|
Bu üstün hedefin
gerekliliği ise, bil-araz (ilinti) olan her şeyin zatî olana ulaşmasının
gerekliğinden kaynaklanmaktadır. Bu ilke gereğince, edimsel (faili) nedenler
zincirinde bil-araz olan nedenlerin, Allah Teala'dan ibaret olan zatî nedene
ulaşması gerektiği gibi, bil-araz hedeflerin de, zatî hedefe ulaşması gerekir
ki, o da yine Allah Teala'dır. Dolayısıyla insanın işlerinin hedefleri,
likaullaha ulaşmadığı müddetçe orta hedef sayılır, son hedef değil. İster
istemez böyle bir hedef de zatî değil, ancak bil-araz hedef olabilir. İşte
buradan İslam açısından insan haklarının asıl hedefi ortaya çıkmakta ve onun da
likaullah olduğu anlaşılmaktadır.
Tabiatla Fıtrat Arasındaki
Fark
Fıtrat, genel bir manayla açarak yaratma anlamını ifade edip
tabiatı da kapsamına almaktadır. Bu açıdan tabii varlıklar da Allah'ın
fıtratı(yaratığı)dırlar; çünkü Allah Teala'nın yaratıcılığı, sadece soyut
varlıkların yaratılışıyla sınırlı olmayıp, somut (maddî) varlıklar da Allah’ın
yaratmasıyla var olan varlıklardır. Bu mana; "Hamd, gökleri ve yeri
açan (yaratan) … Allah'a mahsustur...”[5]
ayetinden açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü Kur’an’da "gökler ve
yerler" kelimeleri geçtiği halde onlarda olan şeylerin zikredilmediği
yerlerde, onlarda olanlar da "gökler ve yerler" kelimelerinin
kapsamı içerisine girerler. Dolayısıyla bu ayet, soyut varlıklar olan manevi
anlamdaki gökyüzü ve gökyüzünde olan bütün varlıkları; yine somut (maddî)
varlıklar olan yeryüzü ve yeryüzündeki bütün varlıkları, Allah Teala'nın
yarattığını beyan etmektedir.
Ancak "fıtrat", özel anlamıyla
"tabiat"
kelimesinin karşısında yer alır; yani meselâ maddî beden ve soyut ruhtan oluşan
insanda, tabiat onun maddî bedeniyle, fıtrat ise onun soyut ruhuyla ilgilidir.
Çünkü insanda, ilim ve idrakin kaynağı olan, tabiat ötesini anlayan, gaybî
varlıkları melekûtî gözüyle gören, melekût aleminde Rabbıyla sözleşme yapan,
Allah Teala'nın rububiyetini ikrar edip O’nun kulu olduğunu itiraf eden şey,
insanın soyut ruhudur. Zürriyet sözleşmesi ayeti de bunun şahididir.[6]
Fakat burada şunu belirtmeliyiz ki, her ne kadar insan tabii
beden ve tabiat ötesi ruhtan oluşmuşsa da, bu bileşik varlıkta temel olan soyut
ruhtur; bedeni yönetmek de işte bu soyut ruhun görevidir. Bu yüzden insan
haklarını belirlemek, bu iki boyuttan oluşan gerçeği tam anlamıyla tanımaya ve
bu bileşik varlıkta asıl temel olan boyutun insanın soyut ruhu olduğunu
kavramaya bağlıdır. İnsan haklarını bu iki bakış açısından incelemek gerekir.
İnsanın ne gibi haklara sahip olduğunu doğru kavrayabilmek için, hem onun
tabiatını göz önünde bulundurmalıyız, hem de onun varlığında asıl ve temel olan
fıtratını (ruhunu). İnsan gerçeğinin değerlendirilmesinde eğer onu tabiat
duvarıyla sınırlandıracak olursak, onun gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar
etmiş oluruz. Keza, eğer insan gerçeğinin tabiatıyla fıtratını eşit olarak
görecek olursak, bu durumda da asıl olmayan şeyi, asıl ve temel olan ile eş
değer olarak görmüş oluruz. Bedenin tabiatını, ruhun fıtratından öne
geçirdiğimizde de ayrıntıyı temelin yerine geçirmiş ve asıl olanı öncülükten
almış, insanın derisini ters çevirerek insana giydirmiş, baş tarafı aşağı ve
aşağı tarafı da başa geçirmiş oluruz. Bu durumda insan gerçeği yok olup gider.
Nitekim İslam’ı tahrife uğratan bir grup hakkında Emiru’l-Müminin Hz. Ali (a.s),
"İslam ters giyilen elbiseye döner" demiştir. [7]
Yukarıdaki noktayı
göz önünde bulundurarak şunu söyleyebiliriz ki, eğer bir kemse, kendine has
terimsel kullanımıyla tabiatı, fıtratı da kapsayan geniş bir anlamında kullanır
ve tabii haklardan, fıtrî hakları da içeren bir mana istifade ederse, bunun bir
sakıncası yoktur; çünkü terim konusu tartışılmaz, herkes kendine has bir terim
icat edebilir. Ancak eğer biri, insan gerçeğini, onun tabiatıyla (maddî
yönüyle) özdeş bilerek insanın madde dışında bir gerçeğe sahip olmadığını
savunursa, insanlık gerçeğinin önemli bir bölümünü inkar etmiş olur. Böyle bir
görüşün de insan haklarını doğru olarak belirleyemeyeceği ortadadır. Çünkü
insan haklarının düzenlenmesi, onun haklarının felsefesinin gerçekleşmesinden
sonradır. İnsan gerçeğini hakkıyla tanımayan bir hukukçunun ise onun haklarını
doğru olarak tespit edip düzenleyemeyeceği açıktır.
Her Varlığın Niteliği Kendine Bağımlıdır
Her vasıf meydana gelişinde sahibine bağımlı olduğundan,
varlık niteliğinin bütün boyutlarında da ona bağımlıdır. Buna binaen, eğer bir
varlık zatı itibariyle sınırsız olursa, onun -edimsel niteliği (fiil vasfı)
faraza sınırlı olsa bile - özsel (zatî) vasfı da zatı gibi sınırsız olmalıdır.
Fakat eğer vasfedilen varlığın kendisi sınırlı olursa, bu durumda ister fiil
sıfatı, ister zat sıfatı olsun onun bütün sıfatları sınırlı olmak zorundadır.
Bu açıdan insanı ele aldığımızda onun varlığının özü sınırlı olduğuna göre, hem
hayat, ilim, kudret ve irade gibi kemalî (özsel) sıfatları, hem de özgürlük
gibi edimsel sıfatları sınırlı olmak zorundadır. Yani insanın varlığı sınırlı
olduğu halde onun sıfatlarından biri sayılan ve gerçekleşmesinde onun varlığına
bağımlı olan özgürlüğünün sınırsız olması mümkün değildir, tam aksine kayıtlı
ve sınırlıdır.
İnsanın Özgürlüğünün
Sınırını Belirleyen Merci
İnsanın özgürlük sıfatının sınırlı olmasının gerekliliğini
açıkladıktan sonra sıra; inanç, ahlak, hukuk ve davranış gibi insanın çeşitli
boyutlarında özgürlüğünün sınırını belirleyen etmenin ne olduğunu açıklamaya
gelmiştir. Bu sorunun en mantıklı cevabı şu olabilir: İnsanın özgürlüğünü
sınırlandıran tek etmen onun varlığını sınırlandıran etmen olmalıdır. Yani
insanın özgürlüğünün sınırını belirleyen tek merci, ona sınırlı bir varlık
veren Yaratıcısı olmalıdır. Çünkü Yaratıcısının dışında hiçbir kimsenin ne onun
mahiyetinden ne de onun varlığının sınırından doğru dürüst bilgisi olmayacağı
açıktır.
Dolayısıyla, insanın özgürlüğünü sınırlama yetkisine sahip
olan tek merci, ona sınırlı bir varlık veren ve her şeyi belli bir ölçüyle
yaratan Allah Teala'dan gayrisi olamaz. "Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir
ölçü ile yarattık."[8]
Kendisini her türlü kayıttan uzak bilen kimse, kafasında sınırlı bir mevsuf
için sınırsız bir vasıf tasarladığını ve sürekli kul olması gereken bir varlık
için rububiyet iddiasında bulunduğunu bilmelidir. Eğer konunun felsefi yönünü
oluşturan, sınırlı bir varlığın sıfatının da sınırlı olmak zorunda olduğu ve
bir vasfı sınırlandıran etmenin, o vasfın mevsufunu sınırlandıran etmen olması
gerektiği gerçeğini kavrarsak, bu durumda azgın olan tabiatla, kulluk, huzu ve
huşu içerisinde Hakk’a teslim olan fıtrat arasında bir farklılık ve çelişki
gözlersek, hiç bir zaman insanı özgürlüğün sahibi bilemeyecek, aksine onu
özgürlük ve hürriyetin emini bulacağız.
binaenaleyh, hukukun
en güzel çehrelerinden olan özgürlük, insanın şahsına ait mülkü değil, aksine
Allah'ın ona vermiş olduğu bir emanettir. Dolayısıyla insan onu korumada kusur
etmeme ve onu kendi reyine göre yorumlamamakla yükümlüdür. Heveslerine uyarak
onu tahrif etmemeli ve kendi isteğine göre onu değiştirmeye çalışmamalıdır;
çünkü Allah'ın sünneti görüşe göre yorumlama, tahrif ve her türlü değiştirmeden
korunmuştur. Sonuç olarak özgürlük, insanın mülkü değil de, ona verilen ilahi
bir emanet olduğundan, hiç kimse kendisini satamaz; kendisini diğerlerinin
kulu, kölesi edemez. Yani insan kendi özgürlüğünü kul ve köleliğe dönüştüremez.
Nitekim insanın hayatı da Allah'ın ona verdiği bir emanettir. Dolayısıyla
hiçbir kimse intihar ederek onu yok edemez; aksi taktirde kendisine verilen
hayat emanetine ihanet etmiş olur.
[3] - Usul-i Kafi, c.2, s.54, Hakikatü’l-Iman ve’l-Yakin,
h. no:3.
[4] - Nehcü’l-Belaga, 193. hutbeden.
[6] - Â’raf/172.
-“Hani, Rabbin Ademogullarinin sirtlarindan zürriyetlerini
alip, onlari kendilerine şahit kilarak: “Ben Rabbiniz degil miyim?” (demişti
de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu), kıyamet günü:
“Biz bundan habersizdik,” dememeniz içindir.”
[7] -Nehcü’l-Belaga, 108.