|
Derdimiz insan ise sevgimiz de insanadır. Benim
kabem insandır, diyen ozan, insana verilen değeri Hakk’a yapılan ibadetlere
eşdeğer görmüş olsa gerek. Çünkü, ibadetlerin temelinde insanın emr
bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker, yani iyi ve yararlı olanı tavsiye etmek ve kötü
ve zararlı olandan alıkoymak yatar. Bu haliyle ibadet, insana haddini ve
sorumluluğunu hatırlatan başta eğitim olmak üzere diğer bütün kurumların yerini
alarak özellikle insan hak ve hukuku hususunda önemli bir işlevi
üstlenmektedir. Bu anlamda ibadet mefhumunu içeren her din, insana bir yaşam
reçetesi sunmanın yanında aynı zamanda insana, insan olmanın gerek ve
sorumluluklarını da hatırlatmaktadır. Dolayısıyla dinin, insanı bencillik ve kendini
beğenmişlik saplantısından kurtaran, onu diğer insan(kardeş)ların hak ve
hukukuna saygı duyan bir sosyal varlık haline getiren işlevi inkar edilemez.
Nitekim insanın kara kutusu ruhudur. Bu durumda insan bedenen kirlendiği zaman
su ve sabunla fiziken kendini yıkayarak kirlilikten arınmaktadır. Oysa aynı
insan, ruhen ve sosyal açıdan bencillik, kendini beğenmişlik, çekememezlik ve
kıskançlık gibi ruhsal kirliliklerden arınmanın yolunu bilmemektedir. Bu
kirliliği ortadan kaldırmak ve güvenli bir sosyal ve psikolojik ortam
oluşturmak için sonuç veren tek çözüm yolu, "kendi başına insan"
tarafından ortaya konulmamıştır. Özgür iradesini kendi menfaatine ve başkasının
aleyhine kullanan insanın, içine düştüğü özüyle de çelişen bu durumdan
kurtulması için tek çare, ruhi arınma reçetesini ihtiva ettiğine inandığı dine
sığınmasıdır. Bu durum günümüzde de geçerliliğini korumakta ve gelecekte de
koruyacaktır. Çünkü insanın yerleşik bir doğası vardır ki, ona onun ilkeleriyle
hükmedilebilir.
Modern zamanda kurulu "Modern Ulus Devletler"de
sorgulayıcı anlamda düşünmek suç telakki edilirken, kutsal metinlerde,
inandığımız dinin kurallarını akıl sahipleri olarak anlama ve idrak etme
bakımından sorgulama sorumluluğumuzun bir gereği sayılmıştır. Oysa günümüzün
modern ulus devletlerinde kişi, siyasal karar alma sürecinden dışlanmakta ve
sisteme dönük uyarıcı düşüncelerinden ötürü cezalandırılmaktadır. Modern ulus
veya ulusal irade kavramları da Fransız Devrimi yıllarından kalma içeriği ve
yetki sınırı belli olmayan suiistimale açık muğlak kavramlar olup, demokrasinin
ilkeleriyle çelişen uygulama alanları olan kavramlardır. "Halk adına halka
rağmen" ilkesi demokrasiyi, çoğulculuğu ve çoğunluğu hiçe sayan jakobenci,
dayatmacı ve antidemokratik bir mantığın ürünü olup günümüz şartlarında
geçerliliği kalmamıştır. Özetle günümüzde pozitif hukuk alanında katedilen
mesafe gerçek demokrasiyi doğrulamakta ve bu da bizi kutsal metinlerin evrensel
ruhuna yaklaştırmaktadır. Yani modernizim yavaş yavaş yerini postmodernizme
bırakmaktadır. Sorgulama insan doğasının zorunlu bir sonucu olmakla beraber
demokratik hayat için de hayati bir ilkedir. Ondan kaçanlar tarih boyunca daha
büyük felaketlere maruz kalmışlardır.
Günümüzde Aleviler dünyadaki Ehl-i Beyt Mektebi
mensuplarının aksine inançlarından gayrı ihtiyari olarak uzaklaştırılmışlardır.
Bu süreçte onları buna mahkum eden mekanizmanın(!) yanında son zamanlarda kökü Alevi,
gövdesi ateist, pozitivist, Freudçu, Marxist ve İslam’la bağdaşmayan
fraksiyonların tahribatının payı çok daha fazla olmuştur. Bu beşeri din mensupları
Alevileri diğer legal siyasi çevreler gibi sadece sömürmüş ve her seferinde onları
mahcup ve mağdur etmişlerdir. Aynı çevreler bazen de İslam ahlakıyla bağdaşmayan
tavırları sebebiyle de Alevileri, "Ben Aleviyim" demekten alıkoyacak
kadar eli kolu bağlı bırakmışlardır. Bu çevreler ve adı belli mekanizma kadar, Alevi
sözüm ona bazı dedeler ve babalarının da payı büyüktür. Onlar, kendi tarihi
gerçeklerini Kur’an-ı Kerim, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan gelen kaynaklardan
edinmek yerine, bazı düzmece mitolojik, destan ve söylencelere yönelmişlerdir. Onların
İslam’ın temel kaynakları yerine akli, kalbi ve sosyal yönü zayıf kaynaklara
yönelmeleri, Alevi toplumunu diğer iyi niyetli Müslümanlardan da uzaklaştırarak
merkezden uzaklaşmalarına yol açmıştır. Ama bu gün Alevileri daha güzel günlerin
beklediği kanaatindeyiz. Çünkü modern süreç, insanları ana kucağından kurtlar
sofrasına atmış ve son zamanlarda bu durum, sağduyulu insanlar tarafından fark
edilmiştir. Neticede, tekrar yuvaya, yani Ehl-i Beyt’tin ilim ve irfan
mirasından ibaret olan "Öze"
bir yönelim belirmiştir. Bu arada bu mazlum halkın aydın evlatları, başlarına
örülen çoraplardan kurtulmada ve yollarına kurulan tuzakları aşmada daha bir
cesaretlenmiştir. Üstelik, bu çabaya bütün inanç kesimleri de katkı sunmaya
başlamıştır.
İçinde yaşadığımız zaman ve zeminin gerekleri
hepimiz, yani bütün toplum kesimleri için bağlayıcıdır. Farklılıkları kucaklama
hoşgörüsünü, Ehl-i Beyt sevgisiyle birlikte Mevlana, Yunus Emre ve Hacı
Bektaş-ı Veli hazretleri gibi gönülleri Ehl-i Beyt aşkıyla tutuşan Alevi
dervişlerinin bu topraklara aşıladığından kimse kuşku duyamaz. Ancak daha
öncesinden, yani Kerbela katliamından sonraki süreçlerden itibaren, gerek
Emeviler gerek Abbasiler zamanında, Ehl-i Beyt evlat ve taraftarlarından oluşan,
çok sayıda tebligatçı, göç ederek başta Anadolu olmak üzere dört bir tarafa yayılmıştır.
Onların fedakar çabaları çok geçmeden ürün vermeye başlamış, öyle ki bu
yörelerde nüfusun çoğunluğu Ehl-i Beyt ile gönül bağı kurmuş ve ta ki
Osmanlılar bu nüfusu ortadan kaldırıncaya kadar bu potansiyel varlığını ağırlıklı
olarak sürdüre gelmiş ve bu günkü Anadolu halk kültürünün temelini teşkil
etmiştir. Yoksa sanıldığı kadar bu haliyle bu kültür Orta Asya'dan getirilmiş
değildir.
Ülkemizde AB'ne katılım sürecinde gündemde olan demokratik
açılımlarda Aleviler çok önemli katkılar sunabilirler ve söz konusu katkıyı
sunmalıdırlar da. Demokratik değer ve doğal hukuk ilkeleri ile İslam’ın bakış
açıları genellikle örtüşmektedir.
Her ne kadar Osmanlı’nın yıkılmasından sonra
başlayan yeni süreçte de devletin Alevileri görmezlikten geldiğini söylemeye
dilimiz varmıyorsa da, ne yazık ki bu dönemde de Alevilerin bir çok alanda
ihmal edildiği acı bir gerçektir. Devlet, vakit geçirmeden bu yanlı uygulamalara
ve haksız ihmallere son vermelidir. Bunun için de başta Devletin resmi din
kurumu Diyanet olmak üzere devlet, bütün kurumları ile Alevileri ve dini
önderleri olan Ehl-i Beyt İmamlarının şahsında İmam Cafer-i Sadık ve Caferi
fıkhı temelinde Caferi mezhebini uygulamalarıyla birlikte resmen kabul etmeli,
onlara inançlarını doğru öğrenme imkanlarını sağlamalıdır. Devlet, bu
doğrultuda diğer dini azınlık ve gruplara tanıdığı hoşgörüyü bu mektep
mensuplarına da göstererek, yıllardır çeşitli kesimlerce istismar edilen bu
kesimi de şemsiyesi altına alarak birlik ve diriliğini fevkalâde
pekiştirebilir, uygar dünyanın karşısına daha da güçlenmiş olarak çıkabilir.
Bütün okuyucuları kardeşlik ve dostluk duyguları ile
gönülden selamlayarak bu görüşlerin benim acizane görüşlerim olduğunu belirtmek
isterim. Bütün bunları gücümü hoşgörünüz ve evrensel bakış açınızdan alarak
yazdım. Selam ve Saygılarımla......