c)'tan bir hayır vermesi veya bir şerden koruması
için dua ettiysem, senin için de aynı şekilde dua ettim."
هُوَ
الَّذِي
أَيَّدَكَ
بِنَصْرِهِ
وَبِالْمُؤْمِنِينَ
الانفال/62)
"... seni, kendi yardımıyla ve inananlarla
güçlendirmiştir. Enfal:63"
Suyuti'nin
Delailu Essidk kitabının Eddir El Mensur bölümünde Ebu Hureryre'den
nakledilen bir hadise göre "Arşın üzerinde: Benden başka
Allah yoktur, ortağım yoktur, Muhammed de benim kulum ve Resul'ümdür,
onu Ali ile destekledim" yazılıdır.
الَّذِينَ
يُنفِقُونَ
أَمْوَالَهُمْ
بِاللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
سِرًّا
وَعَلاَنِيَةً
فَلَهُمْ
أَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْ
وَلاَ خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلاَ هُمْ
يَحْزَنُونَ}(البقرة/274)
"Mallarını
gece ve gündüz, gizli ve açıkta harcayanlar yok mu, onların sevapları Rableri
katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.
Bakara:274"
El Fadıl
İbn-i Ruzbahan'nın ifade ettiği gibi Sünni müfessirler bu ayetin
Hz. Ali (a.s) için indiğini anlatırlar. Aynı kişi
ayrıca,
أَفَمَنْ
كَانَ
مُؤْمِنًا
كَمَنْ كَانَ
فَاسِقًا لاَ
يَسْتَوُونَ(السجدة
18
"
İnanan kişi, inançtan çıkan kişiyle bir olur mu hiç?
Eşit olamazlar. Secde:18"
"ayetinde kastedilen inanan
kişi Ali'dir." Demektedir.
Ahmed El
Tabari'nin Zahair El Ukba" kitabında
أَفَمَنْ
شَرَحَ
اللَّهُ
صَدْرَهُ
لِلإِسْلاَمِ
فَهُوَ عَلَى
نُورٍ مِنْ
رَبِّهِ فَوَيْلٌ
لِلْقَاسِيَةِ
قُلُوبُهُمْ
مِنْ ذِكْرِ
اللَّهِ
أُوْلَئِكَ
فِي ضَلاَلٍ
مُبِينٍ}(الزمر/22)
Allah'ın,
İslâm için gönlünü açtığı kişiye kim benzer
ki..." Zümer:22
أَفَمَنْ
وَعَدْنَاهُ
وَعْدًا
حَسَنًا فَهُوَ
لاَقِيهِ
كَمَنْ
مَتَّعْنَاهُ
مَتَاعَ
الْحَيَاةِ
الدُّنْيَا
ثُمَّ هُوَ
يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مِنَ
الْمُحْضَرِينَ}(القصص/61)
"Kendisine güzel bir vaatte bulunduğumuz ve vaat ettiğimize
kavuşmuş olan kimse... Kasas:61"
ayetlerinin
Hz. Ali ile Hz. Hamza için indiğini
إِنَّ
الَّذِينَ
آمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
سَيَجْعَلُ
لَهُمْ
الرَّحْمَان
ُوُدًّا}(مريم/96
"İman
edip, salih amel işleyenler var ya, Rahmân olan Allah onları gönüllere
sevdirecektir. Meryem:96"
ve “Allah onları gönüllere
sevdirecektir.” ayetinin anlamının
Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beyt (a.s)'ine sevgi duymayan hiçbir müminin
olmadığını rivayet eder.
KİTABIN (
KUR'AN-I KERİM'İN ) VARİSİ
ثُمَّ
أَوْرَثْنَا
الْكِتَابَ
الَّذِينَ
اصْطَفَيْنَا
مِنْ
عِبَادِنَا
فَمِنْهُمْ
ظَالِمٌ
لِنَفْسِهِ
وَمِنْهُمْ
مُقْتَصِدٌ
وَمِنْهُمْ سَابِقٌ
بِالْخَيْرَاتِ
بِإِذْنِ
اللَّهِ ذَلِكَ
هُوَ
الْفَضْلُ
الْكَبِيرُ}(فاطر/32)
"Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize
mîras bıraktık.... Fatır:32"
El Fadıl der ki: "Ali,
Kitabın gerçeklerini bilenlerden olduğu için Kitabın
varislerindendir. Bu da onun ilminin genişliğini ve derinliğini
gösterir.
إِنَّمَا
أَنْتَ
مُنذِرٌ
وَلِكُلِّ
قَوْمٍ هَادٍ
(الرعد/7)
"Sen bir uyarıcısın ve her kavim için bir
hidayetçi vardır. Raid:8"
Peygamber
(s.a.a) dedi ki: "Uyarıcı benim, Hidayetçi de Ali'dir. Ey
Ali Hidayete erenler seninle ereceklerdir." Bu hadisi Dalail-u Sıdk
kitabı Kenz El Ummal C:6,S:157'den nakledilmiştir. Ayrıca
Essuyuti bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında indiğine dair
"Eddurrul El Mensur"
kitabında dört hadis rivayet etmiştir.
HEPİNİZ ALİ'NİN
VELAYETİNDEN SORUMLU-SUNUZ
وَقِفُوهُمْ
إِنَّهُمْ
مَسْئُولُونَ
(الصافات/24)
"Durdurun
onları, sorguya çekilecekler. Saffat:24"
İbn-i
Hacar, "El Savaik" adlı kitabında Ehl-i Beyt hakkında
inen ayetlerin dördüncüsü ile ilgili
olarak "Eddeylemi Ebi Said"ten naklettiği rivayette Hz.
Muhammed (s.a.a)'in "Onlar Ali'nin velayeti için sorguya
çekilecekler" dediğini yazar.
َأمْ
يَحْسُدُونَ
النَّاسَ
عَلَى مَا
آتَاهُمْ
اللَّهُ مِنْ
فَضْلِهِ
فَقَدْ
آتَيْنَا آلَ
إِبْرَاهِيمَ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَآتَيْنَاهُمْ
مُلْكًا
عَظِيمًا}(النساء/54
"Yoksa Allah'ın, lütfedip insanlara ihsân ettiği
şeylere haset mi ediyorlar?. Nisa: 53"
İbn-i
Hacar, "El savaik" adlı kitabında: "Ebu El
Hasan El Meğazili'nin naklettiği rivayette İmam Muhammed El
Bakır (a.s)'ın "Vallahi bu ayette kast edilen insanlar
biziz." dediğini nakleder.
إِنَّمَا
وَلِيُّكُمْ
اللَّهُ
وَرَسُولُهُ
وَالَّذِينَ
آمَنُوا
الَّذِينَ
يُقِيمُونَ
الصَّلاَةَ
وَيُؤْتُونَ
الزَّكَاةَ
وَهُمْ رَاكِعُونَ(المائدة/55)
"Sizin dostunuz, sahibiniz, Allah'tır, Peygamberidir
ve namaz kılanlar, rükû ederken zekât verenlerdir. Maide:55"
Bütün tefsir
kitaplarında ve Kütübi Sitte'de (Altı sahih kitabında) bu
ayetin, Sahabelerin huzurunda namaz kılarken yüzüğünü bir fakire
sadaka verdiği zaman Hz. Ali (a.s) için indiğini yazar.
Aslında
aşağıda yazılmış olan Tathir ile Meveddet (sevgi) ayetlerinin Hz. Ali
(a.s) ve çocukları için inmiş olması; bizim daha fazla hadis ve
rivayet aramamızı veya delil göstermemizi gereksiz kılar.
إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا}(الأحزاب/33
)
"Allah, ey
Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam bir
temizlikle tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi
(33)"
İle:
قُلْ
لاَ
أَسْأَلُكُمْ
عَلَيْهِ
أَجْرًا إِلاَّ
الْمَوَدَّةَ
فِي
الْقُرْبَى
وَمَنْ
يَقْتَرِفْ
حَسَنَةً
نَزِدْ لَهُ
فِيهَا
حُسْنًا
إِنَّ
اللَّهَ
غَفُورٌ شَكُورٌ}(الشورى/23)
"Sizden, tebliğime
karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak
yakınlarıma sevgidir" Şura: 23 Ayrıca:
وَيُطْعِمُونَ
الطَّعَامَ
عَلَى
حُبِّهِ مِسْكِينًا
وَيَتِيمًا
وَأَسِيرًا
(الإنسان/8)
"
Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula ve yetime ve
tutsağa verirler, onları doyururlar...." İnsan:8
هلْ
أَتَى عَلَى
الإِنسَانِ
حِينٌ مِنَ
الدَّهْرِ
لَمْ يَكُنْ
شَيْئًا
مَذْكُورًا
(الإنسان 1)
"Gerçekten
de insana, zamânın bir çağı gelmişti ki, insan
anılır bir şey bile değildi." İnsan:1
ayetlerini de herkes bilir. (36)
Bu ayetler bir
bütünün parçaları ve bir denizin damlacıklarıdır. Hicri
1325 baskılı El Savaik kitabı 125. sayfasında, İbn-i
Abbas'tan nakledilen bir hadiste şöyle yazar: "Ali, Kur'an-ı
Kerim'deki bütün ayetlerin Emiri ve Şerifidir. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde
sahabelere sitem etti. Hz. Ali (a.s)'den de hep iyi bir şekilde bahsetti.
İbn-i Asakir bu konuda "Ali için inen ayetler hiç kimse için
inmedi." ve "Onun için inen
ayetlerin sayısı üç yüz ayet kadardır." demişti.
Bu konuda daha
çok aydınlanmak isteyen Şeyh Muhammed Hasan el Muzaffer'in
yazdığı 400 sayfalık Delaili Sıdk kitabını
okusun. O kitapta Hz. Ali (a.s)
hakkında Kur'an-ı Kerim'de inen ayetleri zikretmiş ve Muteber
Sünni kaynaklara ve Kütübi Sitte'ye dayanarak yazmıştır. Ve
eğer Kur'an-ı Kerim'de onun
için hiç özel bir ayet inmemiş bile olsaydı
Kur'an-ı
Kerim'de iyiliklerin her türlüsü için
inen ayetler onu kapsar, açıkça ona işaret ederdi; çünkü o bütün
faziletlerde birincidir. Ben söz konusu kitabın kaynaklarını
araştırırken beni dehşete düşüren garip bir
çelişki gördüm. Gerek "El Savaik" kitabının
yazarı İbn-i Hacer gerek diğer Sünni Şeyhleri, Hz. Ali
(a.s)'nin faziletlerini ve menkıbelerini birer birer sayarken
İmami'ler dahil onun bütün taraftarlarını kötülemekte, bidat ve
sapkın saymaktadırlar. Bu konuda yer darlığı
nedeniyle sadece bir örnek vereceğim:
El Fadıl
İbn-i Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı
kitabında: "Şiilerin Hz. Ali (a.s) hakkında
yazdıkları bütün Fazilet ve Menkıbeleri inkar etmiyoruz; çünkü
Ehl'i Beyt (a.s)'in faziletleri
sayılamaz ve onları ancak Güneş'i ve Ay'ı inkar edenler
inkar edebilir." Diye yazdıktan sonra aynı kitabın
başka bir yerinde "Şiilerin Kitaplarının
kaynağı İslam'ı bölmek isteyen bir Yahudidir! Bunları
yazdı ve İmam Hz. Cafer Sadık 'ın yanında emanet
olarak bıraktı, İmam ölünce millet bunları
İmam'ın sözleri sandı..." diye
yazmıştır.
Biz,
"yalan söyle, tekrar söyle, tekrar söyle mutlaka sana inanan birilerini
bulacaksın" teorisini Batının ve sömürgecilerin bir ilkesi
sanırdık. Meğer bu ilke çok eskiymiş. Belki de
Batılılar Doğu felsefesi ve uygarlığını
naklederken El Fadıl İbn-i Ruzbahan 'dan bu ilkeyi
nakletmişlerdir.
Şiiler,
İmam Essadık (a.s)'tan bire bir görüşerek, konuşarak ona
sorarak naklettiler. Hiç biri ne İmam için ne de başkası
için «o öldükten sonra ben bu
kitabı veya bu sayfayı buldum» demedi. İşte Şiilerin
Hadis, Fıkıh ve Tefsir kitapları ortadadır. Kim incelemek
istiyorsa buyursun.
Satılmışlar,
yüzlerce yıl önce entrika ve fitne amacıyla bu yalanları
yazdı. çağımızda da Ahmed Emin ve benzerleri, cehaletten
veya ırkçılık nedeniyle bunları aynen nakletti. Onlardan da
bu bilim ve teknoloji çağında yaşayan iki Lübnanlı Dr.
Halil El Carr ve Kardinal Hanna El Fakhuri bu yalanları olduğu gibi
900 sayfalık "Tarih El felsefe el Arabiyya" (Arap Felsefesi
Tarihi) adlı kitaba naklettiler.(37)
Çok garip
şeylerden biri de Dünyadaki her şey değiştiği halde,
Şiilik Mezhebine ve Şiilere yönelik yalan ve iftiralar hiç
değişmedi. Yüzyıllar önce kötü niyetli bir Şeyh veya
şirretli bir Fakih: "Şiiler, (İmamiler dahil) Ali
hakkında gulattır (tutucudur) ve dinlerini Yahudi kökenli İbn-i
Seba'dan aldılar." dedi. Bu iftiracı, iftirasını
attı ve gitti. Ancak saçtığı fitne ve yaydığı iftira
kaldı.
Şimdi size
bu iftiranın kısa hikayesini ve nedenlerini anlatayım.
Şiiler, zalim ve diktatör yöneticilere karşı isyan ederdi. Onlar
da, kendilerine karşı gelen Şiileri zındıklıkla
ve dinden çıkmakla itham ederdi. Tıpkı bugün diktatörlerden
kurtulmak isteyen gruplara terörist ve anarşist dendiği gibi! Bu
aydınlık çağda bile dikta rejimler, kendilerini savunacak,
muhalifleri en kötü vasıflarla kötüleyecek, çıkar için kendilerini
satan medya kuruluşları bulabiliyorsa; o karanlık çağda
Şiileri kafirleştirecek kitap ve eserler yazacak
satılıkları daha rahat bulurlardı. Dün ne ise bugün de
odur.
Zalimler
geçmişte, masum insanlara iftira atmak için dinlerini ve
vicdanlarını satan kalem sahiplerini satın aldılar.
Satın alan da satılan da bilinçli olarak iftira atıyordu. Halefler, yüzyıllar sonra
(Hayırlı Seleflerin!) matbu yazısını gördü,
incelemeden araştırmadan okudu,
vahiyle
inmiş gibi kutsallaştırdı, karşısında secde etti ve onu kutsal bir metin gibi sabit
bir fikirle tekrarlamağa başladı.
İnsaf
sahibi bir alim, başka bir fırkanın inançlarından
bahsedeceği zaman inanç ve mezhep konusunda düşmanlarının
hakkında yazdıklarını değil, o fırkanın
muteber kitap ve kaynaklarını okuyarak bilgilenir öyle bahseder. Bunu
yapmazsa, bir davalıyı hiç
ifadesini ve şahitlerini dinlemeden mahkum eden bir yargıçla bir
olur.
Tesadüf müdür
bilemiyorum; ne zaman Şiilere yapılan iftiraları okusam
aklıma Seybevi'nin (çok ünlü Arapça dil uzmanı) öyküsü gelir. Bir gün
Küfe şehrinde Arapça gramer uzmanları ile
tartışıyordu. Tartışmanın uzun sürdüğünü ve
neticesiz kaldığını gören bir dostu ona nedenini sorunca
"Ben onlarla dil bilgisi ve gramer kuralları ile
tartışıyorum, onlar kendi
mantıkları ile tartışıyorlar." dedi. Yani
kendisinin tezi mantık ölçülerine
dayanırken onların tezi temelden yoksundu.
▬
HER
KAP İÇİNDEKİ İLE ÇALKALANIR
İbn-i
Halikan «Vafiyyat El Ayaan» adlı kitabında "Ehl-i Sünnetin
emanet ve doğruluğu ile tanınmış alimlerinden
Nasrullah İbn-i Macli'nin dilinden şu olayı nakleder:
"Rüyasında İmam Ali (a.s)'yi gören büyük Şeyh, ona 'Ey Emir
El Müminin, Mekke'yi fethettiğinizde Ebu Sufyan'nın evine giren
güvenlik içinde olur dediniz, ama bakın Kerbela'da oğlunuz Hüseyin'e
ne yaptılar!?' der.
İmam Ali
ona: "Şair İbn-i
Sayfiy'in bu konuda
yazdığı şiiri duydun mu?" der.
Şeyh:
«Hayır» diye cevap verir.
İmam Ali:
"O halde git kendisinden dinle" diye cevap verir. Şeyh uyandığında
Hıys Bıys (38) adıyla tanınmış şair
İbn-i Sayfiy'in yanına gider ve rüyasını anlatır.
Şair hüzünlenir ve hıçkırmağa başlar. "Allah
(c.c)'a yemin ederim ki söz konusu şiiri bu gece yazdım ve henüz hiç
kimseye okumadım." der ve
şiiri okumağa başlar:
ملكنا فكان
العفو منا سجية
فلما
ملكتم
سال
بالدم
أبطح
وحللتم
قتل الاسرى
وطالما
غدونا عن
الاسرى نمن
ونصفح
فحسبكم هذا
التفاوت
بيننا
وكل إناء بالذي فيه ينضح
Af
hükümrandı dünyaya
Biz hükmettiğimizde
Kan dökmek
hükümran oldu
Siz hükmettiğinizde
Esirleri
bağışlamaktı bizim şanımız,
Ve hep
öldürmekti sizin şanınız!
Aramızdaki
fark neden mi aşikar?
Çünkü kapta ne
çalkalanırsa
Onun
mayası çıkar.
Hz. Ali
(a.s)'nin evinden çıkan ilim, iman, takva ve bunların sonucu: Hz.
Hüsyin (a.s)'in şahadeti, Zeyn’el Abidin'in ibadeti, El Bakır'ın
ve Essadık 'ın ilmi oldu.
Düşmanlarının evinden de içki, fuhuş, gaddarlık ve cinayetler çıktı.
Ünlü Arap
şairi Ebu Firas El Hamadani, Ehl-i Beyt
(a.s)'i düşmanları ile kıyaslayan şiirinde şöyle der.
لا يغضبون
لغير الله إن
غضبوا
ولا
يضيعون حكم
الله إن حكموا
تبدوا
التلاوة من أبياتهم ابدا
ومن
بيوتكم
حكم
الأوتار والنغم
ما
في
منازلهم للخمر معتصر
ولا
بيوتهم للشر معتصم
ولا
تبيت
لهم
خنثى
تنادمهم
ولا يرى لهم قرد، له
حشم
الركن
والبيت
والاستار منزلهم
وزمزم
والصفا
والحجر
والحرم
Sadece Allah için kızarlar
Eğer kızarlarsa
Ve sadece Allah'ın hükmü ile hükmeder
Eğer Hükmederlerse
Evlerinden duyulan
Daima Kur'an sesi,
Sizin evinizdense
Her zaman nağme sesi.
Evlerinde içkiye yer yoktur,
Şer, evlerinde hiç barınamaz,
Evlerinde Nedime cariyeler de yoktur
Süslü cicili maymun da bulunamaz.
Evleri Rükün,
Kabe
Ve Sitare’dir.
Zemzem, Safa,
Hacer ve
Beytullah'tır.
Cahilliye
devrinde Ali'nin dedesi Abdu’l Muttalib ile Muaviyenin dedesi Harb İbn-i
Ümmeyye mahkemeleştiler, mahkeme Ali'nin dedesinin lehine sonuçlandı
ve hakim Muaviyenin dedesine: "Babanın babası iffetli idi ama
baban sapıktır." demişti.
Çocuklar da
torunlar da babalarının dedelerinin kişiliklerinden kendilerine
düşen payı aldılar. Ünlü edebiyatçı Corc Cırdak
"İmam Ali" adlı eserinin 4. cildinde Muaviye'den bahsederken "O Ümeyyeyi tam olarak
temsil eden kişidir, onun ne İslam'la ne de insanlıkla hiçbir
alakası yoktu." dermiştir.
İslam'dan
uzaklığı konusunda kendisi de bunu inkar etmezdi. Onu
altından yapılmış tas ile su içerken gören Ebu’l Derda ona
"Hz. Muhammed (s.a.a)'in "altın veya gümüş tasla su içenin
içi cehennem ateşi ile doldurulacaktır." dediğini bilmiyor
musun? dedi. Muaviye de ona: "Ben şahsen bunda hiçbir sakınca
görmüyorum." diye cevap verdi.
Onun bu sözü
Osman'ın sözüne ne kadar da benziyor. Hz. Muhammed (s.a.a)'in kendisi
için: "Ne karalar ne denizler Ebu Zerr'den daha dürüst daha doğru
insan görmedi" dediği Ebu Zerr için Osman, "Bana
akıl verin bu yalancıya ne yapayım ? Dayak mı, hapis mi
yoksa idam mı edeyim?" demişti.
Emevilerin
tarihini okuyan, (Ömer İbn-i Abdulaziz hariç) hepsinin
yapılarının aynı madenden olduğunu görür. Muaviye,
Peygamberin torunu Hz. Hasan (a.s)'ı öldürttü. Oğlu Yezid de
Peygamberin torunu Hz. Hüseyin (a.s)'i öldürttü. Baba da oğul da Cennet
gençlerinin efendilerini öldürtmüşlerdi. Fark sadece Hz. Hasan'ın
zehirle gizlice, Hz. Hüseyin'in ise alenen kılıçla öldürülmesidir.
Kötü insanlar her devirde, şeklen ayrı olur; ancak özde birdirler.
İnsanlığın
kendisinden ve yaptıklarından teberru etmesine gelince, kendisi de ne
adaletli ne de insaflı davrandığını kabul eder. El
Muğire İbn-i Şube Muaviye ile geçen konuşmasını şöyle
anlatır:
"Muaviye'ye:
"Artık yaşlandın kocadın, biraz adaletli olsan ahretin
için iyi bir amel yapsan ve iyi bir isim bıraksan daha iyi değil
mi?" dedim o da bana "Heyhat heyhat, hangi iyi
isimden söz ediyorsun? Ebu Bekir hükmetti adil davrandı ölürken ismi de
beraberinde öldü, Ömer on yıl hükmetti, bir sürü içtihat yaptı ölürken
ismi de beraber öldü, 'Hz. Muhammed (s.a.a)'i kastederek' İbn-i Ebi Kebşeye gelince ona günde
beş defa: " ... Eşhedü enne Muhammeden Resul-u-llah" diye
bağırıyorlar.
Babasız kalasıca! Hangi amel, hangi isim kalacak?" diye
karşılık verdi.
İnsanlığın
kendisinden teberru ettiğinin başka bir örneği de, Hz.
Hasan'ı zehirli balla öldürttükten
sonra "Allah'ın baldan askerleri vardır." demesidir. Ayrıca, katil Bişr İbn-i
Artaa'yı ölüm ve soygun için silah ve askerle donattıktan sonra
"Medine'ye git oradaki insanları kov, yok et, olanların
mallarını al" dedi. Sufyan İbn-i Avf'ı da Irak'a
aynı gayeyle gönderirken "Seninle aynı düşünmeyenleri
öldür, karşılaştığın bütün köyleri tahrip
et" diye emir verdi.
Merhametine
gelince, o tahtı ve arşı
için şerrinden korktuğu kimselere karşı sabırlı
ve müsamahakardı. Ancak
cellatlarına ve şeytanlarına
bıraktığı vasiyetten öğrendiğimiz gibi zayıf
ve çaresiz insanlara karşı acımasızdı.
Haricilerin
lideri cariye ona geldiği zaman Muaviye ile arasında şu
konuşma geçer.
Muaviye:"Ali İbn-i Ebu Talip'le beraber olan sen
değil miydin! şimdi taraftarlarınla birlikte köyleri
dolaşıp kan döküyorsun." .
Cariye:"Biz Ali'yi sevdiğimizden beri ondan nefret
etmedik, onu aldatmadık da..."
Muaviye: "Ailen için çok basittin ki sana Cariye:adını
verdiler."
Cariye: "Sen de ailen için daha çok basittin ki sana 'Muaviye' (Uluyan Dişi
Köpek) adını verdiler."
Muaviye:
"Sen anasızın birisin"
Cariye: "Beni annem doğurdu, ve Sıffin'de
sana çekilen kılıçlarımız hala ellerimizde. duruyor"
Muaviye:
"Tehdit mi ediyorsun?"
Cariye: "Ülkemizi şiddetle fethetmedin, ama
hükmediyorsun. Sana söz vermiş seninle anlaşmalar
yapmışız. Bize vefalı olursan biz de vefalı oluruz,
başka türlü davranırsan geride bir çok sayıda cesur
savaşçı, bilenmiş silah ve keskin dilli şair
bıraktım eğer bize bir miktar gaddarlık yaparsan sana on
mislini yaparız"
Evet Muaviye
Cariye ve benzerine sabırlı ve müsamahakardı; ama Ubeydullah
İbn-i Abbas'ın çocuklarına ve zavallı köylülere
karşı ne merhameti ne dini ne de vicdanı vardı!
Muaviye'nin kayda değer başka bir özelliği
de, Hz. Muhammed (s.a.a)'in çiçeği, cennet gençlerinin efendisi Hz Hasan
(a.s)'ın ölüm haberi geldiği zaman Allah'a şükretmek için secde etmesidir.
Abdullah İbn-i Abbas bu olayı duyduğu zaman Şam'da idi.
Muaviye'nin meclisine çıktı ve "duydum ki Hasan'ın ölümüne
çok sevinmişsin, vallahi onun cesedi senin çukurunu doldurmayacak, azalan
ömrü senin ömrüne eklenmeyecektir. O ölürken senden daha hayırlı
olarak öldü. Eğer onu kaybetme felaketine uğradıysak daha önce ondan
daha hayırlısı olan dedesini kaybetmiştik. Peygamber
(s.a.a) yerine en büyük halife olan
babası Ali'yi bırakmıştı, onu da kaybettik."
dedi. Sonra hıçkırarak ağlamağa başladı ve bütün
meclistekiler ağladı.
Muaviye sordu: "Duyduğuma göre ardından küçük
çocuklar bıraktı."
İbn-i
Abbas: "hepimiz küçüktük büyüdük."
Muaviye:
"Öldüğünde kaç yaşında idi?"
İbn-i Abbas: "Hasan, doğumu da kendisi de
unutulmayacak kadar önemlidir. diye
cevap verdi." (İbn-i Abbas,
Hasan'ın Ahzap yılında yani Muaviye, babası ve
kardeşi ile birlikte Hz. Muhammed (s.a.a)'e ve Müslümanlara
karşı savaştıkları yılda doğduğuna
işaret ediyordu).
Muaviye sordu: "Şimdi orada kavminin efendisi sen
misin?"
İbn-i Abbas: "Hayır Hüseyin var iken ben
olamam" .
Muaviye: "Helal olsun! Her konuda her şeye
hazırsın" diye karşılık verdi.
Muaviye
İmam Hasan (a.s)'ı öldürtmüştü. Oğlu Yezit de İmam
Hüseyin (a.s)'i öldürterek üzerinde şahadet kelimesi yazılı bir değnekle
kesik başına vurup eğlenmiş,. daha sonra halka cemaat
namazını kıldırmak için ayağa kalkmıştı
(!)
Dün bunu
yaptılar, her asırda olduğu gibi bugün de aynı şeyi
yapıyorlar. Bu bölümü genişletecek olsak ciltler dolusu yazılabilir. Ancak biz bir örnekle
bitirelim:
Bir gün
Abdulmelik, İmam Zeyn El Abidin (a.s)'i gördü. Alnındaki secde izi
onu şok etti ve ona: "Ey Ebu Muhammed, bu gayret niçin? Allah (c.c)'a
yakınsın, Peygamber (s.a.a)'den bir parçasın, kendi ailenden de
çağdaşlarından da üstünsün. İlimde, fazilette, dinde ve takvada
öyle bir mertebeye geldin ki senin
gibisi yoktur." dedi ve buna benzer sözlerle ona iltifat etmeğe devam
etti. İmam ona "Bütün bu anlattıkların ve benim
yaptıklarım Allah (c.c)'ın lütufundan, büyüklüğünden ve
desteğinden kaynaklanmıştır. Bunlar için benim
şükretmem gerekemiyor mu?" dedi ve devam etti: "Hz. Muhammed
(s.a.a), ayakları tutmayacak duruma gelinceye kadar namaz kılar,
ağzı kuruyuncaya kadar oruç tutardı, çevresi ona "Ya
Muhammed Allah (c.c) senin günahlarının geçmişini ve
geleceğini silmedi mi?" diye
sorduklarında "her şey için ona şükretmem gerekmiyor mu?
Dünyada ve ahrette Allah (c.c)'a şükürler olsun" diye
karşılık vermişti." dedi. Sonra Abdulmelik'e
"Vallahi, damarlarım kesilse, gözlerim çıksa Allah (c.c)'a yine
şükrederim çünkü onun nimetleri sayılmayacak kadar çoktur. Vallahi
hiçbir şey beni gece gündüz, açık ve gizli olarak ona
şükretmekten alıkoyamaz" dedi ve ağladı. bu durumdan
etkilenen Abdulmelik de ağladı ve şunu söyledi: "Ahreti
isteyen ve onun için çaba sarf eden kulla; Dünyayı isteyen, dünya
kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan kul
arasında ne kadar büyük fark vardır.!"
İmam
(a.s)'ı Allah (c.c)'a ibadet etmekten ve ona şükretmekten nasıl
hiçbir şey alıkoyamadıysa, Ehl-i Beyt (a.s)'in
düşmanlarını da Allah (c.c)'a itaatsizlikten hiçbir şey
alıkoyamadı. Kendini ve ailesini "Dünyayı isteyen, dünya
kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan ... "
diye tarif eden Abdulmelik: "Kim beni takvaya davet ederse onun boynunu
vurdururum" demişti.
Abdulmelik'in
oğlu Yezit bir gün "Habbabe" ve "Seleme El Kıss"
adlı iki cariyesi ile birlikte mest olduğu bir sırada
coşmuş "Bırakın uçayım" diye
haykırmıştı. cariyelerden biri: "Müslümanların
işini kime bırakacaksın" diye
takıldığında: "Sana bırakacağım"
diye cevap vermişti. Abdulmelik'in torunu Velid İbn-i Yezid ise
çocukluğundan beri içtiği içkiye çok düşkündü. Bahçesine özel
bir havuz yaptırmış içini içki ile doldurmuştu. Zina ve
fısk işledikten sonra kendini havuza atar içer içer tekrar zina
yapmak üzere çıkardı. namaz vakti geldiğinde de
sarığı giyer millete namaz kıldırmak için
çıkardı.
Bu konuda
eklemek istediğim şey: "Oniki İmamın herbiri Zeyn El
Abidin (a.s)'dir, Ehli-i Beyt (a.s) düşmanlarının her biri de
Yezid'tir "
▬
ME’MUN'UN
ALİMLERLE MÜNAZARASI (39)
Biharu’l
Anvar Kitabının 3. cildinde "İman" bölümünde şu
olay anlatılır: Abbasi Halifesi El Me’mun bir gün kırk alim
topladı. Bunlar güzel kelam erbabı, bilge alimlerdi. Hepsini
meclisine çağırdı ve onlara "Ben diyorum ki: Ali İbn-i
Ebu Talip Peygamber (s.a.a)'den sonra en üstün kişidir, halifeliği en
çok hakkedende odur. Siz ne düşünüyorsunuz?" diye sordu.
Aralarında en alimleri olan İshak İbn-i Hammad, dizlerine
çökerek "Biz Ali'yi böyle tanımıyoruz, istersen seninle
munazara yapabiliriz" diye
karşılık verdi.
Me’mun : Ben mi sorayım sen mi
sorarsın?
İshak : Ben sorayım.
Me’mun : Dilediğini sor.
İshak : Bunun için delilin nedir?
Me’mun : İnsanları
birbirinden daha üstün kılan şey nedir?
İshak: Salih amel. (faziletli ve ahlaki davranış)
Me’mun: Farz edelim Resullullah'ın zamanında
faziletli birisi vardır. Peygamberden sonra da başka birinin
çalışıp çabaladığını düşünelim, bu zat
ne kadar uğraşırsa uğraşsın Peygamberin
zamanındaki faziletli kişinin mertebesine ulaşabilir mi?
İshak : Tabi ki hayır.
Peygamberin zamanındaki faziletliye yetişemez.
Me’mun : Sana mezhebini öğreten kişiler,
Ali'nin birçok faziletinden bahseder.
Sen onların da kabul ettiği bu faziletleri
başkalarının fazileti ile karşılaştır.
Eğer onların faziletlerinin Ali'nin faziletlerine biraz olsun
benzediğini görürsen o zaman başkasının Ali'den daha üstün
olduğunu iddia et. Me’mun devam
ederek : Ey İshak Allah'ın, Muhammed'i peygamberlikle
görevlendirdiği ve yanında hiç kimsenin bulunmadığı
sırada amellerin en hayırlısı ne idi?
İshak : Şahadeti inanarak
okumak ve İslam'a ilk icabet etmek.
Me’mun : Ali'den daha önce Müslüman
olanı biliyor musun?
İshak: Evet, Ali ilk Müslüman olan
kişidir; ama o bir çocuktu, başkası ise büyük ve
yetişkindi.
Me’mun: Ali kendiliğinden mi
Müslüman oldu yoksa Muhammed (s.a.a)'mi onu İslam'a davet etti?
İshak : Muhammed (s.a.a) onu
İslam'a davet etti.
Me’mun: Peki Muhammed (s.a.a)'in daveti
Allah'ın emrinden mi, Yoksa kendisinden mi kaynaklanıyordu?
İshak : Peygamberin kendisinden.
Me’mun : Muhammed'in daveti Allah
(c.c)'ın isteğiyle mi idi yoksa
Allah istemeden mi davet etti.
İshak : Haşa! Muhammed
Allah'ın emri ve rızası olmadan hiç bir şey yapmaz.
Mem’un: Allah, Muhammed'e çocuk
olduğunu bilerek Ali'yi İslam'a davet etmesini emretti. Peygamber
(s.a.a) de başka hiçbir çocuğu davet etmedi. Çünkü Allah diğer
çocukları davet etmesi için emir vermemişti. Çocuklara bu konuda
güvenilmeyeceğini, babalarının reddetmeleri ile çocukların
da reddedeceğini biliyordu. O halde Allah Ali'yi bütün çocukların
arasından seçti, çünkü bütün insanlara olan üstünlüğünü faziletlerini
ve mevkiini göstermek istiyordu, ve bu meziyetine hiç kimseyi ortak etmedi. O
da bir an bile Allah'a şirk koşmadı.
İshak şok oldu ve hiç cevap
veremedi. Sonra Me’mun sordu: İslamiyet'e ilk icabet etmekten sonra hangi
amel daha hayırlıdır?
İshak : Allah'ın yolunda
cihat etmek.
Me’mun : Doğru, peki Ali'den daha
büyük mücahit biliyor musun? İslamiyet'in ilk fethi ve ilk zaferi
olan Bedir savaşındaki
kafirlerin ölü sayısını biliyor musun?
İshak : Altmış
dolayında kişi ölmüştü.
Me’mun : Ali onlardan kaç kişiyi
öldürmüştü?
İshak : Yirmi kadar, diğer
kırk kişiyi de diğer Müslümanlar.
Me’mun: Bedir savaşı, Ali'nin
cihadının bütün Müslümanların cihadından daha üstün
olduğunu göstermek için yeterlidir. Cihat konusunu da daha fazla uzatmak
istemiyorum. ve devam ederek: "Ben sana Musa için Harun ne ise..."
hadisini biliyor musun? dedi.
İshak : Evet çok iyi biliyorum.
Me’mun : Harun Musa'nın anadan ve
babadan kardeşi idi ve peygamberdi. Ali peygamberin kardeşi
değildi, peygamberde değildi. Öyleyse Peygamberin "Harun Musa
için ne ise sen benim için osun" demesinin anlamı nedir?
İshak: Peygamber bu sözlerle
Ali'nin gönlünü almak istedi. Çünkü münafıkların "Peygamber
beraberinde götürmek istemiyor" laflarına üzülüyordu. dedi.
Me’mun gülümsedi ve "Allah
(c.c)'ın kitabı ne güne duruyor acaba? Bu hadisin anlamı
Kuran-ı Kerim'de mevcuttur"
dedi.
İshak: "Nasıl
yani?" diye sordu.
Me’mun: Kuran-ı Kerim olayı
şöyle anlatır:
قَالَ
مُوسَى
ِلأَخِيهِ
هَارُونَ
اخْلُفْنِي
فِي قَوْمِي
وَأَصْلِحْ وَلاَ
تَتَّبِعْ
سَبِيلَ
الْمُفْسِدِينَ}(الأعراف/142)
"ve
Musa, kardeşi Harun'a, kavmimin içinde benim yerime geç, onları
düzene koy ve bozguncuların yoluna uyma demişti." (Araf
142)
İshak: "Musa Harun'u Allah'la
münacat yapmak için geçici olarak yerine bırakmıştı,
Peygamber (s.a.a) de öyle, sadece sefere gitmek için Ali'yi
bırakmıştı." dedi.
Me’mun: "Hayır durum senin
anlattığın gibi değildir, Musa tek başına Rabbine
gitti ve kardeşini yerine Halife olarak bıraktı. Hz. Muhammed
(s.a.a) de kavmi ile birlikte gitti. Medine'de sadece kadın ve çocuklar
kalmıştı, Musa'nın yerine kardeşi nasıl Halife
olarak kaldıysa aynı şekilde Ali de Muhammed'in kavminde Halife
olarak kaldı. Hz. Muhammed (s.a.a) de bunu "Ancak benden sonra
Peygamber yoktur" sözleri ile belirtti. Yani Peygamberlik
dışında kalan her konu için kendisini yerine bıraktı.
Çünkü o son Peygamberdi ve hiçbir şekilde sözleri geri çevrilemezdi.
Hazır bulunan alimler Me’mun'a "Doğrusu senin söylediklerin haktır
ve biz senin söylediklerine katılıyoruz." dediler.
Bu münazara ister gerçekten Halife Memun’la Alimler
arasında geçmiş olsun ister birisi tarafından telif edilmiş
olsun; doğrusu o ki içerdiği ilmi konuların hepsi gerçektir.
Ş
İ İ L E R (İMAM
ALİ TARAFTARLARI)
Hz.Ali (a.s)'nin Şiasını
tanımak isteyen öncelikle Hz.Ali (a.s)'yi tanıması gerekir.
Kişiliğini tanımak için Enstitü veya Üniversite okumak; veya
hakkında yazılan binlerce kitabı okumağa gerek yoktur. Onun
söylemiş olduğu vecizelerden birini okuyan onun büyüklüğünü
anlar; ki onun büyüklüğü evren kadardır.
İmamı tanımayanlar onun
bu sözünü okusunlar. "Allah'a yemin ederim ki, bana yedi göğü
yörüngesindekilerle birlikte verseler, bir karıncanın
ağzındaki arpa kabuğunu alarak Allah'a itaatsizlik etmem.
Dünyanızın tamamı bir çekirgenin ağzındaki yapraktan
daha değersizdir." Merhamete, hoşgörüye, şefkate, ilme
ve doğruluğa bakınız.
Allah (c.c)'ı en iyi bilen ona en
çok inanan Ali, Allah'a yemin ediyor ki: zulüm yaparak yani Allah'a itaatsizlik
ederek bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu -arpayı değil-
almasını isteseler buna karşılık yedi göğü içindekilerle birlikte yani
içindeki Güneş, Ay, Dünya, ve
dünyadaki insanlar, hayvanlar ve madenlerle birlikte bütün evreni verseler
veya kabul etmediği takdirde zincire vurulmak dahil her türlü eziyeti ve
mahrumiyeti uygulasalar yine Allah (c.c)'a itaatsizlik etmez.
Düşünebiliyor musunuz, yapmasını istedikleri zulüm nedir? Bir
karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu almak.!
Hz.Ali (a.s)' nin Allah (c.c)
sevgisinde Allah (c.c)'a bağlılıkta bu şekilde erimesi onu
normal insan kategorisinden çıkardı, onu ilke ve Hak örneği
haline getirdi. Öyle ki onun adı Hakka paralel bir duruma dönüştü ve
bundan dolayı Müslümanlar, onu sevenler ve onu sevmeyenler olarak ikiye
bölündü.. Tıpkı Hak konusunda Hak taraftarları ve Hak
düşmanları olarak bölündükleri gibi.
İmam Cafer Sadık (a.s)'a
sordular: "Ali, neden Cennet ve Cehennem
ayrıştırıcısı oldu?"
Dedi ki: "Çünkü onun sevgisi
İman, nefreti de küfürdür." Cennet Müminler, Cehennem de Kafirler
için yaratılmıştır.
İmam nasıl Takva ve Hak için
fedakarlıkta bir insanın ulaşacağı en son mertebeye
ulaştıysa; ilmi, doğruluğu, cesareti ve hoşgörüsü ile
öyle bir düzeye ulaştı ki onun üstünde sadece Allah (c.c) ve
Peygamber (s.a.a)'i vardır. Eğer sözleri hutbeleri Allah
(c.c)'ın sözlerinin altında, insan sözlerinin üstünde ise
istisnasız bütün sıfatları da öyledir. Bu da tutarlı
kişiliğinin eseridir. Eğer mucizenin anlamı sıra
dışılık ise onun sıfatlarının her biri
sıra dışıdır.
İşte İmam budur. Ona
tabi olmak ve şiasına girmek isteyen onu örnek almalıdır.
Veya başka bir deyimle Ehl-i Beyt (a.s)'e tabi olmak ve taraftarı
sayılmak için onların kurallarını koyduğu ve temel
kabul ettikleri şartları kabul etmelidir. İmam Zeyn el Abidin
(a.s), der ki: "Allah (c.c)'ın en nefret ettiği kişiler bir
İmamın sünnetini kabul edip yaptığını
yapmayanlardır." Allah (c.c)'ın en nefret ettiği
kişiler, onun en sevdiği kulunun taraftarları olamazlar.
İmam Sadık (a.s) der ki: "Bizi kabul eden her Müslüman'ın
her gün ve her gecede kendi kendini sorguya çekmesi gerekir. Eğer
yaptıklarında iyi bir şey görürse onu arttırmağa
çalışmalı, kötü bir şey görürse mağfiret dilemelidir.”
İmam Bakır (a.s) da der ki:
"Vallahi Şiamız sadece Allah'tan çekinen ve ona itaat
edenlerdir." O halde gerçek Şii Kur-an-ı Kerim'e göre dinin gereğini yerine
getiren, Ebu Zer (r.a)'in, Ammar İbn-i Yaser (r.a)'in ruhlarını
taşıyan gerçek Müslümanlardır. Öyle değilse o sadece
isim olarak Şii'dir.
Şii, Necef'teki İmamın
kabrini ziyaret ettiği zaman ona hitaben:
"السلام
عليك يا أمير
المؤمنين،
وإمام
المتقين
وقائد الغر
المحجلين"
"Esselamu Aleyke Ya Emir El Müminin ve
İmam El Müttakin ve Kaid El Ğirr El Muhacceliyn" (Selam Sana ey
Müminlerin Emiri, Takva sahiplerinin İmamı, pak ve temiz
insanların lideri) diye seslenir. Bunu söyleyen şahıs eğer
iman ve takva sahibi değilse, İmam (a.s)'ın, kendisinden ve
yaptıklarından teberru ettiğini itiraf etmektedir.
Tıpkı Ku'ran-ı Kerim'i okuyan fasık ve
münafıkların kendilerini lanetleyen Kur'anı Kerim'i
okumaları gibi; çünkü Ku'ran-ı Kerim bunlara açıkça lanet
etmektedir.
İlginç durumlardan biri de
Parlamentoya Şiilik adına girenler, kimliğinde (muhtarın
şahitliğine dayanarak sayım memuru tarafından)
Müslüman-Şii yazılması üzerine
Şii olduğunu iddia etmekle kalmaz, Şiileri temsil
ettiğini de iddia eder. Ne zaman yolsuzluk yapmak isterse bu kimliğe
başvurur! Sanki Şiilik zulüm, haksızlık ve anarşiye
dayalı imiş gibi.
Böyle birinin Şiilik hakkında
hiçbir şey bilmediğine, 12 İmam (a.s)'ın adlarını
bile sırası ile sayamayacağına, hatta hayatı boyunca
bir kez bile oruç tutmadığına veya hiçbir farzı yerine
getirmediğine dair bahse girerim. Adam namaz kılanlarla, oruç
tutanlarla alay etmektedir. Buna rağmen Şiiler adına
Milletvekili ve Bakan olmakta ve Şiilik adına Şiileri
öldürmektedir. Kendisinden önce Muaviye oğlu Yezid de üzerinde
"Lailahe İlle llah, Muhammeden Resulullah" yazılı bir
değnekle Hz. Hüseyin (a.s)'nin
başına vurarak alay ediyordu!
Bu ve bunun
gibileri Şiiliğe
mal edildikten sonra, Şiiler her
tamahkarın lokması haline geldiler ve İmam (a.s)’ın şu
sözü onlara uygun hale geldi "Bu Şiiler müşterinin hangisini
alacağını şaşıracağı keçiler durumuna düşeceklerdir. Ne
başvuracakları Şerifleri, ne işleri için
danışacakları bir kimseleri kalacaktır.” (40)
yani kasabın seçeceği
kesimlik keçiler kadar zayıf olacaklar ve ne bir çobanları ne de bir
liderleri olacaktır.
Ayrıca: “Ey Şiiler sanki
otlamak için ot arayan ve bulamayan develer gibisiniz.” demişti.
İmam
(a.s), Şiileri keçi ve deveye benzetiyor. Evet! Şiilerin şimdiki
durumlarına bakınız farkları var mıdır? Dünyadaki
durumlarına bakınız hiç helalı - haramı gözeten bir
liderleri var mıdır? Hiç çıkarını düşünmeyen
birinin liderlik yaptığını görüyor musunuz? Dini
liderlerine gelince; toplumunun yoksulluğu zayıflığı
onu hiç ilgilendirmez, düzeltmeğe çalışmaz; çünkü siyasi bir
olaydır bu! Bütün ilgisi, uğraşı nasıl daha çok
taraftar ve ona tabi olanları arttırabilir, dolayısı ile
para geliri çoğalabileceği üzerinedir!
Siyasi bir
liderliği üstlenirse günahlarına günahlar katar. O halde Şiiler
şaşkın şaşkın dolaşan ve hiç yolunu
bulamayan veya kesime sürülen keçiye dönüşmüş ve hiç farkları
kalmamıştır.Şiiler, Emevi döneminden Osmanlı'nın
son dönemine kadar değişik yönetimlerden eziyet ve zulüm gördüler. Bunlar gidip
sömürgeci Batı gelince Şiilerin nasibine düşen zulüm ve eziyet
diğer taifelerden daha fazla olmuştu. İngilizler ve
Fransızlar kaçıp idare, yerli kalınca yine Şiilerin
hakları -özellikle Lübnan'da- verilmedi.
1943 yılında Lübnan'da ilk
başkan seçildiği zaman bazı Şii liderlerini kendine
yaklaştırıp bazılarını
uzaklaştırdı; taife hiçbir hakkını alamadı. Sonraki seçimde gelen başkan
yakınları uzaklaştırıp uzaktakileri
yakınlaştırdı; ama durum daha vahim oldu ve eski
şairle birlikte şu beyti tekrarlamaya başladık:
ياليت
جور بني مروان
دام لنا
وليت
عدل بني
العباس في
النار
"Keşke
Beni Mervan'ın zulmü devam etseydi de
Beni Abbas'ın adaleti Cehenneme
gitseydi."
Ardından, üçüncü seçimde gelen
başkan gelir gelmez tarafsızlık politikası ilan etti; ancak
hala Şii taifesi hakkı ve adaleti beklemekte ama bulamamaktadır.
Bütün başkanların dönemlerini
gördük, hiçbir şey değişmedi. Demek ki illet
dışarıda değil içeridedir. İmamın
yaptığı teşhis hala geçerlidir. Hala
başvuracakları veya dayanacakları şerefli bir liderleri
yoktur. Şeyhimiz Elşebibi ne güzel söylemiş:
أيها
المصلح من
أخلاقنا أيها المصلح الداء هنا
إننا نجني على انفسنا حين
نجني سم ندعو
من جنى
"Ey
ahlakımızı düzeltmek isteyen,
İllet buradadır.
Haksızlık yaparız
eğer,
Dersek ki:"İllet
oradadır."
▬
i
İMAM
(A.S) 'IN DOĞUMU VE ÇOCUKLARI
İmam (a.s), Mekke'de Beytullah El
Haram'ın göbeğinde (Kabe'nin içinde) Cuma günü, Recep
ayının 13’ünde fil yılından 30 yıl sonra doğdu.
Babası Peygamber (s.a.a)'in amcası, annesi babasının
Amcasının kızıdır. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)'nin
doğduğu yılı hayır ve bereket yılı olarak
ilan etti. Ona sütü kendisi getirir, yıkarlarken suyu kendisi döker,
beşiğini kendisi sallar, uyanıkken onunla oynar, yükler
göğsüne bastırırdı.
Annesi ona babasının
adını, babası da Ali adını vermişti.
Lakaplarına gelince sayılmayacak kadar çoktur. Ben bir
kısmını yazıyorum. Emir El Müminin (Müminlerin Emiri),
Yasub Eddin (Dinin erkek arısı), Peygamberin Kardeşi, Betül'ün Kocası (Betül Hz. Fatıma
(a.s)'nın lakabıdır), Kafir Katili, Cennet ve Cehennem
Ayırt edicisi, Sancak Sahibi, Arapların Efendisi, Arıların
Emiri. Bu son lakabına gelince bununla ilgili hadis; Bihar ül Anvar
Kitabının 3. cildin sonunda
şöyle anlatılır: "Mağaranın birinde
Arı bulunmuş ancak arılar öyle saldırganmış ki
hiç kimsenin gücü içeri girip bal
almağa yetmemiş. Buna karşılık Hz. Ali (a.s)
mağaraya girmiş ve çıkarken yanında külliyetli bir balla
dönmüştü. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a) ona Emir Ennehl
(Arıların Emiri) lakabını takmıştı."
Hz. Fatıma (a.s) ile
evlendiğinde kendisi 25, Fatıma 10 yaşında idi. Fatıma
Mekke'de Peygambere ilk vahyin gelişinden beş yıl sonra
doğdu. Hicretin 2. yılının Zil Hicce ayında evlendiler.
Derler ki: eğer Ali olmasaydı Fatıma’ya denk hiç kimse
olmayacaktı. İmam (a.s)'a Hasan (a.s)
, Hüseyin (a.s), Zeyneb El
Kübra (a.s), Zeyneb El Süğra
lakaplı Ümmü Gülsüm (a.s)'ü getirdi. Bir rivayete göre Hasan ve Hüseyin
İmam (a.s)'ı "Baba" diye çağırmazlardı çünkü
Peygamber (s.a.a)'den başkasını baba olarak görmezlerdi ve bu
durum dedeleri vefat edinceye kadar sürmüştü.!
Hz. Fatıma
(a.s) vefat ettikten sonra bir kaç kadınla evlendi.
1-
İmame
Bint-i Ebu-l Ass’ın. Annesi Peygamber (s.a.a)'in kızı
Zeynep'ti kendisine Kerbela' şehidi
Muhammed El Avset (a.s)'i Dünyaya getirdi,
2-
Havle Bint-i
Cafer İbn-i Kays El Hanefiyye, İbn-i El Hanefiyye olarak bilinen
Muhammed El Ekber (a.s)'i Dünyaya getirdi.
3-
Ümmü Habibe
Bint-i Rabia, Ona Ömer ve Rukiyye (a.s)'yi Dünyaya getirdi.
4-
Ümmül Benin,
Bint-i Hizam El Kilabiyye, ona hepsi Kerbela'da şehit düşen Abbas,
Cafer, Abdullah, ve Osman (a.s)'ı Dünyaya getirdi.
5-
Leyla El
Darimiyye, Kerbela'da şehit
düşen ; Ebu Bekir lakaplı Muhammed El Asgar ve Abdullah(a.s)'ı
Dünyaya getirdi
6-
Esma Bint-i
Hamis El Hasamiyye, Yahya ve Avn (a.s)'ı Dünyaya getirdi.
7-
Ümmül Mesud
El Sakfiyye, Ümmül Hasan ve Remle (a.s)'yi Dünyaya getirdi.
Bu
saydıklarımızın dışında da evlendi onlardan
kızları oldu. Kızların adları sırası ile:
"Nefise, Ümm Hani, Rukiyye El Suğra, Ümmül Kiram, Cümene, İmama,
Üm seleme, Meymune, Hatice ve Fatıma (a.s)"
Çocuklarının
toplamı 27'dir, bunların 14'ü erkek diğerleri kızdır.
Şehit edildiği zaman yanında 22 kadını vardı.
Bunların dördü zevce idi: Kadınların en hayırlısı
Fatıma'nın yeğeni İmame, Leyla Bint-i Mesud, Esma Bint-i
Amis, Ümmül Benin El Kilabiyye. Diğerleri çocuk anaları idi.
Orta boylu, –ne
uzun ne kısa sayılırdı–, esmer tenli, saçları dökük, kaşları ince ve uzun, gözleri
büyük ve siyah, yakışıklı, güleç yüzlü, zarif, geniş
göğüslü, boynu uzun, göbekli, sırtı düz – sanki hiç eklemi
olmayan tek parça gibi–, elleri büyük, fazla eti olmayan adaleleri,
pazıları kollarından fark edilmezdi, kolları kalın, el
ve ayak dirsekleri ve tabanı büyük, ayakları ince idi. Muğire
Bin Şu-be "Ali Aslana benzer, Aslanda
kalın olan onda kalın Aslanda ince olan onda da incedir"
derdi.
Yürüyüşü Hz.
Muhammed (s.a.a)'in yürüyüşüne benzerdi. Savaşa başlarken hiçbir
şeyden çekinmez koşar adımla giderdi. Bir atlıyı hiç
zorlanmadan havaya kaldırır yere çalardı. Bir kişinin
kolunu sıktığı zaman o kişinin nefesi kesilirdi. Ne
sıcaktan ne soğuktan etkilenirdi. Bazen yazın kış
elbiseleri ile veya kışın yaz elbiseleri giyerdi.
▬
1)Ehlibeyt Mektebinde bu konularda
çok eser mevcuttur. Eş-Şafi - Murtaza3 ciltlik Dalailu' Sıdk
Şeyh Muzaffer
Ayanu'ş Şia 3. cilt - Esseyid Muhsin El Emin
El Muracaat - Şerafuddin El Gadir - El EminiBu kitapları sadece
değerli kitap oldukları için değil, özellikle Nassı(İçerik) ispat ederken, şüpheye
düşen Ehl-i Sünnetin güvendikleri ve dayandiklari kaynaklara işaret ettikleri için
zikrettim.
***********************************************2) Şeyh Muzaffer
Dalailu's Sidk kitabında bu hadisin Tirmizi’nin Sahihinde Hz.Ali’nin
faziletleri bölümünde, Hakim'in Müstedrikinde yine aynı adı
taşıyan bölümünde, İbn-i Hacer’in Savaik in birinci bölümünde
anlattigini yazar C:2, S:3, 1953
baskısı
***********************************************3) 1959 yılında
Mısır’lı yazar Mustafa Mahmud, “Allah ve İnsan” adlı kitap yazdı,
kitapta yaratıcının varlığını inkar etti,
çünkü sadece denemeye dayalı bilime inanıyordu, ben ona cevap olarak
“Allah ve Akıl” adlı
kitabı yazdım ve dört kere basıldı, sonra adı geçenin
bütün yazdıklarını takip ettim daha sonra “Gece
Yarısından Sonraki Günlükler” adlı kitabında önceki
fikrinden vazgeçiyor ve “Deney bir adım olabilir ama her şey
değildir, ben ilime inanırım yalınız onunla yetinmem,
duyulara da inanırım ancak onlar her şey değildir” diyordu.
Demek ki insan yansız ve insaflı bir şekilde araştırma
yaparsa gerçeği öğrenir ve Hak yolunu bulur.
***********************************************
4 ) İbni Kuteybe'nin El
İmame ve assiyese adlı kitabının C:1, S:6, 1957
baskısında Ebu Bekir'in "Bilin ki benim bir şeytanım
vardır bazen yolumu kesiyor" dediğini yazmaktadır.
İbni Kuteybe, Sünnilerin en güvendiği kaynakların
arasındadır. Vefatı: 276 H. Ayrıca, aynı konuyu Tabari
Tarihinin birinci cildinde okumak mümkündür. İlginç olan bir durum da
bazılarının "Bunları Şiiler ekledi "
demeleridir. Tabari'nin ve Tabari gibi yazan diğerlerinin Şiiler
hakkında yazdıkları sövgü ve iftiralar doğru ve hak olarak
kabul edilirken başkalarına dokundurdukları zaman Şiiler eklemiş oluyor. Bu durumda
Şiilerinde, Tabari ve diğerlerinin Şiiler hakkında
yazdıkları sövgü ve iftiraları
Sünniler eklemiş deme hakları vardır. Vicdan sahipleri
karar versin.
***********************************************
5 ) Kıyas, Sünni
Fıkhının temel usuller arasındadır. Oda, şeriatta
hükmü var olan bir olayın hükmünü, kıyas yaparak benzer bir olay için
vermeleridir. Hükmü verirken, Şari (hükmü koyan) ne özel ne genel anlamda
asla bir nass koymamış olsa da Fakih kendi takdirini kullanarak hüküm
verir. Şiiler kıyası, Şari (şeriatı emreden),
olaya neden olan konuda açık bir hüküm koymamışsa kabul
etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme neden olan olayda nassı
gerektirir.
***********************************************
6) Mısır'ın büyük edebiyatçılarından biri olan ve
bir çok eseri bulunan Abdurrahman El
Şarkavi dediki: Hz. Ali (a.s) sekiz
yaşında iken –henüz ne peygamberlik ne de vahiy vardı-
amcasının oğlunun insanlığından onu
sevdirecek ve onu yüceltecek
şekilde konuşurdu. Yani Hz. Ali (a.s)
o zamandan İslam çağrısı ve başarısı
için gerekli ön hazırlığı yapıyordu.
***********************************************
7) Ali ve Felsefe adlı kitabımda bir çok çağdaş bilim
adamından örnek vererek bilimin ve
bilim adamlarının, bir bilim
dalının muhtelif bilimlere kapı açtığını
gördükten sonra bu teoriyi
desteklediğini yazmıştım.
***********************************************
8) Bunların içindenn: Altı sahihten birinin yazarı Nesaiye
ait bir kitap, Ebi Naim El Asfahani'nin yazdığı kitap, Ebi
Abdulkerim El sukarri'nin yazdığı kitap, (Esseyid Emin'in Ayanu
Şia kitaplarının sayabiliriz. C:3)
***********************************************
9) Bu kitabın akıldan başka İmam yoktur bölümündeki
.... çoğu haktan nefret eder kısmına bakınız.
***********************************************
10) Bu kitabın İmamı Ali Bölümü, Naşşar'la
birlikte kısmına bakınız
***********************************************
11) Allame Seyyid El Murtaza El
Askeri İbn-i Seba hakkında bir kitap yazdı, rakam ve kesin
delillerle uydurulmuş bir kişilik olduğunu ispat etti. Ben de,
Me Uleme El Necef adlı kitabımda bu konuya değindim. Hatta El
Naşşar bile
kitabının birinci cildinde İbn-i Seba'nın
varlığından emin bir şekilde bahsettikten sonra ikinci
cildinin 23. sayfada "İbn- Seba'nın kişiliğinin
uydurma olması muhtemeldir." Diye yazmaktadır.
***********************************************
12) El Naşşar'ın kuşağından olan Dr. Tevfik
El Tavil'in yazdığı Üsus El Felsefe (Felsefenin temelleri)
adlı 1959 baskılı kitabının 391. sayfada
"Şiilerin İslam'ın ruhsal içeriğini
zenginleştiren his edilir katkıları olmuştu, onların
faal hareketleri dinin taşlaşmasına ve donuk kalıplara
girmesine engel oldu." Demiştir.
***********************************************
13) Kuran Işığında Ali(a.s)'nin İmameti adlı
kitabımda:"Mutaassıpların Hz. Ali (a.s)' nin ilk Müslüman
olduğunu inkar etme imkanı
bulamayınca gerçeği itiraf etmekte onlara zor geldiği için
demagojiye başvurdular ve ilk inanan yerine ilk inanan çocuk dediler....
***********************************************
14) Al Gazali, El Mustasfi Kitabının mutabakat şartları
bölümünde "Masumiyet ümmetin mutabakatı ile gerçekleştiği
kabul edilmiştir:" diye yazmıştır. Allah'ta
Kuranı Kerim'de - Ve bir şeyde ihtilâfa
düştünüz mü onun hükmü, Allah'a âittir. Diye
buyurmuştur. Ehli Hakkın az
olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah'ta "
Çoğu kavrayamaz" diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına göre
masumiyet için, mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum değildir
hatta çoğu zaman hak azınlığın tarafında
olmaktadır.
***********************************************
15) Sahihi Buhari C:5,
Hz.Fatıma'nın faziletleri bölümünde ' Allah'ın Resulu dedi ki
"Fatıma benden bir parçadır ona
eziyet eden bana eziyet etmiş sayılır. Diye yazılmıştır.
Sahihi Muslim'in 2. Cildin 2.
Bölümündeki Hz.Fatıma'nın
faziletleri bölümünde Peygamber (s.a.v)'in Fatıma benden bir parçadır
onu üzen beni üzer ona eziyet eden bana
eziyet etmiş sayılır. Diye
yazılmıştır.
***********************************************
16)Abdul Muttalib'in on erkek çocuğu vardı, Abbas, Hamza,Zubeyr,
Cuhl,(Ğaydak) Mukaddim, Dirar, Nevfel, Haris, Ebu Leheb, Abdul Uzza, Ebu
Talib adı da Abdül Menaf ve Abdullah. Abdullah, Ebu Talib ve Zubeyr
Fatıma Bint-i Amru İbn-i Ayed adlı kadından
diğerleri başka kadınlardandı. Hz. Muhammed (s.a.v)
ve Hz. Ali (a.s)'nin babaları
aynı anadan ve babadan idi.Zubeyr'in çocuğu olmadı,
Abdullah'ın bir oğlu oldu Hz. Muhammed (s.a.v), Ebu Talib'in ise üç
oğlu oldu, Cafer, Ukayl ve Hz.Ali(a.s), Ebu talib'in çocukları
birbirleridei on yaşla büyüktür. Bihar ül Anvar /Meclisi
***********************************************
17)Bir rivayete göre Hz. Muhammed'e (s.a.v) otuz yaşını
doldurduğu yıl doğmuştur.
***********************************************
18) Eskiler, Hz.Ali (a.s)'nin ilkMüslüman olduğunu inkar edemeyince,
hileye ve laf cambazlığına başvurarak "İlk
Müslümanlar, Kadınlardan Hz. Hatice, Erkeklerden Ebu Bekir, çocuklardan
Hz. Ali (a.s)'dir." Dediler.
***********************************************
19) Dalail Essıdk kitabına göre, El Mavakit kitabında ve
Hakim'in Müstedreki C:3, S:32 de yazılıdır.
***********************************************
20) "Rihlat El İmam El Zincani" 1947 baskısı
S:400, Sadr El Mutellihin 16 y.y filozoflarındandır.
***********************************************
Şeyh Had, "Mustedrik Nehj
El Belağa" adlı
kitabında, Nehj El Belağa daki hutbelerin Şerif Errida
doğmadan muhtelih kitaplarda kayıtlı olduğunu ispat etti.
***********************************************
21) İlim El Yakin – Muhsin El Fayd, 1303 H baskısı S: 126
***********************************************
22) Zahair El Ukba fi Manakib zaviy El Kurba – S:64
***********************************************
23) Aynı kaynak
***********************************************
24) Aynı kaynak
***********************************************
25) Aynı kaynak ve Hayat Ali İbn-i Ebi talib – Eşşeyh
Eşşenkıytı
***********************************************
26) Allah ve Akıl adlı kitabım S:54
***********************************************
27) Bazıları dedi ki : "maddenin zihnin içinde olması
imkansızdır çünkü zihin eğriyi ve doğruyu sıcağı ve
soğuğu düşünür. Yoksa zihin aynı anda hem doğru hem
eğri, hem sıcak
hem soğuk olması
lazımdır. Bu durumda zihinde var olan şey maddenin kendisi
değil sureti olması gerekir" dedi
***********************************************
28) Bazı müellifler, Yakin'i üç bölüme ayırdılar, birincisi
İlm El Yakin: bir şeyi görmeden
onu etkisi ile varlığına kanaat etmesi, ikincisi Ayn El
Yakin: oda gözü görüp tanıması,
üçüncüsü Hak El Yakin: oda bir şeyle bizzat bire bir ilişki
kurmasıdır.örneğin: Ateşin
ışığını uzaktan gördüğün zaman bu ilm
el yakin, onu gözünle gördüğün zaman bu ayn el yakin. Ancak ateş sana
dokunursa bu hak el yakindir.
***********************************************
29) El Hafif Ettabari / Zakhair El Akbi 1356 baskısı, S:228
***********************************************
30) Ennas Vel İctihad 1956 baskısı S:78, El Müstedrik, Kitab
Maarifet Essahabe C:3,S124'den naklen
***********************************************
31) Bu paragrafı, Ahmed Teymur'un yazdığı bir kitaba
üstat El Cundi'nin yazdığı uzun bir önsözden aldım.
***********************************************
32) Musul Müftüsü Şeyh El Abdi, "El Nuvat" adlı
kitabının 109. sayfasında: "Müslim'in ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri "El
Sikeleyn (iki emanet)" hadisindeki Peygamberin sık sık
ehlibeytini tavsiye etmesinin nedeni kendisinden sonra onların
başına geleceklere bir işaretti. Ve o olaylar etkisi
yüzyıllar sürecek, İslam'ın özüne saplanmış bir hançer
darbesidir!
***********************************************
33) El Akd El Ferid kitabının müellifi birinci ciltte hep
yatık vazıyette kalan bir özürlü
insanlara ne söylemek istediklerini bildirirdi. Bazı tarihçiler ve
Hadis rivayetçileri başka
özürlüler için de buna benzer
şeyler yazdılar.
***********************************************
34) 1233 Allme El Meclisi'nin Hicri baskılı Bihar ül Anvar, C:13, 135.163.168. sayfalar.
El Meclisi 279 yıl önce vefat etti.
Bilindiği gibi Meclisi 430 yılında vefat eden Şeyh
Ettusi'nin El Ğaybe, 413 yılında vefat eden Şeyh El
Müfid'in El İrşed ve 381 yılında vefat eden EL Saduk'un El
Maani adlı kitaplarınan
nakletmişti. Bu kitaplar halen basılmakta ve
okunmaktadır. Bu hadislerin İmamiyye kitaplarında
yazılması bin yıl öncesine dayanır.
***********************************************
35) Deleil Essıdk kitabı C:3, S:160
***********************************************
36) Burada akıl ve nakil
yoluyla Hz. Muhammed (s.a.v.)'in velayetini kabullenen herkesin İmamın da velayetini kabul etmesi
gerektiği konusunu daha çok uzatmak istemiyorum
çünkü bu konuyu "Mâa
Aşşia El imamiyye ve Ehl-i Beyt" kitabında
yazmıştım.
***********************************************
37) Bu kitapta Şiilere atılan iftiraların yanı
sıra bir çok hata da vardır. Örneğin: c:1, S:31'de "İslam'ın üç temeli
vardır: «Kur'an, Sünnet ve Hadis». Bütün İslam alimleri bilir ki
Sünnetle Hadis aynı şeydir. Yine C:1, S:31'de de söylenen ve
söylenmeyen küllidir, (bütündür) cüzi (parça) ise külli için söylenen ve söylenmeyendir."
Bu tıpkı bir kişinin «bu hayvanın karnındaki ya
erkektir ya değildir.» demeğe benzer. Oysa felsefe ve mantık
ehline göre külli çoğunluğu, cüzi ise sadece tekliği ifade eder.
Müellifler ise küllinin ve cüzinin tarifini birleştirip her ikisini birden
tarif ettiler.
***********************************************
38) Şair bir gün halkı anormal bir şekilde hareketli görünce
nedir bu hıys bıys? (karışıklık) dedi ve bu onun
lakabı haline geldi. Kendisi tanınmış bir Fakih ve
şairdi. Çok güzel şiirleri vardır.
***********************************************
39) Tartışma çok uzundur ben özetleyerek yazıyorum.
***********************************************
40) Bihar ül Anvar C:13, İmam (a.s)' ın Hz. Mehdi (a.s) hakkında söyledikleri
bölümü.